Köprü Anasayfa

Risale-i Nur’a Doğru

"Kış 95" 49. Sayı

  • Risâle-i Nur'a Dâir Birkaç Mesele

    Muhammed Bozdağ

    Araştırmacı-Yazar

    Risâle-i Nur eserleriyle bir çağa damgasına vuran Bediüzzaman, içinde yaşadığı hızlı değişim ortamında çağdaşlarının ve özelikle karşıtlarının hiç beklemediği şekilde sosyal değişimin akış yönünü tersine çevirmiştir. Şüphesiz her insan içinde yaşadığı dönemin etkisini taşır. Bir toplumu değiştirmek, önce o toplumun inançlarını,geleneklerini, tefekkür sistemini, mantalitesini çok iyi kavramayı, sonra da o toplumun bir parçası olmayı gerektir.

    Kişilerle içinde yaşanılan dönem arasındaki ilişki tahlil edildiğinde arada iletişimin ya var olduğu, ya yok olduğu ya da bozuk olduğu görülecektir. Çevresiyle iletişimini koparanlar bir taş parçası gibi dağlarda unutulmaya, mahkumdurlar. Giderek ellerini dünya gündemine uzatan "Risale-i Nur"un elde ettiği bu sonucun hangi faktörlerden kaynaklandığını "iletişim" penceresinden bakıldığında kolaylıkla anlaşılacaktır.

    Bediüzzaman içinde yaşadığı dönemden etkilenmiş midir?

    Kişinin döneminden etkilenmemesi her halde ortamından kopmasıyla, kabuğuna çekilmesiyle ve sadece iç referanslı bir özel dünya oluşturmasıyla mümkün olabilir. Tarihe mal olmuş hiçbir şahsiyet için bu söylenmemelidir.

    Ancak bir dönemden etkilenmek mutlaka dönemin rengine ve karakterine bürünmek şeklinde anlaşılmamalıdır. Böyle de olabilir şüphesiz ve böyle olunca akıp giden sel yığınları arasında akıntılara direnen yüksek sütunlar belirmez. Bediüzzaman döneminin etkisinde sürüklenmemiş, tam tersine dönemin frekansını yakalayarak çağdaşlarını çağın ötesine taşımıştır.

    Herhalde çevreyle değişim amaçlı etkileşimin/iletişimin olduğu yerde üç temel süreç işleyecektir. Kişi çevresindeki zihinsel yapıyı gücü yettiğince tanıyacak çözümleyecek: zihinleri hangi ilmi, felsefi, sosyal, kültürel akımların sürüklediğini görecektir. Bundan sonra yapılacak şey çevrenin zaten bildiği kullandığı dili, söylemi, felsefi kodu kullanarak çerçevesini, anlamını değiştirmek veya doğrultmak, bu suretle kalıpların insanları sürüklediği mecranın yönünü değiştirmektir. Bu değişim gerçekleştirilirken her engelleyici düşünceye karşı, paket çözümler, karşı tezler üretmek gerekecektir. Bu üç basamaklı süreci başarıya götürecek sır, ilk iki aşamanın profesyonelce kullanılması yani durumun olduğu gibi ortaya konması ve üçüncü aşamada da profesyonelliğin yanında bütün ikna unsurlarının kullanılmasında gizlidir. İkna unsurunun hem akli hem de kalbi süreçleri içerdiği ve bu iki temel yapının etkilenme derecesinin, etkinlik derecesini ortaya koyduğunu biliyoruz.

    Bediüzzaman’ın eserleri, kabiliyetlerin bağını çözen şaşırtıcı sırlarla doludur. Sürüklüyor, yöneltiyor. Bir uzaylının dilinden konuşmuyor Risale-i Nur. Bir köylü kadar bir üniversite profesörünün de anlayabileceği bir dilden, hem de ikilem gibi gözükse de her iki kişiyi de mesajıyla aciz bırakan, saygı duyduran bir dilden konuşuyor.

    Bediüzzaman da her düşünür gibi döneminde hakim olarak dolaşan felsefi akımların fikir birikiminden etkilenmiştir şüphesiz. Ancak bu etkileşimin felsefi akımların temel varsayımlarını-ya da rastgele olmak üzere bir kısmını- kabullenmek şeklinde gerçekleştiği söylenemez.

    Esasen bir akımın etkisi altında kalan kişi beyninde oluşturduğu mantık süzgecinde bu akımın unsurlarını belirleyici faktör olarak taşır. Pekala bu gerçek Yunan kökenli felsefi akımların etkisinde kalan Farabi, İbni Sina dönemi İslam düşünürleri için söylenebilir.

    Ancak Bediüzzaman’ın konumunun farklılığı dikkat çekmektedir. Risaleler tahlil edildiğinde, bu eserlerin müellifinin modern bilimin önderliğinde ileri sürülen "Pozitivizm"den, hem de kökünü çok daha gerilerden alan ve maddenin ezeliyeti tezine dayanan "Atomizm’ akımının izlerini taşıyan "materyalizmden" açık bir şekilde haberdar olduğu görülmektedir. Bu haberdar oluş bahsi geçen fikir akımlarının çürük temellerinin iyice çökertilmesine imkan tanımıştır.

    Örneğin Tabiat Risalesi varoluşu açıklama iddiasındaki Allah inancı dışına taşan bütün varsayımların hükümsüzlüğünü ortaya koymuştur. Materyalizmin dayattığı kozmoloji felsefesinde cismani oluşun arkasında kudreti sonsuz bir yaratıcının inkarı vardır. Algıladığımız mekanik düzen, sebeb sonuç ilişkisiyle belirlenen bir mekanizmanın ürünüdür. Varoluşun basamakları olarak hak dinlerin ortaya koyduğu ruhsal fizik ötesi varoluşlar reddedilir.

    Materyalist yaklaşımı destekleyen bir diğer hareket olarak pozitivizmi karşımızda görüyoruz. Bu felsefi akım gerçeklerin ancak dış duyu organlarımız vasıtasıyla algılanabilmesi, deneyimlenrrıesi ve müşahede edilmesiyle kavranabileceğini savunur. Cismani olarak görülüp dokunulmayan (unvisible) oluşlara ait vücud tanımlanamaz. Rasyonalizm de ise yaklaşım biraz daha soyutlaşır ve herşeyin ancak ve sadece akıl yoluyla kavranabileceği iddia olunur.

    Bediüzzaman, bu ve benzeri felsefi yaklaşımların revaç bulduğu dönemin tam ortasında yaşamıştır. Döneminin bir çok düşünürünün etkilendiği bu akımlar karşısında Bediüzzaman’ın bu akımların "temeline inmeksizin kökten red" yolunu tercih etmemiş olması şaşırtıcıdır. Belki de bu sayede mütecessis zihinlere Risale-i Nurla çerçevesini çizdiği kendi zihinsel dünyasına kolaylıkla girebilme imkanı tanımıştır.

    "Medenilere galebe çalmak ikna iledir." der Bediüzzaman. Bu ifade aklın önemine yapılan-Kur’an’ın’kine paralel-vurguya dikkatimizi çekiyor. Bütün Risale-i Nur’da aklın ön planda tutularak sürekli işlettirildiğini görüyoruz. Bir anlamda Bediüzzaman rasyonel bir yaklaşım ortaya koymaktadır.

    Bir başka açıdan Risale-i Nur pozitivizmin yaptığı gibi modern bilim-fenleri de kullanmıştır. İslam’ın temel inanç prensiplerini açıklarken maddi duyu organlarının kullanımını zorlayan hikayelemelere sık sık başvurması ve insanların kendi algı birikimlerinde depo edilmiş reel tecrübeleri referans olarak göstermesi bu anlamda pozitif bir yaklaşım sergilediğini de düşündürebilir.

    Ancak, Bediüzzaman Avrupa Medeniyetiyle İslam Medeniyetini karşılaştırırken Avrupa Medeniyetini müspet ve menfi yönleriyle açıkca ikiye ayırdığı gibi: onun içinde yaşadığı felsefi akımlara yaklaşımında da bu "ikiye ayırış" dikkat çekmektedir. Bir yandan aklı ısrarla kullanmakta, ancak mutlak gerçeğin sadece "akılla kavranmaya" münhasır olmadığını vurgulamaktır. Mutlak gerçek akılla kesinlikle kavranamaz da dememektedir. Ona göre mutlak gerçek her akılla kavranılamayabilir ancak gerçek akla göre hiçbir zaman "gayri mantıki" olamaz.

    Gerçekten yüzyıl öncesine göre insanların Ay’da yürüyüşü düşünülemeyebilirdi. İkibin yıl öncesinin aklına göre dünya yuvarlak olmayabilirdi. Aklın herşeyi kavramamasının sebebi, bazı olguların akli olmaması değildir. Akıl sadece yorumladığı sorunları biriktirdiği verilere göre anlayabilir. Her halde cisim ötesi oluşa dair veriler elde edemeyen akıldan ruh ve meleklerin mahiyeti sorulamazdı.

    "Herşeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatta kördür." der Bediüzzaman.

    Risale-i Nur’un müellifi, Allah inancını sarsmayı amaçlayan bütün felsefi akımların dayandığı modern bilime olan yaklaşımı, kökünden değiştirmiştir. Belki de modern bilimin paradigmalarıyla çizilen zihinsel düşünce platformuna onun getirdiği yeni yaklaşım uluslararası boyutlara ulaşan düşünsel değişimin en büyük sebebidir. Çünkü modern bilimin sebeb-sonuç ilişkileri açısından cismani dünyayı açıklayışı, sadece cisimler arası ilişkinin biçimini ortaya koymaktadır. Pozitivizm. akımı büyük ölçüde yerçekiminin varlığı, dünyanın güneşin etrafında dönüşü, gibi olgusal realitelerin, herşeyin sebebinin çözüldüğünü zannettirmesinden cesaret almıştır. Bu ve benzeri akımların asıl ve en büyük düşünce hatası bu mekanizmanın kendi kendine kurgulanarak yürüdüğü kanaatidir. Oysa Tabiat Risalesi bunun hiçte öyle olmadığını ortaya koydu. Madde akılsız, şuursuz, rasgele hareket eden ve yok olup giden bir olguydu. Modern bilimin maddenin işleyişindeki harika düzeni ortaya koyması, maddeciliği desteklemek şöyle dursun, "Kudreti nihayetsiz bir Allah inancını" yeniden temellendirdi. Modern bilim sadece "Nasıl oluyor?" sorusunu cevaplandırabiliyor, "Oysa kim yapıyor? Niçin yapıyor? "soruları geldiğinde "madde" cevabı verilememektedir. Risale-i Nur bu imkanı yok etmiştir.

    İslam dünyası yüce Kur’an’ın mesajını asrın mantığının kavrayabileceği şekilde yorumlayan Risale-i Nur’a çok şey borçludur ve her gelen gün bunu daha iyi anlayacaktır.

    Bediüzzaman’ın içinde yaşadığı dönemden etkilenmesi bana göre daha çok döneminde gözlemlediği ve gelecek asırlarda olacağını gördüğü değişim eğilimlerine göre tavır sergilemesi şeklinde yansımıştır.

    İnsanlık son asırda ilim ve fenne dökülecek, ilim ve bilim bütün sosyal ve entellektüel (zihni) ilişkilerde temel faktörü oluşturacaktı.

    Dolayısıyla Risale-i Nur’da hem kimya, fizik, tıp, astronomi gibi birçok bilimin verileri sık sık kullanıldı. Hem de bunların anlamları, yeni bir yaklaşımla yorumlanarak batıl cepheden" Allah" inancına yöneltilebilecek tehlikeli saldırıların önü kesildi.

    Toplumsal değişim, aklın hakimiyetini ön plana çıkaracaktı.. Geçmişte olduğu gibi "fiziksel güç" servet ve bilgi gibi diğer güç unsurları arasında önemini büyük ölçüde yitirecek ve ilişkiler bilgi/bilim, dolayısıyla ikna temelli faktörlerin etkisinde gelişecekti. Bediüzzaman her tezine ısrarla bilgi yükledi. Israrla örnekler ve deliller getirdi. Bu sayede Risale-i Nur, Türkiye’de "ikna" unsurunu ön planda tutan zihinsel yönden aktif ve etkin bir sınıf yetiştirdi. Bu sınıfın etkinliği hem milli hem de uluslararası alanda çarpıcı şekilde dikkat çekmektedir.

    Dünya toplumları savaştan, zulümden bıkacak, ruhlar amansız bir şekilde barış ve huzur ortamı arayacaktı. Bu arayış kendisini "demokrasi, humanizma, insan hakları" gibi kavramların altında ortaya koyacaktı. Bediüzzaman bu kavramları kullandı ve dünya toplumlarının bu değişimin eşiğinde olduklarını sebebleriyle birlikte tanımladı. Hürriyeti, demokrasiyi (meşrutiyet-i meşrua anlamında) vurguladı ve iç asayişi barışı ısrarla emretti. Muhatab olduğu şiddete karşı bile fiilen şiddeti gerçek anlamda mağlub eden "Bilgi/bilim" unsurunu, "İkna" faktörünü kullandı. Bu yaklaşımın yetiştireceği insanların milletler arası boyutta bile önemi çok büyüktür.

    Beşeri çatışmalarda cephe biçimlerindeki farklılaşmaları da gördü Bediüzzaman. İman merkezli çatışmalar geçmişte, şahısların adına ve şahısların münferit yönetiminde cereyan ediyordu. Gelecek, bu Çatışmaları şahısların kişiliklerinden koparacak, devletlerden bile soyutlayacak, Felsefi akımlara, fikri bütünlüklerin "şahs-ı manevilerinde" yoğunlaştıracaktı. Ona göre "Devletler milletler muharebesi, tabakat-ı beşer muharebesine inkılap edecek[ti]". Yani insan ister Türkiye’de,ister Amerika’da yaşasın, çatışan taraflar bütün devletler ya da milletler arasından destek ve cephe ortağı bulabilecekti. Bunun için şahıslar kuralların belirleyici anlamında geri plana çekilmeli, bunun yerine fikirlerin etrafında birleşen insanların oluşturduğu şahs-ı manevilerin temeli atılmalıydı. Bediüzzaınan ilk fedakarlığı gösterdi: Bir şeyh olarak ortaya Fıkmadı. Eserlerini merkezi bir şahıs olarak ortaya sürdü ve kabrinin gizli kalması için Rabbine dua etti. Onu dünya gündemine oturtacak olan muvaffakiyetinin anlaşılamayan temel sebeblerinden birisi de bu harika öngörüsüdür.

    II

    Her geçen gün biraz daha fazla anlaşılan Risale-i Nur’un bu güne kadar yeterince anlaşıldığını söyleyemeyeceğiz. Herkesin okuyup anlayabildiği bir dilde yazılan bu eserlerin hala yeterince anlaşılmadığı tezi haklı olarak abartılı görülebilir. Ancak bunu abartılı görenler, Risale-i Nur’a yönelme imkanı bulurlarsa bu iddianın haklı olduğuna hükmedeceklerdir. Türkiye’ye mal olmuş birçok değerli ilim adamının hükmettiği gibi…

    Şüphesiz Risale-i Nur’un anlaşılmadığını söylemiyoruz. Çok şey anlaşılmıştır. Ama özellikle modern bilimlerde yaşanan gelişmeler, insanların yeni sosyal sorunlarla karşılaşışı derhal Bediüzzaman’ın bazı ifadelerde ne demek istediğini ortaya koymaktadır.

    Risale-i Nur’un yeterince anlaşılmamış olmasının Risale-i Nur’un kendisi ve yakın çevresini ilgilendiren iç sebebleri ve dışarda kalan faktörleri ilgilendiren dış sebebleri vardır. İç sebebler hakkında şunlar söylenebilir.

    Risale-i Nur irşat faaliyetlerine daha çok avami, esnaf-köylü karışımı bir toplulukla başlamıştır. Türkiye o dönemde ciddi medrese eğitimi görmüş, eğitimli bir nesilden şiddetle mahrum bırakılmış, Ulema sınıfı dönemin siyasi iktidarı tarafından acımasız bir zulme ve sistemli bir kıyıma maruz bırakılmıştı. Ezan ve neredeyse namazın yasaklandığı, cenaze yıkayabilecek kimselerin kalmadığı bir dönemde ekildi bu tohumlar. Kaldı ki o dönemde ayakta kalan ulema sınıfının bir kaç temsilcisi arasında bile ittifak gözlenmiyordu. Bu görüntü Osmanlı’nın çöküşünü hızlandıran bir gelişmenin, ulema sınıfı içerisindeki özellikle dini ilimler-pozitif bilimler arasındaki ayırımdan. kaynaklanan dejenerasyonun kalıntılarından kaynaklanıyordu.

    Dolayısıyla Risale-i Nur etrafında toplanan mutlak ekseriyeti ancak okuma yazma bilebilen orta sınıfın ihlaslı insanları, tehlikeye düşen imanları için yeterli olabilecek kadar Risale-i Nur’u anladılar. Bunun ötesi hem Türkiye şartlarında acil ihtiyaç değildi, hem de bu çevrenin taşıdığı potansiyel açısından mümkün değildi. Ancak bu çevre geçen on yıllık bir süre zarfında dini ilimlerle pozitif bilimleri birlikte omuzlayan eğitimli bir nesil ortaya çıkardı. Bu neslin oluşturmaya başladığı dalgayı hep beraber gözlemliyoruz.

    Risale-i Nur’un anlaşılmasını az da olsa perdeleyen bir başka unsur kendilerini Risale-i Nur’u tahkike sevk eden yakın çevrenin yer yer bazı cemaâti endişelerden kaynaklanabileceği düşünülen bir kısım yaklaşımlardır. Bu yaklaşımlar çoğu zaman Risale-i Nurların Risale-i Nurlarla izah edilmeleri tezine dayanır.

    Bu tez esas itibariyle doğrudur. Ancak bu eserleri en çok tahkik edenlerden olan merhum Zübeyir Gündüzalp’e ait olan bu ifadenin anlatmak istediği ile bu tezi kullananların anlattıkları arasında ciddi farklar doğabilmiştir. Bu konu iç faktör olarak çok fazla önem taşır.

    Risale-i Nur’un yine kendisi ile açıklanması,temel referans kaynağı ve mantık çerçevesi olarak başka yaklaşımların ciddi darboğazları olduğunun vurgulanması anlamındadır. Ya da söylenenlerin başka malumatlar getirilerek perdelenmesi endişesinden kaynaklanmıştır. Yoksa bu hükmün, Risale-i Nur’lardan başka eserler okunmayacağı, bilimsel bulgular ve diğer yaklaşımlar arasındaki yerinin tesbiti için çalışmalar yapılamayacağı anlamında düşünülmesi, hem ufkun iyice daralmasına, hem bu eserlerde çerçevelenen düşünce sisteminin genel ortam içerisindeki pozisyonunun tesbitinin imkansızlaşmasına, hem farklı düşüncelerin etkisinde zihinleri şekillenen düşünürlere bu eserlerin yaklaşımının ulaşabilmesinin engellenmesine ve hem de bilim dünyasının aşacağı keşfiyatlarda Risale-i Nur’lardan yararlanılmasının geciktirilmesine yol açacaktır.

    Merhum Gündüzalp’in bahsi geçen hükmü iyi tahlil edildiğinde hükmün belli şartlara bağlantılı olduğu anlaşılacaktır.

    Bir kere bahsi geçen konu, imani meselere münhasırdır. Başka eserlere duyulan ihtiyacın, Risale-i Nurları anlayamamak endişesinden kaynaklanmaması gerektiği vurgulanmaktadır. Ayrıca bu hüküm başka fikirlerden alınacak derslere ihtiyaç olmadığı anlamındadır. Yine lüzumsuz malumatlarla dikkatin dağıtılması ve bu suretle gerçeklerin özünden uzaklaşılması endişesinden kaynaklanmıştır. Ayrıca Risale-i Nura perde olunmaması amaçlanmaktadır. Yoksa risalelerin astronomi, psikoloji, sosyoloji gibi bilimler açısından çok daha iyi anlaşılabilmesi ancak bu bilimlerin biriktirdiği verileri iyi bilmekle mümkün olabilecektir.

    Kaldı ki Bediüzzaman’ın bu konudaki yaklaşımı çok açıktır. Ona göre"Alim-i mürşit, koyun olmalı, kuş olmamalı. Koyun yavrusuna süt, kuş yavrusuna kay (ağzına aldığı şeyi) verir." Şu halde öğrenilenlerin iyice özümsenmesi ve öğrenenlerin kişilikleriyle, tecrübeleriyle bilgileriyle, inançları ile birleşmesi gerekir. Bediüzzaman bu Kur’an dersi dairesinde bulunanların vazifelerinin yazılan sözlerin (risalelerin) şerhleri, izahları ve tanzimleri olduğunu söyler. (Bknz. 29.Mektup) Risale-i Nur müellifi dini ilimlerle pozitif bilimlerin birlikte öğrenilmesini en şiddetli savunan kişidir. Risalelerin dini yaklaşımıyla bilimlerin yaklaşımının içiçe konulmasına ve gerçek görüntünün açığa çıkmasına herşeyden önce Risale-i Nur taraftardır. Zaten bu eserlerde sık sık pozitif bilimlerin verileri kullanılmıştır.

    Risale-i Nurların anlaşılmasını güçleştiren diğer iç faktör bu eserlerin üslup olarak bazı yerlerinde tercih edilen örtüklüktür. Bu örtüklük eserlerin telif edildiği dönemin insanların bilgi birikimindeki yetmezliklerden kaynaklanmış olmalıdır.

    Yüce kitabımızda Rabbimiz "Güneş döner" buyurur. Dönemin mantığı bu ifadeden güneşin kendi etrafında ve Samanyolu galaksisi etrafında döndüğünü açıkca tasrih etmiyor da, böyle bir örtüklüğü tercih ediyor. Herhalde böyle bir açıklık İslama davet edilen dönemin dar zihinsel ufukları açısından ciddi bir ret sebebi olacaktır.

    Risale-i Nurda benzer özelikle ifadelere rastlıyoruz. Mesela Hz. İsa (A.S) ve Hz. Mehdi (R.A) hakkındaki geleceğe dair bir kısım ifadeler muğlak kalmıştır. Modernastronomi Güneş Sisteminde henüz 9 gezegen tesbit etmişken (bugün 11.’den söz ediliyor.) Bediüzzaman 12 gezegenden bahsediyor. Metafizik olguları anlatılırken, "Eşyanın mülk ve meleküt cihetlerinin bulunduğunu, ve Allah’ın kudretinin mülk (cismani) cihetine değil meleküt (ruhani) cihetine doğrudan taallûk ettiğini (ilişkilendiğini, temas ettiğini) söylüyor. Modern bilimin tesbitleriyle birlikte düşünülmesi gereken bunlara benzer birçok ifade ile kast edilen anlam, bilim dünyasında yaşanacak gelişmelerle birlikte daha iyi ortaya çıkacaktır.

    Dolayısıyla Risale-i Nur’un en kısa sürede akademik camiaya, bilim dünyasına taşınması gerekiyor. Kuantum fiziğinden psikolojiye kadar birçok bilimin Risale-i Nur’da yakalayabileceği yüzlerce keşif bulunduğunu Bir Risale-i Nur okuyucusu olarak bütün inancımla iddia ediyorum. Bediüzzaman’ın ruhla ilgili söylediklerini anlamak için zihin yorarken, ruhun "kanun" olduğunu söyleyişi ile tabiat kanunları arasında ilişki kurmaya çalışmışızdır. Ancak modern psikolojinin Freud ve Adler’i çok gerilerde bırakan ustası C.Gustav Jung’un ruh imgesi hakkında tanımladığı arketipler duygusal kalıplar yaklaşımını görünce neden Risale-i Nurun bu doğru ama parça parça kaldığı için zihin karıştıran verileri ortaya koyan insanın eline geçmediğine çok eseflendim.

    Risale-i Nurun anlaşılmasını güçleştiren dış sebeblere gelince, bunlar bilindiği gibi Türkiye’de yaşadığımız inatçı şartlanmanın etkisiyle gelişen unsurlardır. Risalei Nur’un ortaya çıktığı dönemde sosyal ve siyasal sistemimizin etkin noktalarında bulunanlar tarafından çoğunlukla kâsıtlı olmak üzere bu eserler aleyhinde şiddetli bir kampanya yaşatılmıştır. Çünkü, Risale-i Nur bu çevrelerin hem ekonomik menfaatlerinin hem de felsefi çatılarının temelini çürütüyordu. Bu hücum büyük ölçüde laiklik perdesi arkasında yapılıyor, "gerici, yobaz, mürteci" sloganlarıyla süsleniyordu. Türkiye’nin Batı felsefesinin tesiri altında yetiştirdiği dönemin aydın kesimi, bu propagandadan hem fazlasıyla etkilendi, hem de korktu. Bediüzzaman gerçekten skolastik batağına saplanmış bir mürteci zannedildi. Bu çevrelerin bir şekilde Risale-i Nur’u tahlil imkanı bulduklarında gösterdikleri hayrete doğrusu biz de hayret ediyoruz.

    Yine de bütün bu faktörlere rağmen Risale-i Nur İslami çözümler açısından en önemli referans kaynağı olmuştur. Entellektüel kesimde Risale-i Nur’a gözlenen ciddi ve hızlı yönelim geleceğimizin gündeminde birinci maddenin bu eserler olacağının açık işaretidir. Tarihte her derinlerden gelen, sun’i olmayan eğilim, hiç bir şekilde engellenemeden mutlaka hedefine ulaşmıştır. Arada direnç gösterenler ise ortama tutunamamışlardır.

    III

    Biraz Risale-i Nur’un kendisinde odaklaşarak bu eserlerin dil ve üslubunun onu anlamadaki rolü üzerinde duralım. Bunu yaparken dil ve üslubun ne gibi sonuçlar ürettiği üzerinde biraz düşünelim.

    Risale-i Nur günümüzün benzer amaçlı eserleriyle karşılaştırıldığında çok farklı bir konumda kendisini gösteriyor. Bu farklılık hem yapısal olarak "dil"in kullanılma biçiminde, hem de kelimelerin seçilişi ve dizilişinin oluşturduğu kodlamanın "düşündürme" biçiminde dikkat çekmektedir. Yüzeysel de olsa bir tahlilde bulunmak istiyoruz. Risale-i Nur daha çok eski Türkçenin kelimeleriyle ve tamlamalarıyla konuşuyor. Örneğin "Allah’ın rızası" şeklinde ifade edebildiğimiz bir anlam için ""Rıza-i İlahi" tabirini tercih ediyor. Sonsuzluk yerine "beka", çekicilik yerine, "cazibedarlık" …Binlerce örnek verilebilir.

    Risalelerin dilindeki bu özellik okuyucusuna farkettirmeden iki özellik kazandırıyor. Bunlardan birisi ecdadın dilinin kavranabilmesi kabiliyetidir. Türkiye toplumunun tarihinden koparılabilmesi için ne kadar amansız çalışıldığını biliyoruz. Değil yüzyıl öncesinin, yirmi yıl öncesinin dilini anlamayan bir nesille karşı karşıya geldik. Çeşitli yabancı diller bilen ve Türkçeye Batıdan gelen bir kısım tabirleri da kullanabilen Bediüzzaman, pekala etrafındaki topluluğun konuştuğu dili kullanabilirdi. Nitekim bazı mektuplarında böyle davranıyor. Son derece hafif ve öğretici bir üslupla, ecdadın dilinin kullanılmasının tarihiyle barışık bir nesil oluşturulması açısından tesiri çok büyük olmuştur. Ayrıca bu sayede Risale-i Nur okuyucusu, hem son derece zengin bir dilin sağlayabileceği ifade edebilme yeteneğine kavuşmakta hem de, Arapça ve Farsçaya büyük ölçüde aşinalık geliştirmektedir.

    Dil ve üslubunun bu özelliğinin bir diğer sonucu kişisel ve toplumsal alt bilinçlerde bıraktığı iz farkıdır. Aynı şekilde "Rabb-ı Rahim" ile "Acıyan tanrı" kelimeleri alt şuurda farklı izler bırakır. Marksist söylem çerçevesinde düşünenler neden "emekli" tabirini tercih ederken, normal bir vatandaş "işçi" veya "çalışan" tabirini tercih ediyor?

    İşte Bediüzzaman, eserlerini. okuyanlar kim olursa olsun, alt şuurlarında kendilerine sormadan İslamın ulvi söylemine ısındıran bir dili kullanmayı tercih etmiştir. Bu dil yeni neslin kavrayışını başlangıçta güçleştirse bile, gerçekten aksi halde elde edilebileceğinden kat kat fazla bir etkinlik ortaya koymuştur.

    Risale-i Nurun üslubunda dikkati çeken bir başka özellik aynı anlama gelen birkaç farklı kelimenin çoğu yerde peş peşe kullanılmasıdır. "Dünyevî, güzel, cazibedar şeyler…", "fena ve zevalin damgası…", "arzu ve şevk veriyor…", "istiğfardır, nedamettir…" binlerce örnek verilebilir.

    Bu şekilde dizilen kelimelerde dikkati çeken hususlar, kelimelerin bazan Arabî, Bazen Farisi kökenli olması, çoğu zaman yanlarında mutlaka konuşma dilindeki karşılığı olan kelimeyi bulundurmaları: kelimelerin aynı ya da birbirinden kapsam yönünden farklı ancak benzer anlamlar taşımaları; bir çok yerde de bu kelimelerin hemen ardından anlamların değişik ibarelerle açılmasıdır.

    Risale-i Nur diğer hiçbir tefsirde gözenmeyen bu özelliğiyle nesiller arasında harika bir köprü oluşturmuştur. Bu üslup bir yandan her farklı kültür birikimine sahip okuyucunun kavramasına imkan tanıyor, bir yandan kelime dağarcığını geliştirerek olabildiğince geniş bir kültürel malzeme sunuyor, bir yandan geçmişle bağı güçlendiriyor. Bir diğer yandan da alternatiflerle, çağrışımlarla dolu müthiş bir düşünce platformu oluşturuyor. Risale-i Nurun her okunduğunda yeni şeyler anlatmasının sebeblerinden birisi biraz da budur. Risalelerdeki bu zenginliği yakalayanın okurken duyacağı heyecanı tahayyül edebiliyor musunuz?

    Risale-i Nur, birçok yerde uzun cümleler tercih etmiştir. Ancak uzun ve kısa cümlelerin ard ardalığı dikkati çekiyor. Uzun cümlelere en iyi örnek, 1O.Söz [Haşir Risalesi] ve 7. Şua [Ayet-ül Kübra Risalesinde]dir. Ayrıca kelimelerin bitiş biçimleri, kullanılan zaman kipleri sürekli değişiyor.

    Risale-i Nur, bu özelliği ile monotonluğu yıkmıştır. Esasen insan zihni benzer kalıplarda gelen mesajlardan bıkar. Başucunda bir saat aynı tonda çalsa beyniniz bir süre sonra saatin sesini otomatiğe alır ve dikkatinizi saat sesinden koparır. Beyin, farklılaşmaları kavramaya endeksli bir yaradılışa sahiptir. Bu özellik edebiyatta da dikkati çeker. Aynı uzunlukta, aynı biçimde ve aynı zaman kipiyle sonlanan cümlelerden oluşan bir yazıyı okumayı deneyin. Bir sayfa geçmeden bıktığınızı, hem de dikkatinizi kaybettiğinizi göreceksiniz.

    Bediüzzaman-burada dilini sadece şekil açısından tahlil ediyoruz zihinleri zorluyor. Uzun cümleler kavrayış kapasitesinin inkişafına yönelik zorlamalar. Ancak bu zorlamalar hem kısa cümlelerle esnetiliyor, hem de dikkati canlı tutacak yeni unsurlar ekleniyor. Örneğin okuyucusuyla veya bir muhatabı ile sohbet ediyor. Bir anda muhatap olarak buluyorsunuz kendinizi… Dikkatinizin dağılmasına fırsat verilmeden bir soru soruluyor. Zaten okunan metin hayalden çok zihinle konuştuğu için kaçamıyoruz.

    Bediüzzaman zihni sürekli çalışmaya, ve her defasında daha çok çalışmaya zorlayan bir muhakeme biçimi kullanıyor. Muhakeme kabiliyetlerini beyin bilmeceleri yoluyla geliştirmemiş olanların Risale-i Nur’lardan ilk anda kavrayabilecekleri mesajlar sınırlı olabilir. Ancak bu eserlerin kavrama ve muhakeme kabiliyetinde oluşturduğu heyecan çok yüksek.

    Iki yıl önce Tabiat Risalesinin İngilizce baskısını Tunus’lu bilgisayar mühendisi bir dostuma takdim etmiştim. Ertesi gün okudu ve görüştüğümüzde bana "mesajını kavramakta güçlük çektiğini" söyledi. Aynı dikkatini kullanarak tekrar okumasını rica ettim. Daha sonra görüştüğümüzde, kavrayışının nasıl inkişaf ettiğini bana anlatırken duyduğu hayranlığı iyi hatırlıyorum.

    Risale-i Nur’ların kavrama ve muhakeme yeteneğinde yol açtığı inkişafın sebebi üzerinde çok düşünmüştüm.

    İngiliz Edebiyatı tarihine geçen yüzlerce eser sahibi meşhur yazar Arnold Beneth’in "Günün 24 saatini yaşamak" isimli kitabını okuyunca bu sorunun cevabını buldum. Beneth, roman türü eserlerin beyne bir katkıda bulunmadığını savunuyor. Ona göre okurken belli bir gerginlik oluşturan zihin yorucu eserlerin muhakemenin inkişafında etkisi çok büyük. Tanımladığı özelliklerin Risale-i Nurda mevcudiyeti şaşırtıcı olmamalıydı.

    Tunus’lu dostumun ifade ettiği gibi Risale-i Nur beyne sürekli muhakeme yaptırıyor. Okunan ya da dinlenen herşeyin düşünce kabiliyetini geliştirdiği sanılmamalıdır. Tam tersine bazıları paslanmasına yol açabilir. Alman Beyin Antreman Kurumu başkanı Bern Fishner’in "Bir kaç saat televizyon seyretmenin beyinde oluşturduğu tembelliğin giderilmesi için bir haftalık egzersiz gerektiğini" söylemesi dikkat çekicidir. Beyindeki bu tembellik TV’den yayılan radyosyondan kaynaklanmıyor şüphesiz. Konu romanvari bir hikayenin, bir hayalin direnişsiz akışına bırakılan beynin uyarımlardan yoksun kalmasıyla ilgilidir. Bu ve benzeri birçok tezden hareketle, Risale-i Nurları ciddiyetle, dikkatle ve ısrarla okuyan kişilerin kavrayış ve muhakemelerinin ya da zekalarının çok fazla inkişaf edeceği tezi ileri sürülebilir. Bunun fiili örneklerini de görüyoruz.

    Risaleleri çok okuyanların simalarını gözlemleyebildiniz mi? Simalarındaki gençliğe ve parlaklığa dikkat ediniz. Hıristiyan olan bir Ingiliz dostum David Packam, yıllar önce Türkiye’ye geldiğinde bana "Ankara’nın sokağında beklesem, insanlar arasında arkadaşlarınızı simalarına bakarak tek tek seçebilirim." demişti. Risaleleri çok okuyanların simalarında bu farklılık yani gençlik ve parlaklık sadece iman ve ruhaniyetin inkişafından doğan bir hususiyet değildir. Olayın fizyolojik bir boyutu da vardır.

    Risaleleri çok okuyanlar beynin devamlı aktif tutulmasının etkisi altında aralıksız düşünme alışkanlığını geliştiriyor. Genç kalmakla ilgili olarak ABD’nin bazı üniversitelerinde yapılan araştırmalar, genç kalma ile zihinsel aktivite arasında yakın bir ilişkiyi ortaya çıkardı. Zihin işçileri, çok daha fazla enerji tükettikleri halde beden işçilerinden daha genç gözüküyorlardı. Çünkü beyin sürekli çalışınca-beyin için bir potansiyel çalışma sınırı konulmadığını biliyoruz-vücudun fonksiyonlarının kontrolü daha mükemmel işliyor. Bu bedensel gençlik-ruhsal yönlerini ihmal etmemek şartıyla-genelde zihinlerini çok kullanan hemen hemen herkeste dikkat çekebilir.

    Risale-i Nurun üslubunda dikkat çeken bir diğer özellik, bu eserlerin anlaşılması bağlamında-bir önceki bölümde değindiğimiz gibi-bir kısım ifadelerde örtüklüğün, imaların mecazların tercih edilmesidir.

    Bu durumun tercih edilmesinin sebebi bazı yerlerde siyasal olabilir. Bazı yerlerde modern bilimlerin bir kısım hususları yeterince açığa çıkarmamış olması sebebiyle dar düşünen kimselerin açık itirazlarını yol açmamak amacı olabilir. Bazı yerlerde de gaybi olan-Kader-i İlahice gizli tutulması istenen hususların imtihan dünyasında olmamız sebebiyle, bazı hadislerinde yüce Peygamberimiz’in (ASM) veya bazı ayetler-de yüce Rabbimizin tercih ettiği gibi-net olarak ifade edilmemesi gereğinden kaynaklanabilir.

    Hz.Mehdi (R.A), Hz. İsa (A.S) deccal, süfyan, İslamın dünyaya hakim oluşu vb. hususlarda örtük noktalar vardır.

    Yine de açık olarak ifade ettiği bazı hususların belli bir zamana kadar yayınlanmamasını tercih etmiştir Bediüzzaman. "İnnaa’tayna Tefsiri", "Sinek Risalesi" gibi… Sinek Risalesi sonradan yayınlanmıştır. Bu risalede Bediüzzaman insanların zannettiğinin tam aksine, Rabbimizin sinekleri yeryüzünün temizliği gibi bir kısım hikmetlerle yarattığını, ancak begerin kasır fehminin bunu anlamadığını söylüyor. Bu risale ancak sineklerin, gerçekten de en çalışkan mikrop toplayıcı ve temizleyicisi olduğu, vücutlarının, sindirim sistemlerinin buna göre yaratıldığı ve sineklerin vücudunda mikrop tutunamadığına dair bilimsel araştırmaların yayınından sonra neşredilmiştir.

    Risale-i Nur’lardaki bu mecazi, örtük ifadeler okuyucunun merak ve tecessüsünü tahrik ediyor, okuyucuyu konunun muhtelif anlamları üzerinde odaklanmaya itiyor.

    Risale-i Nurun Dili ve üslubu üzerinde buraya kadar kısmen değindiğimiz özellikler bu eserlerin Türkiye’de yüce Kur’an-ı Kerim’den sonra en çok satılanlar listesinde yer almasında önemli bir paya sahip olmalıdır. Bu eserlerin bir roman gibi yazılması da tercih edilebilirdi. Ama bu haliyle küçük bir çocuktan bir akademisyene kadar herkes çok şeyler anlıyor ve her okuyan her defasında yeni anlamlar kavrıyor. Hiçbir Risale-i Nur okuyucusu herşeyi bütün yönleriyle anladım diyemeyecek kadar derin ve yoğun anlamlar bu eserlere sıkıştırılmıştır.