Köprü Anasayfa

Risale-i Nur’a Doğru

"Kış 95" 49. Sayı

  • Risâle-i Nur ve Pozitivizm

    Hakan Yalman

    Araştırmacı-Yazar

    On dokuzuncu asrın sonu ve yirminci asrın başlangıcı insanlık tarihinde önemli değişimlere sahne olmuştur. Asırlar boyu kainat kitabını çözüp onu ve kendisini anlamaya çalışan insanoğlu bu dönemde daha hızlı bir gayret içerisine girmiş ve bu gayretin sevdalıları çoğalmıştır. Bu değişimin sonucunda ise pekçok farklı fikir akımları, farklı felsefi ekoller ortaya çıkmıştır. Bilim ve teknolojideki hızlı gelişmeler, bu gelişmelerin kainata bakış açılarımızı genişletmesi ile izaha muhtaç yeni şeylerin ortaya çıkması ve bunların üzerinde değişik bakış açılarının yorumları, kısa zamanda pekçok felsefi ekolün ortaya çıkmasına zemin hazırlamış olmalı.

    Bunlardan elbette bizim toplumumuz da nasibini almış, siyasi ve sosyal pekçok değişim yaşanmıştır. Bilim ve teknolojinin ortaya koyduğu gelişmeler taklide dayalı bir Kur’an anlayışında büyük gedikler açmış, bu da özellikle aydınlarımızda manevi bir buhran ve arayışların nedeni olmuştur. Batıdan bilim ve teknoloji ithal etmek düşüncesi ile gönderilen Müslüman aydın; bu gelişmelerin kendi iç aleminde yerini, varlıklara yüklediği anlamın, hayata bakışının bu yeniliklerle nasıl bir değişime uğrayacağının zihni hazırlığını yapmamış olmalı ki, bilim ve teknolojiden çok onların ortaya koyduğu felsefi ekoller ithal edilmiştir. Bunun en çarpıcı örneği Abdullah Cevdet ve onunla toplumumuza taşınan "biyolojik materyalizm"dir.

    Bu türden değişimlerin yaşandığı bir ortamda dünyaya gelen Türkiye Cumhuriyeti devletinin üzerine oturtulduğu dünya görüşü de dönemin felsefi akımlarından etkilenmiştir. Bunlardan en belirgini ise "pozitivizm"dir. "Olguculuk Türkiye’de Auguste Comte’un görüşlerinin etkisinde yayıldı. Edebiyatta ise bu alanda pozitivist yöntemleri uygulamaya çalışan Hypolitte Tume etkili oldu. Daha çok bir edebiyat akımının temsilcisi olarak değerlendirilen Servet-i Fünun dergisi de, başlangıçta Batıdan gelen ve o döneme göre bilimsel sayılan görüşlerin öncülüğünü yapıyordu. Dergide toplumsal konulara ilişkin yazılarıyla Ahmet Şuayb, iktisad yazılarıyla M. Cavit, felsefe yazılarıyla Rıza Tevfik dikkat çekiyordu. Genç yazarların da katkısıyla bu dergide geliştirilen olguculuk zamanla "evrimcilik" görüşüne yaklaştı. Bu akımın bir başka temsilcisi de Jön Türklerin Paris’te önderliğini yapan Ahmet Rıza Beydi. Daha sonra Türkiye’de Cumhuriyetin temel toplum felsefesi haline gelen olguculuk Durkheim’ın görüşleri ile bir süre daha Türk düşünce yaşamında etkili oldu."1

    Bediüzzaman Said Nursi de bu dönemde yaşamış ve ortaya koyduğu Risale-i Nur Külliyatı ile Türk toplum hayatında büyük değişimlere yol açmıştır. Gerek hayatı, gerekse eserleriyle Türk insanın fikir ve maneviyatında çok önemli tesirleri olmuştur. Acaba bu eserler ve müellifi de dönemin fikir akımlarından ve "Cumhuriyetin temel toplum felsefesi haline gelen" pozitivizmden etkilenmiş midir?

    Bu sorunun cevabını bulmak için Risale-i Nur Külliyatının mahiyetini anlamak gereklidir. Eğer bu eserler müellifin hayatı boyunca elde ettiği ilim ve tecrübelerin ortaya konduğu bir ürün olarak kabul edilse, o zaman yaşadığı şartların tesirinden uzak olması düşünülemezdi. Ancak "Risale-i Nur, nurdan bir ibrişimdir ki, kainat ve kainattaki mevcudatın tesbihatları onda dizilmiştir. Risale-i Nur ahize ve nakile ile mücehhez bir radyo-yu Kur’aniyedir ki, onun tel ve lambaları, ayine; tel ve bataryaları hükmündeki satırları, kelimeleri, harfleri öyle intizamkarane, icazdarane bastedilmiştir ki, yarın her ilim ve fen adamları ve her meşrep ve meslek sahipleri ilim ve iktidarları miktarında alem-i gayb ve alemi şehadetten ve ruhaniyat aleminden ve kainattan haberdar olabilir."2

    Direkt Kur’an kaynaklı ve onun himayesinde olan böyle bir eser manzumesinin ise insani kainat yorumlarından etkilenmesi düşünülemez. Bir tarafta vahye dayanan ve varlıkları hiçbir kayıt altına girmeden, bütün yönleri ile inceleyen Kur’an, diğer tarafta kainatı algıladığı bütün duyuları ile sınırlı ve bu sınırlar içinde kainatı anlamaya çalışan insanoğlu. On İkinci Sözde bu kıyaslama temsili bir hikaye içinde yapılır. "Bir zaman hem dindar, hem gayet sanatkar bir Hakim-i Namdar istedi ki, Kur’an-ı Hakim’in manisindeki kudsiyetine ve kelimatındaki i’caza şayeste bir yazı ile yazsın; o muciznüma kamete harika bir libas giydirilsin. İşte o nakkaş zat, Kur’an’ı pek açık bir tarzda yazdı. Bütün kıymettar cevherleri yazısında istimal etti. Hakaikının tenevvüüne işaret için bazı mücessem hurufatını, elmas ve zümrüt ile ve bir kısmını lü’lü ve akik ile ve bir taifesini pırlanta ve mercanla ve bir nev’ini altın ve gümüş ile yazdı. Hem öyle bir tarzda süslendirip münakkaş etti ki, okumayı bilen ve bilmeyen herkes temaşasından hayran olup istihsan ederdi. Bahusus ehl-i hakikatin nazarına o suri güzellik, manasındaki gayet parlak güzelliğin ve gayet şirin tezyinatın işaratı olduğundan pek kıymettar bir antika olmuştur.

    "Sonra o Hakim, şu musanna ve murassa Kur’an’ı bir ecnebi feylesofa ve bir Müslüman alime gösterdi. Hem tecrübe, hem mükafat için emretti ki, "Her biriniz bunun hikmetine dair bir eser yazınız. Evvela o feylesof, sonra o alim ona dair bir kitap te’lif ettiler. Fakat feylesofun kitabı yalnız harflerin nakışlarından ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hasiyetlerinden, tarifatından bahseder; manasına hiç ilişmez. Çünkü o ecnebi adam Arabi hattı okumayı hiç bilmez. Hatta o müzeyyen Kur’an’ı bilmiyor ki bir kitaptır ve manayı ifade eden yazıdır. Belki ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor. Lakin, çendan, Arabi bilmiyor, fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, mahir bir kimyagerdir, sarraf bir cevhercidir. işte o adam, bu sanatlara göre eserini yazdı.

    Ama Müslüman alim ise ona baktığı vakit anladı ki, o Kitab-i Mübin’dir, Kur’an-ı Hakim’dir. İşte bu hakperest zat ne tezyinat-ı zahiriyesine ehemmiyet verdi ve ne de hurufun nukuşuyla iştigal etti. Belki öyle bir şeyle meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği meselelerden daha ali, daha gali, daha latif, daha şerif, daha nafi, daha cami. Çünkü nukuşun perdesi altında olan hakaik-i kudsiyesinden ve envar-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i gerif yazdı. Sonra ikisi eserlerini götürüp o Hakim-i Zişan’a takdim ettiler. O Hakim, evvela feylesofun eserini aldı. Baktı, gördü ki, o hodpesend ve tabiatperest adam çok çalışmış; fakat hiç hakiki hikmetini yazmamış, hiçbir manasını anlamamış, belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik, belki edepsizlik etmiş. Çünkü o menba-ı hakaik olan Kur’an’ı manasız nukuş zannederek, mana cihetinde kıymetsizlik ile tahkir etmiş olduğundan o Hakim-i Hakim dahi onun eserini başına vurdu, huzurundan çıkardı.

    Sonra öteki müdakkik hakperest, müdakkik eserine baktı, gördü ki: Gayet güzel ve nafi bir tefsir ve gayet hakimane, mürgidane bir te’liftir.

    "Ama o müzeyyen Kur’an ise şu musanna kainattır. O hakim ise Hakim-i Ezeli’dir. Ve o iki adam ise; birisi, yani ecnebisi ilmi felsefe ve hükemasıdır. Diğeri Kur’an ve şakirdleridir. Evet, Kur’an-ı Hakim şu Kur’an-ı Azim-i kainatın en ali bir müfessiridir ve en beliğ bir tercümanıdır."3

    Müslüman alimin, ecnebi feylesofundan alacağı ders olmadığına göre aradaki etkileşim, ancak Kur’an’ın geniş bakışına dayanarak eşyayı anlama gayreti içindeki Müslüman alimin akıl ve duyularının sınırları dahilinde, dar bir pencereden hakikati görmeye çalışan ecnebi feylesofu aydınlatması şeklinde olacaktır. Herbiri hakikatin bir ucunu tutmuş ve kainatın muhteşem nizamını o açıdan görmeye çalışan, herşeyin o noktadan izahını arayan felsefi akımların, aslında yakaladığı gerçekler tamamen yanlış değildir. Ancak ameliyat ekibini, olayın o safhaya kadar gelişimini bilmeden ameliyat odasında iş başında gören birinin caniler olarak değerlendirmesindeki ölçüsüzlük gibi dar bir zaman diliminde, dar bir bakış açısı ile ortaya konmuştur. Bu da ölçüsüz olmaya mahkumdur. Bu ise olayın aslına ve özüne inmede en büyük engeldir.

    "Hikmet-i Kur’aniyenin karşısında meydan-ı muarazaya çıkan felsefe-i beşeriye"4 bu nedenlerle "hikmet-i Kur’an’a karşı"4 mağlubiyete, sükuta mahkumdur.

    "Felsefe ve hikmet-i insaniye dünyaya sabit bakar; mevcudatın mahiyetlerinden, hasiyetlerinden tafsilen bahseder. Adeta kainat kitabının yalnız nakış ve huruflarından bahseder, manasına ehemmiyet vermez. Kur’an ve dünyaya geçici, seyyal, aldatıcı, seyyar, kararsız, inkilapçı olarak bakar; mevcudatın mahiyetlerinden, suri ve maddi hasiyetlerinden icmalen bahseder. Fakat Sani tarafından tavzif edilen vezaif-i ubudiyetkaranelerinden ve Sanün isimlerine ise ne vecihle ve nasıl delalet ettikleri ve evamir-i tekviniye-i İlahiyeye karşı inkıyadlarını tafsilen zikreder."4

    "Evet, hakikat-ı mutlaka mukayyed enzar ile ihata edilmez. Kur’an gibi bir nazarı külli lazımdır ki, ihata etsin. Kur’an’dan başka, çendan, Kur’an’dan da dem alıyorlar, fakat hakikat-ı külliyenin cüz’i zihniyle yalnız bir iki tarafını tamamen görür, onunla meşgul olur, onda hapsolur, ya ifrat veya tefrit ile hakikatin muvazenesini ihlal edip tenasübünü izale eder. Şu hakikat Yirmi Dördüncü Sözün ikinci Dalında acip bir temsil ile izah edilmiştir. Şimdi de başka bir temsil ile şu meseleye işaret ederiz:

    "Mesela, bir denizde hesapsız cevherlerin aksamıyla dolu bir definenin bulunduğunu farz edelim. Gavvas dalgıçlar o definenin cevahirini aramak için dalıyorlar. Gözleri kapalı olduğundan el yordamıyla anlarlar. Bir kısmının eline uzunca bir elmas geçer. O gavvas hükmeder ki, bütün hazine uzun direk gibi bir elmastan ibarettir. Arkadaşlarından başka cevahiri işittiği vakit, hayal eder ki, o cevherler bulduğu elmasın tabileridir, fusus ve nukuşlarıdır. Bir kısmının da kürevi bir yakut eline geçer, başkası murabba bir kehribar bulur ve hakeza, herbiri, eliyle gördüğü cevheri o hazinenin aslı ve mu’zamı itikad edip, işittiklerini o hazinenin zevaid ve tefferuatı zanneder. O vakit bakarken muvazenesi bozulur, tenasüb de gider. Çok hakikatin rengi değişir."5

    İşte, yukarıda sıralamaya çalıştığımız sebeplerle felsefi akımların, kainat kitabını sınırlı akıl ile anlamaya çalışmaları alem-i gayb ve şehadet arasında köprü vazifesi gören Kur’an ve onun talebelerini yönlendiremez. "Bahr-i hakaik olan Kur’an; ayetleri dahi o deniz içindeki definenin bir gavvasıdır. Lakin, onların gözleri açık; defineyi ihata eder, definede ne var ne yok görür. O defineyi öyle bir tenasüh ve insicamla tarif, beyan eder ki, hakiki hüsn-ü cemali gösterir."5

    Kur’an’ın tasarrufu altında ve onun asra bakan tefsiri olan Risale-i Nur’un da ortaya çıktığı asrın fikir adamlarından etkilenmek yerine vazifesi icabı onlara ışık tutucu olması daha makuldur. Onun asıl vazifesi, herbiri hak kainat kitabındaki hakikatlerin bir ucuna yaklaşrnış olan akımlara Kur’an’ın geniş bakışından istifade ile ışık tutmak ve bunlar arasındaki uyumu sağlamak olmalıdır. Nitekim, pozitivizm de aynı asrın en etkin fikir akımlarından biri olmuş ve kainat anlayışını duyu organlarının algılama sınırları içine ve laboratuvarda incelenen olaylarla sınırlamıştır. "Pozitivist felsefe, empirik ilimleri model olarak alır ve temele doğrulama kavramını koyar. Açıkçası araştırmayı yalnız olgulara dayandırır, teolojik ve metafizik açıklamaları teorik olarak imkansız görür; deneyle denetlenemiyen soruları anlamsız sayar."6

    Bu felsefenin Türk insanının manevi hayatında ayrı bir önemi vardır. Yeni kurulan Türk Devleti’nin ve kuruluş aşamasındaki icraatların temelini oluşturan sacayaklarındandır pozitivizm. O dönemdeki iki önemli şahsın, tahribat ve tamirat cephelerindeki komutanların arasındaki en önemli. meselelerdendir." Mısırlı bir yazar ise maddeci feylesofların Yahudi asıllı oluşlarına dikkat çekerek bunları deccalın yardımcıları olarak göstermişti. Voltaire, Diderot, Comte, Marks, Durkheim, Freud, J.J.Rousseau gibileri deccaliyetin zeminini hazırlamışlardı. Başlangıçta da belirttiğimiz gibi Türkiye’de pozitivizmin yerleşmesinde Auguste Comte ve Durkheim’ın büyük etkileri olmuştur.

    İşte aynı dönemin tamirat cephesindeki komutan bu akımn ortaya koyduğu görülüp hissedilenlerden ibaret kainat anlayışını yerle bir edecek "Tabiat Risalesi" gibi güçlü bir bomba hazırlıyor ve başlangıcında şunları yazıyordu: "Şu notada tabiiyyunun münkir kısmının gittikleri yolun içyüzü ne kadar akıldan uzak, ne kadar çirkin ve ne derece hurafe olduğu, laakal doksan muhali tazammun eden dokuz muhal ile beyan edilmiş."8 Böyle bir risalenin hazırlanması, özellikle o dönemde çok önemli idi. Belli bir felsefi akıma verilen cevaptan öte pekçok aydınımızın imanını derinden yaralayan mızraklar karşısında bir kalkan rolü üstleniyordu. "Bu risalenin sebeb-i te’lifi, gayet mütecavizane ve gayet çirkin bir tarz ile ‘hakaik-i imaniyeyi’ tezyif edip bozulmuş aklın yetişemediği şeye hurafe deyip, dinsizliği tabiata bağlayarak Kur’an’a hücum edilmesidir."8

    İki önemli şahıs arasındaki mücadelede bu felsefenin ne derece önemli yer tuttuğu yine aynı eserdeki şu hatırlatma ile de ortaya çıkıyor: "Şu sırn izahtan evvel bir ihtar: Bin üç yüz otuz sekizde Ankara’ya gittim. İslam ordusunun Yunan’a galebesinden neşet eden ehl-i imanın kuvvetli efkarı içinde gayet müthiş bir zındıka fikri içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalıştığını gördüm. Eyvah, dedim. Bu ejderha imanın erkanına ilişecek!.."9

    İşte bu yüzden Risale-i Nur Külliyatı "müsbet bilimlerle mücehhez vesveseli şüpheleri ikna ediyor."10 Bin dokuz yüz ellide, Ankara Üniversitesinde bu eserlerle ilgili olarak verilen konferansta "Yirminci asırda külli ve umumi bir rehberlik vazifesini görecek Kur’anı bir eserin müellifinin"11 sahip olması gereken özellikler sıralanırken, "Bu hasiyetlerin de tamamıyla Risale-i Nur’da ve müellifi Bediüzzaman Said Nursi’de mevcut olduğunu gördük" deniyor ve beşinci sırada şu özellik sayılıyor: "Beşincisi, müfessirin Kur’an ve iman hakikatlerini cerh edilmez delil ve hüccetlerle ispat ederek tedris etmesi, yani pozitivizmi (ispatiyecilik) bir esas ittihaz etmiş olması."12

    Bu anlamdaki bir gayretin, bir ucu yakalanmış hakikatin felsefi akımın dar perspektifinden kurtarılarak Kur’an’ın geniş bakışı ile ele alınması şeklinde değerledirilmesi gerektiğine inanıyorum.

    Dipnotlar

    1. Ana Britanika Ansiklopedisi, s. 73.

    2. Emirdağ Lahikası, s. 97, Sinan Matbaası, 1959.

    3. Sözler, 12. Söz, s. 121, Yeni Asya Neşriyat, 1993.

    4. Sözler, 25. Söz, s. 401, Yeni Asya Neşriyat, 1993.

    5. Sözler, 25. Söz, s. 405, Yeni Asya Neşriyat, 1993.

    6. İttihad-ı İslam, Kasım 93, Deccaliyet-Mehdiyyet.

    7. A.g.d.

    8. Lem’alar, 23. Lem’a, s. 166, Yeni Asya Neşriyat, 1990.

    9. Lem’alar, s. 167, Yeni Asya Neşriyat, 1990.

    10. Tarihçe-i Hayat, s. 600, Yeni Asya Neşriyat, 1990.

    11. Sözler, Konferans, s. 705, Yeni Asya Neşriyat, 1993.