Köprü Anasayfa

Risale-i Nur’a Doğru

"Kış 95" 49. Sayı

  • Esmâ-i Hüsnâ ve Yaratıcıyı Kavrama Meselesi

    Yrd.Doç.Dr. Zeki Sarıtoprak

    Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

    (Makelemizde konuyu, İslâm öncesi inançlarda mabuda nisbet edilen isimler, Kur’ân ve sünnette Allah’a nisbet edilen isimler, Allah’ın isimlerinin tevkifiliği (izne bağlı oluşu), tasnifi, isimlerin tecellileri, benlik ve Esmâ-ı Hüsna ilişkisi ve isimlerin keyfiyyeti çerçevesinde ele alacağız.)

    Giriş:

    I – Kaynaklar:

    Esmâ-ı Hüsna konusunda bir çok İslâm âlimi eser yazmıştır. Bunların ilklerinden sayılan İbn Cerir et-Taberî (v.310/923) ve Ebu Zeyd el-Belhi’dir. (v.322/934). Taberî’nin Esma-ı Hüsna hakkındaki eseri günümüze kadar gelmiş bulunmakla birlikte, İbn Nedim’in bahsettiği Ebu Zeyd elBelhi’nin eserine rastlayamıyoruz.1 Görüşlerini er-Razi’den öğreniyoruz. Razi Esmâ-ı Hüsna ile ilgili risalesinde yer yer el-Belhî’den nakiller yapmaktadır. El-Beyhakî’nin (458/1066) El-Esma ve’s-Sıfat adlı eseri Esmâ-ı Hüsnayı hadis literatürü açısından anlatmaktadır. Daha sonra gelen İmam Gazzalî’nin (505/1111) "El-Maksadu’l-esnâ Şerhu’l-Esmai’l-lahi’lHüsna adlı eserini görmekteyiz. Burada isimler hakkında bazı ön bilgiler verilmekte, kısaca isim-müsemma tartışmasına girilmektedir. İmam Gazali bu eserinde 99 ismi tek tek anlatmaktadır. Yorumlar yapmakta ve kulun ondan istifade yönünü açıklamaktadır. Fahruddin er-Razi’nin (606/1210) Levâmiu’l-Beyyinat Şerhu Esmai’l-lahi Teala ve’s-Sıfat, adlı eseri Taha Abdurrauf Sa’d tarafından tahkik edilerek basılmıştır. Eserde tıpkı Gazali’de olduğu gibi isimler üzerinde yorumlar yapılmaktadır. O da 99 ismi alıp izah etmektedir. Brockalmann’ın kaydettiğine göre Yemenli âlim et-Temimi’nin (v.765/1363) Esmau’llahi’l-hüsna adlı bir eseri bulunmakta ve Leiden Kütüphasinde 2098 numarada kayıtlı bulunmaktadır.2 Son dönem alimlerinden Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur külliyatının muhtelif yerlerinde, özellikle "el-İsmu’l-A’zam" adıyla Arapça olarak basılan eserinde Allah’ın isimleri üzerinde genişçe durmaktadır.3 Suad Yıldırım’ın Kur’ân’da Uluhiyet, Veli Ulutürk’ün Kur’ân-ı Kerim Allah’ı nasıl tanıtıyor?, Metin Yurdagür’un Allah’ın Sıfatları Esmau’lHüsnâ, Mısırlı yazar eş-Şerbasi’nin iki ciltlik Mevsuatu Lehu’l-Esmau’l-Hüsna adlı eserleri bu konuda son dönemde yapılan ciddi ve ilmi vasıflı çalışmalardır. Ali Osman Tatlısu’nun Esmâu’l-Hüsna Şerhi adlı eseri va’z niteliğini taşıyan bir çalışmadır.

    II – Zat-ı ulubiyet ve Ona isimlerin nisbeti:

    Bilinmesi gereken ilk şey, varlıkların yaratıcısı hakkındaki bilgidir. Yani varlıkların var olmalarında Onun müessir olduğunu bilmektir.4 Razi’ye göre ilk vacib bilgi Esmâ-ı Hüsna ile ilgili bilgidir. Şöyle diyor: "İlk bilinmesi gereken, O’nun müessir olduğunu, Kadir olduğunu, fiillerinin sağlam ve muhkem olmasından dolayı âlim olduğunu, varlıkları muayyen şekil ve vasıflarla tahsisinden Mürid olduğunu bilmektir. Sonra Alim, Mürid, Kadir olduğundan Hayat sahibi (Hayy) olduğunu anlarız."5

    Bir şeyin var olması bir ismi taşımasını kendiliğinden gerektirir. İnsanlığın kuralı böyle devam etmiştir. isim sadece bir ferdi, hemcinslerinden ayıran bir etiketten ibâret değildir. Varlık ve şahsiyetle alâkalı bir özellik taşımaktadır. İsim kimisine göre yükseklik anlamındaki "sümüvv"den, bazılarına göre de alâmet manasındaki "simet"ten gelmektedir. Kâinatın yaratıcısının da elbette ismi, hatta isimleri bulunmalıdır. İsim beşeri idrake sığmayan aşkın uluhiyet ile, duyu ve akıl dünyasında yaşayan insan arasında bir bağ kurma vesilesidir. Kul uluhiyetle olan irtibatını isim vasıtasıyla sağlar.6

    Bir tanrı tanıyan her din ve telâkkinin belli başlı özelliği, inandığı tanrının özelliklerini açık ve seçik kavramaya çalışmak olmuştur. Zira isim olmadığı takdirde, müsemma tanınmaz. İnsanlar, yaratıcı, kurtarıcı, yardım edici gibi özelliklerini bilmek ve onun karşısında kutsal bir korku ve hürmet duymak için tanrının adını bilmek istemişlerdir. Hindliler "Vişnu", Yunanlılar "Ouranus", İbraniler ise "Yahve" demişlerdir. Kur’ân-ı Kerim ise yüce yaratıcıyı, bütün isimleri içinde cem’eden lafza-i celal olan "Allah" ismiyle anmıştır. Zikrettiği bu ve diğer İlâhi isimler vesilesiyle insan, hayatının her safhasında uluhiyet ile bir bağ kurma imkânına kavuşur. Za’fiyle Kavî ismine, acziyle Kadir ismine müracaat eder. Hastalığında Şafi ismiyle bağlantı kurar. Her bir isim Cenab-ı Allah’a bakmamıza yardımcı olan birer penceredir. Ancak insan, o isimlerin müsemmasının hakikatını, kendi kabiliyeti miktarınca tanır. Onun için Allah hakkındaki marifetler eşit değildir. Peygamberlerin, meleklerin, velilerin marifetlerinin dereceleri değişmektedir. İsim ve sıfatlarını çok veya az bilmekle bu marifet değişir. Allah’ın "alim ve kadir" olduğunu genel olarak bilen biri ile onun ayetlerinin harikalarını, yerin ve göğün melekütunu müşahade eden, ruh ve cesetlerin yaratılışını; bedi ve garib sanatlarını görenin marifetleri aynı değildir.

    Gazalî, bu hususu daha iyi aydınlatmak için İmam Şafiî’yi misal göstermektedir: Şafiî’yi kapıcısı da tanır, öğrencisi olan el-Müzenî’de (v. 264/878). Elbette el-Müzenî’nin onu tanıması ile kapıcının onu tanıması aynı değildir.7 Onun için biri "Ben Allah’ı tanıyorum." dese doğru olduğu gibi, "Tanımıyorum" dese de doğrudur. Güzel yazılmış bir yazıyı akıllı bir insana göstersen ve desen ki "Sen bu yazıyı yazanı biliyor musun?" O da "Hayır, bilmiyorum" dese, doğrudur. Zira gerçekten yazarını tanımıyor. "Evet, biliyorum" dese yine doğrudur. Zira biliyor ki yazanı insandır, güç sahibidir, vucudunda kan vardır, görür, işitir, eli düzgündür, yazmayı bilir.8 Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Bir kitap, katibinin bazı kabiliyetlerine, ilmi seviyesine delalet etmektedir. Biz o kitaba bakarak kâtibi hakkında bilgi ediniyoruz, Ancak bu bilgimizin eksikliğinden şüphe yoktur. İşte bu kâinat da büyük bir kitaptır. Biz kâinata bakarak, Yaratıcısı hakkında fikir sahibi oluyor, Esmâ-ı Hüsnayı öğreniyoruz. O "Alim"dir, zira herşeyi bilgiyle yaratmıştır. O "Adl"dir, zira herşeyi ölçüyle ve yerli yerinde yaratmıştır. Bu bilgimiz yine oldukça eksiktir. Bunun için olsa gerektir ki meşhur mütasavvıf Cüneydî Bağdadî, "Allah’tan başka Allah’ı bilen yoktur" demiş. Üçüncü asrın sufilerinden Zinnûn-i Misrî (Sevban b. ibrahim) (v.245/859) vefatından önce "Tek arzum, ölmeden önce bir lahza olsun Onu tanımaktır" arzusunda bulunmuştur.

    İnsan, Cenab-ı Allah’ın isimlerinden ve sıfatlarından mümkün olanlarla müttasıf olmaya, onlarla ahlâklanmaya, güzellikleriyle süslenmeye gayret gösterir, Esma-ı Hüsnayı bu şekilde kavrarsa, Allah’a yakın ve meleklere arkadaş olur.9 Zira kul, Esma-ı Hüsnanın mânâlarıyla ahlâklandığı sürece manen kemale ulaşır. "O manalardan hissesi olmayan, sadece lafzını duyan, lugavi tefsirini bilenin derecesi düşük, nasibi azdır. Zira yalnız lafzı duyabilmek hayvanlarla müşterek bir vasıftır. Sadece sübutunu itikad etmek de çocukların da yaptığı iştir."10

    Razi’ye (606/1149) göre ismin vazedilmesinin gayesi, vazedilen isimle hitap sırasında o müsemmaya işaret etmektir.11 İsim işaret ettiği varlığın gerçekliği oranında değer taşır. Hergün içiçe sistemler halinde olağanüstü bir ahenk sergileyen tabiat sahnesinde kudretinin binbir tecellisi gözlenen ilâhî isimler, âciz yaratılmışlara insan eliyle yontulmuş putlara verilse bile, bunların bir değeri ve fonksiyonu olmayacak, kuru bir isimden ibaret kalacaktır.

    İsim ve müsemmanın aynılığı ve gayrılığı meselesi bir hayli tartışılmıştır. Bizce bu tartışmanın ciddî bir faydası yoktur. Bu bakımdan biz sözkonusu tartışmaya girmeyeceğiz. Yalnız İmam Gazali’nin bir cevabıyla iktifa edeceğiz. Bazıları isim ve müsemmânın aynı olduğunu söylemişlerdir. Gazali’ye göre bu görüşü savunanlar, ciddî bir hataya düşmüşlerdir. Zira müsemmanın mefhumu ismin mefhumu değildir. İsim delâlet eden bir lafız iken, müsemma medlüldur, kendisine delâlet edilendir, lafız da olmayabilir. İsim için "Nedir?" sorulurken, müsemma için "Kimdir?" sorusu sorulur. Güzel bir Türke Hindu ismi verilirse, ismi çirkin, müsemması güzel olur. İsim mecaz olabilir, müsemma mecaz olamaz.13

    Şöyle bir mantık zincirini kurabiliyoruz: Cenab-ı Hakkın fiilleriyle ortaya koymuş olduğu eserleri, nasıl onun güzel isimlerine delalet ediyorsa, bu isimler de Cenab-ı Hakkın herbiri bir kemâl ifade eden sıfatlarına delalet eder. Sıfatlar da zâta delalet eder. İnsan, Cenab-ı Hakkın bütün fiillerini bilemez. "Allah’ın fiillerini ne kadar geniş bilirse, isimlerini de o kadar geniş bilmiş olur"14 şeklindeki İmam-ı Gazali’nin hükmünü de bu mantık açısından mutalaa edebiliriz.

    Allah’ın zatının birliğine rağmen, çokça isimlerinin bulunması bir misalle açıklayan Ahmed b. Hanbel (241/855), kök, dal, yaprak, lif vb. hususiyetleriyle hurma ağacına bir tek ismin verildiğini, hepsine birden hurma ağacı denildiğini misal verir.15

    Esma-ı Hüsnayı ve onların müsemmalarını kavramanın zorluğu şuradan ileri gelmektedir: Biz aklımızla aklımızı yaratanını bulmaya çalışıyoruz, masanın marangozu bulmaya çalışmasından az farkımız var. Gazali’nin ifadesiyle ulaşılması güç, idrak edilmesi çok zordur. Çünkü o en uzak ve en zirvededir. Öyle ki insanlar hayrete düşerler. Beşeri kuvvetin haddi midir ki, araştırma, inceleme, teftişle rububiyet sıfatlarının hakikatını idrâk etsin. Yarasaların gözü güneşin ışığına dayanabilir mi?".16 Ancak yukarıda da işaret ettiğimiz gibi tam idrak edemezsek de fikir edinmek, bir nebzecik olsun onu tanımak maksadıyla, Kur’ân-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde işaret edildiği kadarıyla bilmeye çalışacağız. Yeryüzünün en mükemmel varlığı insan olduğuna göre bunu anlayabilecek tek varlık varsa o da insan olmalıdır.

    III – İslam Öncesi İnançlarına Tanrının İsimleri:

    A. İlkel Kavimlerde:

    "Şüphenin tamamen dışında olan bir şey varsa o da, kâinatı yaratan ve boşalttığı yağmurlarla yeryüzünü bereketli kılan semavi ve ilahi bir varlığa olan inancın, hemen hemen evrensel olduğudur"17 şeklindeki Mircae Eliade’ın görüşüne katılmamak mümkün değildir. En ilkel toplumlarda dahi bu duygu vardır. Bu toplumların yüce tanrısı, genellikle yükseklik ifade eden adlarla anılmaktadır: "gökyüzünün sahibi" gibi. Mesela Maorilerin yüce tanrısının adı Iho’dur; Iho, "yüksek, yukarıda" anlamını taşır. Ahposo zencilerinin yüce tanrısı Uwoluwo "yukarıda olan, yukarı bölgeler" anlamına gelmektedir. Ateg Toprağı’nda yaşayan Selk’nam’larda tanrının adı "gökyüzünde Oturan" anlamında Paluga’dır. Andamanlıların yüce varlığı da gökyüzünde oturmaktadır. Rüzgâr onun nefesi, fırtına onun öfkesinin işaretidir. Köle Kıyısında yaşayan Yorubalar’ın tanrılarının adı Olurum, yani "Gökyüzün sahibi"’dir.18 Bu gökyüzü ile bağlantılı olan yücelik daha uygar olan toplumlarda da vardır. Mesela Mircea Eliade’ın da belirttiğine göre, yüce tanrının Moğolcası tengri’dir ve "gökyüzü" anlamına gelmektedir. Çincesi "Tien" hem "gökyüzü" hem de "gökyüzü tanrısı" manasındadır. Sümercesi dingir, "göksel kutsallık" anlamındadır. Babilcede anu, aynı şekilde gökyüzü kavramını ifade eder. Bununla birlikte gök tanrısı, gökyüzü ile özdeşleştirilmemiştir, çünkü tüm evrenin yaratıcısı olan tanrı aynı zamanda gökyüzünü de yaratmıştır ve bu nedenden ötürü "yaratıcı", "muktedir," "efendi," "reis," "baba," vb. isimlerle adlandırılmaktadır.19 Avustralya’nın güneydoğusundaki ilkel kabileler üzerine yapılan son çalışmalar, onların yüce varlığı (Kamunun Babası) insanların davranışlarını gözleyendir. Orta Avustralya’daki Atnatuların inandıkları tanrı lutufkâr ve ezelidir.20 Eski Mısırlılarda tanrı "Herşeyi yaratan, dehrin sahibi, ilmi sınırsız, görünmeyen, duaları kabul eden" ulu bir varlıktır.21 Eski Hind inancının kutsal metinlerinde mesela kutsal kitaplardan Rig Veda’da belirtildiğine göre tanrının eşi ve benzeri yoktur, en yüce ve en yetkin sıfatar onundur. Eski İran’da tanrı Ahura Mazda yüce ve tek olup, maddî bir varlık değildir. Rahim ve âlim, her yerde hazır ve nazırdır, değişmeye tâbi değildir. Eski Yunanda da tanrı ölümsüzdür. Ölümsüzlük sağlayan gıdalarla beslenir.22

    B. Yahudilikte:

    Yahudilerde mabuda nisbet edilen isimler ve sıfatların büyük bir kısmı İslâmdaki uluhiyet anlayışıyla parallelik arz etmektedir. Ancak şu kadar var ki onlarda, "antropomorfizm" yaygın olarak bulunmaktadır. Onların tanrısının asıl adı Yahova’dır. Mahlukata benziyor. Eski Ahitte yer aldığına göre tanrıya nisbet edilen bazı vasıflar ve isimleri şöyle ifade edebiliriz: Tanrı alimdir, yerde ve gökte meydana gelen hadiseleri, insanın hareketlerini, hatta düşüncelerini bilir.23 Adil ve Hakimdir, haksızlık etmez.24 Azizdir.25 Azab verendir, gazabını boşaltır.26 Herşeyi yapandır, herşeyi takdir edendir.27 Aşkın bir varlıktır, onu kimse göremez.28 Kendisini çağıranlara yakındır.29 Bir’dir. Ezeli ve Ebedidir.30 Kadir’dir.31 Merhamet sahibidir.32 Yerin ve göğün yaratıcısıdır.33

    B. Hıristiyanlıkta Tanrının İsimleri:

    Hıristiyanlıkta geçerli kabul edilen tanrının isimleri de Kur’ân’daki isimlerle birçok açıdan parallelik arz eder. Onlar zaten Eski Ahitteki isimleri de aynen kabul etmektedir. Çünkü onlar için de Eski Ahit muteberdir. Yeni Ahid’e göre tanrı yakındır.34 Tektir.35 Nurdur.36 Merhamet ve muhabbet sahibidir.37 Herşeye kadirdir.38 Adil ve Hakim’dir.39 Kuddüstür.40 Herşeyi işitir ve görür.41 Gökte taht üzerine oturur.42 Herşeyi önceden takdir etmiştir.43

    IV – Kur’ân-ı Kerim’de Esmâ-ı Hüsna:

    Kur’ân-ı Kerim’de var olan, kemâl sıfatlarına sahip, Hallak ve Faal, kâinatta, geçmişte, hal-ı hazırda ve gelecekte kudretini gösteren bir uluhiyet kavramı işlenmektedir. Yaratanın adı "Allah"tır. "Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir."44 "Hibir şey ona denk değildir".45 "En yüce sıfat Onundur".46

    Allah’ın güzel isimlerini ifade eden "el-Esmâu’l-Hüsnâ" terkibi Kur’ân’da dört yerde geçmektedir: "Güzel isimler Allah’ın’dır. Ona, o isimlerle duâ edin," "İster Allah’a, ister Rahman’a duâ edin, hangisiyle dua ederseniz edin, Güzel isimler Onundur."48 "Allah’tan başka ilâh yoktur. Güzel isimler Onundur"49 "O yaratandır, yoktan var edendir, şekil verendir, Güzel isimler Onundur"50 mealindeki âyetlerde Cenab-ı Allah’ın güzel isimleri bulunduğu vurguyla belirtilmektedir. "En güzel, en yüksek mânâlara delalet eden en güzel isimler hep Onundur".51

    Bu isimlere "Neden hüsnâ denilmiştir?" sorusuna cevaben Fahreddin-i Razî şöyle demektedir: "Vahdaniyet, celâl, izzet, ihsan, hiçbir şeye benzemeyiş gibi güzel mânâları ifade ettiği için bu isimlere en güzel manasında "hüsna" denilmiştir.52

    Kur’ân-ı Kerim’de Allah’a nisbet edilen isimlerin sayısı konusunda net bir şey söylemek mümkün değildir. Çünkü bazıları fiili vasıtlarını da saymışlardır. Bazıları ise sadece isimleri saymıştır. İsimleri sayanlar bunları doksan dokuz olarak tesbit etmiş, bir kısmı daha da artırmıştır. El-Kureşi’ye göre çeşitli kelime kalıplarıyla Allah’ın zatına nisbet edilen kavramların sayısı 313 kadardır.53 Buna göre Cenab-ı Allah’ın Kur’ân-ı Kerim’deki isimleri bu rakamı bulmaktadır. Diğer bazı yazarlar bunun 288’ini kadarını zikretmişlerdir.54 Cenab-ı Allah, isimlerinin yüce tutulmasını emretmektedir. Sabah akşam adının anılmasını, yadedilmesini ister.55

    Cenab-ı Allah kendi vasıflarını kendisi bizzat koymuştur. "Onun kendisine lâyık, rahmeti, kendisine lâyık muhabbeti, kendisine lâyık gazabı vardır. İnsanların vasıflarına ve isimlerine benzemez. Kalb rikkati olarak tanımlanabilecek olan beşerî rahmet, Allah’a yakışmaz. Psikolojik etkenlerden, teessürlerden, meyillerden uzak olmayan bizim irademiz Allah’a yakışmaz".56

    Cenab-ı Allah kendisini tanıtırken, insanların diliyle onlara hitap etmiştir. Mesela Kur’ân-ı Kerim’de "Allah, sabredenlerle beraberdir" derken, zatî bir beraberlik kastetmemiştir. Kendisine uygun olan isim ve sıfatları Kur’an’da zikretmiş, insanların anlayacağı bir şekilde Kendisini tanıtmıştr.

    V – Sünnette Esma-ı Hüsna:

    Allah’ın güzel isimleriyle ilgili mustakil hadisler çok fazla değildir. Ancak Onun isimlerinin geçtiği hadisler çoktur. "Allah" lafz-ı celâli iki yüz kadar hadiste geçtiği tesbit edilmiştir. Diğer isimler de muhtelif vesilelerle hadislerde geçmektedir. Ancak müstakil olarak Esma-ı Hüsna’dan bahseden bir tek hadis biliyoruz: O da Ebu Hureyre’den farklı senet zinciriyle gelen rivayettir. Ebu Hureyre’nin meşhur hadisinde belirtildiğine göre Cenab-ı Allah’ın doksan dokuz ismi vardır. Kim bunları ezberlerse Cennete girer. Başka bir rivayette "Kim bunları sayarsa Cennete girer" denilmektedir. Hadisi kütüb-i sitteden Buharî, Müslim, Tirmizi, İbn Mace kaydetmişlerdir. Ancak Tirmizi ve İbn Mace’nin rivayetlerinde 99 ismin tamamı sayılmaktadır. Buhari ve Müslim’in rivayetlerinde ise sadece onları sayanın veya ezberleyenin Cennete gireceği belirtilmekte ve bu isimlerin neler olduğu hakkında bilgi verilmemektedir.57 Ancak Tirmizi ve İbn Mace’nin de saydıkları doksan dokuz isim aynı değildir. Birinde olup da öbüründe olmayan isimler vardır. Hadiste zikredilen isimler, çok azı müstesna, Kur’ân’da geçen isimlerdir. Sadece Reşid ve Sabur isimleri Kur’ân’da geçmemekle birlikte hadiste zikredilmiştir. Tirmizî’nin rivayet ettiği hadiste geçen isimler şunlardır: "Allah, Rahman, Rahim, el-Melik, el-Kuddus, es-Selâm, el-Mü’min, el-Muheymin, el-Aziz, el-Cebbar, el-Mütekebbir, el-Halık, el-Bari, el-Musavvir, el-Gaffar, el-Kahhar, el-Vahhab, er-Rezzak, el-Fettah, el-Alim, el-Kabid, el-Basit, el-Hafıd, er-Rafi, el-Muizz, el-Müzill, es-Semi’, el-Ba’sîr, el-Hakem, elAdl, el-Latif, el-Habir, el-Halim, el-Azim, el-Ğafur, eş-Şekur, el-Aliyy, el-Kebir, elHafiz, el-Mukît, el-Hasîb, el-Celîl, el-Kerîm, er-Rakib, el-Mucîb, el-Vasi, el-Hakîm, el-Vedud, el-Mecid, el-Bais, eş-Şehid, el-Hakk, el-Vekil, el-Kavî, el-Metin, el-Veliyy, el-Hamid, el-Muhsi, el-Mübdi’, el-Mu’id, el-Muhy, el-Mümit, el-Hayy, el-Kayyûm, el-Vacid, el-Macid, el-Vahid, el-Ahad, es-Samed. el-Kadir, el-Muktedir, el-Mukaddim, el-Muahhir, elEvvel, el-Ahir, ez-Zahir, el-Batin, el-Valî, el-Muteali, el-Berr, et-Tevvab, el-Müntakim, el-Afuvv, er-Rauf, Malikü-l-mülk, Zü’l-Celâl ve’l-İkram, el-Muksıt, el-Câmi’, el-Ğaniyy, el-Muğni, el-Mani’, ed-Darr, en-Nâfi’, en-Nûr, el-Hâdi, el-Bedi’, el-Baki, el-Vâris, er-Reşid es-Sabür."

    Doksan dokuz ismi sayan hadis hakkında yorumlar yapılmıştır. Ebu Zeyd el-Belhî’nin "Böyle mücmel ve izahsız olarak Resulullah, doksan dokuz ismi saymamıştır" gerekçesiyle hadisin zayıflığı konusundaki görüşüne, Razî katılmamaktadır. Ona göre bu isimler arasında İsm-i Azam saklanmış olabilir. "Resulullah icmal etmiştir. Nitekim Allah Kadir Gecesini Ramazan’da, salat-ı vustayı namazlarda, rızasını taatlerde, gazabını masiyetlerde, velilerini insanlarda, ölüm ve kıyamet vakitlerini saklamıştır. Bu da böyle olabilir."58 Hadiste tenkit edilen bir hususta "Allah’ın bazı isimleri bazısından daha büyük olduğu hususunda ittifak olduğu halde, hadiste başlangıçta bu tertibe riayet edilmiş, Allah ve Rahman isimleriyle başlanmışsa da daha sonra bu tertip takib edilmemiştir." Razi her ne kadar hadisi savunuyorsa da azamiyet noktasındaki bu tertibin olmayışını bir za’f işareti olarak kabul ediyor. Ancak Ebu Hureyre’nin hadisinde zikredilen isimlerin çoğunu Kur’ân ve sahih hadis beyan etmiştir. Akıl da hepsinin muhtevasının Allah hakkında sabit olduğunu kabul ediyor. Râzi’ye göre evla olan hadisi kabul etmektir.60

    Doksan dokuz ismi sayanın Cennete gireceği meselesi de tartışma konusu olmuştur. Ebu Zeyd. el-Belhî buna itiraz etmiştir. "Cenab-ı Allah Cenneti nefis ve malı harcama karşılığında şart koşmuştur. "Allah mü’minlerden nefis ve mallarını, karşılığında Cennet vermek üzere, satın aldı." buyurulmaktadır. Cennet için iman ve salih amel gerekir. Nasıl olur da bir insan kısa zaman içinde sayabileceği birkaç ismi saymakla cennete girebilir?"61 Buna karşı hadiste geçen saymaktan maksat sadece saymak olmadığı, bunları toplamak, araştırmak, okumak, mânâlarını anlamak ve o mânâlarla ahlâklanmak olduğu şeklinde cevaz verilmektedir. Nitekim Gazalî, Esmâ-ı Hüsna’yı anlatırken, kulların hangi isimden hangi hisseyi alması gerektiği meselesine dikkat çekmektedir.62

    VI – Allah’ın İsimlerinin Tevkîfîliği:

    Yukarıda zikrettiğiıniz hadis-i şerifte 99 rakamının yer alması, isimlerin bunlardan ibaret olup olmadığı, bu hadisin sınırlayıcılığı tartışma konusu olmuştur. Yine buradaki isim sıralamasından anlaşıldığına göre, rastgele Allah’a isim isnadında bulunulamaz. Bu konuda Ehl-i Sünnet ekolunden Eş’ariler bunun tevkifi (izne bağlı) olduğunu savunmuşlardır. Yani, Allah Kendi isimlerini Kendisi koyar. Naslarda varid olmayan bir ismi başkası ona isnad edemez. Ebu’l-Hasan el-Eş’arî aynen şöyle demektedir: "Allah’ın isimleri konusunda bize yetki verilmemiştir. Allah ve Resûlü tarafından açıklanmayan, Kendisi veya manası üzerinde ümmetin icmaı olmayan bir ismi Allah’a nisbet edemeyiz."63 Eş’ariyye ekolünün önemli isimlerinden el-Bakıllanî farklı düşünmektedir. Razi bu konudaki görüşleri şöyle özetlemektedir: "Eş’ariler tevkifîdir diyor. Mu’tezile ve Kerramiye’ye göre akıl, o mânânın Allah hakkında sahih olduğunu kabul ediyorsa, o lafzın zikredilmesi câizdir. Bakıllanî de bu görüştedir. Gazali’ye göre isimler tevkifidir, sıfatlar tevkıfî değildir. Razi’ye göre tercih edilen görüş de son olarak zikrettiği İmam Gazali’nin görüşüdür.64 Her ikisine göre "isim" ile "vasıf" farklıdır. Nassla sabit olmayan bir ismi Allah’a nisbet etmek caiz değildir. Gazalî onu şöyle yorumlamaktadır: "Tesmiyede ismin vazedilmesi var. Bir velayeti gerektirir. Baba çocuğuna isim verir. Velisi değilsek bir insana isim veremeyiz. Vasıf ise bir durumu haber vermektir. Cenab-ı Allah hakkında söylenen vasıf doğru ise sakıncası yoktur. Ona nakıs bir vasıf isnad edemeyiz, medih ve celal sıfatlarıyla dua ederiz. Dolayısıyla uluhiyete ters düşmeyen, bir kavramla onu vasıflandırmak mümkündür.65

    Ancak her sıfat da nisbet edilmez. Allah’a nisbet edilen sıfatların doğru (hak) olmaları gerektiği gibi, ta’zim ve edebe de uygun olmalıdır. Razi’nin ifadesiyle "Ey maymunun yaratıcısı, ey domuzun yaratıcısı, ey kaplumbağanın yaratıcısı denilmez, ey yerlerin ve göklerin yaratıcısı denilir."66 Bununla birlikte, kanaatimizce günümüzde ilmin ilerlemesiyle küçük yaratıkların, sanat itibariyle büyük ve haşmetli varlıklardan geri kalmadıklarının ortaya çıkması sebebiyle, hakaret niyetini taşımadan, içindeki sanatı nazara vererek "Ey sineğin yaratıcısı" denilebilir. Çünkü sinek sanatta filden üstün değilse de, geri de değildir. Dolayısıyla bir kötü ifadeyi çağrıştırmadığı sürece mahlukattaki san’at mucizeliğini nazara vererek Yaratıcıyı onunla anabiliriz. Razi’ye göre "Cenab-ı Allah’a emniyet ve güven veren anlamında mü’min denilebilir, ancak korku veren anlamında muhavvif denilemez, çünkü nas yoktur. Halbuki korkuyu da veren odur."67

    Her millet kendi diliyle Allah’ı anabilir mi?

    Allah’a nisbet edilen lafızlar hatalı şeyleri ifade etmemelidir. Nass olduğu için Allah’a "Alim" diyebiliriz. Fakat "arif, fakih, bilgili, anlayışlı, akıllı, tabib, zeki" diyemeyiz. Hatta "arif" kelimesi, herşeyi bilen değil de, bazı şeyleri bilen anlamındadır. Bu gibi tabirler bazı hatalı şeyleri hatıra getirdiği için yasaklanmıştır.68 Bazan da nassta varid olmadığı halde, icma deliliyle kabul edilmiştir. Meselâ "Hüda" ve "Tanrı" gibi. Yanlış bir çağrışım meydana getirmediği için İranlıların "Hüda", Türklerin "Tanrı" demeleri ümmetçe engellenmemiştir. Halbuki bu konuda şer’i izin varid olmamıştır. Delile göre bunun caiz olmaması gerekirdi. Ancak caizliği konusunda icma vardır.69 Böylece Fahreddin er-Razî, İranlıların "Hüda" kelimelerinde, Türklerin "Tanrı" kelimelerinde bir mahzur görmemektedir. Ancak bizzat kendi kelamında kendisini Allah lafzıyla andığından, hakiki manada hiçbir lafız "Allah" lafzı yerine geçmesi değildir. Bununla birlikte Esmâ-ı Hüsna’yı bir dile inhisar ettirmeyen görüşler de vardır. "Her milletin tek tanrıyı ifade etmek için kullanabileceği farklı ifadeler olabilir."70 Kendi dilinde en güzel nasıl ifade edebiliyorsa öylece ifade etmelidir. Biz de bu kanaatteyiz.

    Hadiste geçen doksan dokuz sayısına gelince: Hemen ifade edeyim ki, bu rakam sınırlamayı ifade etmez, Allah’ın bundan başka isimleri yoktur anlamına gelmez. Ebu Hüreyre’nin diğer rivayetinde farklı isimlerin gelmesi, bütün isimlerin buna münhasır olmadığını göstermektedir. Hatta her iki rivayette olmayan, fakat Kur’ân-ı Kerim’de olan isimler vardır. Mevlâ, Nasır, Galib, Rab gibi.71 Hatta Ebu Hüreyre’nin iki rivayeti dahi farklılık arz etmektedir. Birinde olup da diğerinde olmayan isimleri eklediğimizde toplam 124 isim olur ki bu da isimlerin doksan dokuzdan ibaret olmadığını gösterir. Ayrıca Resülullahın bir münacatında Allah’a ait isimlerin bilinme derecelerini sayarken sonuncu derece olarak "Yahud gayb ilminde bırakıp, Kendin için tercih ettiğin isimlerinle Sana yalvarıyorum" demek suretiyle bilmediği İlâhî isimlerin de bulunduğuna işaret etmiştir.72

    Sınırlamayı ifade etmediği halde neden doksan dokuz rakamı özellikle vurgulanmıştır? Razi buna şöyle cevap vermektedir: "İki sebebi vardır: a) Bu isimler diğerlerinden daha büyük ve azametli olduğu için, b) Hadiste geçen ilk cümle tam değildir. Yani "Allah’ın doksan dokuz ismi vardır" demekle cümle bitmiyor. Cümlenin tamamı şöyledir: "Kim Allah’ın doksan dokuz ismini sayarsa Cennet’e girer." Bu demek değildir ki ondan başka ismi yoktur."73 Bazıları da bunun kesret için olabileceğine işaret etmişlerdir. Araplarda yetmiş, yetmişyedi, doksan yedi gibi tabirler kesret için zikredilmektedir.74 Ancak bu görüşün mesnedi kuvvetli değildir, çünkü doksan dokuz rakamının kesrete delalet etmek için zikredildiğine dair bir nakle rastlamamaktayız. Gazalî’nin naklettiği bir görüşe göre ise, kulun manevi düşmanlarına karşı yalnız doksan dokuz ismi bilmesinin kafi gelebileceğini ifade etmek içindir.75

    VII – İsimlerin Tasnifi:

    Allah’ın isimlerini kesin hatlarla birbirinden ayırmak ve tam bir taksimata tabi tutmak mümkün değildir. Çünkü içiçe daireler gibi isimleri de birbirine mütedahildir, birbiriyle irtıbatlıdır. Buna rağmen bir derece de olsa bazı âlimler Esmâ-ı Hüsna’yı taksime tabi tutmuşlardır. Allah’ın bazı isimleri "müzdevice"dir. Yani tek başına kullanılmazlar. Mesela el-Muizz-el-Müzill, el-Hafıd-er-Rafi, el-Kabıd ve el-Basıt gibi.76 Bazı isimlerin de mânâları birbiririe yakındır. Mesela Gafur ve Gaffar gibi. İmam Gazali bunları aynı kabul etmiyor. "Müteradif isim yoktur" diyor. Alim, ilmi ifade ederken, Habîr batıni bilgilere vukufiyetini ifade eder.77 Bazı yazarlar isimleri Allah’ın zatiyle, rızık ve ihsanlarla, rahmet, af ve gufranla, Allah’ın ilmiyle, azametiyle, kudretiyle, hesap-hüküm ve adaletle ve son olarak Nur oluşu ile ilgili isimler olmak üzere dokuz kısma ayırmışlardır. Buna rağmen tam bir ayırım sözkonusu değildir. Yani ilmiyle ilgili olan aynı zamanda azametiyle de ilgilidir.78 El-Halimi (v.403/1012) isimleri beş gruba ayırır: (1) Varlığını, (2) Birliğini, (3)Yaratıcılığını, (4) Benzersiz oluşunu ve (5) Kâinatı yönettiğini anlatan isimler.79 İmam Gazali ise (v.05/1111) isimleri zât ve sıfatlarla irtibatları bakımından on gruba ayırır, her grup için örnek isimleri zikreder.80 Bekir Topaloğlu’nun yaptığı bir tasnife göre ise Allah’ın isimleri dört kısma ayrılır: a) Zatî isimler: Allah, Hak, el-Evvel, el-Ahir, el-Baki, el-Varis, es-Samed, el-Kuddüs gibi isimler, b) Kâinatı ilgilendiren isimler: Halık, el-Bari’, el-Mübdi, el-Muid, el-Muhyî, el-Mümit, c) Tabiatın idare edilişiyle ilgili isimler: Maliku’lmülk, el-Melik, el-Kayyum, el-Vali, elMuheymin, el-Hafiz gibi, d) İnsanı ilgilendiren isimler: Adl, Hakem, Fettah, Afuvv, Gafur, Tevvab, Halim, Mucib, Hasib, Vehhab, Vedüd gibi isimler örnek verilebilir.81 Görüldüğü gibi isimleri kesin olarak birbirinden ayırmak mümkün değildir. Nitekim bir isim hem tabiatla, hem insanla, hem yaratılışla, hem varlığı ve birliği ile alakalı olabilir. "Kâinatın herbir âleminde, herbir taifesinde, Esmâ-ı Hüsnadan bir ismin ünvanı tecelli eder. O isim o dairede hakimdir. Başka isimler orada Ona tabidirler, belki Onun zımnında bulunurlar."82 Dolayısıyla bu tasnifler çok kaba çizgilerle ifade edilebilecek birer tasnif olarak kabul edilebilir.

    İsm-i A’zam: İsimlerin taksimatı yapılırken bir de Allah’ın "İsm-i Azam"ından bahsetmek gerekmektedir. Bir rivayete göre bir zat Resûlullahın yanında şöyle bir duada bulunmuştur: "Allah’ım, şehadet ettiğim şu hususlar sebebiyle senden taleb ediyorum: Sen kendisinden başka ilah olmayan Allah’sın, Birsin, Samed’sin, doğurmadın, doğmadın, bir eşin, bir benzerin yoktur." Bu duâyı işiten Resulullah şöyle buyurmuştur: "Nefsimi kudret elinde tutan Zâta yemin olsun, bu kimse Allah’tan İsm-i Azam’ı adına talepte bulundu. Şunu bilin ki kim ism-i Azamla dua ederse Allah ona icabet eder. Kim onunla talepte bulunursa Allah ona dilediğini mutlaka verir."83 Bu hadisten İsm-i Azam’ın İhlas Sûresi içerisinde olduğu anlaşılmaktadır.84

    Ancak Razî gibi bazı âlimler İsm-i Azam’ın muayyen ve belirli bir isim olmadığı kanaatindedirler. Kulun rabbini, istiğrak halinde fikir ve aklını bütün masivadan çeker, öylece Rabbini hangi isimle zikrederse işte o İsm-i Azamdır. Hatta her ismin bir azamiyet noktası vardır. Ebu Yezid el-Bistami de aynı şekilde "Kalbini masivadan arındırdıktan sonra hangi isimle dua edersen, o isim İsm-i Azamdır"der.85 Bediüzzaman’ın ise bu konuda şöyle bir tesbiti vardır: "İsm-i Azam herkes için bir olmaz." Buna göre Hz. Ali hakkında tecelli eden ism-i Azam ile İmam-ı Azam Ebu Hanife hakkında tecelli eden İsm-i Azam aynı değildir. Hz. Ali hakkındaki İsm-i Azam "Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddûs" şeklinde altı isimdir. İmam Azam hakkında tecelli eden İsm-i Azam ise "Hakem ve Adl"dir.86

    VIII – Esma-ı Hüsnânın Okunması:

    A. Kainattaki tecellileri:

    Kâinat ve içindeki sanat eserleri Cenab-ı Allah’ın isimlerinin tecelli ettiği yerlerdir. Tecelli tecelli edeni gösterir. Fakat bu Onu zâtında olduğu gibi değil, bir anlamda izhar eder. Zira tecelli, tecelliye mazhar olanın takati nisbetinde olur. Tıpkı güneşin aksinin bir cam parçasında olduğu gibi, o yansıma bize güneş hakkında bilgi verir. Ancak güneşin mahiyetini tam anlamıyla anlatmaz. İmam Rabbani’nin ifadesiyle "Mümkün varlıkta bir hayal varsa, Vacib zatın hayatına bir ayna olmuştur. Bir ilim varsa, o yüce zâtın ilmine aynadır. Eğer onda bir kudret varsa, o yüce zâtın kudretine bir aynadır."87

    "İşte şu kusursuz futursuz, 88 Bak, bir kusur görebilir misin?" sırrına mazhar olan şu âsâr-ı meşhude-i âlem, şu mevcudat muntazam-ı kâinatta olan sanat ise, bilmüşahede bir müessir-i zi’l-iktidarın kemâl-i efaline delalet eder. O kemal-i efal ise bilbedahe o fail-i zülcelalin, kemal-i esmasına delalet eder."89

    İmam Gazalî isimleri izah ederken, insanların da ondan alacağı hissenin de ne olacağını anlatmakta ve önemine işaret etmektedir. Bütün isimler ve tecellileri insana birşeyler ifade etmeye yöneliktir. İlâhî kelâmın muhatabı, mukaddes emanetin taşıyıcısı ve sorumluluk yüklenen yegane varlık olan insandır. Sebeb ve sonuç ilişkisini, eser ve sanatkâr münasebetini anlayabilecek kapasitede yaratılmıştır. Biz Mimar Sinan’ı Selimiye ve Süleymaniye ile tanırız. Sanatkârın eserlerinde gördüğümüz güzellik ve mükemmelik, Onun büyüklüğü hakkında bize fikir vermektedir. Eserde gördüğümüz özelliklerden yola çıkarak takib ettiğimiz mantık silsilesi, karşımıza sanatkârın manevi bir portresini çıkarır. İdeal bir insan düşünelim ki değişik isim ve ünvanlara sahip olsun. Bu kimse mesleğinde zirveye erişmiş bir mühendis olsun. Bunun yanında öğretim üyeliği yapsın, roman yazsın, hüsn-ü hat sahibi olsun, ney üflesin, nadide çiçek yetiştirsin, bütün bu mesleklerde son derece maharet ve mükemmelik sahibi olsun. Farklı vasıfları icabı temasta bulunduğu farklı insanlar onu farklı farklı anlatacaklardır. Ama hepsi de onun mükemmel olduğunu söyleyeceklerdir. Onun mükemmel olduğunda ittifak ettikleri halde, herbiri onun ayrı ayrı yönü hakkında bilgi sahibi olduğu için sadece onu, o yönüyle mükemmel olarak bilecektir. Onun çok yakınında olanlar ise, bütün mükemmel yönleriyle tanırlar.

    Aslında biz de dahil bütün kâinat o isimlerin manâlarını göstermektedir. "Nereye yüzünüzü çevirirseniz Allah oradadır" âyetinde de açıklandığı gibi, her varlık o isimlerin manâsını dile getirir. Yoksa bu âyeti tam bir panteist gibi izah etmek zorundasınız, gördüğünüz herşey Allah’tır diyeceksiniz.

    Bir varlıkta birçok isim tecelli etmektedir. Güzel bir çiçek Lâtif, Kerim, Mussavvir, Munazzım, Vedûd, Rahim ve Mün’im gibi yüzlerce ismi bize gösterir." İşte Cennet bir çiçektir. Huri taifesi dahi bir çiçektir. Rûy-i zemin dahi bir çiçektir. Bahar da bir çiçektir. Sema da bir çiçektir; yıldızlar o çiçeğin yaldızlı nakışlarıdır. Güneş de bir çiçektir. Ziyasındaki yedi rengi o çiçeğin nakışlı boyalarıdır."91 Başka bir ifadeyle denizler dalgalarıyla onun azamet ifade eden Celil ve Cebbar isimlerini haykırırken, rızka muhtaç zayıf ve çaresiz yavrular da Onun Rahman ve Rahim isimlerini terennüm etmektedir.92

    Razî Allah’ın isimlerinin okunması konusunda şöyle diyor: "Mahlukatın sırlarında öylesine bir tefekkür ki, sayesinde her bir atom gayb âlemine karşı açılmış parlak bir ayna haline gelir. Kişi akıl gözüyle baktığında celâl alemini görür." Bunu, sınırı olmayan bir makam olarak vasıflandırır, sahili olmayan bir denize benzetir.93 Diğer bir ifadesinde ise şöyle diyor: "Eğer mukarrebîn melekler, peygamberler, Cennet ve Cehennem sâkinleri Allah’ın celâlini ve kibriyâsının izahını başlangıclarından ebede kadar anlatmakla meşgul olsalar, sonra anlattıklarını anlatmadıklarıyla karşılaştırsalar görecekler ki, anlatılanların anlatılmayanlara nisbeti yokluğun varlığa nisbeti gibidir. Çünkü anlattıkları sonludur. Anlatmadıkları ise sonsuzdur".94

    Adl, Kuddus, Kayyum, Ferd, Rahman ve Rahim, gibi isimlerin insan tarafından nasıl okunabileceğine meşhur kelâmcıların bunları nasıl yorumladıklarına bir göz gezdirelim:

    Adl: Kendisinden adl fiilinin zahir olduğu zât. Bu ismi tam kavrayabilmek için meleküt âleminin en yüksek mertebesinden tutun maddenin en küçük parçasına kadar bilmek ve kuşatmak gerekir. Rububiyetin güzelliği ve yaratıklardaki nizam, insanı hayrete düşürecek vasıftadır. Allah, gerek maddi ve gerekse manevî olan herşeyi yerli yerine koymuştur. Dünya, su, hava, yıldızlar bir tertip, bir nizam ile yaratılmış olup Adl ismini göstermektedir. Bu izahtan sonra Gazali kendi tabiriyle "daha amiyane" bir ifade kullanmak istiyor ve şöyle diyor: "İnsan, bedenine bakmalı. Kemik, et ve cilt. Bu tertibi tersine çevirsek düzen bozulur. İnsanın elini, ayağını, gözünü, kulağını, burnunu en uygun şekilde yerleştirmesi Adl isminin tezahürüdür. Göz en uygun yere konulmuştur. Ensede, kafanın ortasında, ayakta veya elde olsaydı, uygunsuz ve tehlikelere maruz kalırdı. Burun alında olsaydı ne kadar gayesiz ve çirkin olurdu. Güneş de böyledir. Herşey yerli yerine konulmuştur. Bu ismin izahı ciltleri gerektirir." İmam Gazali’ye göre insanın bu isimden hissesi ise şehvet ve gazab duygusunu akıl ve dinin emrine vermesidir. Aksini yaparsa zülmetmiş olur. Zira kendisine verilen duyguları yerli yerinde kullanmamış olur.95

    Ayrıca kainattaki bu müvazene ve denge Adl isminin bir tecellisidir. Bu denge olmasaydı, yalnızca bir balık bin yumurtacık ile, bir haşhaş bitkisi yirmi bin tohum ile o dengeyi öylesine bozacaktı ki, bir senede belki bir günde alt üst olurdu. Deniz kokuşur, hava zararlı gazlarla dolar, yeryüzü bir mezbeleye, bir bataklığa dönüşecekti. Diğer taraftan insan ve hayvan bedenindeki hücrelerin faaliyeti, kandaki al ve ak yuvarların dengeli çoğalması, atomların rastgele hareket etmeyişi, hayvan ve bitkilerin ölüm ve doğumlarındaki dengenin sağlanması, güneş ve gezegenler arasındaki ahengin devamı öylesine ince bir ölçü ile yapılır ki, insan aklı hiçbir yerde hakiki olarak hiçbir israf, hiçbir abes göremez. Bediüzzaman’ın ifadesiyle "Ziya güneşi gösterdiği gibi, bir tek Zat-ı Adl ve Rahim’i gösteriyor." Işık güneşe ne kadar delalet ediyorsa bunlar da Allah’ın "Adl" ismine o oranda delâlet etmektedir.96

    Rahman ve Rahim: Bu isimler Cenab-ı Allah’ın kullara karşı şefkatli olduğunu ifade etmektedir. Gazali bu isimlerin yorumunda dört merhaleyi zikretmektedir: (1) Kullarını icat etmekle, (2) hidayet ve saadet vesilesini vermekle, (3)ahirette mutlu kılmakla, (4) cemalini görmeyi nasib etmekle kullarına lütufta bulunmuştur. İnsan ve hayvanlardaki bütün annelerin yavrularına gösterdiği şefkat Onun rahmetinin küçük bir tecellisinden ibarettir. Burada Gazalî şer problemine girer ve "Bu kadar şefkatli ve merhametli olduğu halde şerrin varlığına nasıl müsaade etmiştir?" sorusuna şöyle cevap verir: "Umumi faydalar düşünüldüğü için şerre müsaade edilmiştir. Allah, hayrı bizzat hayır olduğu için irade etmiş, şerri de hayır yönü itibariyle irade etmiştir. Çocuğun annesi, şefkatinden dolayı çocuğa hacamat (Bugünkü tabirle aşı) yapılmasını istemez. Çünkü çocuk biraz acı duyacaktır. Babası ise hacamat yaptırır. Sağlık açısından gerekli. olduğu için. Küçük bir şer için büyük hayır terkedilmez.97

    Verilen bütün nimetler Onun rahmetinin eserleridir. Rızka muhtaç olanları yaratan ve onlara rızıklarını ulaştıran Odur. İmanı Gazalî bu meseleyi anlatırken Hatem-i Asam’dan (v.237 h) bir mesele anlatmaktadır: Biri Hatem’e sormuş, "nereden yiyorsun?" Hatem "Onun hazinesinden" diye cevap vermiş. Soran kişi "O sana gökten ekmek mi indiriyor?" diye sorunca, Hatem şöyle cevap vermiş: "Eğer yeryüzünü yaratmasaydı, gökten indirirdi."98 Eğer onun rahmet hazinesinden gelmeseydi, şimdi on beş bin liraya aldığımız bir kilo elmayı, onbeş milyara alamazdık.

    Ferd: Bu ismin cilvesinden bahsedilirken kainat, yeryüzü ve insandaki tecellisine dikkat çekilmektedir. Ferd. ismi kainata bir damga vurmaktadır. "Kâinatı parçalanmayı kabul etmez bir küll" haline getirmektedir. Bütün kâinatı yaratamayan hiçbir parçasına sahip olamaz. Bir unsurun dizginini tutan, hepsinin dizginini tutandır. Aynı şekilde yeryüzüne bir ferdiyet damgasını vurmaktadır. Bütün canlıları bütün fertleriyle idare etmeyen ve hepsini birden göremeyen bir zat, hiçbirisini icad edemez. İki yüz bin hayvanın yanısıra, iki yüz bin bitki türünün ayrı ayrı şekilleri, ayrı ayrı rızıkları, ayrı ayrı cihazları hiçbir karışıklığa meydan verilmeden yaratılmaları Ferd isminin bir cilvesidir. İnsandaki tecellisi ise insanın yüzüne vurulan ve onu diğer bütün insanlardan ayıran manevi bir damgadır. Hz. Adem’den kıyamete kadar gelmiş ve gelecek bütün insanları bir anda göremeyen, herbirinin yüzüne onu diğerlerinden ayıran bir özellik koyamayan kimse insanın yaratıcısı olamaz. Temel organlarda benzediği halde, hiçbir insanın diğerinin tıpkısı olmaması Ferd isminin cilvesiyle izah edilmektedir.99

    Kayyum: Cenab-ı Allah kendi kendine kâfidir. Başkasına muhtaç değildir. Varlığının devamı için başkasının vucuduna ihtiyacı yoktur. Mutlak manada Kendisiyle kaimdir. Her varlığın devamı Onunladır. Herşey Onun ile kaimdir.100 Şu kâinattaki gök cisimlerinin deveranları, devamları Kayyum isminin tecellisidir. "Eğer o cilve-i Kayyumiyet bir dakikada yüzünü çevirse, bir kısmı küre-i arzdan bin defa büyük milyonlarla küreler, sonsuz feza boşluğunda dağılacak, birbirine çarpacaktır."101 Hatta canlı ve cansız bütün varlıkların vücudundaki zerreler ve hücrelerin dayanışma içerisinde bulunmaları, dağılmaktan korunmaları Kayyumiyet isminin tecellisiyle izah edilmektedir. Yani atomların birbirlerini çekme kabiliyeti Kayyumiyetin bir eseridir.

    Kuddus: İmam Gazali "Kuddus" ismini anlatırken şöyle diyor: "Duyguların algıladığı her vasıftan münezzehtir. Ayıp ve kusurdan tenzihi dahi ona nisbet etmek edebe aykırı sayılır. Allah kulların kemâl zannetiği vasıflardan da münezzehtir."102 Kuddûs isminin yorumunda Bediüzzaman, kâinattaki temizliği nazara vermektedir. Yeryüzünün, bulutların, yağmurun, sineğin, kargaların, kurtların, solucanların, karıncaların, böceklerin, insan vucudundaki al ve ak yuvarların hepsi Kuddus isminin cilvesine mazhar olarak hareket ettiklerini ve temizlik görevlerini yerine getirdiklerini anlatmaktadır. "Bu kâinat ve bu küre-i arz daim işler büyük bir fabrika, her vakit dolar boşalır bir han, bir misafirhanedir. Halbuki böyle işlek fabrikalar, hanlar ve misafirhaneler, müzehrefatla, enkazlarla, süprüntülerle çok kirleniyor, bulaşıyor, ufunetli maddeler her tarafında teraküm ediyorlar. Eğer pek çok dikkatle bakılmazsa ve süpürülüp temizlenmezse, içinde durulmaz." Halbuki ölen yıldızların ve meteor taşlarının enkazlarından tutun, ölen hayvanların leşlerine kadar herşey mukemmel bir temizliğe tabi tutulmaktadır. "Demek bu kâinat fabrikası, Kuddüs ismimin büyük tecellisine mazhardır."103 İnsan maddi ve manevî yönlerini temizlemekle Kuddûs ismine bir mazhariyet kazanmış olur.

    Gazali şöyle diyor: "Kuddûs ismine mazhariyet, ilmini hayvanî hallerden, iradesini beşerî ve şehevani hazlardan temizlemesidir. İlmiyle ezeli meselelere yaklaşacak. İradesi ile Allah’ı isteyecek. Tek bir zevki ve şevki olacak o da Allah’ı bulmak. Gazali burada gerçekten ağır bir tabir de kullanıyor: "Kimin himmeti midesine giren şey ise kıymeti de ondan çıkan şey kadardır."104

    B. "Benlik" ve Esma-ı Hüsnâ:

    "Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik; hepsi de yüklenmekten kaçındılar ve ondan korktular. İnsan ise onu yüklendi."105 Burada zikredilen emanet meselesinde farklı yorumlarla birlikte esasında "benlik şuuru"dur. Allah’ı sormak ve öğrenmek için ne lazımsa Cenab-ı Allah insana vermiştir. Akıl, beş duyu, konuşma ve anlama kabiliyeti ve bilhassa âyette de ifade edildiği üzere emanet taşıyıcığılı, yani "ene" adıyla bilinen benlik duygusunu Cenab-ı Allah insana vermiştir. Bediüzzaman şöyle diyor: "Sani-i Hakim, insanın eline emanet olarak, rububiyetinin sıfat ve şuunatının hakikatlerini gösterecek, tanıttıracak işârât ve nümuneleri câmi bir ene vermiştir. Ta ki o ene bir vahid-i kiyasî olup, evsaf-ı rububiyet ve şuunat-ı uluhiyet bilinsin. Fakat vahid-i kıyasi, bir mevcud-u hakiki olmak lâzım değil. Belki hendesedeki farazi hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vahid-i kıyasi teşkil edebilir. Ilim ve tahakkukla hakiki vücudu lazım değildir." Cenab-ı Allah’ın isim ve sıfatlarının bilinmesi neden "enaniyet"e bağlı olduğu şeklindeki bir soruyu şöyle cevap vermektedir: "Çünkü mutlak ve muhit bir şeyin hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Ne vakit hakiki veya vehmi bir karanlık ile bir hat çekilse, o vakit bilinir. işte Cenab-ı Hakkın ilim ve kudret, Hakim ve Rahim gibi sıfat ve esması muhit, hudutsuz, şeriksiz olduğu için, onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise hakiki nihayet ve hadleri olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lazım geliyor."106

    Ene, başka bir ifadeyle, "benlik şuuru," insanın elinde bir anahtardır. Gazalî marifet-i İlâhiyyenin yolunu anlatırken şöyle diyor: "Bunun yolu, (Onun sıfatlarını) nefislerimizden bildiklerimizi benzetmektir. Kadir, âlim, diri, konuşan olduğumuzu anladığımızda, bunları Allah’ın vasıfları olarak duysak onu kavramaya çalışırız. Yoksa balı hiç tatmamış bir adama balın lezzetini anlatmak gibi olur. Ama şekerin lezzetini bilen bir adama balın lezzetini de ona benzetsen zihninde bir lezzet kavramı oluşacağından bir derece anlar. Aksi takdirde Allah’ı anlamak için kendisinin ilah olması lazım."107

    "Ene," Allah’ın isimlerini anlamaya, keşfetmeye yarayan bir cihazdır. "Yeteri kadar gelişmiş bir insanın muhayyilesi, kâinattaki atomları tek tek saymaya ihtiyaç duymaksızın, bir takım ilmî hesaplamalarla 79 sıfırlı bir rakamı kullanabilir; yahut kâinatın büyüklüğünü anlamak için galaksi kümelerini tek tek ziyaret etmeyi aklından geçirmeden, ışık yılı ölçü olarak kullanabilir.

    İnsanın, Allah’ın sıfat ve isimlerini anlaması için daha mücerred zihne muhtaçtır. Çünkü kâinatın atomları da, genişliği de sınırlıdır. Ancak Cenab-ı Hakkın isim ve sıfatları her türlü sınırın ötesindedir. Yukarıda zikrettiğimiz ayette de ifade edildiği gibi hiçbir benzeri olmayışı da, isim ve sıfatlarının anlaşılmasını büsbütün zorlaştırmaktadır. İşte burada "ene" devreye girmektedir. Kendi sınırlı kabiliyetlerimizle sonsuz isim ve sıfatlarını bir nebze anlamaya çalışacağız. "Sobam evimi nasıl ısıtıyorsa, güneş de dünyayı öyle ısıtıyor." Azıcık kudretimle, onun galaksileri döndüren sonsuz kudretini, azıcık ilmimle onun herşeyi kuşatan sonsuz ilmini kavramaya çalışacağım. Onun mahiyetini belki de hiç anlamayacağız, ama onun sonsuzluğunda şüphe etmeyeceğiz. Çünkü elimizde "ene" isimli ölçü aletimiz vardır. Tıpkı güneşin yüzündeki sıcaklığın Kelvin ölçeğine göre 15 milyon derece olduğunu biliyoruz, fakat belki de insanlık olarak biz bunu hiçbir zaman tecrübe edemeyeceğiz. Bu konudaki acizliğimiz bu kesin bilgimizi zedelemeyecektir.108

    Biz "ene" anahtarıyla onun isimlerini kavramaya çalışacağız, ama O, hiçbir varlığa benzemez. "Mümkün alemdeki bütün varlık onun eseridir. Kişinin rahim, sabûr, şekûr olması ona benzerliği gerektirmez. Semi’, basir, alîm, kadir, hay ve fail gibi."109 İnsanda sınırlı bir ilmin, Cenab-ı Allah’ta ise sonsuz bir ilmin bulunması benzerliği gerektirmez. İmam Gazali "At ne kadar zeki olursa olsun, insana benzemez" diyor.110 Ayrıca nasıl ki bir insan hocasının ilminden istifade eder, ancak hocasının ilmi talebeye geçmediği gibi, kul da Allah’ın isimlerine mazhar olur, onların mânâlarıyla ahlâklanır, ancak onlar insana geçmez, kula uluhiyet isnad edilemez.111 Tetabuk yönünden de kulların isimlerine benzemez. Zira bazan bir insanın ismi "Alim" olur, Fakat kendisi cahil olur. Adı "Adil" olur, fakat kendisi zalim olur. Oysa Cenab-ı Hakkın isim ve sıfatları tam tetabuk halindedir.112

    IX. İsimlerin Keyfiyyeti:

    Zâtın keyfiyeti malum olmadığı gibi, sıfatın keyfiyeti de malum değildir.113 Dolayısıyla ismin keyfiyye’tini de tam olarak bilemeyiz. Gazalî’nin bu konuda çok derin ve kıymetli bir izahı vardır. Şöyle diyor: "Yüce Allah’ın Celâl ve Kibriyasında bir sıfatı vardır ki yaratma ve ibda ondan gelir. Bu sıfat lûgat koyucularının bakışlarının fark edemeyeceği kadar yüce olduğu için, dil uzmanları o sıfat-ı Celâlî’yi, mahiyetine ve hakikatının hususiyetine delalet edecek bir ibare ile ifade edemez. Nasıl etsin ki; onun aşkınlığından ve lûgat koyucularının akıllarının bakışı, onun tecellilerini fark edemeyecek kadar aşağı olmasından dolayı âlemde onu ifade edecek ibare yoktur. Nitekim yarasanın bakışlarının güneşi görmemesi, güneşteki kapalılıktan değil, kendi gözündeki kusurdandır. Böyle olunca gözleri o sıfatın celalini fark etmek üzere açılanlar, lisanlarla konuşanlar onun hakikatlarının çok zayıf bazı yönlerini anlatacak ibareler istiare ettiler. Onu anlatabilmek için "Kadir" ismini zikrettiler. Bu tabirler, zikrettiğimiz mefhumların hakikatlarını anlatmaktan acizdir."114

    Nitekim İmam Matüridi de buna benzer bir görüş ortaya koyar. Ona göre "Allah’ın isimleri Onun zâtıdır. Onlarla adlandırılır: er-Rahman gibi. Bizim Onu tavsif etmemiz veya isim vermemiz, zorunlu olarak gücümüz ve ifade kabiliyetimiz nisbetindedir. Çünkü bu hususta başvuracağımız şey görülen âlemde bildiğimiz durumlardır. Bu ise lafız olarak müşabeheti gerektirir. Hulâsa, biz nihai imkânımızı kullanarak, zaruret dolayısıyla bu isimleri kullanıyoruz. Mahluklarla lafzi benzerlik olmasına rağmen, biz onu her hususta benzerlikten tenzih ettiğimizden, bunlarla Allah’ı adlandırmak mümkündür. Allah’a verdiğimiz isimler, Onu insan anlayışına yaklaştıran ibarelerdir, gerçekte Allah’ın isimleri değildirler."115 Bundan anlaşılıyor ki Allah’ın isimleri gerçek anlamıyla kavranamaz. O isimleri bilmekle sadece semboller hakkında bilgi sahibi olmaktayız. Bir Zât ki "Nur"a nur vermiş, insan onun yarattığı nuru daha tam kavramamışken, Onun ismi olan nuru nasıl kavrayabilir? Ancak şuurlu bir varlıktır. O halde ona düşen görev Esma-ı Nüsna’nın tecellillerini bulup onlardan istifade etmek, yaratıcıyı daha iyi kavramaya çalışmaktır.

    SONUÇ:

    Varlıklar arasında Esma-ı Hüsna’yı anlayacak, kavrayacak kapasitede yaratılan insan, Allah’ın fiillerini ne kadar bilirse, isimlerini de o kadar tanır. Kanaatimizce, bu isimler Yaratıcıyı bize tanıtmaya vesiledir. Biz zaten Onun zatını tam olarak kavramaktan aciziz. Ancak, isimleri, Onunn hakkında bize bir fikir vermektedir. Dolayısıyla biz kâinattaki sanat eserlerinde tefekkür edebilir, nassların desteğiyle Yaratıcının vasıflarını, isimlerini anlamaya çalışabiliriz. Bu husus evrensel bir mesele olduğu için bütün dinlerde, inançlarda yüce tanrının yücelik ifade eden vasıflarına, isimlerine rastlamaktayız. Yüce tanrının yücelik sıfatları ve isimleri beşeriyetteki uluhiyet kavramının ortak bir özelliğidir. Nitekim ilkel kavimlerden tutun da daha sonraki din mensuplarına kadar, Yahudilik ve Hıristiyanların da yüce tanrıya hep yüce isimler verdiğini görmekteyiz. Kur’ân-ı Kerim’de "Allah" ismiyle anılan yüce yaratıcı, ayrıca üç yüzü aşkın isimle yadedilmektedir. Hadiste doksan dokuz ismiyle anılmakla birlikte, Onun isimlerinin bundan çok daha fazla olduğunda şüphe yoktur. Bizce doksan dokuz isimle ilgili hadis sınırlayıcı değildir.

    Kanaatimizce isimler tevkifi değildir. Ancak edebe uygun olması, medih ve azamet ifade etmesi şarttır. Zaten, nasslarda gelmediği halde fiillerinden isim çıkarmak suretiyle Ona isim isnadında bulunmakta medih ve azamet ifade etmek şartıyla bir mahzur görülmemektedir. Şühpesiz umumi ifadeler kullanmak onun şanına daha çok yaraşır. "Yer ve gökte ne varsa herşeyin yaratıcısı" gibi tabirler onun azametini daha güzel ifade eder.

    Her millet kendi diliyle Onu en güzel ifadelerle anabilir. Allah’ın isimlerini kesin hatlarla birbirinden ayırıp taksim etmek mümkün değildir. Çünkü hepsi birbiriyle irtıbatlıdır. Yapılan bütün tasnifler eksiktir. isimlerin tasnifinde onları birbirinden ayırmak değil, aralarındaki incelikleri dikkate alarak incelemek gerekir.

    İnsan kendisine bakarak Yaratıcıyı bulabilir. "Kendini tanıyan, Rabbini tanır" sözünden hareketle diyebiliriz ki, insandaki benlik şuuru, Yaratıcıyı tanımada son derece mühim bir anahtar rolû oynamaktadır. Ancak burada "benlik" bir ölçü birimi olmalıdır. Sınırlı oluşumuzla sınırsızı bir derece kavrayabiliriz. Burada deney şartı aranmaz. Çünkü teknik imkânsızlıklarımız sebebiyle tecrübe edemediğimiz birçok şey var ki, elimizdeki ölçü aletleriyle onlar hakkında kesin kanaat sahibi oluyoruz-güneşin yüzeyindeki sıcaklığı tecrübe edemediğimiz gibi. Oysa yüzeyindeki yüksek sıcaklık dercesinde şüphemiz yoktur.

    Dipnotlar

    1. İbn Nedim, el-Fihrist, s. 153, Beyrut 1988. Brockalmann, el-Belhi’den bahsetmekte ancak bu eserinden söz etmez. (bk. GAL, 1, 229; Supp. I, 408.)

    2. Brockalmann, Supp, II, 225.

    3. bk. Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 298-348, Almanya baskısı, 1994.

    4. bk. Fahruddin er-Razî, Levami’l-Beyyinat, s. 79.

    5. a.g.e., s. 80.

    6. Suad Yıldırım, Kur’an’da Uluhiyet, s. 41, 44, İstanbul, 1987.

    7. Ebu Hamid el-Gazzalî, El-Maksadu’l-esnâ, Kahire, 1980.

    8. a.g.e., s. 49.

    9. a.g.e., s. 45-6.

    10. a.g.e., s. 45.

    11. Fahreddin er-Razî, Levami’l-Beyyinat Şehru Esmâi’l-İlahi Teala ve’s-Sıfat, s. 22-5, nşr: Taha Abdurrauf Sa’d, Kahire, 1967.

    12. Bekir Topaloğlu, "Allah", DİA, II, 482, İstanbul, 1992.

    13. Ebu Hamid el-Gazzalî, El-Maksadu’l-Esna, s. 31.

    14. a.g.e., s. 91.

    15. Suad Yıldırım, Kur’ân’da Uluhiyet, s. 56, (Ahmed b. Hanbel, er-Reddu ala’zanadika, s. 91-2, nşr. A. S.en-Neşşar, İskenderiye, 1971’den.)

    16. Gazzalî, a.g.e., s. 23.

    17. S. Yıldırım. a.g.e., s. 4.

    18. Mircea Eliade, Kutsal ve Dindışı, çev.: Mehmet Ali Kılıçbay, s. 98, Ankara, 1991.

    19. a.g.e., s. 99; krş. el-Eş’arî, Makalatu’l-İslâmiyyin, s. 209, Beyrut, 1952.

    20. Bekir Topaloğlu, "Allah", DİA, II, 472.

    21. Bekir Topaloğlu, a. md., (ERE, VI, 275’ten)

    22. Bekir Topaloğlu, a. md., a. y.

    23. Mezmurlar, 139:1-2.

    24. Tesniye, 32:4.

    25. İşaya, 6:3.

    26. Hezekiel, 20:33.

    27. Amos, 1:4; Çıkış, 4:11; Süleyman’ın Meselleri, 3:5.

    28. Çıkış, 33:20.

    29. Mezmurlar, 145:18.

    30. İşaya, 41:4.

    31. Tekvin, 17:1-2.

    32. Mezmur, 136.

    33. Tekvin, 1:1.

    34. Resullerin İşleri, 17:27-28.

    35. Markos, 12:29.

    36. I. Timoteosa, 6:12.

    37. I. Yuhanna, 4:6.

    38. Vahiy, 11:17.

    39. Romalılar, 2:5.

    40. Matta, 6:9.

    41. Matta, 6:4.

    42. Vahiy, 4:2.

    43. I. Pierre, 1:2. (Eski ve Yeni Ahit’teki uluhiyet anlayışı konusunda geniş bilgi için bk. Suad Yıldırım, Kur’an’da Uluhiyet, s. 1-22.)

    44. Şura, 11.

    45. İhlas, 4.

    46. Rum, 27.

    47. A’raf, 180.

    48. İsra, 110.

    49. Taha, 8.

    50. Haşr, 24.

    51. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, VII, 4877, İstanbul, 1979.

    52. er-Razî, Levami’l-Beyyinat, s. 47.

    53. el-Kureyşi, el-Cevahiru’l-Mudiyye, I, 22-23.

    54. Eş-Şerbasî, Mevsuatu Lehu’l-Esmau’l-Hüsna, I-II, Beyrut, 1987-148.

    55. İnsan, 25.

    56. Suad Yıldırım, Kur’an’da Uluhiyet, s. 25.

    57. Buhari, Tevhid, 12; Müslim, Zikr, 5-6; Daavat, 82; İbn Mace, Dua, 10.

    58. Razi, a.g.e., s. 73-4.

    59. Razi, a.g.e., s. 80.

    60. a. y.

    61. Razî, a.g.e., s. 81.

    62. Gazzalî, el-Maksadu’l-Esnâ, s.65-8.

    63. el-Eşarî, Kitabu’l-Luma, s. 10, Nşr. Richard McCarthy, Beyrut, 1953.

    64. Razî, Levamî, s. 36.

    65. Gazzalî, a.g.e., s. 155-6; Razî, a.g.e., s. 36-37.

    66. Razî, a.g.e., s. 38.

    67. Gazzalî, a.g.e., s. 69.

    68. Razî, a.g.e., s. 36.

    69. Razî, a.g.e., s. 39.

    70. Veli Ulutürk, a.g.e., s. 88.

    71. Gazzalî, a.g.e., s. 147. Kur’an-ı Kerim’de olup da hadiste geçmeyen isimler için bk. Metin Yurdagür, Allah’ın Sıfatları, s. 139, İstanbul, 1984.

    72. Ahmed b. Hanbel, Müsned, I:291, 456.

    73. Razî, a.g.e., s. 74.

    74. Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim Allah’ı Nasıl Tanıtıyor?, s. 88, (Muhammed el-Medenî, Allah fi’l-Kur’ani’l-Kerim, Mecelletü’l-ezher, 32:8, s. 812’den.)

    75. Gazzalî, a.g.e., s. 150.

    76. İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelâm, II:141, İstanbul, 1339-1341.

    77. Gazzalî, el-Maksad, s. 41.

    78. Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim Allah’ı Nasıl Tanıtıyor? s. 82-156, İzmir, 1985.

    79. el-Halimî, Ebu Abdillah el-Hüseyin, el-Minhac fi şu’bi’l-iman, I:187-209, Kahire, 1400/1979.

    80. Gazzalî, el-Maksad el-Esna, s. 140-1.

    81. Bekir Topaloğlu