Köprü Anasayfa

Din ve Siyaset

"Bahar 95" 50. Sayı

  • Raşid Gannuşi ile söyleşi

    Tunuslu bir düşünür. İslâmî Nahdad Hareketinin sürgündeki lideri.

    İslâmîhareketlerin, ekonomik açıdan Liberalizmle buluştuklarını görüyoruz. Ancaksiyasî yönden farklılaşıyorlar. Liberalizm, kimi zaman "BatıDemokrasisi," kimi zaman da "Parlamenter Demokrasi" ifadesiylegündeme geliyor..

    İslâmîhareketlerle Liberalizmin, tam olarak buluştuklarını söylemek mümkün değildir.Ekonomik Liberalizmin tek tanrısı, kârdır. Oysa bizim Rabb’imiz, Allah’tır. Tektanrısı kâr olan Liberalizm için kâra ulaştıran her şey helâldir. Bu uğurdayalan söylemek, halkların kültürlerini yok etmek, kanlarını emmek birkaç seçkinaile için mübahtır. Bütün dünyada, bir kaç millet değil, bir kaç kartelin dahafazla zenginleşmesi için diğer halklar sömürülmektedir. Bu vahşi liberalizminkurucu ve teorisyenleri, yine Batılı ekonomistlerdir. Dünya, bu liberalizminhâkimiyeti altında, yıkım, sömürü, savaş yoksullaştırma, aile ve toplumlarıdejenere etme gibi kötülüklerden başka bir şey görmemiştir. Bütün bugelişmeler, Batılı rejimleri geri adım atmaya ve en azından kendi varlıklarınıteminat altına alabilmek için bazı değişiklikler yapmaya zorlamıştır. Aslında,Liberalizm’in özünde böyle bir olgu mevcut değildir. Liberalizm, uğradığıbirçok cerrahi müdahalelere rağmen günümüzde de dünyayı tehdit etmekte, büyükfelâketlerin haberciliğini yapmaktadır. Liberalizmin hakim olduğu ülkelerebile, cinsel hastalıklar, uyuşturucu, aile hayatının bitişi, artan işsizlik veekonomik durgunluk gibi önemli tehditlerle karşı karşıya bulunmaktadır. BuLiberalizm, dünyayı her şeyden kâr eden bir zümre ile, her şeyini yığınlarolarak iki kısma ayırmaktadır. Böyle bir Liberalizm, İslâm’la nasılbağdaşabilir? Tam olarak bağdaşması asla mümkün değildir. Ama şurası var ki,Liberalizm, özellikle sosyalizmin ve yaşanan vakıanın doğurduğu baskılarla,İslâm’a doğru yaklaşım sürecine girmek zorunda kalmıştır. Bunu da tam biryaklaşma olarak görmemek gerekir. Örneğin sosyal güvenlik düşüncesinikabullenmesi, bu çerçevede değerlendirilebilecek bir adımdır. Ama bireyselliğiön plânda tutan bir sistem oluşu bugün de aynen sürmektedir. Liberalizmin,bütün bireyleri ve toplumu, bireyin hizmetinde gören yaklaşımı hâlâ geçerlidir.Oysa İslâm’da aslolan, toplumun halkların ve çoğunluğun çıkarlarıdır. Azınlığınçıkarlarıyla çeliştiği zaman, kesinlikle çoğunluğun çıkarı göz önündebulundurulur. Bu nedenledir ki, İslâm, ekonomik bakımdan da Liberalizmleçatışmaktadır. Her şey bir yana İslâm, ne suret ve kılıfta olursa olsun, faiziyasaklamıştır. Bu da İslâm’la Liberalizmin belkemiği arasında büyük bir zıtlıkbulunduğunu gösterir. Faizin yasaklanması, tamamen farklı bir yaklaşımınsonucudur. Bu felsefeye göre, kazancın aslı ve dayanağı, çalışmaktır. Bunagöre, büyük sermaye sahiplerinin, duran sermayelerinden elde ettikleri sembolikkazançlar, faiz olmaktadır.

    Öyleyse İslâm,sosyalizmle buluşmaktadır!

    Evet. Ne yazık kibirtakım çalıntı değerlerden dolayı, İslâm ile sosyalizm arasında benzerliklerbulmak, mümkündür. Uğruna ter döken ve çabalayan sahiplerinden çalınan bazıdeğerler nedeniyle aralarında bir benzerlikten bahsetmek gerekirse, bunu yapmakmümkündür. İslâm ile sosyalizm arasındaki benzerlik, İslâm ile liberalizmarasında karşılaştırmadan daha kolaydır. Çünkü sosyalizm, çoğunluğun çıkarını,her şeyin önüne koymaktadır. Çünkü ona göre kazanç, çalışmayla irtibatlıdır.Sosyalizmde faiz geliri diye bir şeyden bahsetmek mümkün değildir. İslâm’ınekonomik felsefesi de bunu gerektirmektedir. Ancak sosyalizm, bizzat kendiamacıyla çatışan bir sistemdir. Zira, bireyin mülkiyet edinmesini yasaklayarak,mülkiyeti tamamen devlete vermektedir. Dolayısıyla bireysel kapitalizmiyasaklayan sistem, devlet kapitalizmini dayatmaktadır. Sosyalist ülkelerdebugün gördüğümüz manzara, gerçekte yoğun bir kapitalizm ve yoğun birdiktatörlüktür. İslâm’a göre mülkiyet, özgürlüğün karındaşıdır. İslâm’daaslolan, sermayenin biriktirilmesi değil, dağıtılmasıdır. İslâm’ın hedefi,mülkiyet sahiplerini azaltarak en sonunda, herşeye sahip olan bir devletçıkarmak değildir. Aksine mülkiyetin adil bir şekilde dağıtılması ve herkesin,kendi mülkü üzerinde çalışır hale getirilmesidir. Ücretli sistemi, hedeflenenana sistem değil, istisnai bir durumdur. Aslolan, insanın kendi mülkü, kendişirketi içinde çalışmasıdır. Çünkü ücretlilik sistemi de nihayetinde bir türköleliktir. Sonuç olarak liberalist ideallerin, İslâmî ideallerle uzaktanyakından hiçbir ilişkisinin olmadığı ortadadır. Bireysel mülkiyeti tanıma vegirişimciliği teşvik etme gibi bazı noktalarda benzese de İslâm ile Liberalizm,öz bakımından tamamen farklı görüşlerdir. Felsefi ve ahlâki çerçevede, İslâmönceliği, bireye değil çoğunluğa, kâra değil ahlâka vermektedir.

    Ekonomik açıdandurum bu. Peki, ya siyasî açıdan?

    Siyasî açıdan,aralarında daha fazla yakınlık ve benzerlik bulunduğunu söyleyebiliriz. Yanisiyasal açıdan liberalizmin ideali ile İslâmi değerler arasında daha çokbenzerlik vardır. Dolayısıyla liberalizm ile İslâm arasındaki benzerliknoktalarının ekonomik alandan çok siyasi alanda olduğunu söyleyebiliriz. Örneğinliberal sistemde, siyasî karar mekanizmasını oluşturan demokrasi, bizce deuygun bir araçtır. Çünkü demokrasinin ideali, otoritenin bir merkezdetoplanması değil, dağıtılmasıdır. Diğer bir ifadeyle, kararın bireysel olarakdeğil, ortak olarak alınmasıdır. Kur’ân’da da "onların kararları,aralarındaki şura–danışma–iledir" buyrulmaktadır. Siyasi karara katılım nekadar fazla olursa, siyasi kararın dayandığı zemin de o kadar geniş olur.İslami düzen de, bu açıdan demokrasi gibi, katılımın genişliğini hedefler.İslâm’ın ve demokrasinin bu noktadaki düşmanları aynıdır; diktatörlük veistibdat. Aralarındaki farklılıklar ise, mekanizmayla değil, içerikleilgilidir. Demokrasinin kullandığı araçlar da İslâmi açıdan uygun bulunacakaraçlardır; seçimler, halkoylamaları, parlamento, çoğunluk ve iktidarın eldeğiştirme yolları.. Bunlar, İslâm’ın da açıkça onaya koyduğu ve benimsediğiyönetim araçlarıdır.

    Bu teziniz,İslâmî tezle çelişiyor!

    Aradaki farklılıkyine değerlerde ortayı çıkmaktadır. Batı demokrasileri, yalanı mübah görmekte,kamuoyunu yalanlarla saptırmakta ve sermayenin, kamuoyunu üzerinde egemenlikkurmasına izin vermektedir. Batı demokrasileri, seçmenlerin oyları üzerindeoyunlar oynamayı mübah görerek, ahlâk denen olguyu, siyaset dünyasından kovmaktadır. Sonuçta da siyaset dünyası, ahlâksız bir dünya haline gelmektedir.Liberalist siyasal düzenin en büyük virüsü işte budur. Düzenin araçlarısağlıklı olmasına rağmen, düzene yön veren değerlerde büyük çarpıklıklarvardır. Bu değerlerin arkasında da materyalist bir felsefe olan laiklik yeralmakta· dır. Materyalist düşünce, insana da maddi olarak yaklaşır. İnsanayönelen ekonomik bakış, onun değerini sahip olduğu senetle ölçer. Hastalık datam buradadır. İslâmcılar arasında demokrasiyi eleştiren ve onu küfür olarakdeğerlendirenlerin hiçbir düşünceleri yoktur. Bana göre onlar, anayasal vehukuksal bir kültüre sahip olmayan insanlardır. Felsefi ve siyasal birkültürleri olsa, onu kullanarak bir karar mekanizması olarak Demokrasi ile,Batı demokrasilerinin içeriğini birbirinden ayırabilirler, liberal felsefeylemateryalist felsefeyi ayrıştırabilirlerdi. Bunların, sürekli birliktebulunmaları, şart değildir. Bu nedenledir ki, demokrasi denen karar aracını,diğer uygulamalarından bağımsız hale getirebiliriz. Demokrasi, çoğunluğunotoritesini tanıması, karar almada baskıcı bir azınlığa değil, çoğunluğungörüsüne itibar etmesi bakımından sağlıklı bir araçtır. Bu araç sayesinde,iktidarın kansız ve devrimsiz olarak el değiştirmesi mümkün olmaktadır. Buaracı, materyalist felsefi içeriğinden soyutlayabilir ve iman değerleriyledonatırsak ve onda takvanın esas olmasını sağlayabilirsek, işte o zamanDemokrasinin aslında bize ait olan bir sermaye olduğunu söyleyebiliriz. Aslındao, İslâm’daki ifadesiyle Şura’dan başka bir şey değildir. Şura, İslâm tarihininbüyük bölümünde sadece Cuma hutbelerinde vaaz ve irşad için anlatılan, ancakbir türlü siyasi bir. Düzene dönüşemeyen önemli bir sistemdir. Oysa Batılılar,Şura düzenini bizden aldıktan sonra geliştirmiş ve siyasal bir düzen halinegetirmişlerdir. Çünkü günümüzde hakim olan Demokrasi anlayışı ile Atina’dayaşayan Yunan Demokrasisi arasında en ufak bir ilişki yoktur. Aralarındaki tekortak yan, ismindedir. Zira Yunan Demokrasisi, çoğunluğun değil azınlığınsözüne itibar eden bir sistemdi. Bunlarda Yunanistan’da yaşayan ve küçük birazınlığa sahip kimselerden oluşmaktaydı. Köleler, kadınlar ve yoksulların oykullanma hakları yoktu. Oysa İslâm’ın getirdiği Şura sisteminde herkeskatılımda bulunmakta ve çoğunluğun yani bütün ümmetin düşüncesi alınmaktaydı. .Allah Resulünün (a.s.m.) ifadesiyle "Ümmet, dalalet üzerindebirleşmezdi" ve "Müslümanların güzel gördükleri bir şey, Allahkatında da güzeldi." Çoğunluk, Ümmet gibi nüfusun tamamına yakınınınkatılımının istenmesi, siyaset sahasına İslâm’ın taşıdığı bir yenilikti. Ne varki, demokratik olarak adlandırılan devlet ve rejimler tarafından halkımızüzerinde uygulanan baskı ve sömürü faaliyetleri bir tepki olarak ve İslâmîhareketin bazı kesimlerinde bulunan siyasal düşünce eksikliği ve zaaflardandolayı, aracın kendi ve işleyiş şekli arasındaki herhangi bir ayrımyapılmaksızın demokrasiyi inkar edenler çıkmıştır. Demokrasinin reddedilmesi,İslâm düşüncesi hakkında çok kötü bir imaj yaratmaktadır. Çünkü böyle birtavır, bir şeye karşı olmanın onun karşısındakini kabullenme eğilimininbulunduğunu çağrıştırması yüzünden, Müslümanların diktatörlük yanlıları olduğugibi bir yanlış anlama gündeme gelmektedir. Oysa hiç kimse Müslümanlar kadar,diktatörlük ve istibdat düşmanı olamaz. Müslüman milletleri ezen ve öğütendemokrasi değil, diktatörlük ve totaliterizmdir. Beni şaşkına çeviren;diktatörlüklerden en çok çeken ve istibdat rejimlerinin baskıları altındakıvranan Müslümanlardan bazılarının, gerçek düşmanları olan diktatörlükle mücadeleyerine, demokrasiyle didiştiklerini görmektir. Bu insanlar, sanki şöyledemektedirler: Ezilenler, baskıya uğrayanlar biziz. Ama fırsatını bulur veiktidara gelirsek, biz de onları ezeceğiz.

    Ama bumekanizmaları kabul edip de sonra Demokrasinin varlığından dolayı ortayaçıkacak birtakım karşıt düşünceleri reddetmek nasıl mümkün olacaktır. Çünkü şuan üzerinde konuştuğumuz Demokrasi, çoğunluğun görüşünün uygulandığı biryönetim biçimidir. Dolayısıyla iktidar, el değiştirebilecektir. Bu rejimingölgesinde, laik ve materyalist olarak nitelediğiniz düşünceler debulunacaktır. Azınlıkta kalmaları halinde bunlar, sahneden kovularak imha mıedileceklerdir?

    Ben, demokratikmekanizmalardan sözettim. Bu mekanizmalar, insanlar arasında diyalogkurulmasını ve uzlaşıya gidilmesini mümkün kılmaktadır. Aynı şekilde iktidarınel değiştirmesi de mümkündür. Burada çoğunluk da bulunabilecektir. Ancakdemokrasi mekanizması, çoğunluğa iktidar olma hakkını veriren, azınlığa damuhalefet etme hakkını vermektedir. Ancak bu mekanizmanın işleyişi de mutlakyani kayıtsız değildir. Aksine belli bir kültürel ortamda işleyecektir. Örneğinşu günlerde Fransa’da başörtüsüyle ilgili yoğun sorunlar yaşanmaktadır. ÇünküFransızlar, başörtüsü olgusunun Fransız değerlerini tehdit ettiğini düşünmektedirler.Fransız kimliği, belli değerler üzerine kuruludur. Demokrasi çerçevesindetanınacak özgürlük de, bu değerler dairesini ihlal edecek boyutta olmamalıdır.Gerçi bu meselede Fransız kamuoyu tarafından işlenen büyük bir hata sözkonusudur. Evet, Fransızların düşünceleri, ilke olarak doğrudur. Ancak bu,bireysel hürriyete engel olmamalıdır. Evet, Demokrasi; belli bir kültürelçerçevede gösterilen hürriyettir. Ama Fransızlar bu konuda, siyasal düzenlebireysel davranış arasındaki ayırımı yapmama hatasına düşmektedirler.Fransızlar, çoğulcu demokratik ortamda, örneğin monarşiyi savunan bir partiyeizin vermeyebilirler. Çünkü ülkede egemen olan siyasal düzenin dayanağı,çoğulcul demokrasidir ve bu bir değerdir. Aynı şekilde, ırkçılığa dayalı bir partininkurtulmasına engel olabilirler. Yine seçme ve seçilmede, kadın-erkek eşitliğinidüzenin temellerinden biri yaptıktan sonra, kadınların oy kullanmasınıengellemek isteyen bir partinin kurtuluşuna izin vermeyebilirler. Bizler dedemokratik özgürlüklere inanıyoruz. Ancak demokrasimizin işleyeceği kültürelçerçeve, Batı değerlerinden oluşmayacaktır. Fransa’da demokrasinin dayandığıçerçeve, laiklik ve Hıristiyan kültürü olabilir. Ama başka bir ülkede buçerçeve oranın yerel şartları göz önünde bulundurularak oluşacaktır. Bizimkültürel alt yapımız da Batınınkinden farklıdır. Sonuç olarak bizde uygulanacakdemokrasinin işlediği zemin, İslâm-Arap kültürü olacaktır.

    Peki, örneğinTunus’la ilgili tanımınız nedir?

    Bu konuda nedentepkisel davrandığınızı bilemiyorum. Demokrasi mekanizması Batı’da süzülerekortaya çıkmış ve zaman içerisinde hayli geliştirilmiştir. Müslümanlar olarak,bizim dinimiz de, bünyemize uygun mekanizmalardan yararlanmamızıengellemektedir. Örneğin Batı teknolojisinden hala yararlanmakta, ama bunlarındoğurduğu kültürden kurtulmaya çalışmaktayız. Muhakkak ki, teknoloji de diğerbilimler gibi, felsefenin ürünüdür. Ama Batı felsefesini kabul etmememizerağmen, teknolojisini yerleştirmek için elimizden geleni yapmaktayız. Örneğinarabaya binmekle, Allah’ı inkâr etmemekte, Rabb’imizi unutmamaktayız. Arabayabinmek, kültürümüzü de unutturmamaktadır. Peki sistemin hareket ettiği zeminİslâm olduğu sürece demokrasi mekanizmasını kullanmamızı engelleyen nedir?Demokrasi de, mükemmel veya mutlak bir mekanizma değildir. Ancak geliştirilmesimümkün olan bir sistemdir. Sosyal olaylar, gerçekten de girift konulardır.Örneğin Demokrasi dediğimiz zaman, üzerinde farklı düşünülmeyen belli birsiyasal düzen anlaşılmamalıdır. Çünkü, günümüzde yaşayan bir değil, birçokdemokrasi vardır. Aynı şekilde seçimlerde izlenen metotlar da büyükfarklılıklar göstermektedir. Sosyal olayları basite indirgemek, kültürhayatımızı geliştirecek değil, onu sınırlayacak ve bütün akımları, çatışmayasevk edecek bir çabadır.

    Tunushalkı arasında, sizin sahip olduğunuz siyasal bilincin, İslâmî hareketingenelinde bulunmadığı gibi bir kaygı var. Bu kaygıyı taşıyanlara göre, İslâmîhareket iktidara ulaşması halinde, diğer azınlıklara hayat hakkı tanımayacak,onların siyasal ve sosyal açıdan İslâmî hareketle farklı düşündüklerini ifadeetmelerine izin verilmeyecektir. Bu konuda görüşünüz nedir? Örneğin Komünistparti şu anda faaliyetlerini sürdürüyor. Feminist dernekler de calışmalarınadevam ediyorlar. İktidara gelmeniz halinde, bunları yasaklamanız mümkün mü?

    Biz diyoruz kiyasaklamayacağız. İslâmî akım, hiç kuşkusuz, belli tepkisellikler vetereddütlerden sonra özellikle seksenli yıllarda düşünce olarak netleşmeyebaşlamıştır. Bu dönemde, ülkede ve üniversitede herkesçe özgürlük sloganıtelaffuz edilmeye başlanmış ve fiilen uygulanır hale gelmiştir. Hareketimiz,kuruluşunu ilan ettiği 1991 yılında, halk üzerindeki hiç kimsenin vesayet iddiaedemeyeceğini ve nihai karan, terör ve kaba kuvvetin değil, kamuoyunun vermesigerektiğini ilan etmişti. Biz, yıllardan beri sadece Tunus’ta değil gittiğimizbütün ülkelerde katıldığımız bütün toplantı ve konferanslarda üstte anlattığımgörüş ve ilkelerin savunuculuğunu yapıyor ve gerek İslâm düşüncesinden gerekseAllah Resulünün hayatından bunları delillendirmeye çalışıyoruz. Gittiğimiz heryerde, İslâm toplumunun daha ilk günlerinden itibaren, çok sesli bir toplumolduğunu ifade ediyoruz. Bu toplumda, Hıristiyan Yahudi veya müşrik herkesinvatandaşlık hakkı tanınıyor ve toplumu oluşturan unsurlardan hiçbiri, vatandaşlıkkonusunda ayrımcılına uğramıyordu. İslâm toplumu, vatandaşlık hakkı üzerinekurulu bir toplumdu. Ama bu, çoğunluğu oluşturan Müslümanların özelliklerininbelirgin olarak görülmesini engellemiyordu. Fakat Müslüman ve gayr-i müslim bütünbireyler vatandaşlık haklarından istifade ediyorlardı. Dinle ilgili çok dar biralan dışında, bütün vatandaşlar arısında eşitlik ilkesine riayet ediliyordu.Tabii ki, çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu bir ülkeyi, Müslüman olmayanbirinin yönetmesi düşünülemez. Böyle bir toplumda, elbette İslâm hakimolacaktır. Bu açıdan bakıldığında, böyle bir toplumda yöneticinin Müslümanolmasının, aynı zamanda demokrasinin de gereği olduğunu görürüz. Çünkü hemçoğunluğu Müslümanların oluşturması, hem de toplumun kültürel ve düşünselaltyapısı bunu gerektirmektedir. Tarihimizin bütün kesitlerinin İslâmdüşüncesini temsil ettiğini söylemesek de, geçmişte azınlıkların sahipoldukları haklara, çağdaş demokrasilerde hile rastlanamadığı bir gerçektir.Batı Avrupa’da on milyonu askın Müslüman yaşamasına rağmen, parlamentolarındabir tane bile Müslüman milletvekili bulunmadığını görmekteyiz. Müslüman birelçi ya da bakanları hiç olmamıştır. Bunu da bırakın, sözde ileri budemokrasilerde, Müslüman kızların başlarına bağladıkları bir parça kumaş bilebüyük sorunlara yol açabilmektedir. Oysa bizim toplumumuzda, ne bir din adamı,ne bir rahibe, dininin gereklerini yapmaktan alıkonmamıştır. İslâm’ın şeytanişi pisliklerden saydığı şarap bile yüzyıllardır üretilmekte ve Hıristiyanlartarafından kullanılmaktadır. Kiliseler, dimdik durmakta ve çanları gerektiğizaman çalabilmektedir. Durum bununla da kalmamış ve devlet daireleri, kültür vetercüme merkezleri Hıristiyanlarla dolmuştur. Hıristiyan vezirler bileolmuştur. Reynold, "ed-Da’vet" adlı kitabında, İslâm devletinindeğişik birimlerinde gayr-i müslim memurların fazlalılığından hayranlıkla sözetmektedir.

    Muaviye dönemindevaliler bile bulunduğunu görüyoruz.

    Sadece valiler vemüsteşarlar değil vezirler bile çıkmıştır. Şu halde tolerans konusunda Batıdanders almaya ihtiyacımız yoktur. Ama bugün Batıyla ilişkimiz, karmaşık, kompleksve çok dallı bir ilişkidir.

    Diğer birifadeyle şunu söyleyebilirim: Eğer toplumumuzun bir kimlik arayışında olduğunudüşünüyorsak, kendimizi bir otele yerleşen yolcular olarak görebiliriz. Buyolcuları, bir araya getiren tek öğenin, birarada yaşama zorunluluklarıolduğunu düşünelim. Yolcuların otelin idaresiyle ilgili kararları, çoğunluğunkararına dayanmak zorunda olacaktır. Azınlığın kararlarına da saygı duyulmakşanıyla, otel çoğunluğunun istekleri doğrultusunda yönetilecektir. Eğerkendimizi, aynı otelde uzun süre birlikte yaşamış, ortak bir dile, belli birkamuoyuna, belli değerleri ve kimliği olan bir topluma dönüşmüş olarak kabuledersek bu durumda da aynı otelin, söz konusu değerler doğrultusundayönetilmesi gerekecektir. Ama orada yaşayan diğerlerinin haklarına da saygıgöstermek gerekecektir. Bu çerçevede, Tunus toplumunu istediğiniz kategoriyesokabilirsiniz. Eğer toplumumuzun hala kimlik arayışı içinde olduğunudüşünüyorsak, o zaman demokrasiyi uygulamamız gerekir. Ama bu, Batı tarzı birdemokrasi olmamalıdır. Çünkü Batı demokrasileri, belli bir kimliğe dayanandemokrasilerdir. Çünkü Batı toplumlarının, kimlik sorunları yoktur. Buna göre otelinFransa olduğunu düşünürsek, birinin çıkıp kraliyet yönetimi istediğini söylemehakkı yoktur. Çünkü bu otelin sakinleri, artık cumhuriyet rejimini benimsemişve bu değere inanan bir kimliğe sahip olmuş kimselerdir.

    Böyle bir hakkıvar. Çünkü Fransa’da monarşiyi isteyen bir hareket var!

    Ancak,yasadışıdır.

    Fakat mitingdüzenleyebiliyorlar…

    Batıda belirginve oturmuş bir kimlik vardır. Demokrasi de bu kimlik çerçevesinde hareket eder.Örneğin Fransız demokrasisini oluşturan, kimliğin unsurlarına baktığımızda;insan hakları, cumhuriyet rejimi ve Fransızca gibi unsurlarla karşılaşırız.Evet ikincil güçler de vardır; monarşistler ve diğerleri gibi. Ama Fransızdemokrasisi, bunlara pek önem vermez. Bunlara karşı hoşgörülü davranır. Çünkübu gibi hareketlerin asla etkin olmayacakları varsayımından hareket eder. Aynışekilde biz de Müslüman bir toplumda İslâmî olmayan güçleri, ikincil güçlerolarak görmekteyiz. Toplumumuz belli bir bilinç düzeyine ulaştığı zaman, biz dedemokrasinin bu ortamda icra edilmesi gerektiğini söyleriz. Ancak ikincilgüçler de fikir ve ifade hakkına sahip olacaklardır. Ama iktidar sonuçta kimekalacaktır?

    Demokrasilerdeiktidar, çoğunluğundur

    Ama iktidar, bukimliği paylaşan güçlerin olacaktır. Örneğin komünist toplumda, toplum kimliğikomünist olacaktır. Dolayısıyla iktidar da komünistlerin olacaktır. Bunundışında, muhaliflerin isteyecekleri ancak bazı haklarla sınırlı kalacaktır.

    O zaman demokrasiolmaz ki…

    Neden olmasın?Biz bunu şu anda söylüyoruz. Çünkü bu demokrasi, liberal demokrasiye karşıçıkmış ve zorlamaya gitmiştir. Liberal demokrasi belli bir kalıpta işler.Örneğin Batı’da, uyulması gereken bir takım insan hakları layihaları vardır.Siyasi faaliyetler, ancak bu layihalar içerisinde yürütülebilir. Bu nedenledirki, Batı demokrasileri, ırkçılık propagandası yapan bir partiye izin vermezler.Tezi, siyahları öldürmek olan bir pani yasal olarak bulunamaz. Burada şunuifade etmek istiyorum ki, İslâm toplumunun da belli bir kişiliği vardır. Bu,sadece inançlardan oluşan bir kimlik değildir. İnançlar, kalplerde bulunur.İslâmî kişiliği oluşturan bir takım değerler ve kültür birikimi vardır. Liberaldemokrasinin hakim olduğu Batı ülkelerinde de böyle bir kişilik vardır ve bukişiliği oluşturan unsurların başında da insan haklarıyla ilgili layihalargelir. Batı ülkeleri, bu layihaları çiğneyecek siyasal örgütlere izinvermezler. Örneğin ırkçı partiler yasaktır. Bununla söylemeye çalıştığım şudur;demokrasi, belli değerler tarafından yönlendirilmek durumundadır. Bu değerlereörnek olarak, siyasi mücadelede kaba kuvvete başvurmama ve yabancı güçlerehizmet etmemeyi, zikredebiliriz. Biz, demokrasinin sadece böyle bir zemindeicra edilmesini kabul ediyoruz. Demokratik bir ortamda, ümmetin düşmanlarıhesabına çalışanlar bulunmamalıdır. Bir devlet kurduğumuzda, hepimiz bu devletesadık olmalıyız. Bu devletin gölgesi altında mücadele de edebiliriz. Ama bunuyaparken kesinlikle güç kullanımına gitmememiz gerekir. Çoğunluğun iradesinedevamlı saygılı olmamız icap eder. Çoğunluk ne yönde karar verirse versin, bukarara saygılı olacağız ve olmamız gerekir. İster iktidarda, ister muhalefetteolalım, mücadelemizi devamlı barışçıl yollarla gerçekleştireceğiz.

    İslâm adınademokrasiyle savaşanlardan bazıları, demokrasiyi İslâm karşıtı olarak görüyorlar.Bu konuda ne dersiniz?

    Korkarım buinsanlar, ya İslâm ve demokrasiyi ya da bunlardan birini pek iyianlamamaktadırlar. Onlar, zorlu ve girift meseleleri basite indirgemektedirler.Beşerî ilimleri ve bunlardan bir bölümünü oluşturan siyasi bilimler, son derecegirift konuları ele alırlar. Bu gibi karmaşık sorunların, vaaz ve irşadmeclislerinde ele alınması, tabii ki, çok basite indirgenmelerinigerektirmektedir. Sonuçta da gerçekler çarpıtılmakta ve yanlış kararlaravarılmaktadır. Bu tür basite indirgeme yanlışları, davetimiz için de önemlisorunlar doğurmaktadır. Oysa bizim sorunlarımız, zaten bize yetmektedir. Vaazişiyle uğraşan görevliler, eğer köklü bir din bilgisine sahip olsalar ve çağıçok iyi tanısalardı, birçok konuda meseleyi ele alış ve sorunlara yaklaşımbiçimleri değişirdi. Bunların başında İslâmî yönetimle ilgili sonınlargelmektedir. Bu konu, çok önemli bir konu olduğu için, bununla ilgili olarakdeğişmez dini kurallardan çok genel değerlere sahip bulunuyoruz. Bu da, islâmîyönetimin siyasi uygulama olarak birden fazla modele uyarlanabilmesini mümkünkılmaktadır. "İslâm’da Yönetim" adlı eserinde merhum Seyyid Kutub dabunu vurgulamıştır. Hangi yönetim şekli olursa, olsun, İslâm’ın istediği halkınistibdada maruz kalmamasıdır. Şu âyetlerde de bunu açıkça görmekteyiz:"Sen onlar üzerinde hegemonya kuracak değilsin". "Sen onlarüzerinde zorlayıcı değilsin", "Dinde zorlama yoktur." İslâm’ınistediği ikinci önemli husus, halkın bozulmadan çok düzgünlüğe yakın bir konumaoturtulmasıdır. Böylece dini hükümleri kabullenmesi daha kolay olacaktır.İyiliği yapmak kolay olacak, ama dileyen kimse yapmayabilecek, kötülük yapmakise, zor fakat mümkün olacaktır.

    Bu durumdacamilerde vaaz veren vaizlerin durumu ne olacak? Siyasi konuların girmemelerisizce çözüm olabilir mi?

    İslâmî yönetimigerçekleştirecek siyasi yönetim biçimleri, tabii ki insanların durumlarına vegelişme seviyelerine bağlı olarak farklılık gösterebilir. Ancak şurası kesindirki, İslâmî değerlerin iyice anlaşılması halinde, demokrasiyle İslâm arasındaherhangi bir çelişki bulunmadığı görülecektir. Demokrasi, siyasi kararlarınalınmasında, halkın iradesini ifade etme aracı olmaktan başka bir şey değildir.Demokrasi azınlığın muhalefet hakkını saklı tutmakla birlikte, kararın alınmasında,çoğunluğu öne çıkaran bir sistemdir. Demokrasi bize, iktidarın kansız olarak eldeğiştirebilmesini mümkün kılan bir seçenek sunmaktadır. Demokrasi, kamupolitikalarının oluşturulmasında ve iktidarın tekelciliği önleyecek biçimdedağıtılmasını sağlayan, bunların yanısıra barışçıl muhalefete de izin veren birsistemdir. Demokrasi, düşünsel ve siyasî mücadelelerde kan akıtılmaksızın vetoplumu parçalamaksızın yürütmemizi sağlayan bir araçtır. Demokrasininorganları olan, seçim, iktidarın el değiştirmesi, çoğunluğun karar alma,azınlığın muhalefet etme, kamuoyunun, dernekler, sendikalar, siyasal örgütler,kültürel etkinlikler, sosyal hizmetler ve medya bazında örgütlenmesine izinvermek gibi unsurların hangisi İslâm tarafından gayr-ı meşru sayılmıştır.Aslında Müslümanlar tarafından demokrasiye gösterilen tepkilere baktığımızda,sura değerinde bir yönetim biçimi olan demokrasi ve çoğunluğun iktidarı(cumhuriyet) ile çağdaş demokrasinin doğuşuna beşiklik eden liberal felsefe vebu felsefenin dayandığı materyalist bakış arasında ayırım yapılamaması olduğunugörürüz. Bildiğimiz gibi, materyalist düşüncenin beslediği liberal demokrasi,topluma rağmen bireye, ahlâka rağmen çıkara öncelik vermekte kâr, hegemonya vegücü, bütün değerlerin üstüne çıkarmaktadır. Liberal demokrasi bunu, hem birey,hem de ulus bazında çok rahatlıkla yapabilmektedir. Liberal demokrasi, bütündünyayı yerle bir etme pahasını da olsa, belli bir zümrenin çıkarı için herşeyi mübah görür. Su halde bir araç olarak demokrasi ile, yaklaşık iki asırdır,liberallik kisvesine büründürülerek ícerik olarak bu hayat felsefesini tasıyanliberal demokrasi arasında gerekli ayırımı yapamamak, birçok İslâm davetçisini,hatta bazı âlimleri demokrasi konusunda bu ilginç karmaşaya düşürmüştür.Sonuçta ümmetimiz de iktidarın el değiştirmesi konusunda sonu gelmek bilmeyençatışmalara sürüklenmistir. Bunlar, bilerek veya bilmeyerek istibdatyönetimlerine İslâmî yönetim etiketi yapıştırmışlardır. Aslında demokrasidüşmanı dendiği zaman, ilk anda akla istibdat taraftarı gelmektedir. Gerçek şuki, İslâm kadar demokrasiye ve genel olarak özgürlüğe yakın başka bir dinolamaz. Tarih boyunca da İslâm’ın bizar olduğu belaların belki de en büyükleri,istibdat ve baskılardan kaynaklanan belalar olmuştur. İslâm, kendine inanan birkalpten, ülkeden veya müesseseden çıkmışsa bunun arkasında muhakkak istibdatvardır. İslâm ve İslâm davetçileri için, isbibdattan daha acımasız ve daha kindarbir düşman olabilir mi? Çağdaş davetçilerden olan Mevdudi ve Seyyid Kutub’untarif ettikleri gibi, en büyük ve en kapsamlı özgürlük mücadelesi olan bu dineneden haksızlık ediyoruz? Bazı davetçilerimiz, neden haksızca bu dini istibdattaraftarı olarak gösterecek sözler sarfediyor ve onun demokrasi düşmanıolduğunu söylüyorlar? Neden ona iftira ederek kadına özgürlük tanımadığını,inanç ve ifade hürriyetine yer vermediğini söylüyorlar? Allah rahmet etsin,Malik b. Nebi’nin son günlerinde şöyle dediğini duymuştuk.

    "Beşeriyetinâlemlerin Rabb’ine teslim olması sürecinde önüne çıkan ve O’nu, dinsizlik,küfür, zulüm ve fesat ateşiyle kavuran en büyük engel kesinlikle bizMüslümanlarız "

    İnsan hak vehürriyetleri

    Başka bir hususageçiyoruz. O da Raşid Halife’ler ve özellikle de Ömer Bin Hattab dönemi. CesurHalife ve güzide Sahabî Hattab oğlu Ömer, İslâm cezalarından birini dondurmuşve başka bir ifadeyle askıya almıştı. Bunun kanun ve içtihadın İslâm çağdaşasrın velilerine göre yorumlama kapısını açtığına inanıyor musunuz?

    Şüphesiz müçtehidHalife Ömer Bin Hattab’ın bu uygulaması, müçtehidin İslâm düşüncesine sabitnass ile gelişen ve değişen vakıa arasında etkileşimi gerçekleştirmesi yönündebüyük imkanlar kazandırmıştır. İslâm vakıaya kuru kuruya uygulanan kanunlarmanzumesi indirmemiştir. Şeriatın Müslüman hukukçular tarafından gözönündebulundurmaları gereken gayeleri vardır. Dinin tamamı kulların menfaatinisağlamak amacıyla gelmiştir. Allah’a itaat etmemizin Ona hiçbir yararı yoktur.Ona itaat etmemizin Kendisine bir fayda sağlamadığı gibi Ona isyan etmemizin deO’na hiçbir zararı dokunmaz. Fayda ve zararın tamamı bizim içindir.

    İşte burada,Şeriat kanunları, insanların maslahatını gerçekleştiriyor mu, gerçekleştirmiyormu? Ona bakmalıyız. Bunun içindir ki İbni Teymiyye, İbni Kayyım gibi büyükİslâm âlimleri Allah şeriatının maslahata göre olduğunu açıkça söylemişlerdir.Bunun anlamı şeriatın topyekün iptal edilmesi ve aklın belli şartlardaöngördüğü hükmün esası sayılması değildir. Müslüman’ın öngördüğü hükmün esassayılması da değildir. Müslüman’a göre şeriatın belli zamanlarda gerçekleşen birgücü vardır. Ve Ömer Bin Hattab’ın kıtlık yılında uygulamadığı hırsızlık haddigibi şeriatın da bu gibi durumlara göre değişiklik gösteren amaçları vardır.Hattab oğlu Ömer, bu cezanın zenginleri himâye etmek amacıyla değil, genelçıkarlara gözetmek amacıyla geldiğini anlamıştır. Genel çıkarlarıngerçekleştiğini gören Hattab oğlu Ömer, hırsızlık cezasını dondurmuştur.

    Hırsızlık suçununşer’i cezası zayıf ve yoksullara uygulamak değil, halkın sermayesi üzerindeoturan, kazanmak için gayret sarfetmeyen suçlu tabakayı kontrol etmektir. Eğerortada toplumsal bir şartın zorunlu olarak beraberinde getirdiği kıtlıkyaşanıyorsa, insanlar ihtiyaçlarını buldukları yerden karşılıyorlarsa, İslâm’ınbu insanlardan alacağı bir intikamı yoktur ve onları zor durumda bırakmaz. ÖmerBin Hattab’ın kıtlık yılında hırsızlık cezasını uygulamamasında şaşılacak birdurum yoktur. Aksine toprak sahibi bir ağa, kendisine devesini çalıp kesen veyiyen hizmetçilerini şikâyete geldiğinde, Ömer Bin Hattab olaya el koymuş vearaştırmıştır. Araştırma neticesinde bu ağanın hizmetçilerin parasını ödemediğiiçin hizmetçilerin böyle bir işe giriştiklerini görünce şeriatı gerçek olarakuyguladı ve ağaya hizmetçilerini hırsızlıkla suçladığı için iftira atmak suçuylahad uyguladı. Hizmetçiler ağa taráfından sömürülüyor ve bu da yetmiyormuş gibiağa onlara hırsızlık haddinin uygulanmasını istiyordu. Cezalandırılması gerekenmülk sahibiydi ve Ömer ona şöyle dedi: "Eğer hizmetçilerin, ikinci kezkendilerine haklarınca yeterince ödemediğin veya hiç ödemediğin için hırsızlıkyaparlar ve bana gelirlerse, senin elini keseceğim."

    İbni Teymiye veİbni Hazm gibi büyük akılıcılar, bu türden olayları esas almışlardır. İbniHazm, buna dayanarak "Aç kalan bir insanın, açlığını fırsat bulduğu yerdekarşılaması hakkı olduğu bir görevidir" der. "Eğer engellenirsemücadele verir. Bu mücadele sonucunda engelleyen ölürse, Allah’ın lânetinegitmiş olur" demektedir. Aç insana hiçbir ceza verilmez.

    Şatibi’ninbelirttiği gibi şeriatın gayesi nefsi korumak, dini korumaktır hemen sonragelir. Malı korumak ise, nefsi korumadan sonra gelir. Bunun içindir ki,nefisleri korumak uğruna mallar feda edilir. Bir şahsın aç olduğunu, hastaolduğunu ve çaresini bulamadığını gören kimse, bu şahsın derdine deva için malharcamazsa, hukuken suçlu sayılır. Aynı şekilde İslâm devleti, toplumda servetsahipleri dururken, o toplumda giyecek bulamayan bir çıplak, barınak, gıda veilaç bulamayan bir insan bulunduğu sürece hukuken suçlu sayılır. Tüm mallar,kişinin barınak, sağlık ve eğitim hizmetleri için harcanır. Burada sorununcevabına gelelim. Hattab oğlu Ömer’in söz konusu uygulaması; Müslüman’ındüşüncesi önünde, dini nass ile değişken ortam arasında sekli değil, öz olarakbir iletişim kurma alanını açmaktadır.

    Gayecilikten yolaçıkarak cezaları uygulamaktaki gaye veya asıl hedefin cezada, eğitimde vegüveni gerçekleştirmedeki fonksiyona geçelim…

    …Aynı şekildehadlerin bir gayesi de alnının teriyle, normal kazanç yollarıyla ve elininemeğiyle değil de, insanların mallarına haksız yere el koyan ve rızkınıböylelikle sağlayan suçluları ortadan kaldırmaktır. Bugün bir tavuk çalan veyaasli ihtiyacını gidermek için bir malı alan kişi hapse atılır. Ve bugünkühapishanelerin yoksul ve zayıf insanlarla dolap taştığını görüyoruz. Ama devletinve fakirlerin malını çarçur edip zimmetine geçiren büyük suçlular, hükümette,yargıda ve çeşitli düzeydeki makamlarda oturuyorlar. İşte zulmün en büyüğübudur.

    Kurumların,çağdaş toplumların, caydırma ve önleme üsluplarının çokça geliştiği günümüzdehaddin gayesini gerçekleştirdiği sürece mesela kol kesme cezasının başka bircezayla değiştirilmesi sizce mümkün müdür?

    Gelişen vakıa iledinin nassları arasındaki iletişim ve etkileşimi sağlamanın çeşitli ve genişuygulama alanları vardır. Ortamımızda, dinimizde ve yasadığımız asrımızda olanilişkilerimizde kültürel ve kişisel etkilenmeye kapılmadan, başkasını taklitetmeden, başkasına kuyruk olmadan, kendimize, dinimize ve kültürümüze samimibir şekilde bağlı kaldığımız sürece sorunlarımıza dinimizin ilkeleriyle,halkımızın çıkarlarıyla ve asrımızın mantığıyla çelişmeyen çözüm yollarıbuluruz.

    Geçenkonuşmalarımızın birinde kişisel olarak idam suçuna karşı olduğunuzusöylediniz. Buna bağlı olarak İslâmî hareketler, İslâmi uyanış çerçevesindeinsan hakları için yeni bir savunma yapabilirler mi?

    Dinin açık olarakgetirdiklerine kesin olarak inanıyorum. Kur’ân, şunu teyid etmiştir. "Eyakıl sahipleri sizin için kısasta hayat vardır." Ancak bu bir prensiptir.Bu prensibin vakıaya uygulanması titizlik ister. Öldürme olayından kesinlikleemin olmamız gerekir. Olayda hiçbir şüphe bulunmamalıdır. Şüphe bulunmasıdurumunda ceza uygulanmaz. Cezalandırılacak katilin cinayeti haklı kılan birsebebi de olmamalıdır. Eğer malını, canını ve ırzını koruma uğruna öldürmüşse bumeşrudur. Bugün işlenen cinayetlerin birçoğu boşu boşuna işlenen cinayetlerdir.Cinayeti işleyecek olan kişi, bir eve giriyor, bir cocuğu kaçırıyor veyaparçalıyor ya da kadına tecavüz ediyor veya haksız yere bir cinayet işliyor.Genellikle işlenen cinayetlerin çoğunluğu bu türdendir.

    Öyle inanıyorumki, idam etme ve öldürme cezalan, temelde bu tür suçlular için geçerlidir. Aynışekilde hırsızlık cezası da mala gerçekten ihtiyacı bulunmayan, insanlariçindir. Gerçekten ihtiyaç içerisinde olasılar İslâm onlara şu hadisi uygular:"Şüphelerle hadleri uygulamayın" Cinayete yeltenen kişi malı, namusu,canı ve vatanını savunma uğruna cinayet işlememiştir. Yani onun cinayeti içinböyle bir şüphe söz konusu değildir. O, cinayeti haksız yere işlemiştir. Tıpkıortada meşru kazanç yolları dururken cinayet işlemek suretiyle mal elde edenkimseler gibi. Meşru kazanç yollarına başvurmadan cinayeti meslek edinmeksuretiyle kazanç elde etmeye çalışanlara karşı idam hükmünün verilmesitaraftarıyım. Adam öldürenler, hırsızlık yapanlar, ya yakalanmayacaklarından vehukuka teslim edilmeyeceklerinden veya yakalandıklarında bileöldürülmeyeceklerinden eminler. Kişisel olarak genellikle geri kalmış ülkelerdeişlenen suçların, özellikle de siyasi suçların öldürme cezası içerisindedeğerlendirilmemesine inanıyorum. Siyasi suçların ölümle cezalandırılmasınakarşıyım. Siyasi suçlarda şüphe vardır. Çünkü suçlu gerçekten suçlu olmayıp birkahraman olabilir. Aynı şekilde öldürme cezası muhalefet tarafından değil,iktidar tarafından verilmektedir. Bu ceza, iktidarın elinde muhalefetibastırmak için bir silah olmaktadır. Bunu, muhalefette olan biri olarak değil,prensip sahibi biri olarak söylüyorum. Siyasi suçlar gerçekte kuşkulusuçlardır. Çünkü, devlet, muhaliflerinden kurtulmak için idam hükmünü devreyesokmaktadır. Muhalefetteki bu insanlar da, aslında suç ve cinayet işlemiyorlar.Suçlu değil kahramandırlar. Zaten çoğunlukla onlar öldürmemekte,öldürülmektedirler.

    Bunlar İslâm’ınhükmüne muhalefet etseler de mi?

    İslâm’ın hükmünemuhalefet etmek mümkündür. Hatta bunun İslâm hükmünde en azından bir takımgüvenceleri vardır. Raşid Halife Ali Bin Ebi Talib’in bir uygulaması bunugösteriyor. Hariciler ondan ayrılıp bir mescitte toplandıklarında ve bağımsızkaldıklarında Ali Bin Ebi Talib, amcasının oğlu Abdullah Bin Abbas’ı onlarlaanlaşmak amacıyla bir araya gelmeyi teklif için göndermiş ve bu muhalefete üçkonuda güvence vermiştir. Hz. Ali, Abdullah Bin Abbas’a şunları söylemişti: Onlarımescitlerden menetmeyeceğiz ve ekomomik ambargo uygulamayacağız, kendigörüşlerini açıklama hürriyeti vereceğiz ve onlara açlıkla başbaşa bırakan birsavaş açmayacağız. Üçüncü olarak da şunu söylemiştir. Onlar bizimle savaşmayanakadar onlarla savaşmayacağız. Dördüncü Raşid halifenin bu uygulamasına göremuhalefet eden kimse, muhalefet için bütün haklara sahiptir. Hatta iktidarakarşı kullanmamak şartıyla silah edinme hakkına bile sahiptir. Çünkü İslâmdevletinde silah edinmek normal bir durumdur. Şahsi silah bulundurmak,alışılagelmiş bir hadisedir. Önemli olan silahı kullanmamaktır. Eğer muhalefet,halk ve barış muhalefetiyse öldürme olayı onun tarafından gelmediği sürecemuhalif eden öldürülemez. Ama muhalefet siyasi ise, İslâm eleştiriliyorsa helehele devlet ve devlet başkanı eleştiriliyor ve değişmesi isteniyorsa, iktidaryargıyı devreye sokamaz. Bu, ancak müslüman düşünürlerin ve alimlerin muhalefetedenin silahı olan fikirle karşı koyacakları bir durumdur.

    İzninleanlayamadığım bir konuda açıklık getirmeni rica ediyorum. İslâmi olmayanherhangi bir rejime muhalefet eden kimse, cinayet suçu işlediğinde idamediliyor. Açıklamalarını bu şekilde mi anlatmalıyım?

    Siyasi anlayışımgereği; şiddet ve silahın hem devlet, hem de muhalefet tarafındankullanılmasına karşıyım. Muhalefet gerek İslâmî, gerek laik sisteme karşı olsunsözkonusu sistemlerin ondan kurtulmak için idama başvurmasını kabul etmiyorum.Siyasi suçların gerçek suç olup olmadığı şüphelidir. Çünkü bunlar cani kimselerdeğildir. Muhalefet, başka seçenekler varolduğu sürece suikastı bir metotolarak benimserse idam cezası verilir, aksi takdirde idam cezasına başvurulmaz.

    Tekrar idamcezasıyla ilgili bir konuya gelelim. Batı’da psikolojinin gelişmesiyle birliktecinayet suçlarını işleyenlerden çoğunun ruh hastası olduğu ortaya çıkmıştır.Diğer durumlarda da katil tövbe ediyor. Meselenin diğer bir yönü de İnsanHakları Örgütlerinden idam hükmüne karşı çıkanların, idam cezasının toplumsalbir intikam olduğunu söylemeleridir. Ya da toplumsal kurumların bireye karşıintikam alışıdır. Durum ne olursa olsun kurumların hayatı korumaları gerekir.Sanırım tüm dinler de hayatın korumasını esas alınmışlardır.

    Evet, İslâm’ınilkelerini topluca uyguladığımızda idam hükmünün kapısını topyekün kapatmasakbile iyice daraltmış oluruz. "Hadleri şüphelerle gideriniz" hükmünü,"sizin için kısasta hayat vardır" hükmüyle beraberdeğerlendirdiğimizde, cinayet suçlarından bir çoğunun idamla değil aksine kısashükmüyle çözümlendiğini görürüz. Cinayeti işleyen insanın, aç olduğu, gereklieğitim ve öğretimi almadığı, kişisel ve sağlıkla ilgili sorunları olduğu venefsi bir çöküntü yaşadığı ihtimali varolabilir. Psikoloji, sosyal sağlık veeğitim yönünden araştırmaya konu olan söz konusu sorunlar incelendiğinde bucinayetlerin bilinerek işlenen cinayetler olmadığı görülür. Cinayeti işleyenkişi de büyük olasılıkla ruhsal bunalım ya da sosyal hayatın zor şartlarınınkurbanıdır.

    İdam hükmünün,meselâ Selman Rüşdi gibi bir kişiye uygulanmasını doğru buluyor musunuz?

    Bu kişinin içindebulunduğu durumu incelemek gerekir. İslâm hakkındaki eğitimi, ruhen hasta olupolmadığı gibi İslâm yargısının izleyeceği ilkeleri konuşuyoruz. Çünkü İslâmyargı sistemi cinâyeti hemen gören ve anında idam cezasını veren bir yargımekanizması değildir. Aksine araştırma gerekir. Yargı kurumunun idama kesinkarar vermek ve bundan sonra emin olmak için eğitim, sağlık, sosyolojikurumlarının verilerine ve ülkenin genel sosyal ve kültürel durumuna bakmakgerekir. Bunları yapmadan idamla cezalandırmak tehlikeli ve yanlıştır. Çünkü İslâm’dainsanın bir kutsallığı vardır. Kesinlik kazanmamış bir kuşkuyla, bir kutsallıkçiğnenemez. Aslolan, toplumdaki bunalım ve bozukluklarla mücadele etmektir.Fakirlerin bulunması gibi sosyal bir sorun, toplumdaki bozukluk, veya eğitim,sağlık ya da psikolojik olarak ona da bulunan sorunlar ve bozukluklar yargıyoluyla halledilemez. Bu sorunların psikoloji, eğitim ve ekonomi sahalarındaele alınıp çözümlenmesi gerekir. Yargıcın toplumda sağlık, eğitim ve ekonomikalanlarında bulunan boşlukları kapatması gerekir.

    Batılıgazetecilerden, Raşid Gannuşi’nin Selman Rüşdi’nin öldürülmesi veya idamedilmesi konusunda görüşünü açıkça belirtmekten kaçtığını duydum.

    Ben yargıçdeğilim. Düşünsel meselelerin yargı yoluyla değil, fikir yoluylahalledileceğini daha önce de açıkladım. İslâm medeniyeti sınırlı değildir. Aynızamanda İslâm medeniyeti, siyasi, itikadi ve düşünsel mücadeleyi yapmayacakkadar aciz de değildir. Aksine itikadın en ince noktaları üzerindeMüslüman’ların meclislerinde ve padişahların saraylarında İslâm bilginleriHıristiyanlık, Yahudilik, zındıklık ve zerdüştlüğün temsilcileriyle münazaralaryapıyorlardı. Münazaralar yapılırken işin içine kadılar sokulmuyordu. Çünkü buhadise İslâm âlimlerinin görevidir. İtikada dair tartışmalar, yargı sistemi işiniçine sokulmadan yapılıyordu. İslâm medeniyetinin; itikadi, fikri ve dinitartışmalarda hoşgörülü ve özgür olması gerekir, şeklindeki sözlere ihtiyacıyoktur. Ancak Kur’ân’ın öğretileri ve İslâmî münazara ilkeleri, düşünsel veideolojik tartışmaların seviye kaybetmesini engellemektedir. Düşünsel veideolojik konuların olgunlukla tartışılması karşılıklı saygının gösterilmesi vehataların ortaya konulmasıyla, seviyesiz atışma ve suçlamalar farklı farklıhususlardır.

    Medya alanındakiciddi ve olgun basınla, seviyesiz ve düşük basını birbirinden ayırdetmeliyiz.Ciddi düşünsel ve ideolojik tartışmalardan yana olduğumuz gibi ciddi basınla daberaberiz. Ama ne yazık ki ülkemizde basın adına birçok seviyesizliksergileniyor. Meselâ "el-İ’lan" isimli gazete hapiste bulunan ŞeyhAli el-Arid gibi İslâmi hareketin ileri gelenleri hakkında iftira doluahlâksızlık skandallarına yer vermiştir. Bu gazete saygın insanların özelhayatlarında ahlâksız olduklarını gösteren video kasetler elde ettiğinisöylemiştir. Bir defasında da Abdul Fettah Moro aleyhinde böyle bir kampanyabaşlatmış ve onun güya ahlâksızca davranışlar içerisinde olduğunu gösteren birvideo kasetine sahip olduğunu söylemiştir. Tüm bu iftiralar birer düzmecedenibaret olup aslı astarı bulunmayan yalanlardır. Tunus’taki siyasal ve kültürelçevreler bu tür olayları kınamışlardır. Gazeteciler Cemiyeti de bu yayınlarıyapan gazeteciyi kovmuştur. Çünkü o, yaşanan krizi kötüye kullanmıştı. Buyayınlardan sonra Şeyh Moro hastaneye yatmıştı. Bir defasında gazetecinin biriŞeyh Moro’ya iktidar ile muhalefet arasındaki diyaloğu hakkında soru yöneltmiş,o da "Sağlık durumum siyasi meselelerle uğraşmama el vermiyor"cevabını vermişti. Şeyh Moro bu konumuyla bir nevi siyaset hayatından elinieteğini çekiyordu. Biz siyasi hürriyetten yanayız. Siyasi bir lideri veyaherhangi bir hareketi eleştirmek hakkındır, hatta bazen de zorunlu olarakyapman gereken bir sorumluluktur. Ancak unutulmamalıdır ki, ciddi ve olgunişle, adice bir is arasında fark vardır. Kısaca düşünce özgürlüğünü ve akademiktanışma serbestliğini savunuyorum.

    Düşünce önünekonulan tüm engelleride reddediyorum. Müslüman olarak inanıyorum ki, Allah banaher alana dalmam için bir akıl vermiştir. İslâm’da düşünmeyi bastırmak,engellemek yoktur. Ama İslâm düşünce özgürlüğünü ve gerçeği titizlikle koruduğugibi ahlâk ve iyilik değerlerini de savunur. İnanıyorum ki, çağdaş medeniyetinbir çıkmazı da doğruların ahlâk değerlerine bağlı olmayışıdır. Yani ekonomi,politika ve genel hayatın ahlâk değerlerinden ayrılmasıdır. Bu da Batı Politikhayatının çökmesine zemin hazırlamaktadır. Dünyadaki politik hayatın tamamı dabu yönde gitmektedir. Batı’da en azından zarar görenler bazı haklarasahiptirler. Bizim ülkemizde bu tür güvencelerin hiçbiri yoktur.

    Batıda bazı konularvardır ki, ekonomi ve basın dünyasında etkin olan kişiler vasıtasıyla birdokunulmazlık kazanmıştır. Düşünsel olarak bu konuları sorgulamak bile mümkündeğildir. Örneğin Fransa’daki Milliyetçiler Derneği, Almanya’da Yahudilerekarşı girişilen kıyımdan dolayı bir yasa çıkartmıstır. Bu yasaya göre altımilyon Yahudi bu kıyımdan etkilendiği için bu konu dokunulmaz kılınmıştır. Budokunulmazlık nedeniyle, konuyu akademi ve basın çevrelerinin ele almasıyasaklanmıştır. Batı düşüncesi, kilise ve kralların düşünceyi baskı altınaalmalarına karşı çıkan Batı devrimlerine ve düşünce özgürlüğüne saygıduymaktadır. Anladığım kadarıyla laikliğin Batı’daki anlamı, düşünceözgürlüğünün engellenmemesidir. Laikliğin bu anlamını ben de kabul ediyorum.Hiçbir düşünce ve düşünme özgürlüğü hiçbir suretleri engellenmemelidir. Allahbana akıl vermiş ki karşılaştığım her sorunu çözeyim ve bu evrende ihtiyaçduyduğum hususları inceleyeyim. Bununla beraber Batı düşüncesi bazı konularasınır çizilmesini kabul etmiştir. Niçin birbirimizin inancını ilgilendirenhassas konuları birbirimize karşı saygılı olarak ve mantıklı bir sekilde elealmayalım?

    Kur’ân, bizMüslümanlara şunu açıkça bildirmektedir: "Onların, Allah dışındataptıkları (putlar)ına sövmeyiniz, onlar da bilgisizce Allah’asöverler…" (En’am:108.) Bu âyetle söylenmek istenen şudur: Siz, eyMüslümanlar! Başka inançlara sahip olan insanlarla tanışmaya giriştiğinizdeonlara sövmemeniz gerekir? Hatta onlar, putlara bile tapıyor olsalar onlarınputlarına sövmeyiniz ve onlarla en güzel bir şekilde mücadele ediniz. Bunu,böyle yapmadığınız takdirde sonuç itibariyle diyalog süreci topyekün sona ererve onlar da kendi kurallarıyla size söverler. O halde ben, öz olarakbirbirimizin ve tüm insanların inançlarına saygılı olunduğu müddetçe sınırsızve kesintisiz fikir özgürlüğünden yanayım. Belirli bir dine veya bir ırkamensup kışkırtıcı bir kitabın yazılmasını, siyah ırka, beyaz ırka veya yalnızcaKürd olduğu için Kürde ya da, Arap olduğu için Arap’a karşı tavır alınmasınıkabul etmemiz mümkün müdür?

    Bu, idamıgerektirmez ki!

    Yargı makamındaolmadığını söyledim. Ama bir davetçi ve bir düşünür olarak yargının düşüncealanında kullanılmasına karsıyım. Aynı zamanda düşünce, ideolojì ve tartışmaalanlarında, insanların duygu ve düşünceleriyle alay etme, hor görme veseviyesizlik göstermeye de karşıyım.

    Sayın Gannuşiçağdaş İslâmî söylemde Batıya doğal bir Müslümanlık görüyoruz. Batıyı dünyanınkötülük kaynağı kabul edip onların daima Araplara ve Müslümanlara karşı kötülükbeslediklerine inanılıyor. Bu doğru bir şey midir? Yoksa Müslümanlar tarihiçerisinde Batıya gerçek bir direniş gösterip onları olumlu yönde etkilemişlermidir? Başka bir açıdan da teknolojinin ilerlemesi Batı düşüncesinin ve siyasidemokratik düzenlerin oluşturulmasıyla birlikte karşılıklı bir etkileşim miolmuştur? Batılılaşma düşüncesi ve Batılı olan her şeye düşmanlıkbeslenilmesine nasıl bakıyorsunuz? Bu konudaki tavrınız nedir?

    Sanırım builişkilerin karşılıklı birbirinden etkilenmesi doğal bir durumdur ve Haçlısavaşlarından beri gelen tarihsel bir gelişimin sonucudur. Ayrıca birçokhususun üstü örtülmüş ve ideolojik bir kılıf geçirilmiştir. Bu savaşlar,servetin elde edilmesi için yapıldığı halde basın buna karşı kılıflarbulmaktadır. Bu ilişkiler hala askeri saldırıların, askeri savaşların veekonomik sömürünün esiri konumundadır. Bu ilişki sürecinde zayıf taraf daİslâmî kesimdir. Bu kesimi kendisini savunmaya, savunma mekanizmasınıkullanmaya iten sebep de başkasını reddetmek suretiyle kendisini korumaya çalışmasıve ondan uzak durup tüm ilişkilerini kesmesidir. Böylece kendisini bu türgüvence altına almak istemesidir. Batının Filistin sorununda olumuz bir tavırtakınması Müslümanların Batıya olan düşmanlığını ve Batının Müslümanlar içinsadece kötülük istediği Müslümanların başına gelen her belânın altında Batı’nınolduğu ve onlardan hayır gelmeyeceği düşüncesini teyid etmiştir.

    Bu tavrın nedeni,Batının işgalci, savaşcı, sömürgeci ve aldatıcı görünümlere bürünerek, ardıarkası kesilmeyen savaşlar çıkarmasıdır. Batı budur. Fakat yalnızca bu dadeğildir. Batı, özgürlük düşüncesi, özgürlük mücadelesi deneyimini, bilimselgelişmişliği, sağlık ve insanın evren hakkındaki bilgisini de ortayakoymaktadır. Aynı zamanda Cezayir devriminin ve halen Filistin direnişininyanında yer alan gerçek özgürlük hareketleri vardır. Yine Batıda öyle insanîörgütler vardır ki, Müslümanlar neredeyse onlardan başka yardımcıbulamamaktadır. Batı’da temel özgürlükler ve siyasî sığınma imkanları davardır. Zulme uğrayan Müslümanlar İslâm dünyasının genişliğine rağmen Batıülkelerinde siyasal sığınma hakkını elele etmektedirler. Batı’da yalnızcatarihsel ve günümüzde askeri, basın, teşhir ve ekonomik yönlerden bakmaklaberaber onun insani ve özgürlükçü yönlerini de gözardı etmemeliyiz.

    Batı aynı zamandadüşünce ekolleridir…

    Batı, bir tek şeydeğildir. Uluslararası ve özellikle de medeniyetler arası ilişkilerde birboşluk söz konusudur. Müslümanların yüzeysel olarak Batıya askeri saldırılar,savaşlar, ekonomik sömürü gözüyle baktığı gibi Batı da Müslümanları yüzeyselolarak değerlendirmektedir. Batı, materyalist ve ateist olmakla beraber Batıdadinsel, düşünsel, hümanist ve özgürlükçü güçler de vardır. Batı cephesinde,İslâm’ı basit ve yüzeysel olarak ele almak vardır. İslâm’a tarihsel olarakbakılmamakta aksine, tutucu, tüm insan hak ve özgürlüklerine karşı çıkan,kadına düşmanlık besleyen, kadını vahşice değerlendiren bir din gözüylebakılmaktadır.

    İslâmî söylemin,avami ve yüzeysel konumu bu durumun doğmasına vesile olmamış mıdır? Batı’dameselâ Fransa’da Morias Begear, Kaptan Kusto, R. Garaudy, gibi büyük düşünürler,sanatçılar ve tanınmış kişilikler İslâm’a girmişler veya İslâm’a yakınlıkgöstermişlerdir. İslâm’ın bu şekilde gösterilmesinin sorumlusu Batı mı, yoksatabir-i caizse yüzeysel, basit, kuru bir anlayışla İslâm’ı sunan Müslümanlarınbizzat kendileri midir?

    Kim sorumludur?mantığıyla olaya baktığımızda sorumluluk ortaktır ve sonuç herkes içingeçerlidir. Karşılıklı olarak, potansiyel düşman gözüyle bakılması, her kesiminyine karşılıklı olarak oluşturduğu olumsuz imaj, sonuç itibariyle her ikitarafa da yansımaktadır. Bu da gerçek dışı, objektif olmayan bir imajdır. Butaraflar, birbiriyle savaşmak istediğinde hemen gerçek dışı olan bu imajıortaya sürer. Batının istediği de budur. Kendi güçlerini Müslümanlara karşısavaştırmak için Müslümanları basit, yüzeysel, tutucu, medeniyet karşıtı,tehlikeli, teknoloji düşmanı, insanları kaçıran bir topluluk olarak lanseediyorlar. Diğer tarafta Müslümanlar da, Batının bu suçlamalarını haklıçıkaracak faaliyetleri bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde sergiliyor ve Batıyakullanıp etkilemesi ve haklılığını kanıtlaması için koz veriyorlar. Batı bütünbu olumsuzlukları bir araya getiriyor, onları şişiriyor, abartıyor ve"işte İslâm budur!" diyor. Müslümanlar da Batının yalnızca düşmanlıkduygusu taşıyan askeri kurumları, eğitim ve misyonerlik kurumlarından ibaretolduğuna inanıyorlar. Ve sanki bunları elde etmekle kendilerini korumuşolacaklar ve Batının kendilerini sömürmesini engelleyecekler! Şu haldetaraflardan her ikisi de diğerini basit ve yüzeysel olarak değerlendirmektedir.Bu iki medeniyet birbirine olumsuz yönden bakmaktadır. Oysa ki Batının veİslâm’ın tarihsel, sosyal ve medeniyet gerçekleri farklı farklıdır. BatıBatıdır, Doğu Doğudur. Bunların birleşmesi mümkün değildir. Buna göre yaBatıcı…

    Peki, HaçlıSavaşları…

    Gelecek, savaştanbaşkasını vaadetmiyor, savaş kaçınılmazdır. Bu dünya, iki medeniyetten yalnızcabirisine boyun eğmelidir ve tüm dünyanın boyun eğececeği tek medeniyeti esasalan merkeziyetçi düşünce gibi fikirler ve görüşler çok sesliliğin temeli olandemokrasi ilkesiyle bağdaşmaz. Çeşitliliğin ve çok sesliliğin manası, yalnızcatek ulus içerisinde birçok partinin bulunması olmayıp aynı zamanda bakışaçılarının, görüşlerin medeniyetlerin ve medeniyet merkezlerinin de çeşitli vebirden fazla olmasıdır. Demokrasinin bu temel anlamının uluslararası vemedeniyetler arası ilişkilerde de uygulanması gerekir.

    Dünya tekmedeniyet merkeziyetçiliğini kaldıramaz. Batı ve Avrupa medeniyetinin veyaİslâm medeniyetinin tek merkez kabul edilmesinde ısrar etmek dünyayı krizesürükler. Demokrasi ilkesinin yani dünyada çoksesli medeniyet merkezlerininkabul edilip uygulanması gerekir. Her taraf, birbirine karşıt düşman gözüyle bakmayıpkarşı tarafı bir kültürel zenginlik ve çeşitlilik olarak değerlendirmelidir.

    Diğer açıdan,düşmanlığın takdir edilmis olduğuna, kainatın ve eşyanın tabiatındabulunduğuna, Batı ile Doğu arasında ezelî ve ebedî düşmanlığın varolduğunainanmak, doğru bir düşünce değildir ve dünyanın geleceğini de olumlu yöndenetkilemez. Bu düşünce, tarihin objektiflik ilkesine de aykırıdır. Çünkübirbirine en yakın iki medeniyeti, Batı medeniyeti ile İslâm medeniyetinikarşılaştırdığımda karşıma çok farklı bir dünya çıkıyor.

    Özellikle de Batımedeniyetinin Yahudilik ve Hıristiyanlık dinlerine dayandığınıdüşündüğümüzde… Ki bu iki din aynı zamanda Doğu dinleridir.

    İslâm ve Batımedeniyetleri, ortak dini köklere dayanmaktadır. Allah’ın birliğine, ahiretgününe ve peygamberlik kurumuna inanmak.

    Bu dinlerinyayıldığı yerler…

    Budinlerin yayıldığı yerlere gelince, Arabistan’ın doğusu, bu dinlerin çıkışnoktasıdır. Kök buradadır. İsmail Faruki’nin "müşterek dini kök" veya"İbrahimî dinler" diye nitelediği husus budur. Medeniyetin beşiğimedeniyetin çıkış yeri ve medeniyet düşüncesi burada İbrahim’in Tevhiddüşüncesinden doğmuştur. Ve diğer dinler de bu düşüncenin bir koludur. Aynızamanda Batı kültürü olduğuna inanılan aklî kültürün kaynağı da burasıdır.Gerçekte ise bu kültür, Doğu ve Batının ortak kültürüdür? Bu kültür Firavun veBabil medeniyetleri diye isimlendirilen Eski Doğudan, Yunan ve Roma medeniyetintaşınmıştır. Bu akli kültür daha sonraları İslâm medeniyetinin parlak olduğudönemlerde Müslümanlara geçmiş, onlardan Batı’ya geçerek Batının gelişmesinisağlanmıştır. Bu aklî kültürün gelişimini sağlayan tek bir bağ vardır. Aklikültürün temelini Asya’da, Çin’de, Japonya’da ve Eski Medeniyetlerdegöremiyoruz. Aklî (düşünsel) kültür, İslâm medeniyetiyle Batı medeniyetininortak kültürüdür. Bunun içindir ki Müslümanların Yunan kültürüyle objektif birşekilde ilişkiye geçtiklerini görüyoruz. Örneğin İbni Rüşd, Aristo’nun ve Yunanfilozoflarının felsefesini amansız bir şekilde savunmuştur. Avrupa’nın uyanışıbaşladığında ibni Rüşd, İbni Sina, el-Harezmi ve Razi bu uyanışın sembollerikonumundaydı. İslâm’ın bilgi, felsefe ve düşünce kültürü Batıya geçmiştir. Buiki medeniyetin birbiriyle çeliştiği, önlerindeki tek seçeneğin birbiriylesavaşmak olduğu şeklindeki düşüncenin mantıklı bir açıklaması ve olumlu birdayanağı yoktur. Aksine tarihte birbirine en yakın iki medeniyet, İslâmmedeniyeti ile Batı medeniyetidir. Her iki kesimin de akıllı insanları, isterdüşünsel, ister dini olsun bu ortak zemini akıllıca değerlendirmelidir. Başkabir ifadeyle her iki medeniyetin akademisyenleri, düşünürleri ve din adamları,dünyanın yeni bunalımlara, krizlere düşmemesi için diyalog ve ortak zemininoluşturulup geliştirilmesine iki medeniyetin ortak yönlerinden hareketlebirbirlerini tamamlamasına katkıda bulunacak ciddi ve önemli stratejikçalışmalar yapmak zorundadır. Batı medeniyeti, ahlâki ve manevî değerleri eldeedip, aile mefhumunu ortadan kaldıran, uyuşturucu bağımlılığı ve diğer suçlarıartıran, ekonomik hayattan maneviyatı silip süpüren ahlâk ve maneviyatyoksunluğuna son vermek için İslâm’a muhtaçtır. İslâm, din-siyaset ve din-bilimarasında kurduğu bütünsellik sayesinde, din-bilim ve bilim-ahlâk arasındakikopukluk neticesinde söz konusu sorunları yasayan Batıyı kurtarmaya muktedirdir.Öte yandan, siyasal hayatını demokrasiyle, idarî hayatını Batılı idaresistemleriyle, ekonomik hayatını da Batıdan alacağı üretim ve teknolojibilgisiyle aklileştirme şansına sahiptir.

    Şu halde sonuçitibarıyla İslâm’la Batı arasındaki ilişkileri kötü gösteren bu düşünce,tarihsel objektiflik gerçeğine dayanmadığı gibi ne yakın, ne de uzak vadedehiçbir yarar da sağlamayacaktır. Ancak bu düşünce durup dururken ortayaçıkmamıştır. Aksine Batının İslam’a karşı arka arkaya giriştiği çeşitli savaşlarınverdiği acı deneyimlerden doğmuştur. Bu düşmanlık duygularını körüklemek ve ikimedeniyetin yalnızca bu olumsuz yanını görmek, İslâm medeniyetinin kadın,demokrasi, insan hakları ve dini tutuculuk konularında katı davrandığını süreklivurgulamak hiç kimseye fayda sağlamayacaktır. Bunlara neden olanlar, bizdeğiliz. Bunlar bir istisnadır, gelip geçici durumlardır ve sürekli kalıcıgerçeklerimiz değildir. Aynı zamanda Batıda da zorba güçler vardır veMüslümanların hayatında büyük bir yıkım gerçekleştirmişlerdir. Batı da yalnızcabunlar değildir. Batıda insanî kuruluşlar ve dinî güçler de vardır. Biz vemedeniyetin geleceği bu gibi güçlere muhtacız. Her iki kesimde de bulunantutuculuk ve bilgisizliğin giderilmesi gerekir. Aksi takdirde siyonistlerbunları kullanarak İslâm’ı, Hıristiyanlığı ve bu iki dine bağlı insanları,medeniyetleri yok edecek ve tüm dünyada tek bir siyonist yönetimgerçekleştireceklerdir. Herkes uyanık olsun.

    Bu söylediklerinçok önemli. Özellikle de milyonlarca Müslüman’ın Batıda yaşandığı bu zamanda.Ne yazık ki, bu Müslümanlar Batı ile İslâm âlemi arasında bir köprü olacaklarıyerde şu sıralar gündemde olan İslâmi söylem nedeniyle engel olmaktadırlar.Özellikle Batı basınının İslâm’ı başka şekillerde göstermesi bu Müslümanlar’ınBatı toplumuna kendi dini ve kültürel kimliklerini koruyarak uyum sağlamalarınızorlaştırmaktadır.

    MilyonlarcaMüslüman’ın Batıda bulunması, İslâm’la Batı arasındaki ilişkilerin ve diyaloğunbir labaratuvarı konumundadır. Olması gereken de budur. İslâm ve Müslümanlarhakkındaki olumsuz görünüm de bu konumdan kaynaklanmaktadır. Buradakisorumluluk bir yönüyle Müslüman düşünürlere ve İslâm devletlerine, diğeryönüyle de Batı ülkeleri ve düşünürlerine aittir. Bu azınlık topluluk İslâmmedeniyetini en iyi şekilde temsil etme fırsatını bulamamıştır. İslâmmedeniyetini ve İslâm’ı ortaya koymak için ekonomik, sosyal ve düşünsel ortamonlar için sağlanmamıştır. Aksine çoğu zaman zor ve olumsuz şartlar sonucundaİslâm medeniyeti hakkında çirkin bir görüntü sergilemişlerdir. Batıda Batımedeniyetine uyum sağlamak; siyasal, kültürel ve eğitim kurumlarına tepkigöstermek değildir. Müslümanlar’ın yaşadıkları bu ülkelerin çıkarlarınıkollayıp gözetmeleriyle dinin gayesiyle çalıştıklarını sanmıyorum. Batıülkelerinde yaşayan Müslümanlar dinlerine, oradaki vatandaşlara, kendilerinikabul eden bu ülkelere iyi davranıp çıkarlarını koruma sorumluluğununbilincinde olmalıdırlar. Kendilerini buralarda beşinci sınıf gibihissetmemelidirler. Kendilerini birer vatandaş gibi kabul edip hak vesorumluluklarının bilincinde olmalıdırlar. Zorunlu olmadığı sürece Batınınadetleriyle çelişen geleneklerine sım sıkı sarılmaları kendileri için faydalıdeğildir. İslâm topyekün gelenek ve görenek değildir. Örneğin görünüşitibariyle farklı olmaya çalışmak İslâmî bir zorunluluk değildir. Aksine İslâmdış görünüş olarak farklı olmanızı değil ahlâkî insanî ve tutarlı konumlarlafarklı ve seçkin olmamızı ister. İslâmın âlemlere rahmet ortaya koymamızgerekir. Bu ülkelerde yaşayan hicret ehlinin Los Angeles’daki merkezdesergilenen tavırları ortaya koymalarını temenni ediyoruz. Bu merkezde çalışanbazı kardeşlerimiz, Müslüman zenginlerden topladıkları yardımlarla Müslümanolmayan uyuşturucu bağımlılarına bundan kurtulmaları, evsiz kalanlarınihtiyaçlarının karşılanması için harcadıklarını söylemişlerdi. Yani İslâm’ınyardımlaşma dini olduğunu, Batı toplumlarında felâkete uğramışlara yardım eliniuzattığını ortaya koymak gerekiyor. İslâm rahmetini sergilemenin en uygun yoluda budur. Batıdaki insanların hastalığa düşmelerine, suç işlemelerine, işsizkalmalarına, uyuşturucu bağımlısı olmalarına ve ekonomik olarak çökmelerinesevinmediğimizi ve böyle hallere düşmelerini temenni etmediğimizi ortayakoymamız gerekir. İslâm medeniyetini, Batı medeniyetinin enkazı üzerinekurabileceğimizi sanmıyorum. İslâm’ın çıkış noktası, İslâm ahlâkı ve stratejisiyıkmak değil, yapmaktır. Allah Resûlü (a.s.m.) geri kalmış Cahiliyye toplumunageldiğinde bu toplumun temellerini yıkmamış ve bunu görev olarak da görmeyerek,"Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim" Buyurmuştur. Aynışekilde bir Müslüman da Batıdaki ilerlemiş yönleri tamamlamalıdır. Eğer Batıdabazı açılardan gelişmişlik varsa, biz niçin oralarda bulunmuyoruz?

    İlim öğrenmekisteyen, özgürlük arayan ve hatta devletine muhalefet eden insan niçin Batı’yagidiyor? Bunun nedeni, gelişmişlik dönemlerinde medeniyetimizdegercekleştirilen güzelliklerden bazılarının buralarda varolmasıdır. GelişmişBatılılara göre biz geri kalmışız. Onların medeniyetinde bazı hastalıklar vardır.Ama bu hastalıklar onlara alternatif karşıt olarak ortaya çıkmamızı gerektirmez.Bu medeniyette bulunan güzellikleri ve gelişmiş yönleri özümsememiz vetoplumlarında bulunan musibet ve sorunlarla mücadelelerinde onlara rahmetsunmamız gerekir.

    "Her icadedilen yeni şey bid’attır ve her bidat’ta sapıklıktır" diyen, Batıya aitolan herşeyin helâka sürüklediğine inanan insanlara kulak vermeye devam edenBatıdaki Müslüman muhacirlerin bu söylediklerini uygulamaları mümkün müdür?

    Bu dediğinin birkural olduğunu ve İslâm’ın mesajında Batının getirdiği her şeyin bid’at vesapıklık olarak değerlendirildiğini sanmıyorum. Araba, uçak, telefon, telsiz,bilgisayar, tarım ve sanayi makinaları, eğitim araçları, basın ve diğerözgürlükleri düzenleyen demokrasi ilkesi daha önceleri yokken sonradan icadedilmiş şeylerdir ancak bid’at değildirler. Başka bir deyişle yukarıdakiHadiste sözkonusu olan "her icad edilen şey" dünyadaki yenilikleriçin değil, "Dinde yapılan yenilikler içindir," şeklinde yorumlanmıştır.Yasaklanan yenilikler "yeni bir dünya icad etmemiz" değil, "yenibir din icad etmemizdir. İslâm bu dünyanızla ilgili, gelişmenizle ilgili birhusustur, ancak yeni bir namaz uydurmanız mümkün değildir," diyor. Beşvakit namaz vardır. Altıncı bir vakit namazı icad etmek bid’attır sapıklıktırve cezası ateştir. Eğer oruç bir aysa bunu eksiltmek veya arttırmak bid’attır.Oruç ayında yapılan eksiltme ve artırma bir yeniliktir ve bid’attır. Dininbelirlediği her husus böyledir. Din, ilkeleri, ahlâki değerleri ve toplum içinyüce değer yargılarını, esasları ve itikadi konulan belirtmiştir.Değiştirmekten alıkonduğunuz alanlar bunlardır. Sanayi ve tarım teknolojisi,ulaşım, siyasi çalışmalar, idare yapısının oluşturulması, uluslararasıilişkilerin düzene konulması dünyamızla ilgili konulardır. Sürekli ilerlemeye,adalete, özgürlüğe, insanların birliğine, amaç ortaklığına, sürekli yenilenmeyeçağıran "düşünmüyorlar mı? akletmiyorlar mı? ibret almıyorlar mı?"şeklinde ifadesini bulan İslâmi ilkeler çerçevesinde yeni görüş ve fikirlerüretmek gerekir.

    Kılık-kıyâfethakkında neler düşünüyorsun?

    İslâm bize,sınırlı bir kılık-kıyafet şekli sunmuyor. İslâm kılık-kıyafete ve estetiğekarşı değildir. İslâm yüce değerler ve ahlâki ilkeler manzumesidir. Biziörtünmeye çağırır ama sınırlı bir kılık-kıyafet tarzını dayatmamıştır.Örtünmenin genel vasıflarını belirtmiştir. Ama Pakistan, Mısır veya Fransız yada Amerikan kıyafet tarzını benimsemeniz gerekir, demiyor. Bunlar, tamamendünyamızı ilgilendiren hususlardır. İslâm’ın önemsediği konu, namusluluk vevakar değerleriyle donanmamızdır.

    Not: Bu söyleşi,Birleşik Dağıtım tarafından yayınlanan "Raşid Gannuşi ile Söyleşiler"isimli kitaptan alınmıştır.