Köprü Anasayfa

Risale-i Nur’a Doğru

"Kış 95" 49. Sayı

  • Kim Kime Muhtaç? Aydınlar Mı Risâle-i Nur'a, Risâle-i Nur Mu Aydınlara?

    Metin Karabaşoğlu

    Araştırmacı-Yazar

    Beş yıl kadar önce E.F. Schumacher’in kitabı `Aklı karışıklar için Klavuz’un Türkçesi yayınlandı. Mütercim, müslüman entellektüeller cümlesi içinde yer alan bir isimdi ve çeviriye yazdığı sunuşta, kitabın bu ismini nereden aldığına dair bir açıklama da sunuyordu. Endülüslü yahudi alim İbn Meymûn’un (Maimonides) `Delâilu’l-Hâirîn’ kitabından ilhamen konulan bir başlıktı bu.

    Dört yıl sonra, aynı entellektüelin bir derlemesi yayınlandı: İktisat Risaleleri. Bu başlığın ilham kaynağı ise, bizzat ilgili zâtın şifahi beyanıyla, Bediüzzaman Said Nursi’nin "İktisat Risalesi" idi. Ne var ki, bu derlemenin başında, başlığın kimden mülhem olduğuna dair bir not yoktu. Maimonides’ten esirgenmeyen kadirşinâslık, Said Nursi’ye çok görülmüş olmalıydı.

    Bu örneğin, "Aydınlar ve Risale-i Nur" eksenini anlamada bir hayli yardımcı olacağını sanıyorum.

    Burada, hususan din dışı alanlarda iş gören, Risale-i Nur’a yalnızca "fonksiyonel" açıdan bakan seküler aydınları ele alacak değilim. Hususan "Müslüman aydıniar ve Risale-i Nur" eksenli bir tahlil sunmaya çalışacağım.

    Risale-i Nur hakkında müslüman entellektüellerin sergilediği yaklaşımın genel geçer bir "Bediüzzaman, büyük bir dava adamıydı." söyleminden öte geçmediği kanaatindeyin. Bunun ardı sıra, çoğu kez yalnız özel sohbetlerde yüksek sesle dile getirilen tenkidlerin, umumî platformda pek ifade edilmediği de gözleniyor. Sonuçta, her ne kadar, "Bediüzzaman, büyük dava adamıdır." yahut, "Risale-i Nur önemli bir eserdir." denilse de, Müslüman aydınlar ve Risale-i Nur arasında belirli bir gerilimin açık-seçik ortada olduğunu söylemek gerekiyor. Nitekim yanıbaşında duran Risale-i Nur’u okumayıp, Wittgenstein’ın veya Heidegger’in zor metinlerinden "Hikmet" çıkarmaya çalışan; Risale-i Nur’a sırtını dönüp, Mevdûdi’den Malik Bin Nebi’ye Izutsu’dan Rosenthal’a uzanan bir çeviri külliyatı ile hemhâl olan; Frankfurt okuluna ayırdığı zamanın yüzde birini Risale-i Nur okumaya ayırmayan bir "Müslüman Aydınlar" zümresi ile yüz yüze durumdayız.

    Bu gerilimin ve Risale-i Nur’a karşı bu geri duruşun ardındaki sebeblerin kısa bir dergi makalesi içinde izah edilebileceğini zannetmiyorum. Velakin, bizatihi Risale-i Nur’da, bu hususla ilgili açıklayıcı hususların mevcut olduğu kanaatini taşıyorum.

    Öncelikle Eski Said devrinde, böylesi bir gerilimin ip uçları bulunabilir. Nitekim, Bediüzzaman’ın neden Müslüman Aydınların kâhir ekseriyetini çatısında toplayan Sırat-ı Müstakîın/Sebilü’r-Reşad’da yahut daha devlet eksenli Müslüman aydınların dergisi mahiyetindeki Beyânü’1Hak’ta değil de, Volkan Gazetesinde yazılar neşrettiği sorusu, araştırmaya değer.

    Sonraki dönemde, tüm Eski Said döneminin, bu kısmî yalnızlığa rağmen, yine de şu şekilde sigaya çekildiğini görürüz:

    "Yirmi seneden fazla kendi memleketimde ve İstanbul’da ettiğimiz hizmet-i ilmiye ve diniyeye mukabil, burada, yedi-sekiz senede yüz derece fazla edildi. Halbuki, kendi memleketimde ve İstanbul’da burada benimle çalışan kardeşlerimden yüz, belki bin derece fazla yardımcılarım varken, burada ben yalnız, kimsesiz, garib, yarım ümmî,insafsız mernurların tarassudat ve tazyikatları altında, yedi-sekiz sene sizinle ettiğim hizmet, yüz derece eski hizmetten fazla muvaffakiyeti gösteren manevi kuvvet, sizlerdeki ihlastan geldiğine şüphem kalmadı."

    Bu sözler, "ihlas"ın önemini ifade eden sözlerdir esasen. Ama beraberinde, Risale-i Nur’un bir meslekî tercihini de ortaya koymaktadır. Burada zikri geçen "Hizmet-i ilmiye" dönemi, Bediüzzaman’ın esasen medrese ehliyle, âlimlerle ve Mehmed Âkif gibi müslüman aydınlarla teşrik-i mesai içinde olduğu dönemdir. Daha kısa zamanda, yüz derece fazla hizmetin yapıldığı dönem ise, bir sürgün dönemidir. Ve hizmet halkası dahilinde, büyük alimler ve şöhretli aydınlar değil, iskele memuru Sabri’ler, Marangoz Ahmed’ler, kötürüm Ali Osman’lar…vardır. Buna mukabil, "eski hizmetten fazla muvaffakiyet" görünmektedir. Ki bu husus, "aydınlar" üzerine değil, "ihlas" üzere müesses bir mesleğin tasdiki hüviyetini de taşımaktadır.

    Şahsen Risale-i Nur’un "ihlas"ı öne çıkaran; beraberinde "terk-i enaniyet"i şart koşan; şöhreti "verilse de ondan hoşlanılmaz" bir ceza olarak gören; ardı sıra eütizmi, seçkinciliği elit, kadrolar yetiştirmeye dayalı bir hizmet tarzını reddeden meslek çizgisinin söz konusu gerilimin ana sebebi olduğunu sanıyorum. Nitekim, Lâhika’ları takip ederken, "en ziyade Nur’lara sahip çıkması gereken ehl-i ilmin" bigane, hatta muarız ve düşman bir vaziyet takınmasına dair çok sayıda mektup görülebilir. Öte yandan, Müslüman aydınların öne sürdükleri model anlamaya çalışıldığında, Mustafa Sabri’den lsmet Özel’e uzanan çizgide, zahirde birbirine ters düşüyor görünseler bile, "entellektüelizm"i önemseyen tüm Müslüman aydınlarda, bir "seçkinci" tavır rahatça okunabilir.

    Buna mukabil, Risale-i Nur’da ne popülizm, ne de elitizm tavrı okumak mümkündür. Hizmetin Kevser-misal havuzunda-ister âvâm olsun, ister ûlemâbuz parçası hükmündeki enaniyeti atıp eritmeyi isteyen bir "ihlas" vurgusu öne çıkmaktadır.

    Bu ana çizginin beraberinde, yine Risale-i Nur’da, "iman"ı asıl tutan hizmet tarzına karşı, belki onuncu sırada olması gereken devlet ve siyaset meselelerini asıl tutan bir yaklaşımın, "inkılapçı bir siyaset-i İslâmiye" fikriyle Risale-i Nur’la muaraza edebileceğine; keza Vehhabilik damarıyla bazı âlim ve aydınların Risale-i Nur’a karşı olabileceğine dair notlar da okunmaktadır.

    Öte tarafdan, Risale-i Nur’un "ihlas"la birlikte vurgulanan "nâsdan istiğna" mesleği de, söz konusu "gerilim"in ana unsurlarından biri olsa gerektir. Çünkü, bu düstura binaen, "Risale-i Nur aramaz ve yalvarmaz." Müşteri de aramaz. Bir kişi, ister avâm olsun, ister aydın, ihtiyaç duyduktan ve "talebe" olduktan sonra yardımı kabul eder. Bu "istiğna" tavrının da, "talebe" olmaya talip olmayan insanlar için cazip bir tarafı yoktur. [nitekim Said Nursî’nin "elli talebem kadar hizmet ediyorsun" diyerek iltifat ettiği bir aydın zâtın, bu sözü içine sindiremeyip, Risale-i Nur’a ve Bediüzzaman’a yönelik bazı ithamları kaleme alışı önemli bir anekdot olsa gerektir.]

    Kısacası Risale-i Nur’da "Ben aydınlara muhtacım. Aydınlara ihtiyacım var." anlamında bir çizgi okunamıyor. Dolayısıyla, Risale-i Nur çizgisinin aydınlara arz-ı ihtiyaç etmesi şeklindeki bir tavrın Risale-i Nur mesleği içinde beklenmemesi gerekiyor. Bir yanda vâkıa buysa, bir buluşmanın tahakkuku için, ancak "aydınlar" tarafından bir teşebbüs beklemek gerekiyor.

    Oysa aydınlar canibinde, eskiden beri, belirli bir "gerilim"in mevcut olduğunu; Risale-i Nur ve müellifine dair "Büyük dava adamıdır" ın ötesinde bir söylem geliştiremediklerini söylemiştik. Risale-i Nur’un "tasnifât-ı ilmiye"yi önemsemeyen, bilakis "malumat odunlarını yakmak" tan dem vuran ve "sünühât-ı kalbiye"vurgusunu öne çıkaran tavrı da buruda önem taşıyor olabilir.

    Her hâl-ü kârda bir "gerilim" vardır; ve "gerilim" in aşılması gerekiyorsa, adım atması, mesleğini gözden geçirmesi, talebeliğe talip olması gereken taraf, Risale-i Nur değil, aydınlardır.

    Ne var ki Risale-i Nur’u temsil amacı taşıyan zümrelerin sergilediği; esasında Risale-i Nur’dan değil, "hakim cereyanlar"a Risale-i Nur mesleği hilafına kısmen tâbi olmaktan kaynaklanan kimi tavırlar, atılması gereken bu adımları güçleştirmekte hatta adım atılmasını imkânsız kılmaktadır.

    Nitekim bugün, Müslüman aydınlar nezdinde, Risale-i Nur mesleği için belirli önyargılar mevcuttur. Ve bu önyargılar, Risale-i Nur açısından değil, onu temsil iddiası taşıyanlar açısından doğru yargılar da barındırmaktadır.

    Söz gelimi, Risale-i Nur kendisini "ne Şarkın ûlümuna, ne garbın fünununa" yasladığı; bilakis Kur’an’ın zamanlar ve mekanlar üstü cihanşümul mesajına âyinedârlık cehdi taşıdığı halde; O Risale-i Nur’u T.C. sınırlarına hapseden, müellifini ise "T.C. vatandaşı" yapan bir yaklaşım Risale-i Nur adına sergilenmektedir. Risale-i Nur adına yazılmış olup, "devletin Güneydoğu’da dinin etkileyici gücünden yararlanmasını" tavsiye eden eserler dahi vardır. Risale-i Nur müellifinin "Risale-i Nur’u, değil hiçbir dünyevi siyasete, siyaset-i İslâmiyeye bile âlet etmeme" bâbından yazdıkları ortada iken Risale-i Nur’u temsil adına bunlar yazılıyorsa, Risale-i Nur’u pek okumamış aydınların bu sözlerin yazarını bağladığını, Risale-i Nur’u temsil etmediğini bilmesi ne derece mümkündür? Bu noktada, Risale-i Nur’un evrensel davetinin belli bir coğrafyanın ve belli bir tarih diliminin inhisarından azâde olduğunun Risale-i Nur adına ifadesi gerekmektedir. Ki doğru olan, Risale-i Nur’da öngörülen tavır budur.

    Aynı şekilde, Risale-i Nur’u temsil iddiasındaki bizlerin, kendi zihnimize yer etmiş olan, ama biz Risale-i Nur adına konuştuğumuz için Risale-i Nur’a mâl edilen kimi "paradigma"larını da elemek ve ayıklamak lüzumu ortadadır. Risale-i Nur, ne "bilimci"dir, ne "akılcı"dır, ne de "modernist"tir. Ama aydınlar nezdinde uyandırılan intiba tam da budur.

    Üstelik "Kur’an’dan… maksud-u bizzat olan ilimlere ulum-u âliyeyi okumaksızın isal edici bir yol buldum." gibi bir ifadenin daha 1918-20’lerde söylenmiş olmasına rağmen… Bediüzzaman’ın daha 1909’da "medeniyetten istifa" edip, sonrasında "mimsiz medeniyetin giydirdiği libastan soyunmak" için kavramlarımızı ve hayatımızı Kur’an ve Sünnet-i Seniyye üzerine kurmamızı ısrarla vurgulamasına rağmen…

    Tabloyu bu şekilde görünce, eğer aydınlar ve Risale-i Nur arasında bir buluşma isteniyorsa, asıl görevin ve asıl sorumluluğun bize düştüğünü sanıyorum. Yeter ki Risale-i Nur’a gölge etmeyelim; başka ihsan gerekmiyor.

    Gerisi aydınlara kalmış. Çünkü, "hikmet"i arama uğruna Çin’e, Japonya’ya, ABD’ye, hatta eski İnka ve Aztek metinlerine kadar gidebildiklerine göre, yanı başlarındaki Risale-i Nur’a bir hayli ihtiyaçları var gibi gözüküyor.