Köprü Anasayfa

Din ve Siyaset

"Bahar 95" 50. Sayı

  • "Direnme Hakkı" ve Bediüzzaman'ın "siyaset"e yaklaşımı

    Bünyamin Duran

    Doç. Dr. Dumlupınar Üniversitesi Bilecik İ.İ.B.F Öğretim Görevlisi

    "Direnme hakkı" konusu ülkemizde fazla incelenmeyen ve tartışılmayan konulardan biridir. Buna karşılık bu tip konular Batılı düşünürler tarafından ciddi şekilde araştırılan, üzerinde önemli ölçüde tartışılan ve son derece önemli sonuçlar üretilen oldukça verimli bir konudur. Batılı düşünürlerin çoğu, Doğu toplumlarında "devrimlerin yokluğu" tezine bu toplumlarda "direnme hakkı"nın olmaması veya bu hakkın fiili olarak kullanılmamasından kaynaklandığı düşüncesiyle ulaşır. İtiraf etmeliyim ki, yakın zamana kadar ben de konunun yabancısı idim. Bryan S. Turner’in Oryantalizm, Kapitalizm ve İslam adlı kitabını okurken sık sık "direnme hakkı"ndan söz ediliyor ve Doğu (bu arada İslam) toplumlarında "devrimlerin yokluğu"ndan bu toplumların kapitalizm aşamasına geçemedikleri sonucuna ulaşılıyordu. İslâm toplumları ekseninde "direnme hakkı" konusunda B. Lewis’e göndermede bulunuyor ve sözü edilen kitapta Lewis’in tezi çürütülmeye çalışılıyordu. Lewis ise gerçekten tipik bir oryantaliste yakışır şekilde İslâm tarihinde "direnme hakkı"nı tüm yönleriyle ciddi bir analize tabi tutuyordu. Lewis’in tezini Bediüzzaman’ın düşünceleriyle test ederken Bediüzzaman’ın "direnme hakkı" ile ilgili tavrı gündeme geliyor ve bu tavrın doğmadan "selef’in tavrıyla paralellik arz ettiği ortaya çıkıyordu. Bu arada Batı ve değerlerine adeta taparcasına sahip çıkan ve savunan Lewis’in ileri sürdüğü gibi Batı düşüncesinde "direnme hakkı"nın olup olmadığı sorusuna cevap aramak gerekiyordu.

    Bu çalışmada; ilk olarak Batı siyasal düşüncesinde "direnme hakkı" ile ilgili yaklaşımlar, izleyen bahiste İslâm siyasal düşüncesinde bu konuyla ilgili tezler, en son bahiste de Bediüzzaman’ın direnmeyle ilgili tavrı ele alınacaktır.

    "Direnme Hakkı" ve Çeşitleri

    Zalim, baskıcı ve dikta eğilimli bir iktidar insan hak ve hürriyetlerini ayaklar altına alıp, bunlarla ilgili müesseseleri sistemli bir şekilde teker teker işlemez hale getirebilir. Yasaların koyduğu yetki sınırlarını aşabilir ve kamu hürriyetlerini alabildiğine kısarak bir baskı rejimi kurabilir. Aynı şekilde belli bir ideoloji ve doktrini toplumun fertlerine zorla dayatabilir. Hatta toplum fertlerini açık veya örtülü bir şekilde din değiştirmeye zorlayabilir. Bu takdirde fertlerin yönetime karşı tavrı ne olacaktır. Fertler böyle bir baskı rejimine boyun eğmek zorunda mıdırlar? Her türlü hukukî engellerin yıkılması ve devre dısı bırakılması karşısında hürriyetleri korumak için başka hiç bir çare, hiç bir yol yok mudur?

    İşte bu noktada "baskıya karşı direnme" sorunu ile karşılaşıyoruz. Doktrin çoğunlukla fertlere baskı ve zulüm karsısında hürriyetleri korumak için son çare olarak "direnme" hakkını verir. Bu sadece basit ve etkisiz muhalefeti değil, aynı zamanda ve gerektiğinde zor ve kuvvet kullanmayı da içine alır.

    Pratikte baskıya ve zulme karşı direnme çeşitli şekiller alabilir. Çeşitli yazarlar direnmenin çeşitli şekilleri üzerinde durmuş ve belli bir tasnif yapmaya çalışmışlardır. Bu tasniften en klasik şekli "pasif direnme" ve "aktif direnme" şeklindeki tasniftir.

    Zalim ve baskı rejimine karşı şiddete başvurmadan karşı koymanın en kolay yolu olan "pasif direnme" en fazla başvurulan bir direnme yöntemidir. Yöneticinin emirlerini açık olarak tutmamak, açlık grevi yapmak, resmi makam ve mansıpları kabul etmemek, inzivaya çekilmek, resmi kıyafet ve ritüelleri boykot etmek gibi eylemler pasif direnme örneklerinden bazılarıdır.

    Aktif direnme ise; baskıcı ve dikta rejim ve idaresini kuvvet ve gerekirse, şiddet yoluna başvurarak devirme hedefini güden bir direnme şeklidir. Genel olarak isyan ya da ihtilal hareketi olarak adlandırılan bu "saldırıcı direnme," pratik bakımdan bir "savaş" ve "kuvvet çatışması" niteliğini taşır. (Bu konuda geniş bilgi için bkz.: Münci Kapani, ss. 313-314.)

    Direnme problemine bağlı olarak cevaplandırılması hiç de kolay olmayan bazı sorular vardır: ne zaman baskı veya zulüm vardır? Bunu objektif olarak belirlemek mümkün müdür? Direnme gerçekten bir hak mıdır? Fenler bunu ne zaman meşru olarak kullanabilirler? Direnme hakkının normatif değeri nedir? Bu hak nereye kadar gider ve pratikte ne gibi şekiller alır? Bu soruların cevaplarını araştırmak, direnme probleminin Batı siyasal doktrininde ve İslâm siyasal doktrininde konumunun ne olduğunu kısaca incelemek gerekir.

    Batı Siyasal Doktrininde Direnme Hakkı

    Siyasal düşünce alanında, zulme karşı direnme konusunun tanışılması hayli eskidir. Bununla beraber, eski çağda bu konuda belli bir doktrine rastlanmaz. Eski Yunan ve Roma’lı filozoflar çeşitli siyasal konular üzerinde durdukları halde direnme sorunu üzerinde durmamışlardır.

    Zulme karşı direnme problemi bir siyasal görüş olarak ilk defa İslâmi siyasal düşüncede işlenmiş ve geniş ölçüde ele alınmıştır. Daha sonra Ortaçağ Hıristiyan felsefecileri islâmi boyutta olmasa da direnme hakkını belli ölçüde gündeme getirmeye başlamışlardır. Aslında Hıristiyanlık, başlangıçtaki saf şekliyle bizzat Hz. İsa’nın ağzından, "Sezar’ın hakkının Sezar’a verilmesi"ni istemişti. Gene Hz. İsa, "kendi ülkesinin bu yeryüzü"nde olmadığını, dünyevî otoriteye karşı gelinmemesini telkin ediyor ve her türlü direnme fikrini bir kenara itiyordu. Fakat sonraları, Orta Çağ’da kilise ile krallar arasında üstünlük mücadelelerinin başlamasıyla birlikte, Hıristiyan teolojisi zalim hükümdarlara karşı direnme hakkını bir silah olarak kullanmıştır. İlk olarak İngiltere’de 12. yy’da John of Salisbuty tarafından zalimlerin katlinin teorik alanda tanışıldığı ve bunun meşruluğunun savunulduğu görülür. Daha sonraki yüzyıllarda papalık ile krallar arasında çatışma alevlendikçe aynı tema Jean Petit, Boucher ve Mariana gibi Katolik yazarlar tarafından işlenmiştir. Bunlar da yazılarında, zulme karşı direnme olgusunu, toplu ve bilinçli bir halk hareketi değil de sadece "zalimlerin öldürülmesi" açısından ele almışlardır (Batıda Direnme Hakkı için bkz: Münci Kapani, 1981, s. 313 vd.; Bryn S. Turner, s. 63 vd; B. Russel.)

    Orta Çağda zulme karşı direnme konusunu en ciddi ve sistemli şekilde inceleyen Thomas Aquinas olmuştur. Daha öncede gördüğümüz gibi özellikle siyasal iktidarlann kullanılması ile ilgili olarak Hıristiyan doğmalar üzerinde demokratik yönde bazı rötüşlar yapan Saint Thomas zalimlerin öldürülmesi görüşünü benimsemez, fakat buna karşılık zulme karşı direnme hakkını açıkça tanır. Tomas Aquinas’a göre halk, iktidarı zorbalıkla ele geçiren veya meşru yoldan gelmekle beraber sonradan zulüm yoluna sapan hükümdara karşı ayaklanmak ve onu devirmek hakkına sahiptir.

    Beklenenin aksine Reform hareketinden sonra, direnme problemi hak ettiği ölçüde ele alınıp incelenmediği gibi, aksine reformcu filozoflar topluma kayıtsız "itaat" ve "teslimiyet"i tavsiye etmişlerdir. Gerçekten reformun öncüleri olan Luther ve Calvin’in herhangi bir direnme fikrini desteklemiş oldukları ileri sürülemez. Tam aksine her ikisi de hükümdarların iktidarlarının meşruluğunu, yerleşmiş otorite ve düzene her halükarda itaatin gerektiğini savunmuşlardır. Burada önemine binaen Calvin’in konumuz ile ilgili düşüncelerini kısaca inceleyelím:

    Calvin’de Direnme Yaklaşımı

    Bilindiği gibi Calvin, Batının yeniden şekillenmesinde son derece önemli yeri olan bir düşünürdür. Geliştirdiği düşünce sistemiyle Batı dünyasını derinden etkilemiştir. Zalim ve baskıcı yönetime karşı tutumu ise beklendiği gibi aktif değil, aksine son derece "uysal"dır. Düşünür bu konudaki düşüncelerini geliştirirken doğal olarak dini metin ve olaylara dayanır. Bu konudaki yaklaşımını ünlü eseri Hıristiyan Dininin Öğretisı’nden özetleyelim (J. Calvin, s. 89 vd)

    Petrus’un "Tanrı’ya ve krala saygı gösterin" sözü ve Hz. Süleyman’ın (a.s.), "Oğlum, Tanrı’dan ve kraldan kork" sözüne dayanarak Calvin, bu kutsal ifadelerle kralların Tanrı ile birlikte zikredildiği, dolayısıyla onların da kutsal olduğu sonucuna ulaşır. Hatta kraldan sadece korktukları için değil, gösterdikleri itaatin gerçekte Tanrı’ya itaat olduğunu bilerek boyun eğmeleri gerektiği sonucunu çıkarır. Düşünüre göre "Çünkü prensler ve yöneticilerin iktidarı Tanrı’dan gelir."

    Calvin’e göre toplum fertlerinin kralın tüm emirlerine uyarak, vergi ödeyerek, yurt savunmasına iştirak ederek itaat vecibesini yerine getirmesi gerekir. Pavlos’un, "Herkes en yüce erklere bağlı olsun" emrini hatırlatarak krala karşı gelmenin sadece bir dünyevî suç değil, aynı zamanda bir günah da olduğunu vurgular: "Şu halde her kim hükümete karşı gelirse Tanrı’nın düzenine karşı gelmiş olur. Calvin’in öngördüğü ve arzuladığı toplum son derece pasif ve uysal bir toplumdur: "İtaat kavramı altında şu unsurları görüyorum: bireylerin kamu meselelerinde kendi kendilerine yetki tanımamaları, devlet işlerine karışmama, yöneticilerin yetkisine giren işlere burun sokmama ve genel olarak kamuyu ilgilendiren herhangi bir girişime kalkışmama." Yönetilenlerin kamu düzenindeki bozulmalara karşı tepkileri ve muhalefetleri gereksiz ve anlamsızdır: "Kamu düzeninde düzeltilmesi gerekli olan bir bozukluk varsa kargaşalık çıkarmasınlar; ellerinin bağlı olduğunu hissetmeleri gereken bir işe kendilerini sokmasınlar. Bu alanda tek eli kolu bağlı olmayan kişi yöneticidir."

    Ünlü düşünür, kralların emirlerine uymayanların normal insan sayılamayacağını ileri sürecek kadar işi ileri götürür. Yani ona göre kralların emirlerine karşı gelmek veya muhalefet etmek "delilik"tir. Calvin’in kendisinden dinleyelim:

    "Ülkesinin babası, halkının çobanı, barışın koruyucusu, adaletin başkanı, suçsuzların savunucusu olan yöneticinin yetkisini kabul etmeyen kişi, haklı olarak deli sayılmalıdır."

    Şâyet kral talancı, vurguncu, zalim, mütecâviz, ahlâksız ve imansız olur; toplumu şeref ve haysiyetten yoksun bir şekilde yönetmek isterse ne olacaktır? Halâ toplum krala itaat etmeye, kralın yaptıklarını sineye çekmeye devam edecek midir? Düşünür bu soruya da "Evet" demekte, nasıl olursa olsun yönetimin "Tanrısal bir haşmet"e sahip bulunduğu, dolayısıyla mutlaka itaat edilmesi gerektiğini vurgulamaktadır:

    "… bazı prenslerin endişesizce lüks içinde yaşadıklarını; yalnız kendi çıkarların düşünerek bütün hakların, ayrıcalıklarını, kararlarını ve yasalarını rüşvet karşılığında kötüye kullandıklarını; yoksul insanların paralarını yağma ettiklerini ve sonra bunu bahşişlerle boş yere israf ettiklerini; başkalarının evlerini yağmalayarak, evli kadınlara tecavüz ederek, günahsız insanları öldürürerek adi soyguncular gibi davrandıklarını görürüz. Pek çok insana böyle kimseler, uysal olduğu sürece buyruklanna uyulması zorunlu prensler olarak kabul ettiremez." Ancak düşünüre göre böyle düşünen insanlar korkunç bir yanılgı içerisindedirler:

    "Fakat eğer Tanrı’nın emirlerine saygımız varsa, bu bizi daha ilerlere götürecek ve bizi sadece bize karşı olan ödevlerini dürüstlükle ve içtenlikle yerine getiren prenslere düşen görevi yerine getiremiyor olsalar da bütün prenslere uyruk yapacaktır. Öte yandan, adaletsizce ve diktatörce hükmedenler de yine Tanrı tarafından insanları günahkârlıklarından dolayı cezalandırmak için görevlendirmişlerdir. Yine de onlarda yasal erki Tanrı’dan aldıklarını gösteren o kutsal haşmet vardır… Bütün şereften yoksun en kötü karakterli bir kimse bile, eğer kamu yetkisine sahipse Tanrı’nın kendi buyrultusuyla adaletinin ve yargısının bakanlarına havale ettiği o görkemli kutsal iktidarla donatmıştır ve dolayısıyla, halkına itaat bakımından kralların en iyisi kadar şerefe ve saygı görmeye lâyıktır."

    "Karakterleri ne olursa olsun bu saygıyı, hatta bu dindarca bağlılığı bütün yöneticilerimize sonuna kadar göstermek zorundayız… İtaatın sadece adil yöneticilere gösterileceği sonucunu çıkartıyorsanız yanlış düşünüyorsunuz."

    Calvin açıkça ne ölçüde zalim ve despot olursa olsun, krala karşı toplumun "isyan hakkı"nın bulunmadığını net bir şekilde ifade eder: "Tanrı sınırsız tahakkümden her zaman intikam aldığı halde, bu intikam alma işinin bize verildiğini düşünmeyelim. Bize, itaat etmek ve katlanmaktan başka bir emir verilmemiştir," der.

    Spinoza’da Direnme Yaklaşımı

    17. yy’da yaşamış bir düşünür olan Spinoza, B. Russel’in deyimiyle, "sevimli" ve "dürüst" bir filozoftur. Aslen Musevî olan düşünürün yaklaşımları da son derece önemlidir. Çünkü Spinoza da Batıyı derinden etkileyen düşünürlerden biridir.

    Calvin gibi Spinoza da kral veya hükümdar ne kadar zalim, hatta dinsiz de olsa toplumun krala itaat etme zorunda olduğu; dolayısıyla "isyan hakkı"nın bulunmadığı görüşündedir. Ünlü filozofun yaklaşımını kısaca inceleyelim. (B. D. Spinoza, s. 273.)

    Düşünür yönetimle ilgili çeşitli konulan tartıştıktan sonra yönetimin Allah (c.c.) ve dine karşı cephe alarak Allah’ın emirleri dışında veya aksine emirlerle insanlara dayatmalarda bulunursa ne yapılması gerektiği problemini inceler. Ulaştığı sonuç Calvin’inkinden bazı farklılıklar taşısa da nihai olarak aynı eğilimi taşır: zalim, hatta kâfir de olsa hükümdara itaat etmenin zorunlu bir görev olduğu. Filozofun kendi ifadelerinden izleyelim:

    "…egemen, dine ve Tanrı’ya karşı kesinlikle bağlanmış olduğumuz itaat borcuna aykırı bir buyruk verirse ne yapacağımız sonılabilir. Tanrısal yasaya mı, insan yasasına mı itaat etmeliyiz? …Şimdi elimizde iradesinin ne yönde olduğunu belirten kesin ve tartışma götürmez bir vahiy olduğu zaman, her şeyden önce Tanrı’ya itaat etmemiz gerektiğini söylemekle yetineceğim" diyerek görüşünü ortaya koyar.

    Bir konuyla ilgili yaklaşımda Spinoza haklı olarak bazı endişelerini gündeme getirir. İnsanlar genellikle kesin vahye dayanmayan çok sayıda saçma kuruntu ve batıl inanca sahiptirler. Bunların da çoğu hükümdarın emirleriyle çatışabilir nitelikte olabilir. Bu durum şayet tercih söz konusu ise hükümdarın emrinin tercih edilmesi inancındadır. Ancak batıl inanç değil de, doğrudan kesin vahye dayanan emirler konusunda hükümdarın değil, Allah’ın "buyruk"unun tercih edilmesi gerekir. Bununla birlikte düşünür sanki biraz, "takiyye" yapar izlenimi uyandırarak her ne suretle olursa olsun hükümdarla "sözleşme" imzaladıktan sonra mutlak itaatı tavsiye eder.

    "…(hükümdar) Tanrıtanımaz olursa, ya onunla hiçbir sözleşmeye girişmememiz ve ona herhangi bir hakkımızı devretmektense canımızı vermemiz, ya da anlaşma daha önce zaten yapılmış ve haklarımız devredilmiş ise bu anlaşmaya sadık kalmamız ve sözümüzü tutmamız gerekir. Tanrı’nın kuşkuya yer bırakmayan vahyi ile, tiranlığa karşı özel yardımını vadettiği veya bizi özel olarak itaatten affettiği durumlar bir yana, hatta haklı olarak böyle yapmak zorunda olabiliriz." Spinoza bu ifadeleriyle toplumların her halükarda krala itaate mecbur bulunduğu sonucuna ulaşır. Görüşünü de ilk dindar Yahudilerin davranış ve kararlarına dayandırır: "Bu bağlamda görüyoruz ki, Babil’deki bütün Yahudi’lerin içinde Tanrı’nın kendilerine yardım edeceğinden emin olan, bunun için de Nabukadnezar’a itaat etmeyi reddeden ancak üç genç vardı. Geri kalanların hepsi, belki de Tanrı’nın kendilerini kralın emirlerine emanet ettiğini, kralın da egemenliğine Tanrı’nın yazgısı sonunda sahip olduğunu ve koruduğunu düşünerek bir tek, kralı çok sevdiği Danyal bir yana, hiç kuskusuz haklı olarak itaat etmek zorunda kalmışlardı."

    Düşünür, sadece ilk dindar Yahudiler değil, çağdaş Hıristiyan devletlerin bile bu tip kararlar aldığı; bu devletlerin bırakın Tanrıtanımazlarla sözleşmeler imzalamayı "Türkler"le bile siyasi ve ticari sözleşmeler imzaladığını ileri sürerek Tanrıtanımaz krallarla "akdedilen" sözleşmenin geçerli ve meşru olacağını savunur:

    "…Hıristiyan ülkelerin yöneticileri, egemenliklerini güçlendirmek amacıyla, Türkler ve Tanrıtanımazlarla anlaşmalar yapmakta ve bu halklar arasına yerleşen uyruklarına gerek dünyasal gerekse, dinsel konularda anlaşmada gösterilen veya o yabancı devlete izin verilenden daha ileri bir özgürlük istemelerini buyurmaktan kaçınmamaktadırlar."

    Sonuç olarak Batının dev düşünürlerinden Spinoza da krala mutlak olarak itaatı, "vacip" görmekte, direnme ve isyan hakkının olmadığı görüşünü savunmaktadır.

    J. Locke’de Direnme Yaklaşımı

    Reform hareketlerinin ilk dönemlerinde Batılı düşünürlerin genellikle her ne şekilde olursa olsun krala itaatin zorunlu olduğunu ileri sürerken daha sonraları özellikle Protestanların Katolik kralların baskı ve zulmüne uğramaya başlamasıyla durum değişmiştir. Özellikle, Fransa’da bir gece içinde binlerce Prostestanın boğazlandığı korkunç Saint Barthelemy Kıyımı (23 Ağustos 1572) bu konuya yaklaşımda bir dönüm noktası teşkil eder. Bundan sonra Protestan yazarlar toplu bir kampanyaya girişerek birbiri arkasına yayınladıkları kitap ve broşürlerle zulme karşı her türlü yoldan direnmenin meşruluğu tezini işlemişlerdir.

    Krallar ve kilise arasındaki üstünlük kavgaları ve onun arkasından din savaşları da yatıştıktan sonra direnme problemi güncelliğini kaybetmiş ve uzun bir süre gölgede kalmıştır. Bu sorunun tekrar su yüzüne çıkışı 17. yy’ın sonlarına rastlar. Bu dönemden sonra da artık din açısından değil, tamamen seküler düzeyde olaya yaklaşılır.

    Yeni çağdaş direnme hakkının baş savunucusu Locke’tur. Locke halkın direnme hakkını toplum sözleşmesinin tabii ve mantıklı bir sonucu olarak görür. Siyasal iktidarı kullanan (kral veya kanun koyucu) toplum sözleşmesinin temel hükmüne saygı göstermezse kendisine tanınan yetki sınırlarını aşmış ve sözleşmeyi bozmuş olur. O zaman halkın da ona itaat etmek zorunluluğu ortadan kalkar. Bu durumda iktidar tarafından itaate zorlanmak istenirse, buna karşı direnmek halkın en tabü hakkıdır.

    Düşünürü kendi ifadelerinden izleyelim: (John Locke, s. 243.) "Her kim yasanın kendisine verdiği yetkiyi aşar ve buyruğu altındaki erki yasanın izin vermediği bir yerde kullanırsa, yönetmen olmaktan çıkar ve yetkisiz olarak hareket ettiği için, kendisine herhangi bir başkası gibi karşı konabilir. Yetkinin sınırlarını aşmak, küçük bir memur için nasıl bir hak değilse, aynı şekilde büyük bir memur için de hak değildir; (böyle bir yolsuzluk) bir zaptiye neferinde nasıl hoşgörülmezse bir kralda da öylece hoşgörülmez, hatta onun için daha da kötüdür, çünkü ona daha büyük bir güven gösterildiği için öteki hemcinslerinden zaten daha büyük bir yetki payını elinde tutmaktadır ve eğitiminden, işinden, danışmanlarından ileri gelen üstünlüklere bakarak, haklı ve haksızın ölçülerini daha iyi bildiği varsayılmaktadır."

    18. yy’ın büyük şöhretleri Rousseau ve Montesquieu direnme konusu üzerinde hiç durmamışlardır:

    Doktrinde genel olarak mahiyeti ve hukuki değeri tartışmalı olmakla beraber kabul edilen direnme prensibinin 18. yy’ın sonlarından itibaren bazı hukuki metinlerde de yer aldığını görüyoruz. Amerikan ve Fransız ihtilalleri bu prensibi pratik alanda uyguladıktan sonra yayınladıkları beyannamelerde onu siyasal felsefelerinin temel dayanaklarından biri olarak ilan etmişlerdir.

    Zulme karşı direnme hakkının ilk defa, resmen kabul ve açıklanışı 4 Temmuz 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirisinde görülür. Bildiriye göre, "Hükümetler fertlerin hayat, hürriyet ve mutluluğa erişmek gibi tabii ve devredilmez haklarını sağlamak için kurulmuştur. Eğer bir hükümet bu kuruluş amacını yıkıcı bir yön tutacak olursa halk onu değiştirmek veya devirmek hakkına sahiptir." Bu prensip daha sonra bağımsızlıklarına yeni kavuşan konfederasyon üyesi Amerikan devletleri tarafından kendi bildirilerine ve anayasalarına aktarılmıştır.

    Fransız ihtilalinin bu konuda çok daha ileri gittiğine şüphe yoktur. Gerçekten direnme hakkı en geniş ve en parlak ifadesini Fransız İhtilalinin metinlerinde bulur. 1789 Bildirisi bu hakkı hürriyet, mülkiyet ve güvenlikle birlikte insanın tabii ve zaman asımına uğramaz haklarından sayıyordu. Fakat 1793 Haklar Bildirisinin dili daha acık ve çok daha kesindir. Önce "direnme hakkının" diğer insan haklarının bir sonucu olduğu belirtiliyor ve arkasından şöyle deniyordu: "Hükümet halkın haklarını çiğnendiği zaman isyan etmek halk için ve halkın her kesimi için hakların en kutsalı ve ödevlerin en gereklisidir." (Münci Kapani, s. 307 vd.) Gerçi bu metinlerde zulmün tam bir tanımı verilmiş değildir. Fakat bu en geniş anlamda anlaşılmaktadır: "Toplumun tek bir üyesine zulüm yapıldığı zaman bütün topluma zulüm yapılmış demektir. Topluma zulüm yapıldığı zaman da onun her üyesine zulüm yapılmış sayılır."

    Direnme hakkının resmî metinlerde bu derece açık, katı ve kesin bir formülle ifade edilişine artık bir daha Batılı literatürlerde rastlanmayacaktır. Fransız ihtilalinden bu yana bazı anayasalarda direnme prensibinin özüne yer verilmiş olduğu söylenebilir; fakat kullanılan formüller çok daha yumuşak ve üstü örtülüdür.

    İkinci Dünya Savaşından sonra, nasyonal sosyalist ve faşist zulümlerin uyandırdığı tepkinin, direnme prensibine yeniden önem kazandırdığını görüyoruz. Bununla beraber bu prensibin 18. yy’daki "mistik" denebilecek saygınlığına tekrar kavuşmuş olduğu söylenemez.

    İslâmî Doktrinde Direnme Hakkı

    İslâm siyasal doktrininde esas olan ilke ümmetin "kendilerinden olan" yönetime itaat etme ilkesidir. Direnme problemi tali bir sorundur. İslâmi anlayışa göre hem yönetenler, hem de yönetilenler kutsal hukukun yüklediği belli mecburiyetlerle hem Allah’a (c.c.) hem de birbirlerine karsı sorumludurlar. Yönetilenlerin yönetenlere karşı birincil ve en önemli görevi itaat etmektir. İslâmi literatürün dini, hukukî ve siyasî yazılarında bu konu üzerindeki fikir birliği karşı çıkılamayacak kadar açıktır. Meşru otoriteye itaat etme gereği, sadece siyasî çıkar amacına yönelik değildir. Bu, aynı zamanda kutsal hukukun tanımladığı ve yüklediği vahye dayalı dini bir yükümlülüktür de. Meşru otoriteye itaatsizlik bir suç olduğu kadar bir günahtır da.

    Fakat ne yönetimin otoritesi ne de yönetilenlerin itaati sınırsız değildir. Her ikisi de bunları belirleyen, tanımlayan ve düzenleyen hukuka bağımlıdır. Müslüman yönetici Şeriata uygun hareket etmek zorunda olduğundan kesinlikle bir despot olamaz. Genel olarak ümmetin uymakla yükümlü olduğu kanunlar düzenlendiği ve belirlendiği gibi yöneticilerin yönetim konusundaki tasarruf hakkı da kanunda saklanmış ve düzenlenmiştir. Başka bir otorite tarafından düzenlenen bu kanunlara o da en azından sıradan bir birey kadar uymak zorundadır. Burjuva yasama sisteminden farklı olarak, İslâmi sistemde yönetici başka bir otorite tarafından yapılmış kanunu değiştiremez; hatta ilke olarak onu izah etmek ve yorumlamak da onun görevi değildir. Onun görevi kanunu muhafaza etmek, adalet ve şefkat gibi ilkeler istikametinde icra etmektir. Eğer bunları başaramazsa ve dahası bu kanunlara karsı gelirse o zaman bir yönetici olarak ümmetin itaat etmesini sağlayan Müslüman ve cemaatle anlaşmayı ve görevini ihlal ediyor demektir. Bu ise beraberinde belli sonuçlar doğurur. Diğerleri bir yana bu durum en başta tebaanın itaat görevini etkileyecektir.

    İtaate lâyık olabilmek için devlet başkanının klasik hukuk uzmanlarına (müçtehidler) göre iki şartı yerine getirmesi gerekir. Bunlardan biri meşru bir şekilde başa geçmeli ve ikincisi adaletle hükmetmelidir. Eğer hükümdarın idaresi gayri meşru ve icraatları adaletsiz ise karşılığında ümmetin kendisine itaat iddiasını kaybedecektir. (Bernard Lewis, s. 141 vd; Ziyaüddin Rayyis, 141 vd; Münir Şefik, s.123; İbrahim Canan, s. 254 vd; Nevin A. Mustafa, s. 183; Abdülkerim Zeydan, s. 107; Harun Şirvani, s.136.)

    Müslüman bir hükümdara Müslüman tebaanın tam ve doğrudan itaate borcu vardır. Eğer bu hükümdar meşruiyetten yoksunsa veya meşruluğunu kaybederse ve adalet dışı icraatlarda bulunursa tebaanın itaat görevi düşer, hatta bunun yerini itaat etmeme görevi alabilir. İşte "direnme hakkı" denilen hak burada onaya çıkar.

    İlk dönemde hukukçular adalet ve meşruluk üzerinde önemle durmuşlardır. Meşruluk, hükümdarın elinde tuttuğu makam için yeterli olması ve bu makamı hak ederek hukuk çerçevesinde ele geçirmesi demektir. Adalet ise hükümdarın İslâm’ın kutsal hukukuna uygun bir idare ortaya koymasıdır. Yani tüm icraatını adalet temeli üzerinde gerçekleştirmesidir. Bir hükümdar eğer meşru değilse gaspçıdır; eğer adil değilse zalimdir.

    Zaman içinde pratikten kaynaklanan dayatmalar yüzünden adalet ve meşruluğun tanımlarında önemli farklılık ortaya çıkmış, bunun sonucu olarak da gerek belirleyicilikleri, gerekse tanımlarında belli ölçüde kaymalar olmuştur. Hilafetten saltanata geçiş süreci yapısallaştıkça yönetimde ilk sart olan meşruluk zaman süreci içinde etkinliğini önemli ölçüde kaybetmiştir. Vurgu geniş ölçüde zorunlu olarak adalet ilkesine kaymıştır. Hükümdarın iktidarı elinde tutmaya yetecek kadar bir silahlı güce sahip olması ve ismen dahi olsa Müslüman olman yeterli görülmeye kadar gidilmiştir. Hatta pratik hayatın dayatmaları ve zaruretleri Müslüman hukukçuları öyle çaresiz bırakmış ki, bazı hukukçuların itaat sınırını iyice genişletmeleri ve esnetmelerini sağlamıştır. (Bernard Lewis, s.153.)

    İslâm siyasal doktrinler tarihinde zalim ve baskıcı rejim ve yönetime karşı "direnme hakkı" ile ilgili genel olarak iki yaklaşıma şahit olmaktayız. Bunlardan birincisine "devrimci yaklaşım", ikincisine de "ıslahçı yaklaşım" dememiz mümkündür. Her iki yaklaşım da kendilerine İslâm’ın temel kaynakları olan Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şerif’ten bol miktarda dayanak bulabilmektedir. Bu yaklaşımlardan "devrimci yaklaşım" zalim ve baskıcı yönetime karşı "isyan hakkı"nın meşru olduğu ve bu hakkın kullanılarak savaşmanın gerekliliği üzerinde durmakta, ümmeti zalim yönetimle savaşmaya çağırmaktadır. "Islahçı Yaklaşım" ise fayda-zarar muhasebesi yapmanın gerekliliğini ön plana alarak, verilen kararın sonucunda zararın ağır basması söz konusu ise zulme karşı "sabır" etmenin, fakat bunun yanında tüm ıslah mekanizmalarını kullanarak irşad ve tebliğ faaliyetine girişmenin gerekliliğini vurgularlar. Burada her iki yaklaşımın Kitap ve Sünnet’ten dayandıkları nasları kısaca gözden geçirelim:

    Devrimci Yaklaşımın Dayandıkları

    Devrimci yaklaşım düşüncelerinin meşruluğunu Kur’ân’ın dayanışma yoluyla ümmete "iyiliği emredip, kötülükten alıkoyma"yı vacip kıldığı deliline dayandırır. Söz konusu ekole göre kötülüğü düzeltmenin ilk ve en etkin yolu; kötülüğü emreden, iyilikten alıkoyan yönetime karşı "kuvvet kullanma"dır.

    Devrimci görüşün taraftarları şu âyetlere dayanırlar: "Sizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun" (Âl-i İmran, 3/104); "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten alıkoyarsınız." (Âl-i İmran, 3/110.) Her iki âyette de Cenâb-ı Hakkın ümmete "iyiliği emretme ve kötülüğü önleme" görevini yüklendiği, dolayısıyla ümmetin bu görevi yerine getirmek zorunda olduğunu ileri sürerler. Aynı şekilde görüşlerini destekleyen şu hadisleri de zikrederler: "Sizden bir kötülük gören, onu eliyle düzeltsin, gücü yetmezse diliyle düzeltsin, buna da gücü yetmezse kalbiyle buğz etsin, bu imanın en zayıfıdır." (Müslim, İman, 20.) Diğerleri gibi bu hadiste de kötülüğün "elle," yani fiil ve kuvvetle düzeltilmesi, diğer araçlardan önce yer almıştır. Dolayısyla ümmetin ilk görevi "kötülük"ü eliyle düzeltmektir. Söz konusu ekolün dayandığı bir diğer Hadis de şudur: "İyiliği emredin, kötülükten alıkoyun, zalimin elini yakalayın, onu doğru yola getirin, yoksa Allah kalplerinizi birbirinize vurur." (Tirmizî, Tefsiru’s-Sure, 67.) Yine zalim yönetici ile ilgili başka bir hadis: "Zalimi görür de onun ellerini yakalamazsanız, katımdan gelecek azabı Allah neredeyse size umumi kılar." (İbni Mace, Fiten, 20.) Aynı zamanda bu yaklaşıma göre en etkin "cihad" da zalim ve despot yönetimle mücadele şeklinde olan "cihad"tır. Bu konuda da şu hadislere dayanırlar: "Cihadın en faziletlisi, zalim sultan yanındaki hak sözdür." (Ebu Davud, Melahim, 17.) "Şehidlerin efendisi Hz. Hamza’dır, sonradan zalim bir imama gelerek ona iyiliği emredip, kötülükten alıkoyması üzerine sultanın katlettiği kişidir." (Tirmizi, Ahkam, 4.) (Z. Nevin A. Mustafa, Islâm Siyasi Düşüncesinde Muhalefet, ç. Vecdi Akyüz, tz Yay., tst.: 1998, ss. 191-192.) Zalim ve tiran yönetime karşı fiili olarak nasıl hareket edilmesi gerektiğini de Huzeyfe b. Yeman’ın Hz. Peygamberden rivayet ettiği şu Hadis’ten çıkarırlar: "Dedim ki; ‘Ey Allah’ın elçisi şu verilen iyilikten sonra kötülük olacak mı?’ Resûlullah, ‘Evet’ dedi. ‘(Peki, o zaman) neye sarılacağız?’ diye sordum. ‘Kılıca’ buyurdu." (Muhammed Ammara, s. 24.)

    Islahçı Yaklaşımın Kitabî Dayanakları

    Islahçı yaklaşıma aynı zamanda "sabır ekolü" de denmektedir. Bu yaklaşımın temeli, ümmetin daha büyük sıkıntıya düşmesini önlemek amacıyla yapılabilecek her türlü "ıslah," "ikaz" ve "irşad" faaliyetini yapmak; buna rağmen yönetim, zulüm ve baskıya devam ediyorsa, buna karşı da "sabr" etmektir. Bu yaklaşım Ehl-i Sünnet çoğunluğunun görüşüdür. Bu konuda kriterleri zulme karşı onaya konulan hareketin "alternatif maliyeti"nin bu harekete değip değmediğidir. Zulme, baskıya ve haksızlığa karşı direnirken onaya çıkacak veya çıkması muhtemel gelişmeler zulmü ortadan kaldırma sonucu elde edilecek hayırlı işlerden fazla değilse ehvenü’ş-şer tercih edilerek mevcut zulme ve baskıya sabretmek gerekir. Ulemanın bu konudaki yaklaşımı, yöneticiye günah, mü’mine sabır düştüğü istikametindedir. Bu görüşü Hz. Peygamberin bazı hadislerine dayandırırlar: "Benden sonra kayırmalar ve hoşlanmadığınız işler olacak," buyurunca, "Buna erişene ne emredersiniz?" diye sordular? Bunun üzerine, "Size düşen borcu yerine getirir, hakkınızı Allah’tan istersiniz" buyurdu. (Tirmizi, Fiten, 25.) "Emirinden hoşlanmadığı bir şey gören sabretsin, çünkü sultana bir karış karşı çıkan, cahiliyye ölümü üzere ölür." (Buhari, Fiten, 2.) "İtaat ediniz, onların sorumluluğu kendine sizinki kendinizedir." (Buhari, Enbiya, 50.)

    İslâm ulemasından Cüveyni’nin bu konudaki görüşü şöyledir: Görevden alınmak istenen imamın görevden uzaklaştırılması ümmet içinde fitne doğmasına, kan dökülmesine hukukun çiğnenmesi ve malların kaybolmasına sebep oluyorsa, bu durumda kazanılacak hayırla kaybedilen fayda arasında mukayese yapmak gerekir. Şayet beklenen iyilik ve hayır ortaya çıkan zarardan az ise mevcut duruma sabretmek gerekir. İcî de bu görüşü destekliyor: "Gerektiren bir sebep dolayısıyla ümmet imamı görevden alabilir. Şâyet fitneye sebep oluyorsa zararların daha hafifine katlanılır." (Cuveyni, Gıyasü’l-ümem, s. 271.)

    İslâm tarihinde Ehl-i Sünnet ulemasının büyük ekseriyeti "sabır" yolunu tercih etmişlerdir; ümmetin ilave zarar ve felâketlere düşmesini arzu etmemişlerdir. Hasan-ı Basri’nin, İmam-ı Malik’in, imam-ı Şafi’nin ve İmam-ı Azam’ın yaklaşım ve içtihatları bu merkezdedir.

    Onların bu tutumu, korkularından veya başka maddi endişelerden kaynaklanmış değildir. Ümmetin yararını gözeten ve gerçeklesen mevcut zararla beklenen zararı karşılastıran felsefenin bir ifadesidir. Aynı zamanda onlar herhangi bir fitneye çağırmaksızın veya bir ayaklanmaya katılmaksızın, hakkı savunmak üzere kendilerini feda etmekte tereddüt etmezler. Bu konuda ehl-i sünnete mensup seçkin fukahanın hayatlarından pek çok örnek verebiliriz.

    İslâm hukukçu ve yazarları hükümdar ve memurların kötü idare ihtimaline karşı çok uyanık davranmışlar ve bunu önlemek için bütün zekâlarını kullanmışlarsa da isyan ve anarşinin daha büyük kötülüklerinden sakınmak için zalim hükümdarı bile itaat etmenin bir görev olduğu hususunda ısrar etmişlerdir. Adaletli bir idare uygulaması için hükümdarın uyarı ve öğütlerle ikna edilebileceği çeşitli tedbirler önermişler ve devlet memurları için de dürüstlük ve dindarlığın gerekliliğini sürekli vurgulayan dini tehlikelerde bulunmuşlardır. Hanefi mezhebinin kurucusu İmam-ı Azam’ın öğrencisi büyük müçtehid İmam-ı Yusuf’a vasiyeti de bu merkezdedir.

    "Sultana saygılı ol. Kendi vakarını da muhafaza et. Onun makamı ve mevkiine de tazim et (saygılı ol). İlmi bir mesele veya bir ihtiyaç dolayısı ile seni çağırmadıkça huzuruna girmekten kaçın. Çünkü onun huzuruna luzumlu luzumsuz girip çıkarsan sana itibar etmez, kıymet vermez, onun indinde (yanında) değerin düşer. Mevkiin sarsılır.

    "Sultan ile ilişkilerinde ateşten faydalandığın gibi faydalan; uzakça dur; ona çok yaklaşma. Ateş çok yaklaşanı yakar, uzakta kalana fayda sağlamaz. Sultan da ateş gibidir. Her şeyi kendisinde görür; kendisinde gördüğünü de başka kimsede görmez.

    "…Sultanla buluşmak için onun adamlarını ve etrafındaki kişileri vasıta olarak kullanma. Sultanla doğrudan doğruya kendin buluş, görüş. Etrafındakilerden uzaklaş ki, sultan indinde şerefin ve merteben yerinde kalsın.

    "…Sultana yakın olmak için vesile ve aracı arama. Sultanın senin yakınları arasına almasını da arzu etme. Şâyet sultan kendiliğinden seni yakınları arasına alırsa, bu durumu da halka açıklama. Çünkü bu durumu halka açıklarsan sana bir takım işler havale ederler. Bu işleri takip edip üzerinde durusan sultan seni hoş karşılamaz. Bu işleri takip etmez ve üzerinde durmazsan bu sefer de halk seni ayıplar. Her iki hal de senin için küçüklüktür.

    "… Sultanından ve amirinden dine uymayan bir hal ve davranış gördüğün zaman kendisine itaat etmekle beraber onu bu hususta münasip bir dille ikaz et. Çünkü o iktidar cihetiyle senden kuvvetlidir. Meselâ ona şöyle diyebilirsin: ‘Siz benim amirim ve sultanımsınız. Bundan dolayı emrinize itaat ederim. Su kadar var ki, dine uymayan hal ve davranışlarınızı size haber vermekten kendimi alamıyorum. Bu ikazı bir defa yapman yeterlidir ikazını tekrarlar ve bu hususta ileri gidip aşırı davranırsan sultan seni azarlar ve müşkül durumda bırakır. Netice itibariyle bu ikaz hususundaki tekrar ve ısrarın şahsınla birlikte dinin—tatbikatta—alçalıp, zayıflamasına sebep olabilir. Eğer, o sultan veya amir dine aykırı hal ve hareketini bir kaç defa tekrarlarsa bizzat kendin o yalnızken huzuruna çık ve din konusunda kendisine nasihatte bulun. Eğer, o sultan veya amir, bidatçi (kanun dışıcı) veya tevilci ise onunla çekinmeden ilmi münazara ve tartışmada bulun." (Kitabül-Haraç, s. 60 vd.)

    Yönetimin otoritesinin sınırlarını gevşetmek veya ümmetin itaatinin sınırlarını genişletme hususunda ulema çok isteksiz davranmışlardır. Ancak "zaruret"in "haramı helâl kılabileceği" gerçeğini de unutmamışlardı. Aslında son derece aşkın dürüstlük ve fazilet sahibi ulema için zalime teslimiyet doktrinini kabul etmek hiç de kolay olmamıştır. Zaten bu kabulün ifade edildiği terimler çoğunlukla büyük bir ıstırapla yüklüdür. Bernard Lewis’in haklı tespitiyle, "Kutsal hukukun bu büyük uzmanları büyük bir dini inanç ve derin bir ahlâki amaçla donatılmış kimselerdi, bunların zalime teslim anlayışları saraylıların dalkavukluluğundan, bürokratların pragmatizminden veya resmi din adamlarını kariyer endişelerinden farklı kendine özgü bir mantığa sahipti. Din alimleri zalim hükümete dahi itaat edilmelidir derler, çünkü diğer seçenekler daha kötüdür, ancak bu yolla İslâm’ın temel dini ve kanuni emirleri sürdürülebilir." (Bemard Lewis, s.155).

    Zamanla yönetimlerin baskı ve zulümleri yaygınlaşıp, ulemanın nasihat ve irşadlarına kulaklarını kapayınca ulema bütün vurguyu Müslüman bireyin kendi âleminde "kâmil" ve "müttaki" olabilmesine kaydırmıştır. İnsan Allah’ın karşısında sadece kendi hesabını vereceğine göre yönetimin zalim ve adil olmasına bakmadan "en iyi" olmamaları gerekir. Yönetim ne kadar adil de olsa birey günahkâr ve isyankârsa yönetimin adalet ve hikmet üzere olması o kadar önem taşımaz. Önemli olan kişinin ahlakî ve dinî yaşantısıdır. Nitekim 10. yy’da yaşayan bir hukukçu olan İbni Batta bu konuda şunları söyler: "Bütün ulema Cuma namazlarının, bayramların, Mina ve Arafat’taki törenlerin, kâfirlere karşı savaş ilânının, haccın ve kurbanların adil veya kötü olsun bütün âmirler üzerine farz olduğu hususunda oy birliği ile mutabıktırlar; öyle ki, onlara vergi, kanuni sadakalar ve asar vergisi ödemek inşa ettikleri muhteşem camilerde namaz kılmak ve köprülerde yürümek meşrudur. Benzer şekilde alım-satım ve diğer ticâret türleri, ziraat ve zanaat her dönemde ve her amirin yönetimi altında Kitaba ve Sünnete uygun olmak kaydıyla meşrudur. Zalimleri zulmü ve zorbanın istibdadı dini koruyan ve Hz. Peygamberin sünnetine bağlı kalan kişiye bir zarar vermez, velev ki, Kitaba ve Sünnete uygun olarak hareket etsin; aynı şekilde bir kişi adil bir imamın idaresi altındayken Kitaba ve Sünnete aykırı bir satış yaparsa imamın adaleti ona bir fayda sağlamayacaktır." (zik. Bernard Lewis, s. 155-156.)

    Aynı temel düşünce bir din alimi ve felsefeci olan el-Gazali tarafından da 11. yy’ın sonlarına doğru daha güçlü bir vurguyla dile getirilir: "bizim bundan dolayı teslimiyetimiz gönüllü değildir, fakat zorunluluk yasaklananları bile yasal kılabilir. Bildiğiniz gibi leş yiyen hayvanların yenmesi yasaktır, fakat açlıktan ölmek daha kötü bir durumdur. Eğer bir kimse buna razı olmaz da imametin günümüzde ölü olduğunu çünkü gerekli niteliklerinin bulunmadığını söylerse bu görüşte ısrar ederse imameti tekrar yerine koymaya gücü yetmez, gerekli niteliklere sahip kişiye vermezse, o zaman şu soru sorulmalıdır: "Hangisi daha iyidir; kadıların yasal olmadığını, bütün yetkilerin geçersiz olduğunu, evlilik anlaşmalarının yasal olmadığını, hükümetin her yerdeki bütün icraatlarının boş ve faydasız olduğunu ilan etmek ve böylece herkesi günah içinde yaşamaya terk etmek mi veya gerçekte imametin var olduğunu ve böylece muamele ve idari faaliyetlerin, bu zamanın şanları ve gereklilikleri göz önüne alındığında, geçerli olduğunu kabul etmek mi?" (zik. Bernard Lewis, Gazali, İktisat, Kahire, h. 1320, s. 107-108.)

    "Direnme" olayı sadece Müslüman fakat zalim hükümdara nasıl davranılacak problemiyle bitmemekte, zamanla ortaya çıkan yeni pratiklerle kâfir hükümdar altında nasıl davranılması gerekeceği problemine kadar dayanmaktadır. Gerçekten de İslâmi yayılışın belli bir dönemden sonra daha önce Müslümanlar tarafından feth edilen bölgeler zamanla kâfir yönetimlerin eline geçmiş; oralarda yaşayan milyonlarca Müslüman yerli kâfir hükümdarların yönetimi altında kalmıştır. Bu defa problem kafir hükümdara karşı nasıl davranması gerektiği etrafında yoğunlaşmaya başlamıştır. Müslümanlar "daru’l-harb" olan yeni yerlerinden "hicret" mi edecekler? yoksa topraklarını terk etmeyip kafir yönetimin emrine mi gireceklerdi? Ayrıca kâfir olan bir hükümdar aynı zamanda adil de olabilirdi. Hatta Müslümanlara Müslüman’ca bir yaşayışı bile sağlayabilirdi. Bu durumda Müslümanların tavrı ve kararı nasıl olacaktı? Pratikten kaynaklanan bütün bu problemler yoğun olarak ulemanın gündemine giriyor ve ciddi tanışmalara konu oluyordu.

    Bu büyük bir sorun olarak ilk kez 11. yy’da Hıristiyanların Avrupa’daki Müslüman topraklarını ele geçirmeleriyle baş gösterdi. Normanlar 1061’de Messina’yı aldıklarında Sicilya’nın büyük bir kesimi iki asırdır Müslüman idaresi altında bulunuyordu ve Normanların adayı işgalinde, kültür sahibi şehirli bir nüfus Hıristiyanların idaresi altına girdi. Buna paralel olarak, Hıristiyanların İspanya ve Portekiz’de de ilerlemeleri neticesinde büyük bir Müslüman nüfus Hıristiyan egemenliğine girdi. Bu asrın sonlarında haçlıların Doğu Akdeniz kıyılarına ulaşmasıyla sorun bu sefer de İslâm’ın doğduğu topraklara taşındı. Bu problem sadece, Batı ile sınırlı kalmadı. O dönemde Müslümanlar’ın giderek zayıflaması, Kafkasya’daki Hıristiyanlara yeniden bağımsızlık kazanma ve hatta Müslüman topraklara girme imkânı sağladı.

    Bu olayların bir sonucu olarak milyonlarca yerleşik ve artık kentleşmiş Müslüman kitle kendilerini birden bire gayri müslim hükümdarların yönetimi altında buldular.

    Gerçi İspanya ve İtalya Hıristiyanları son derece insani(!) bir operasyonla Müslüman nüfusu da imha etti ya da Avrupa’dan sürdü, fakat gelişmeler sadece İspanya ve İtalya’yla sınırlı kalmadı.

    Özellikle İslâm topraklarının büyük bir kesimini kapsayan Moğol işgali, bu toprakları yabancı ve putperest işgalcilerin egemenliği altında bıraktı. Zaman içinde Moğol hanedanları İslâm’ı seçtiklerinde bile Moğol hukuk düzenini tamamen terk etmediler ve Şeriatın uygulama alanını kısıtlı tuttular. Öte yandan Müslüman topraklan Moğol saldırılarından tam kurtulmak üzere iken ve ayakta kalan Moğol hükümdar ve askerleri tam İslâm’a dönecek ve İslâm’ın bünyesinde eritilecekken bu defa da Avrupa’dan gelen çok daha büyük bir tehlike baş gösterdi.

    Avrupa’nın emperyalist yayılımı ile islâm dünyasının önemli bir bölümü Hıristiyanların yönetimi altına girdi. Sadece Türkiye ve İran bağımsızlıklarını korumayı başarabildiler.

    Bu gelişmelerin ortaya çıkardığı sorunların ilk hukukî tanışmaları Sicilya ve İberya yarımadasının kaybedilmesiyle başladı. Yeniden ele geçirilen bölgelerdeki Hıristiyan hükümdarlar daha henüz kendi Müslüman tebaalarının ihracını kararlaştırmadıkları bir zamanda bu insanlar güç, fakat zorunlu bir tercihle karşı karşıya kaldılar. Müslüman ülkelere gitmek mi veya bu yeni hükümdarların idaresi altında kalmak mı? Eğer ikinci seçenek seçilecekse bu neye dayandırılacaktı?

    Hukukçuların bu sorulara verdikleri cevaplar birbirinden çok farklı idi. Bir fikir ekolüne göre gayri müslim idare altında kalmak Allah’ın kanunlarına aykırı olduğu için erkek, kadın ve çocuk her Müslüman’ın bu topraklan terk etmesi bir görevdi. Böyle bir idare, onların Müslüman olarak kutsal hukuk altındaki görevlerini yerine getirmelerini imkânsız kılacak ve dahası onları ve çocuklarını irtidat tehlikesine maruz bırakacaktı. Eğer kafir hükümdar adil ve hoşgörülü biri değil ise, bu tehlike daha da büyüyecek ve buraları terk etmek ihtiyacı daha da acil hale gelecekti. Bu yaklaşımı benimseyenler izlenecek yolu göstermesi nedeniyle Hz. Peygamberin hicret hareketini örnek olarak vurgulamaktaydılar.

    Diğer bir hukuk ekolü yukarıdaki görüşe tamamen karşı bir çözüm öneriyordu. Bu ekole göre buralar İslam yurdu idi ve cari durum geçici idi. Müslümanlar doğdukları toprakları terk etmemeli, bulundukları yerlerde İslâm’ı yaşamaya ve yaymaya gayret göstermeliydiler. Bu arada zorunlu olarak kâfir hükümdara itaat etme durumu ortaya çıkıyor; bu da "zaruretler haramı helal kılar" ilkesiyle çözülmeye çalışılıyordu. (Bernard Lewis, s. 163.)

    Sonuc olarak ulema ve İslâm hukukçuların ümmetin maslahat ve huzurunu ön planda tutarak ümmeti sıkıntıya sokacak fikir ve içtihatlardan uzak durmuşlar; yönetimle ilişkilerinde genellikle "iyiliği tavsiye etme" yolunu seçmişlerdir. Zalim ve baskıcı yönetime karşı genellikle "pasif direnme" yolunu tercih etmişlerdir. Bunun yanında sürekli olarak yönetime hakkı, adaleti ve Allah’ın yanında hesap vermeyi hatırlatarak yönetimlerin icraatlarını mümkün olduğu kadar meşru bir zemine kaydırmaya çalışmışlardır.

    Bediüzzaman’da "Direnme Hakkı" ve "Siyaset" İlişkisi

    Bediüzzaman’ın zulüm ve haksızlığa karşı tavrı ve direnişi Ehl-i Sünnet’in büyük müçtehid ve mücedditleri olan Hasan-ı Basri, İmam-ı Malik, İmam-ı Şafi, İmam-ı Âzam, İmam-ı Gazali ve İmam-ı Rabbâni’nin tavrından farklı değildir. Birinci plânda ümmetin huzur ve sükununu garanti altına almak; ikinci plânda da tek tek ümmet fertlerinin kendi iç dünyalarını iman, ihlas, samimiyet, sadakat, sebat ve dinamizm vasıflarıyla donatmaktır.

    "İsyan" Anlamındaki "Siyaset"

    Konunun alt başlığı okunduğunda "direnme hakkı" veya "direnme hakkı"nın en sert tarzı olan "isyan hakkı"yla "siyasete katılma"nın ne ilişkisi olduğu sorulabilir. Burada ilk olarak Bediüzzaman’ın tek parti döneminde "siyasete girme" olayını "isyan hakkı" anlamında kullandığına dikkati çekelim. Gerek İttihat ve Terakki döneminde, gerekse çok partili dönem olan 1950 sonrası dönemde siyasete yüklediği anların benim "adi siyaset" dediğim Makyavelist siyasettir. Buna karşılık tek parti dönemi olan 1920-1950 arasında kullandığı "siyaset" ve "siyasete katılma" ise doğrudan doğruya baskıcı ve zulüm rejimine karşı "güç kullanma" ve "isyan" anlamındadır. Aksi durumda aşağılarda da inceleyeceğimiz gibi "siyasete girme"yi vicdan, hak, hakikat gibi kudsî değerlerin engellediğinden söz edilmesi abes olurdu. Bu çalışmada biz de yalana, tarafgirliğe ve menfaate dayalı "adi siyaset" anlamındaki siyasetle değil, doğrudan rejimi yıkmaya yönelik "isyan" anlamındaki siyasetle ilgileneceğiz.

    Hemen burada başka bir noktayı vurgulamak gerekir. Bediüzzaman’ın rejime karşı tutumu "pasif direnme" diyebileceğimiz bir tutumu yansıtıyor. "Sizin dünyanız sizin olsun," deyip dünyadan geniş ölçüde uzaklaşması başlı başına bir direnme tavrını ifade eder. Ayrıca, sadece "aktif direnme" stratejisini tercih etmemiş olması da arzuladığı "nihai sonuç"tan tamamen vazgeçtiği veya bu sonucun elde edilemez olduğu anlamına da gelmez. "Nihai sonuç"un nasıl olacağını tarih gösterecektir. Bu çalışmada Bediüzzaman’ın sadece "isyan hakkı"nı neden kullanmadığı olgusu çözümlenmeye çalışılacaktır.

    Bediüzzaman "siyaset" konusunda genel strateji olarak "devrimci yaklaşımı"ı değil, "ıslahçı yaklaşımını benimsemiştir. Bir ömür boyu tüm himmet, gayret ve enerjisini "ıslah," "ikaz" ve "irşad" faaliyetine tahsis etmiştir. Düşünürün bu tip bir stratejiyi tercih etmesinin çeşitli nedenleri vardır. Bunlardan birincisi; muhatap olduğu topluluğun "cehalet," "gaflet" ve "ihmal"den kaynaklanan bilgisizlikten dolayı yoğun ölçüde "irşad" ve "ıslah"a muhtaç olmalarıdır. Genel olarak gaflet, cehalet, fısk, hatta zulüm içinde bulunan topluluk aslında bin yıldır İslâm’ın bayraktarlığını yapan ve yerkürenin önemli bir bölümünde İla-i Kelimetullah görevini ifa eden bir ecdadın torunlarıdır. "Cibilliyeten" de Müslüman’dır. Sanki İslâm onların genlerine kodlanmıştır. Zamanı geldiğinde yine onlar dedeleri gibi İslam ve Kur’ân için hayatlarını feda edip şehit olacaklar ve "evliya" mertebesine çıkacaklardır.

    Bu bakımdan Anadolu insanına Bediüzzaman bu perspektiften yaklaşmış, onları, "şehid torunu" ve "şehid namzedi" olarak görmüştür.

    İsyan hakkını kullanmaya engel olan unsurlardan biri: Kur’ân hizmetini hiçbir şeye âlet yapmamak.

    Bediüzzaman "aktif direnme"nin en kesin ve sert şeklini oluşturan "isyan hakkı"nın kullanılmasının bir zamanda doğru olmamasını ümmetin içinde bulunduğu ortama bağlar. Ona göre uzun zamandan beri Batıdan kaynaklanan materyalist ve ateist cereyanlar ve fikirlerle ümmet (özellikle aydın kesimi) geniş ölçüde mânevî bakımdan yaralanmış, iman ve ahlâkında geniş tahribatlar olmuştur; dolayısıyla Kur’ân hakikatlarını sağlıklı bir sekilde anlamakta zorluk çekmektedirler. Bu bakımdan ümmete bu zamanda daha değişik yaklaşılmalı ve yaralarını daha şefkatli bir şekilde tedavi etmelidir. Bu ortamda acilen yapılması gereken şey; birinci plânda iman ve Kur’ân hakikatlari her türlü menfaat ve "garaz"dan arınmış olarak topluma sunmak ve toplumla samimiyet ve sadakat zemininde buluşmaktır. Bu bakımdan seçilecek motodoloji de bu yaklaşımı vurgular nitelikte olmalıdır. Bu çerçevede İman ve Kur’ân hizmeti hiçbir şeye âlet ve basamak yapılmadığı gibi böyle bir izlenimin ortaya çıkmasına bile izin verilmemelidir. Aksi durumda ahlâki ve imani açıdan yozlaşan ve her şeyi belli menfaatlerine basamak yapmaktan çekinmeyen kesimler "Kur’ân şakirtlerini"nin İman ve Kur’ân hizmetini maddi ve siyasi emellerine âlet ve basamak yaptıklarını sanacak ve çevresine de bu yönde propaganda yapacaklardır. Böyle bir izlenimin doğması bile son derece tehlikeli ve sakıncalıdır. Çünkü bu durumda ortaya çıkacak böyle bir propaganda "halk İslâmı" dediğimiz "avam" kesiminin yanılmasına ve İslâm’dan uzaklaşmasına neden olacaktır. Böyle bir ortamda Bediüzzaman’a göre "aktif direnme" hakkını kullanmak bir yana zalimlere bile beddua etmemek gerekir. Çünkü öyle bir toplumsal ortamda yaşıyoruz ki zalim-mazlum, suçlu-masum bir arada yaşamakta; zalime gelecek bir belâdan geniş ölçüde masumlar da etkileneceklerdir.

    "Benim ve Risâle-i Nur’un mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düsturu… olan şefkat itibariyle bir masuma zarar gelmemek için bana zulmeden canilere değil ilişmek, belki beddua ile de mukabele edemiyorum. Hatta en şiddetli bir garaz ile bana zulmeden bazı fasık, belki dinsiz zalimlere hiddet ettiğim halde değil maddi (mukabele) belki beddua ile mukabeleden beni o şefkat men ediyor. Çünkü o zalim gaddarın peder ve validesi gibi ihtiyar biçarelere veya evladı gibi masumlara maddi zarar gelmemek için o dört beş masumların hatırına binaen o zalim gaddara ilişmiyorum, bazan da hakkımı helal ediyorum." (Şualar, ss. 372-373.)

    Bediüzzaman’ın tüm cabası sanki "fetret devri" niteliğine sahip olan bir çağın insanlarına Kur’ân hakikatlerini doğrudan ve perdesiz sunabilmektir. Bu takdimi engelleyecek her türlü davranış ve plândan şiddetle kaçınmaktır. Bediüzzaman bu konudaki yaklaşımını daha çarpıcı olarak şöyle ifade eder:

    "Kur’ân bizi siyasetten menetmiş; ta ki, elmas gibi hakikatler ehli dünyanın nazarında cam parçalarına inmesin." "Amma Kur’ân ve iman hizmeti ne için (siyasetten) men ediyor?" dersen; ben de derim ki, "Hakaik-ı imaniyye ve Kur’âniye birer elmas hükmünde olduğu halde, siyaset ile alude olsa idim, elimdeki o elmaslar iğfal olunabilen (kandırılabilen) avam tarafından ‘Acaba taraftar kazanmak için bir propaganda-ı siyaset değil mi?’ diye düşünürler. Bu elmaslara adi şişeler nazarıyla bakabilirler. O halde ben o siyasete temas etmekle o elmaslara zulm ederim ve (bu davranışım) kıymetlerini tenzil etmek hükmüne geçer." (Emirdağ Lahikası,1:38)

    Başka bir yerde ise bu konuda şu gerekceleri ileri sürer:

    "…Mesleğimizin esası olan "ihlas" bizi (siyasetten) men ediyor. Çünkü bir gaflet zamanında, hususan tarafgirane mefkureler sahibi (olanlar) her şeyi kendi mesleğine alet ederek, hatta dinini ve uhrevi harekatını da o dünyevî mesleğe bir nevi alet hükmüne getiriyor. Halbuki hakaik-i imaniyye ve hizmet-i nuriyye-i kudsiyye kainatta hiçbir şeye alet olamaz. Rıza-i İlâhiden başka bir gayesi olamaz. Halbuki şimdiki cereyanların çarpışmaları hengamında bu sırr-ı ihlası muhafaza etmek, dinini dünyaya alet etmemek müşkülleşmiş. En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine inayet ve tevfik-i İlâhiyeye dayanmaktadır."

    Toplumsal ortamın bu olumsuz niteliklerinden dolayı:

    "…Nur şakirtleri hiç siyasete karışmadılar, hiçbir partiye girmediler, çünkü iman mal-ı umumidir, her taifede muhtaçları ve sahipleri vardır. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zındıkaya, dalalete karşı cephe alır, nur mesleğinde mü’minlerin uhuvveti esastır." (Emirdağ Lahikası,1:177.)

    "İsyan" anlamındaki "siyaset"e yaklaşırken Bediüzzaman aynı zamanda elindeki beşeri materyallerin niteliğini rasyonel olarak değerlendirir.

    Bediüzzaman "kısa dönem" ve "uzun dönem" stratejilerini belirlerken ilk olarak mevcut ümmetin ahlâk ve iman durumunun derinliğine tahlil ve analizini yapar. Ulaştığı sonuç ise umut kırıcıdır. Bu toplumun "maddi cihad"ı yapacak gücü, dinamizmi ve niyeti yoktur. Böyle olunca birer birer fertlerin iman, ihlas, samimíyet ve takvaya ihtiyacı vardır. Kendisinden dinleyelim:

    "Kafile-i beşer bir yolculuktur. Şu zamanda Kur’ân’ın nuruyla gördüm ki o yol bir bataklığa girdi. Mülevves (pis) ve ufunetli bir çamur içinde kafile-i beşer düşe kalka gidiyor. Bir kısmı, selametli bir yolda gider, bir kısmı, mümkün olduğu kadar çamurdan bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtaları bulmuş. Bir kısm-ı ekseri, o ufunetli pis, çamurlu bataklık içinde karanlıkta gidiyor. Yüzde yirmisi sarhoşluk sebebiyle o pis çamuru misk ü amber zannederek yüzüne gözüne bulaştırıyor, düşerek kalkarak gider "ve sonunda" boğulur. Yüzde sekseni ise; bataklığı anlar, ufunetli ve pis olduğunu hisseder; fakat mütehayyirdirler, selâmetli yolu göremiyorlar…" (Mektubat, ss. 50-51.)

    Bediüzzaman’a göre ümmetin içinde bulunduğu durumdan kurtarılabilmesi için iki yol ve metod vardır; bunlardan biri, "topuz"la kafalarına vura vura yüzde yirmilik sarhoşları ayıltmak; ikincisi ise "bir nur göstererek" yolunu şaşırmış yüzde sekseni "doğru yola götürmektir.

    "Ben bakıyorum ki," der, "yirmiye karşı seksen adam elinde topuz tutuyor. Halbuki o biçare ve mütehayyir olan seksene karsı hakkıyla nur gösterilmiyor? Gösterilse de; bir elinde hem sopa hem nur olduğu için emniyetsiz oluyor. Mütehayyir adam, "Acaba beni nurla celb edip topuzla dövmek mi istiyor?" diye telâş eder. Hem de bazen arızalarla topuz kırıldığı vakit nur dahi uçar veya söner." (Mektubat, s. 51.) Bediüzzaman "iki eli olduğunu, yüz eli de olsa" "hepsiyle nur tutacağını" topuz tutmayacağını, çünkü bu zamanda topuza değil, nura ihtiyacın olduğunu ısrarla vurgular.

    Bediüzzaman asrın birey bazında kültürel çöküntüsünü tahlil etmeye devam eder: "Bu asrın bir hassası şudur ki; nasıl bir uzvu insani hastalansa, yaralansa sair aza vazifelerini kısmen bırakıp onun imdadına koşar; öyle de, hırs-ı hayat ve hıfzı, zevk-ı hayat ve aşkı tanıyan ve fıtrat-ı insaniyede derc edilen bir cihaz-ı insaniye çok esbap ile yaralanmıs, sair letaifi kendisiyle meşgul edip sükut ettirmeye başlamış; vazife-i hakikiyelerini onlara unutturmaya çalışıyor." (Kastamonu Lahikası, s. 70.)

    Bediüzzaman’a göre böyle kültürel bir ortamda kitlelerin ihlas, samimiyet, sadakat, iman ve fedakârlık gibi "sahih" İslâm’ın nitelikleriyle donatılabilmesi için Kur’ân ve iman hizmetinde maddi ve manevi hiç bir şeÿi âlet ve basamak yapmadan doğrudan doğruya Kur’ân hakikatlerini tebliğ edilmesi gerekir.

    İsyan hakkını kullanmaya engel olan bir diğer unsur:şefkat.

    Hayatı ve düşünce setinden anlaşıldığına göre Bediüzzaman’ın plân, karar ve eylemleri geniş ölçüde taşıdığı engin "şefkat" duygusunun etkisi altında şekillenmektedir. Genel hareket stratejisini belirlerken şefkatin ne ölçüde etkili olduğunu aşağıdaki satırlardan görmek mümkündür:

    "Binler haysiyet ve şerefimi bu vatandaki biçarelerin istirahatı ve onlardan belâların define (kalkmasına) feda etmek için (Cenâb-ı Hak) bana bir halet-i ruhiyeyi ihsan eylemiş ki; ben de onların (zalim yöneticilerin) yaptığı ve niyetinde bulundukları tahkirat (aşağılama) ve ihanetlerine karşı tahammülle karar vermişim. Bu milletin asayişine, hususan masum çocukların ve muhterem ihtiyarların ve biçãre hastaların ve fakirlerin dünyevî istirahatlarına ve uhrevî saadetlerine binler hayatımı ve binler şerefimi feda etmeye hazırım." (Emirdağ Lahikası,1:29.)

    Benzer soylu duyguları Bediüzzaman masum gayri müslimler için de taşır:

    "Şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber, manevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden biçarelere gelen felâketler, helâketler, sefaletler; açlıklar şiddetle rikkatime dokundu. Birden ihtar edildi ki: böyle musibetlerde kafir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükafat vardır ki, o musibet ona nisbeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semaviye masumlar hakkında bir nevi şehadet (şehidlik) hükmüne geçiyor."

    "Üç-dört aydır ki, dünyanın vaziyeti ve harbinden hiçbir haberim yokken Avrupa’da (ve) Rusya’daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim (hatırladım). O mânevî ihtarın beyan ettiği taksimat bu elini şefkate bir merhem oldu…" (Kastamonu Lahikası, s. 76.)

    Bediüzzaman, yukarıda da ifade edildiği gibi Anadolu insanına son derece derin ve engin şefkat beslemekte, adeta onların kılına bile dokunulmasını arzu etmemektedir. İnsanımıza yaklaşımını çarpıcı bir şekilde yansıtan bir olayı kendisinden dinleyelim:

    "Eski Harb-i Umumiden (Birinci Dünya Savaşı) biraz evvel ben Van’da iken bazı dindar ve müttaki zatlar yanıma geldiler; dediler ki, bazı kumandanlarda dinsizlik oluyor, gel bize iştirak et biz bu reislere isyan edeceğiz. Ben de dedim: ‘O fenâlıklar ve o dinsizlik o gibi kumandanlara mahsustur. Ordu onun ile mes’ul olmaz, bu Osmanlı ordusunda belki yüz bin evliya var. Ben bu orduya karşı kılınç çekmem ve size iştirak etmem. O zatlar benden ayrıldılar, kılınç çektiler, neticesiz Bitlis hadisesi vücuda geldi. Az zaman sonra Harb-i Umumi patladı. O ordu din namına iştirak etti, cihada girdi. O ordudan yüz bin şehitler evliya mertebesine çıkıp beni o davamda tasdik edip, kanlarıyla velâyet fermanlarını imzaladılar." (Şualar, s. 360-31.)

    Bediüzzaman aynı tutumunu cumhuriyet sonrası patlak veren Şeyh Said İsyanında da sürdürmüştür. Kendisini isyana iştirak etmek üzere davet eden kişiye; bin yıldır İslâm’ın bayraktarlığını yapan bir milletin evladına kılınç çekemeyeceğini; bunların sadece irşad ve ıslaha ihtiyacı olduğunu anlatarak davetini kabul etmez.

    Bediüzzaman’ın Anadolu insanına yaklaşımı bu istikamettedir. Siyasi rejim ve kadrolar değişse, Müslümanlara siyasi rejimin bakımı farklılaşsa da Bediüzzaman’ın Anadolu insanına karşı taşıdığı şefkat ve merhamet duygulan değişmemiştir. Anadolu insanına yaklaşım tarzı bu olunca Bediüzzaman zalim ve baskı rejimlerine karşı isyan etmeyi düşünmemiştir.

    Bediüzzaman, isyan anlamındaki siyasete yaklaşırken bir taraftan isyana katılan ümmet fertlerinin uğrayabileceği zarar ve zulmü, diğer taraftan da karşı taraftaki mazlumların karşılaşabilecekleri zulmü dikkate alır. Bu anlamda; "Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım" derken; iki genel olumsuz sonuçtan kaçınmaya çalışır. Bunlardan biri gücü ele geçirip karşıdaki zalimlerin hakkından gelirken onların sayısının çok çok üzerinde olan masum ve mazlumların hakkına tecavüz etmek, onların, kanlarının akmasına sebep olmaktır. Bediüzzaman Kur’ân’dan aldığı "şefkat" düsturunun kendisini bu tip bir siyasete talip olmaktan men ettiğini ifade eder ve bu tip hareketin şeytan kadar "iğrenç" olacağını vurgular. Aynı zamanda böyle bir karar ve harekette bulunmaktan Allah’a sığınır. İkincisi; elindeki gücü oluşturan ümmeti "maddi cihad"a sürdüğünde onların ileri derecede zulüm, yıkım ve tahribe manız kalmalarına sebep olmaktır. Bu yıkımın doğuracağı acı, ıstırap, gözyaşı ve kandan da Allah’a sığınır.

    Ayrıca Üstad, neden siyaset yoluyla hizmet yapılamayacağını incelerken, siyaset metodunun tercih edilmesi durumunda sonucun ne olacağını iyice hesap eder:

    "Şefkat-i vicdan, hakikat bizi siyasetten men ediyor. Çünkü tokada müstehak dinsiz münafıklar onda iki ise, onlara müteallik yedi sekiz masum, biçare çoluk çocuk, zaif, hasta ve ihtiyarlar var. Belâ ve musibet gelse masumlar belâya düşecekler. Belki o iki münafık dinsiz daha az zarar görecek." (Kastamonu Lahikası, s. 155.) Dikkat edileceği gibi, siyasetle amaca ulaşılmasının seçilmesi durumunda hem sonucun alınması kesin olmayacak, hem de harekat esnasında karşı taraftan zarar görenler yine masumlar olacaktır. Esas zarar görmesi gereken bozguncular ve zalimler ise ya hiç zarar görmeyecek ya da çok az bir zararla kurtulacaklardır."

    Öte yandan bu dönemde dikta rejimleri son derece gelişmiş silâh teknolojilerine de sahip olduklarından gerçekleştirecekleri yıkım ve zararın boyutu eski dönemlere göre çok daha şiddetli ve sert olacaktır. Emperyalist Batı uygarlığının ürettiği insan tipi öyle egocentrist, ırkçı, militarist ve zalimdir ki, belli hedefleri gerçekleştirme uğruna dünyayı ateşe verebilir.

    "…(içinde yaşadığımız) asırda gaddar medeniyetten neşet eden hodgamlık ve asabiyet-i unsuriye (ırkçılık damarı) ve umumi harpten gelen istibdad-ı askeriye (militarist baskı) ve dalaletten çıkan merhametsizlik cihetinde öyle bir eşşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadat meydan almış ki, ehl-i hak hakkını kuvvet-i maddiye (güç kullanarak) i1e müdafaa etse ya eşedd-i zulüm ile tarafgirlik bahanesiyle çok biçareleri yakacak… çünkü mezkur hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar bir iki adamın hatasıyla yirnıi otuz adamı adi bahanelerle vurur, perişan eder." (Şualar, s. 292.)

    Zulüm ve baskı rejimleri "vatanın birliği" ve "bölünmezliği" gibi ilkeleri esas alarak ve sanki bu ilkelere taparak insanların hak ve hürriyetlerini çiğner.

    "Siyaseti beşeriyenin en esaslı bir kanun-u esasisi (anayasa maddesi) olan "selâmet-i millet için fenler feda edilir. Cemaatın selâmeti için eşhas kurban edilir, vatan için her şey feda edilir."

    "Bütün nev-i beşerdeki şimdiye kadar dehşetli cinayetler bu kanunun su-i istimalinden," kaynaklanmıştır. "Bu kanun-u esasiye-i beşeriye, bir hadd-i muayyenesi (belli bir sınırı) olmadığı için çok su-i istimale yol açmış. İki harbi umumi bu gaddar kanun-u esasinin su-i istimalinden çıkıp bin sene(lik) beşerin terakkiyatını zir-u zeber ettiği gibi, on cani yüzünden doksan masumun mahvına (da) fetva verdi. Bir menfaat-ı umumi (kamu yararı) perdesi altında şahsi garazlar, bir cani yüzünden bir kasabayı harap etti…" Dolayısıyla bu zamandaki zalim ve despotlara karsı maddi güç kullanmak son derece tehlikeli ve sakıncalıdır. Bir kere tercih edilecek seçenekler İslâmi değildir.

    Emperyalist, militarist ve vandalist duygular ve eğilimlerle hareket eden zalimlere karsı Müslümanlar nasıl davranmalıdır? "Mukabele-i bil’misil" zalim ilkesiyle onlar gibi vandalist duygularla masum ve mazlumları da yakıp yıkmalı mı? Yoksa bu konuda ehl-i hakkı bağlayan, sınırlayan engelleri dikkate alarak daha değişik strateji mi izlemelidir? Bediüzzaman’dan dinleyelim:

    "Eğer ehl-i hak, adalet yolunda yalnız vuranı vursa, otuz zayiata mukabil yalnız (ca) biri kazanır (ve böylece) mağlup vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bil’misil kaide-i zalimanesiyle (aynıyla karşılık verme kaidesi) o ehl-i hak dahi bir ikinin hatasıyla yirmi otuz biçareleri ezse, o vakit hak nanıma dehşetli bir haksızlık ederler. İşte Kur’ân’ın emriyle gayet şiddetle ve nefretle siyasetten ve idareye karışmaktan kaçındığımızın hakiki hikmeti ve sebebi budur. Yoksa bizde öyle bir hak kuvveti var ki, hakkımızı tam müdafaa edebilirdik…" (Şualar, s. 292.)

    Yukarıdaki satırlardan da anlaşılacağı gibi, Bediüzzaman ilginç bir hesap tekniğiyle menfi hareketin sonunda "ehl-i hakkın" aleyhine sonuçlanacağı neticesine varır. Karşı cephede olan zalimler gibi hareket edilip, masum-zalim farkı gözetmeden "vurulsa" bu defa kesinlikle İslâmî olmayan zalim bir fiilin içine girilmiş olur. Oysa masum ve mazlumun hakkı İslâm’da garanti altına alınmıstır. Hatta Kur’ân’ın en önemli esas ve ilkelerinden biri bir masumun hakkını ihlal etmeyi tüm insanlığın hakkının ihlaliyle özdes saymasıdır:

    "(Emperyalizmin zulüm rejimine karşı) Arş-ı Azam’dan gelen Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan’daki bu gelen kanunu esasiyi buldum. O kanunu da şu ayet ifade ediyor: "Vela teziru…" ve "Men gatele nefsen…" yani bu iki ayet bu esası ders veriyor ki: "Bir adamın cinayeti ile başkaları mes’ul olmaz. Hem bir masum, rızası olmadan bütün insanlara da feda edilmez. Kendi ihtiyariyle kendi rızasıyla kendini feda etse o fedakarlık bir şehadettir ki, o başka meseledir." (Emirdağ Lahikası, c. II, s. 97.)

    İtaat ve sabrın sınırı: açıktan imansızlık

    Bediüzzaman itaat ve sabrın da bir sınırı olduğunu, bu sınıra ulaşıldıktan sonra "sabır taşının çatlayacağını" ifade ederek bu sınırı onaya koyar: yönetimin açıktan imansızlık ve dinsizlik hesabına çalışmaya başlaması. Artık bu ortama gelindikten sonra kalbinde iman kırıntısı bulunan her Müslüman’ın kendilerinin imanını boğmaya azmetmiş kafir ve zalim yönetime karşı savaşmak zorundadır.

    "Yirmi beş senedir hayat-ı siyasiye ve içtimaiyeden çekilmişim. Hükümet-i cumhuriye ne hal kastettiğini bilmiyorum. El’iyazü billah, eğer dinsizlik hesabına, iman ve ahiretine çalışanları mes’ul edecek kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmiş ise, bunu size bila perva ilan ve ihtar ederim ki, bin canım olsa, iman ve ahiretime feda etmeye hazırım." (Şualar, s. 363-364.)

    Sonuç:

    Sonuç olarak zalim ve baskıcı yönetime karşı gerek Batı gerekse İslâm siyasal doktrininde "direnme hakkı" ile ilgili belli doktrinler geliştirilmiş ve toplum zalim ve tiran yönetimlerin karşısında korunmaya çalışılmıştır. Ancak pratik hayatta genellikle güç zalim ve tiranın elinde olduğundan doktrindeki ilkeler pek uygulama alanına konulamamıştır. Bu konuda en acı ve ıstırap verici çıkmazı İslâm hukukçuları ve uleması yaşamıştır. Zalim ve despot rejimler karşısında zaman zaman öyle çaresiz kalmışlardır ki, ya şiddet ve yeni zulümlere başvurmak ya da açık adaletsizlik, iffetsizlik, talan ve savurganlık yönetimini sineye çekmek tercihine zorlanmışlardır. Genellikle ulema ikinci yolu tercih etmek zorunda kalmıştır. Bediüzzaman da geleneksel Ehl-i Sünnet ulemasının seçtiği yolu seçmiş; ümmetin gaflet, cehalet ve "hayret" içinde olduğunu dikkate alarak; bunlara "kılınç çekme" yerine "ıslah ve irşad" etmenin gerekli olduğunu düşünerek stratejisini "tamir" ve "irşad" üzerine bina etmiştir.

    Yararlanılan Kaynaklar

    Abdülkerim Zeydan, İslâm’da Fert ve Devlet Münasebetleri: (Çev. Mehmet Akif Ersoy, sadeleştiren: Burhaneddin Kayhan), Kayıhan Yayınlan,1978.

    B. D. Spinoza, Din ve Siyaset Üstüne, (Derleyen. Mete Tuncay) Batı’da Siyasat Düşünceler Tarihi, c. II, Teori Yayınları, Ankara,1986.

    Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, Envar Neşriyat, İstanbul,1994·

    Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, Sinan Matbaası, İstanbul,1985.

    Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lahikası, Sinan Matbaası, İstanbul 1959.

    Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lahikası, Doğu Ltd. Şirketi Matbaası, Ankara,1985.

    Bernard Lewis, İslâm’ın Siyasal Dili, (çev.: Fatih Taşar), Rey Yayınlan, İstanbul, 1992.

    Bertrant Russel, Batı Felsefe Tarihi, (çev.: Muammer Sencer), Say Kitap Pazarlama,1983).

    Bryan S. Turner, Oryantalizm, Kapitalizm ve İslam, (Ter.: Ahmet Demirhan) İnsan Yayınları, İstanbul,1991·

    Harun H. Şirvani, Siyasi Düşünce ve İdare, (çev.: Kemal Kuşçu), Nur Yayınlan, Ankara,1965.

    İbrahim Canan, İslâm Işığında Anarşi, Cihan Yayınları,1984.

    İmam-ı Ebu Yusuf, Kitabü’l Haraç, (Sadeleştiren İsmail Karakaya) Akçağ Yayınları, Ankara,1982.

    J. Calvin, Hıristiyan Dininin Öğretisi, (Derleyen Mete Tuncay), Batı’da Siyasal Düşünceler Tarihi, Teori Yayınları, Ankara 1986.

    John Locke, Uygar Yönetim, (Derleyen Mete Tuncay) Batı’da Siyasal Düşünceler Tarihi, c. II, Teori Yayınları, Ankara, 1986.

    Mümtaz Soysal, Anayasanın Anlamı, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1986

    Münci Kapani, Kamu Hürriyetleri, Ankara Ün. Hukuk Fak. Yay., 1981.

    Münir Şefik, Çağdaş İslâm Düşüncesi, (çev.: Esat Pınarbaşı), Dünya Yayıncılık, İstanbul, 1991.

    Nevin A. Mustafa, İslâm Siyasi Düşüncesinde Muhalefet. (Cev.: Vecdi Akyüz) İz Yayıncılık, İstanbul 1990.

    Ziyauddin Rayyıs, İslâm’da Siyasi Düşünce Tarihi, çev.: Ahmet Sarıkaya Nehir Yayınları, İstanbul 1990.