Köprü Anasayfa

Din ve Siyaset

"Bahar 95" 50. Sayı

  • Devlet ve Din

    Niyazi Öktem

    Prof. Dr. Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı

    Tarihin ilk devletlerinden bu yana yöneticiler her zaman için dinsel gücü elde bulundurmak istemişlerdir. Burjuva devrimlerine kadar Batıda dinle devlet içiçe olmuştur. Bu içiçelik ülkemizde Kemalist devrime kadar sürmüş, daha sonra laik bir düzen benimsenmiştir. Ancak benimsenen bu laik düzende tüm dinsel grup, eğilim veya mezhepler aynı oranda inanç ve vicdan özgürlüğünden çağdaş boyutta yararlanamamaktadır. Laiklik kavramı da değişik yorum ve görünümlerle günümüze gelmiştir. Bu yazımızda dünyadaki din-devlet ilişkilerini değişik yapısal ve hukuksal yorum ve görünümlerine değinmek istiyoruz.

    I. Hıristiyan Batı Dünyası

    Büyük Fransız Devrimine kadar aristokrasi ile ruhban kol kola devleti idare etmekteydi. Laiklik söz konusu değildi. Güçlü bir Katolik baskı tüm halkı ezdiği kadar diğer din ve mezheplere de yaşam hakkı tanımıyordu. Devrimden sonra Fransa’da kilisenin ayrıcalıklı konumu kaldırılmış ve 1905’ten itibaren de keskin bir laisizm uygulanmıştır. Bu tarihte devlet ile kilise ipleri tamamen koparmış; devletin bütçede din işlerine ayırdığı paraya artık yer verilmemiştir. Daha sonra kiliseye bütçeden pay ayrılmış ve kilise böylelikle bir anlamda özerk bir kuruluş olarak cemaatin de yardımlarıyla varlığını sürdürmüştür.

    Diğer Batı devletlerinde de benzer bir görünüm vardır; hiçbir din veya mezhep ayrıcalıklı bir statü ile devlet tarafından korunmamaktadır. Her mezhep veya din kendi cemaatinin gücüyle varlığını sürdürmektedir. Devlet vergi gelirlerinin bir bölümünü (8-10 civarında) nüfus ölçütünün oranını göz önünde bulundurarak dağıtmaktadır.

    Din ve devlet işlerinin, burjuva devriminden sonra böyle ayrılmasını burjuva düşünürleri Hazreti İsa’nın "Tanrıya ait olanı Tanrıya, Sezar’a ait olanı Sezar’a veriniz" (Mathieu İncili, 21-22.) sözüne dayandırmaktadırlar. Büylelikle Hırıstiyanlığın laikliğe elverişli bir din olduğunu iddia ederler. İncil bütünlüğü içinde ele alındığında Hazreti İsa’nın bu sözü dünyevi iktidarı küçümsemek için söylediğini anlamanız olanaklıdır. Hıristiyanlığın laik bir devlet anlayışını benimsediğini söyleyemeliz. İncil’in birçok yerinde dünyasal iktidar küçümsenir ve onadan kalkması gerektiği ifade edilir. "Tanrısal" halk ve ilişkilerin "Sezarcı" ilişkiler alanına nazaran üstünlük taşıdığı ben yerde vurgulanmıştır. Hazreti İsa, dünyasal devletin yıkılmasından yanadır; çünkü "Civitatae Terrana"da (Dünya Devleti) baskı, güç, gaddarlık vardır. Bu bakış açısı içinde ilk Hıristiyanlar yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Ancak güçlü bir "paien" Roma İmparatorluğu karşısında "boyun eğmekten" başka çareleri olmadığından dünya işlerine karışmamışlar, kendi kabuklarına çekilmişlerdir. Devlet te onları ezmiştir. M.S. 313 yılında Büyük Konstantin’in yayınladığı Milano Fermanı ve M.S. 380’de Theodosius Fermanı ile Hıristiyanlık imparatorluğun resmi dini olmuştur. Bundan böyle burjuva devrimlerine kadar devlet dinin hegemonyası altına onun hizmetine girmiştir. Ünlü din savaşlarından sonra din ile devlet özdeşleşmiştir.

    Burjuva devrimleri ile birlikte Batıda kilise burjuva devleti ile "barış içinde: bir sırada yaşamak" mecburiyetinde kaldığı için laik devleti benimsemiştir. Bugün Katolik kilise "din özgürlüğü" ile ilgili olarak aşağıdaki temel ilkeleri kabullenir:

    Din özgürlüğü, tıpkı diğer hak ve özgürlükler gibi mutlaktır. Bu bağlamda yapılacak her türlü politik ve sosyal baskı insan haklarına aykırıdır. Din ve mezhep seçimi ve değiştirme hakkı üzerinde maddi ve manevi baskılar ortadan kalkmalıdır.

    Din ve devlet birbirinden bağımsız olmalıdır. Ancak kamu yararını gerektiren konularda işbirliğine gidilebilir.

    Özerkliğini koruyabilmek için kilise, devletin sağlayabileceği ayrıcalıkları reddetmelidir.

    Yöneticiler çoğunluğun din veya mezhebine bağlı iseler; azınlıkta kalanların inanç özgürlüğünc daha özenli bir dikkat göstermeleri gerekir.

    Protestan devletlere gelince, din-devlet ayırımı laik düşünce Protestan âleme daha 16. yüzyılda girmiştir. ABD mezhep çokluğunun cennetidir ve her mezhep özerktir. ABD Anayasasında 1787 tarihinde yapılan değişiklikte, inanç ve ibadet özgürlüğünün tüm boyutları ile tanımıştır. Böylelikle Protestanlığın güçlü olduğu ABD’de de değişik eğilimler özerk kuruluşlar halinde sosyal yapı içinde yerlerini almaktadırlar. Benzer durum, Protestanlığın çoğunlukta olduğu diğer ülkelerde de söz konusudur.

    Ortadoks Yunanistan’da da özerk kilise esastır, ancak diyebiliriz ki, bu özerklikte kilise devlet üzerinde büyük baskılar yapabilmektedir.

    Demek ki, Hıristiyan ülkelerde dindevlet işlerinde özerkliğe dayalı gerçek bir laiklik söz konusudur. Kişiliksiz sosyolojik açıdan azınlıkta olan din ve mezhepler güçsüz olmaları nedeniyle zaman zaman mağdur duruma düşmektedir; ancak ülkemizde olduğu gibi tek çatı altında birleşerek çoğunluğun eğilimi içinde kaybolması kanımızca daha sakıncalıdır.

    II. Müslümanlık

    Kur’ân da İncil gibi her şeyden önce dinsel bir mesajdır. Hıristiyanlıkta dünya devletini küçümseyip, yerine "Tanrı devleti"ni geçirmek nasıl varsa; Müslümanlıkta da aynı amaç mevcuttur. Ancak dünya devleti, İslâmda küçümsenmez. Çünkü ilk vahiyden on yıl sonra Hz. Muhammed (a.s.m.) tarafından Allah’ın iradesine uygun bir dünya devleti kurulmuştur. Amaç, onu sürdürebilmektir. İki dinin değişik tarihsel koşullar içinde ortaya çıkması, sanki laiklik anlayışlarında farklılık varmış gibi bir yorumu gündeme getirmektedir. Oysa, her iki dinin laiklik açısından da özü ve esası aynıdır.

    Kur’ân’ın amacı inananlar topluluğunu kurmaktır, ancak bu topluluğun yapısına ilişkin ayrıntılı düzenleme yoktur. Birkaç genel ilke sayılmıştır ki, bunlar da temelde adalet değerini deyimlemektedir. Hukuksal nitelikteki âyetler 6236 âyet içinde yoruma göre 2080 ile 500 arasındadır. Bunların hepsi de belli olaylara bağlı olarak inmiştir. Tarihsel süreç içinde her olay aynı olamayacağından bunlar sadece örnek teşkil eder. Yeni yorumlar insan tarafından her yeni olayın ortaya çıkışında, o olaya göre yapılacaktır. Dünya işlerine ilişkin bir ayırımın olması gerektiği hususu bazı yorumcular için önem taşımaktadır. Şöyle ki, "ulu’l-emr"e (dünyevi gücü elinde bulunduranlara) Hz. Muhammed’in Medine’de, "Siz bu dünya işlerinde benden fazla uzmansınız" dediği söylenir. (Entüm alamü bi emri dünyaküm) Dünya işlerinin dinsel esaslara bağlı düzenlenmesi Hz. Ömer zamanında başlamıştır. Örneğin Hz. Muhammed zamanında düzenlenen bazı kurumları değiştirdiği de rivayet olunur. Başka bir anlatımla laikliğe elverişli bir yoruma gitmek olanaklıyken, tam tersi benimsenmiştir. Özellikle Emeviler Döneminde, Muaviye ve ondan sonrakiler devlete kayıtsız-koşulsuz bağlılığı içeren Cebriyeci yorumlarla fanatizmi özde özgürlükçü olan İslâm’a sokmuşlardır.

    Abbasiler Döneminde, bir din bilgini olan Halife Me’mun değişik yorumlar içinde özgürlükçü Mutezile’yi benimsemiştir. Bunu din âlemine empoze etmeye kalkınca, bir grup âlim reaksiyon göstermiş; böylelikle devlet karşısında ulema, düşünsel bir başkaldırı gerçekleştirmiştir. Abbasi İmparatorluğunun gerileme döneminde "dünya devletini" Selçuklular ele geçirmiş ve kendi dinsel yorumlarıyla din-devlet içiçeliğine bağlı bir yönetim uygulamışlardır. Daha sonra halifelik Eyyubiler tarafından Kahire’ye götürülmüş ve 1517’ye kadar orada kalmıştır. Yavuz Sultan Selim’in Memlük Devletini yıkmasından sonra halifelik kurumunu ele geçiren Osmanlı sultanları, bu sıfatı 1774’e kadar kullanmamışlardır. Din ve devlet işlerinin tam olarak birleşmesini bu tarihe götürmek, kanımızca yerinde olur. Bu tarihten önce Osmanlı sultanları Kureyş Kabilesinden veya Arap olmamalarından dolayı "halife" sıfatını kullanmaktan çekinmişlerdir. Öte yandan din ve devletin içiçelik ortamına girişi "yumuşak bir füzyon" içinde zaman almıştır. Osmanlıdaki din-devlet birleşmesi ne Kur’ân’ın, ne de hadiselerin buyruğudur. Tarihsel zorunluluk Osmanlıyı bu yola götürmüştür. Özellikle Anadolu Alevileri üzerinde hegemonya kurmak için devletin kendi dinsel yorumunu, devlet doktrini olarak öne sürmesi ve "Tanrı da böyle istiyor" zihniyetini yayması, güç ilişkileri açısından zorunluydu… Bu anlayıştır ki, "Halife, Tanrının bu dünyada gölgesidir" ilkesini empoze etmiştir.

    Getirilen hukuk sistemi içinde dinsel nitelikten fazla dünyevi kaygılar daha ağırlıklıdır. 1925’te, halifeliğin Mustafa Kemal tarafından kaldırılması, yalnız Türkiye’de değil, tüm İslâm dünyasında büyük çalkantılara yol açmıştır.

    Bugün İslâm nüfusunun ağırlıkta olduğu ülkelerde din-devlet ilişkileri açısından üç eğilim vardır:

    1. Şeriatın uygulanmasını isteyen radikal Müslümanlar.

    2. Katı, jakoben laikler.

    3. Batıda olduğu gibi her din, eğilim ve mezhebin kendi özerk örgütlerinin kurulmasını isteyenler.

    Kanımızca Batının getirdiği sistem daha sağlıklı ve çağdaş görünmektedir. Böylelikle çeşitli mezhep ve dinler daha özgürlükçü bir ortam içinde gelişebilirler ve diğer mezhepler karşısında güç dengesini sağlarlar. Bu, ayrıca çoğunluğun elinde bulunan din örgütüne, azınlıkta olan mezhep veya dinin vergileriyle destek vermesi gibi mantıksız bir-olayı da ortadan kaldırır. Bu tür bir yaklaşım ancak jakoben laiklerle fanatik dincilerin işine gelmez, çünkü onlar sosyal ve hukuksal baskılarla herkesi kendileri gibi düşünmeye ve inanmaya zorlamaktadırlar. Böyle bir düzenlemede şu ana ilkeleri benimsemek gerekir:

    1. Plüralizme saygı: Her türlü din ve mezhebin inanç, ibadet ve örgütlenme özgürlüğünü güvence altına almak, saygı göstermek. Bu sadece din alanında değil, kültür ve ideoloji açısından da zorunlu bir demokrasi ilkesidir. Sosyal devlet anlayışı içinde bu saygıyı daha da ileri götürmek zorunludur. Sosyal devlet inanç, ibadet, kültür ve ideolojik farklılıkları içinde olan tüm eğilimlere ve özellikle güçsüz olanlara destek vermek mecburiyetindedir.

    2. Devletin din; dinin devlet karsısında özerkliği: Tarih göstermiştir ki, devlet dini her zaman içinde kendi politik çıkarlarına alet etmiştir. Öte yandan resmi din her zaman için tutucudur. Resmi dinin yanında olan eğilim ve tarikatlar da tutucu olur. ÜIkemizde de resmi din yandaşı olan tarikatler tutucuyken, resmi din dışında kalanlar daha özgürlükçüdür. Bu nedenle din ve devletin birbirinden ayrılması gerekir. Devlet, önerdiğimiz alternatif içinde kamu yararı anlayışıyla tüm özerk kurumları denetlemeli, ülke kültürüne aykırı hareketle karşılaştığında yasal önlemleri almalıdır. Tüm özerk kuruluşları denetleyen, onların üstünde olan bir devlet objektiviteyi de sağlar. Devlet din işlerinin uzmanı değildir. O bu dünya ile ilgilenir. Din "bu dünya" işlerine karışmaya kalkarsa devletin "Dur!" demesi gerekir. Devletle din içiçe olduğunda kim kime "Dur!" diyecektir.

    3. Din eğitimi Kur’ân kursları gibi konularda da devlet tamamiyle tarafsız olacaktır: Cemaatler kendi din eğitimi biçim ve sistemini kendileri düzenlemelidir. Devlet, ancak bir denetim gücü olmalıdır.

    4. Devlet okullarında din dersleri secimlik ders haline getirilmeli ve içeriklerinde karşılaştırmalı din ve mezhep görüşlerine yer verilmeli: Din-devlet işleri laik çağlar boyunca toplumların temel sorunlarından biri olmuştur. Her din, tarihsel süreç içinde bu ilişkiyi sosyal ve kültürel koşullara göre değişik şekilde ele almıştır. Dinler, siyasal iktidarları etkilemeyi ve yönetmeyi pek sevmişlerdir. Oysa iktidarların dinsel esaslara dayanması özgür ve demokratik ortamı ortadan kaldırır. Dünyasal iktidar "gökyüzünü" de yanına destek alırsa, itiraz ve eleştiri yok olur.

    Batı özerk sistemle sorunu çözümlemiştir. Orada ordu, basın, sendikalar gibi kilise de bir baskı grubudur. O da belli bir siyasal partiyi destekler, sosyo-politik yaşamda tavrını ortaya koyar. Ancak ülkemizde olduğu gibi devlet çatısı içinde değildir. Devlet çatısı altında olan Diyanet İşleri, laik devlet anlayışına aykırıdır.