Köprü Anasayfa

Risale-i Nur’a Doğru

"Kış 95" 49. Sayı

  • Ayetü'l-Kübra

    Bediüzzaman Said Nursi

    Sonra, seyahat-i fikriyede bulunan o meraklı ve terakkî ile zevki ve şevki artan dünya yolcusu, bahar bahçesinden bir bahar kadar bir güldeste-i mârifet ve îman alıp gelirken, hayvanât ve tuyûr âleminin kapısı, hakikatbîn olan aklına ve marifetâşinâ olan fikrine açıldı. Yüz bin ayrı ayrı seslerle ve çeşit çeşit dillerle onu içeriye çağırdılar. "Buyurun" dediler

    O da girdi ve gördü ki, Bütün hayvanât ve kuşların bütün nevîleri ve tâifeleri ve milletleri, bilittifak, lisân-ı kàl ve lisân-ı hâlleriyle Lâ ilâhe illâ Hû deyip, zemin yüzünü bir zikirhâne ve muazzam bir meclis-i tehlil sûretine çevirmişler. Herbiri bizzat birer kasîde-i Rabbânî, birer kelime-i Sübhânî ve mânidar birer harf-i Rahmânî hükmünde Sâni’lerini tavsif edip hamd ü senâ ediyorlar vaziyetinde gördü. Güyâ o hayvanların ve kuşların duyguları ve kuvâları ve cihazları ve âzâları ve âletleri, manzum ve mevzun kelimelerdir ve muntazam ve mükemmel sözlerdir. Onlar, bunlarla Hallâk ve Rezzâklarına şükür ve vahdâniyetine şehâdet getirdiklerine katî delâlet eden üç muazzam ve muhît hakîkatleri müşâhede etti.

    Birincisi: Hiçbir cihetle serseri tesâdüfe ve kör kuvvete ve şuursuz tabiata havâlesi mümkün olmayan, hiçten hakîmâne îcad ve sanatperverâne ibdâ ve ihtiyârkârâne ve alîmâne halk ve inşâ ve yirmi cihetle ilim ve hikmet ve irâdenin cilvesini gösteren ruhlandırmak ve ihyâ etmek hakîkatidir ki, zîruhlar adedince şâhitleri bulunan bir bürhan-ı bâhir olarak, Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun vücûb-u vücuduna ve sıfat-ı seb’asına ve vahdetine şehâdet eder.

    İkincisi: O hadsiz masnûlarda birbirinden sîmâca fârikalı ve şekilce zînetli ve miktarca mîzanlı ve sûretçe intizamlı bir tarzdaki temyizden, tezyinden, tasvirden öyle azametli ve kuvvetli bir hakîkat görünür ki, Kâdîr-i Küll-i Şey ve Âlim-i Küll-i Şeyden başka hiçbir şey, bu her cihetle binlerle hârikaları ve hikmetleri gösteren ihâtalı fiile sahip olamaz ve hiçbir imkân ve ihtimâli yok.

    Üçüncüsü: Birbirinin misli ve aynı veya az farklı ve birbirine benzeyen mahsur ve mahdut yumurtalardan ve yumurtacıklardan ve nutfe denilen su katrelerinden o hadsiz hayvanların yüz binler çeşit tarzlarda ve birer mu’cize-i hikmet mâhiyetinde bulunan sûretlerini, gáyet muntazam ve muvâzeneli ve hatâsız bir hey’ette açmak ve fethetmek öyle parlak bir hakîkattir ki, hayvanlar adedince senetler, deliller o hakîkati tenvir eder.

    İşte bu üç hakîkatin ittifâkıyla, hayvanların bütün envâı beraber öyle bir Lâ ilâhe illâ Hû deyip şehâdet getiriyorlar ki, güyâ zemin büyük bir insan gibi, büyüklüğü nisbetinde Lâ ilâhe illâ Hû diyerek semâvât ehline işittiriyor mâhiyetinde gördü ve tam ders aldı. Birinci Makámın Yedinci Mertebesinde bu mezkûr hakîkatleri ifâde mânâsıyla,

    1 denilmiştir.

    Sonra, o mütefekkir yolcu, mârifet-i İlâhiyenin hadsiz mertebelerinde ve nihayetsiz ezvâkında ve envârında daha ileri gitmek için insanlar âlemine ve beşer dünyasına girmek isterken, başta enbiyâlar olarak, onu içeriye dâvet ettiler; o da girdi. En evvel geçmiş zamanın menziline baktı, gördü ki, nev-i beşerin en nûrânî ve en mükemmeli olan umum peygamberler (aleyhimüsselâm), bilicmâ, beraber, Lâ ilâhe illâ Hû deyip zikrediyorlar ve parlak ve musaddak olan hadsiz mu’cizâtlarının kuvvetiyle, tevhîdi iddiâ ediyorlar. Ve beşeri hayvâniyet mertebesinden melekiyet derecesine çıkarmak için, onları îmân-ı billâha dâvet ile ders veriyorlar gördü. O da, o nûrânî medresede diz çöküp, derse oturdu. Gördü ki, meşâhir-i insâniyenin en yüksekleri ve nâmdarları olan o üstadların herbirisinin elinde Hálık-ı Kâinat tarafından verilmiş nişâne-i tasdik olarak mu’cizeler bulunduğundan, herbirinin ihbarı ile beşerden bir tâife-i azîme ve bir ümmet tasdik edip îmâna geldiklerinden, o yüz bin ciddî ve doğru zâtların icmâ ve ittifakla hüküm ve tasdik ettikleri bir hakîkat ne kadar kuvvetli ve katî olduğunu kıyas edebildi. Ve bu kuvvette, bu kadar muhbir-i sâdıkların hadsiz mu’cizeleriyle imza ve ispat ettikleri bir hakîkati inkâr eden ehl-i dalâlet ne derece hadsiz bir hatâ, bir cinâyet ettiklerini ve ne kadar hadsiz bir azâba müstehak olduklarını anladı. Ve onları tasdik edip îman getirenler ne kadar haklı ve hakîkatli olduklarını bildi; îman kudsiyetinin büyük bir mertebesi daha ona göründü.

    Evet, enbiyâyı (aleyhimüsselâm) Cenâb-ı Hak tarafından fiilen tasdik hükmünde olan hadsiz mu’cizâtlarından ve hakkániyetlerini gösteren, muârızlarına gelen semâvî pek çok tokatlarından; ve hak olduklarına delâlet eden şahsî kemâlâtlarından; ve hakîkatli tâlimâtlarından; ve doğru olduklarına şehâdet eden kuvvet-i îmanlarından; ve tam ciddiyetlerinden ve fedâkârlıklarından; ve ellerinde bulunan kudsî kitap ve suhuflarından; ve onların yolları doğru ve hak olduğuna şehâdet eden ittibâlarıyla hakîkate, kemâlâta, nûra vâsıl olan hadsiz tilmizlerinden başka, onların ve o pek ciddî muhbirlerin müsbet meselelerde icmâı ve ittifâkı ve tevâtürü ve ispatta tevâfuku ve tesânüdü ve tetâbuku öyle bir hüccettir ve öyle bir kuvvettir ki, dünyada hiçbir kuvvet karşısına çıkamaz ve hiçbir şüphe ve tereddütü bırakmaz. Ve imânın erkânında umum enbiyâyı (aleyhimüsselâm) tasdik dahi dahil olması, o tasdik büyük bir kuvvet menbâı olduğunu anladı. Onların derslerinden çok feyz-i imânî aldı.

    İşte, bu yolcunun mezkûr dersini ifâde mânâsında, Birinci Makámın Sekizinci Mertebesinde,

    2  denilmiş.

    Sonra îmânın kuvvetinden ulvî bir zevk-i hakîkat alan o seyyâh-ı tâlip, enbiyâ aleyhimüsselâmın meclisinden gelirken, ulemânın ilmelyakîn sûretinde katî ve kuvvetli delillerle enbiyâların (aleyhimüsselâm) dâvâlarını ispat eden ve asfiyâ ve sıddîkîn denilen mütebahhir, müçtehid muhakkikler, onu dershânelerine çağırdılar; o da girdi. Gördü ki, Binlerle dâhî ve yüz binlerce müdakkik ve yüksek ehl-i tahkîk, kıl kadar bir şüphe bırakmayan tetkikát-ı amîkalarıyla, başta vücûb-u vücud ve vahdet olarak, müsbet mesâil-i îmâniyeyi ispat ediyorlar. Evet, istidatları ve meslekleri muhtelif olduğu halde usûl ve erkân-ı îmâniyede onların müttefikan ittifakları ve herbirisinin kuvvetli ve yakînî bürhanlarına istinadları öyle bir hüccettir ki, onların mecmûu kadar bir zekâvet ve dirâyet sahibi olmak ve bürhanlarının umûmu kadar bir bürhan bulmak mümkün ise, karşılarına ancak öyle çıkılabilir. Yoksa, o münkirler, yalnız cehâlet ve echeliyet ve inkâr ve ispat olunmayan menfî meselelerde, inat ve göz kapamak sûretiyle karşılarına çıkabilirler. Gözünü kapayan, yalnız kendine gündüzü gece yapar.

    Bu seyyah, bu muhteşem ve geniş dershânede, bu muhterem ve mütebahhir üstadların neşrettikleri nurlar, zeminin yarısını bin seneden ziyâde ışıklandırdığını bildi ve öyle bir kuvve-i mâneviyeyi buldu ki, bütün ehl-i inkâr toplansa, onu kıl kadar şaşırtmaz ve sarsmaz.

     İşte, bu yolcunun bu dershâneden aldığı derse bir kısa işaret olarak,  Birinci Makámın Dokuzuncu Mertebesinde, 3 denilmiş.

    Sonra, îmânın daha ziyâde kuvvetlenmesinde ve inkişâfında ve ilmelyakîn derecesinden aynelyakîn mertebesine terakkîsindeki envârı ve ezvâkı görmeye çok müştak olan o mütefekkir yolcu, medreseden gelirken, hadsiz küçük tekkelerin ve zâviyelerin telâhukuyla tevessü eden gáyet feyizli ve nurlu ve sahrâ genişliğinde bir tekke, bir hangâh, bir zikirhâne, bir irşadgâhda ve cadde-i kübrâ-i Muhammedîyede  (a.s.m.)  ve Mîrâc-ı Ahmedînin (a.s.m.) gölgesinde hakîkate çalışan ve hakka erişen ve aynelyakîne yetişen binlerle ve milyonlarla kudsî mürşidler onu dergâha çağırdılar; o da girdi;

     Gördü ki: o ehl-i keşif ve kerâmet,  keşfiyâtlarına ve müşâhedelerine ve kerâmetlerine istinâden, bilicma  müttefikan Lâ ilâhe illâ Hû diyerek, vücûb-u vücud ve vahdet-i Rabbâniyeyi kâinata îlân ediyorlar. Güneşin ziyâsındaki yedi renk ile güneşi tanımak gibi, yetmiş renk ile, belki Esmâ-i Hüsnâ adedince, Şems-i Ezelînin ziyâsından tecellî eden ayrı ayrı nurlu renkler ve çeşit çeşit ziyâlı levnler ve başka başka hakîkatli tarîkatler ve muhtelif doğru meslekler ve mütenevvi haklı meşreplerde bulunan o kudsî dâhîlerin ve nûrânî âriflerin icmâ ve ittifakla imza ettikleri bir hakîkat, ne derece zâhir ve bâhir olduğunu aynelyakîn müşâhede etti. Ve enbiyânın (aleyhimüsselâm) icmâı ve asfiyânın ittifakı ve evliyânın tevafuku ve bu üç icmâın birden ittifakı güneşi gösteren gündüzün ziyâsından daha parlak gördü. İşte, bu misâfirin tekkeden aldığı feyze kısa bir işaret olarak, Birinci Makámın Onuncu Mertebesinde,4 denilmiş.

    Sonra, kemâlât-ı insâniyenin en mühimmi ve en büyüğü, belki bilcümle kemâlât-ı insâniyenin menbâı ve esası îmân-ı billâhtan ve mârifetullahtan neş’et eden muhabbetullah olduğunu bilen o dünya seyyahı, bütün kuvvetiyle ve letâifiyle, imânın kuvvetinde ve mârifetin inkişâfında daha ziyâde terakkî etmesini istemek fikriyle, başını kaldırdı ve semâvâta baktı. Kendi aklına dedi ki:

    "Madem kâinatta en kıymettar şey hayattır ve kâinatın mevcudâtı hayata musahhardır; ve mâdem zîhayatın en kıymettarı zîruhtur ve zîrûhun en kıymettarı zîşuurdur; ve madem bu kıymettarlık için,  küre-i zemin, zîhayatı mütemâdiyen çoğaltmak için her asır, her sene dolar boşalır. Elbette ve her halde, bu muhteşem ve müzeyyen olan semâvâtın dahi kendisine münâsip ahalisi ve sekenesi, zîhayat ve zîruh ve zîşuurlardan vardır ki, huzur-u Muhammedîde (a.s.m.) sahabelere görünen Hazret-i Cebrâilin (a.s.) temessülü gibi, melâikeleri görmek ve onlarla konuşmak hâdiseleri, tevâtür sûretinde eskiden beri nakil ve rivâyet ediliyor. Öyle ise, keşke ben semâvât ehli ile dahi görüşseydim, onlar ne fikirde olduklarını bilseydim. Çünkü, Hálık-ı Kâinat hakkında en mühim söz onlarındır" diye düşünürken, birden semâvî şöyle bir sesi işitti:

    "Mâdem bizim ile görüşmek ve dersimizi dinlemek istersin; bil ki, başta Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ve Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan olarak,  bütün peygamberlere vâsıtamızla gelen mesâil-i îmâniyeye en evvel biz îman etmişiz. Hem insanlara temessül edip görünen ve bizlerden olan bütün ervah-ı tayyibe, bilâistisnâ ve bilittifak, bu kâinat Hálıkının vücûb-u vücuduna ve vahdetine ve sıfât-ı kudsiyesine şehâdet edip birbirine muvâfık ve mutâbık olarak ihbar etmişler. Bu hadsiz ihbarâtın tevâfuku ve tetâbuku, güneş gibi sana bir rehberdir" dediklerini bildi. Ve onun nûr-u îmânı parladı, zeminden göklere çıktı. İşte bu yolcunun melâikeden aldığı derse kısa bir işaret olarak, Birinci Makámın On Birinci Mertebesinde,

    5 denilmiştir.

    Sonra, pürmerak ve püriştiyak o misâfir, âlem-i şehâdet ve cismânî ve maddî cihetinde ve mahsus tâifelerin dillerinden ve lisân-ı hallerinden ders aldığından, âlem-i gayb ve âlem-i berzahta dahi mütâlâa ile bir seyahat ve bir taharrî-i hakîkat arzu ederken, her tâife-i insâniyede bulunan ve kâinatın meyvesi olan insanın çekirdeği hükmünde ve küçüklüğü ile beraber, mânen kâinat kadar inbisat edebilen müstakim ve münevver akılların, selîm ve nûrânî kalblerin kapısı açıldı. Baktı ki, onlar âlem-i gayb ve âlem-i şehâdet ortasında insânî berzahlardır. Ve iki âlemin birbiriyle temasları ve muâmeleleri, insana nisbeten o noktalarda oluyor gördüğünden, kendi akıl ve kalbine dedi ki:

    "Gelin, bu emsâlinizin kapısından hakîkate giden yol daha kısadır. Biz öteki yollardaki dillerden ders aldığımız gibi değil, belki îman noktasındaki ittisaflarından ve keyfiyet ve renklerinden mütâlâamızla istifâde etmeliyiz" dedi; mütalâaya başladı.

     Gördü ki, istidatları gáyet muhtelif ve mezhepleri birbirinden uzak ve muhâlif olan umum istikámetli ve nurlu akılların îman ve Tevhiddeki  ittisafkârâne ve râsihâne îtikadları, tevâfuk ve sebatkârâne ve mutmainâne kanaat ve yakînleri tetâbuk ediyor. Demek, tebeddül etmeyen bir hakikate dayanıp bağlanmışlar ve kökleri metin bir hakîkate girmiş, kopmuyor. Öyle ise, bunların nokta-i îmâniyede ve vücûb ve Tevhidde icmâları, hiç kopmaz bir zincir-i nûrânîdir ve hakîkate açılan ışıklı bir penceredir.

    Hem, gördü ki, meslekleri birbirinden uzak ve meşrepleri birbirine mübâyin olan o umum selîm ve nûrânî kalblerin erkân-ı îmâniyedeki müttefikáne ve itminânkârâne ve müncezibâne keşfiyât ve müşâhedâtları birbirine tevâfuk ve Tevhidde birbirine mutâbık çıkıyor. Demek, hakîkate mukábil ve vâsıl ve mütemessil bu küçücük birer arş-ı mârifet-i Rabbâniye ve bu câmî birer âyine-i Samedâniye olan nûrânî kalbler, şems-i hakîkate karşı açılan pencerelerdir; ve umûmu birden, güneşe âyinedarlık eden bir deniz gibi, bir âyine-i âzamdır. Bunların vücûb-u vücudda ve vahdette ittifakları ve icmâları, hiç şaşırmaz ve şaşırtmaz bir rehber-i ekmel ve bir mürşid-i ekberdir. Çünkü, hiçbir cihetle hiçbir imkân ve hiçbir ihtimâl yok ki, hakîkatten başka bir vehim ve hakîkatsız bir fikir ve asılsız bir sıfat, bu kadar müstemirrâne ve râsihâne bu pek büyük ve keskin gözlerin umûmunu birden aldatsın, galat-ı hisse uğratsın. Buna ihtimâl veren bozulmuş ve çürümüş bir akla, bu kâinatı inkâr eden ahmak Sofestâîler dahi râzı olmazlar, reddederler, diye anladı. Kendi akıl ve kalbiyle beraber "âmentü billâh" dediler.

    İşte, bu yolcunun müstakim akıllardan ve münevver kalblerden istifâde ettiği mârifet-i îmâniyeye kısa bir işaret olarak, Birinci Makámın On İkinci ve On Üçüncü Mertebesinde,

    6 denilmiş.

    Dipnotlar

    1. Allah’tan başka ilâh yoktur. O öyle bir Vâcibü’l-Vücuddur ki, Onun vücûb-u vücuduna ve vahdetine, mevzun, muntazam, fasih havass, kuvve,  hissiyat ve letâifinin, mükemmel cihazât, cevârih, âzâ ve âletlerinin beliğ kelimeleriyle hamd ve şâhitler eden bütün hayvanât ve kuşların envâı ittifakla delâlet eder. Bu hakîkat, irâdeye dayanan îcad, sun’ ve ibdâ, kasıtla vücuda gelen temyiz ve tâyin, hikmetten kaynaklanan takdîr ve tasvir hakîkatlerinin büyüklük ve ihâtasının da şehâdetiyle birlikte, muntazam, mütehâlif, mütenevvi ve gayr-i mahsur bütün sûretlerin mütemâsil, müteşâbih, mahsur ve mahdut yumurta nutfelerden fethi hakîkatinin göstermesiyle sabittir.                    

    2. Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur.

    3. Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. Onun vücûb-u  vücuduna ve vahdetine, bilittifak bütün peygamberler, peygamberliklerinin tasdiki ve doğruluğu tasdik edilmiş apaçık  mu’cizelerinin kuvvetiyle delâlet eder.

    4. Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. Onun vücûb-u vücuduna ve vahdetine, bilittifak bütün asfiyâ, parlak, doğru ve ittifak etmiş delillerinin kuvvetiyle delâlet eder.

    5. Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur.

    6. Allah’tan başka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücud ki, istidat ve mezheplerinin farklılığıyla beraber bütün münevver ve müstakim akıl sahiplerinin birbirine tetabuk eden kanaat ve yakînleri, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder. Kezâ, birbirine mütebayin meslek ve meşreplerine rağmen bütün selim ve nuranî kalb sahiplerinin birbirine tetabuk eden keşifleri ve birbirine tevafuk eden müşahedeleri de, Onun vahdet içindeki vücub-u vücuduna delâlet eder.