Köprü Anasayfa

Din ve Siyaset

"Bahar 95" 50. Sayı

  • Risale-i Nur: The Tefsir

    Mücahid BİLİCİ

    Herkes güneşten bahseder, ama güneşi en iyi aynalar anlatır. Aynalarda güneşten çok şey, aynaların kendilerinde ise az şey bulursunuz.1 Taş toprak, su da güneşi anlatır. Lâkin kendinden renkler ve kıvrımlar katarak anlatırlar. Bu yüzden, çoğu kez taşlara baktığınızda –güneşi anlatıyor olsalar bile– taşları görürsünüz. Aynaya bakarsanız, güneşi bulursunuz. Güneşi anlatan her şey, güneşten bir şeyler taşıdığı oranda başarılıdır. Bu nedenle anlatma iddiasındakileri, anlattıkları şeylerle taşıdıkları paralellikleri oranında tartıya vurur, değerlendirme yaparız.

    İste Risale-i Nur, Kur’ân güneşine çağımızda tutulmuş bir aynadır. Risale-i Nur bir Kur’ân tefsiridir; Kur’ân’ı anlatır ve en önemlisi Kur’ân’dandır. Bu yüzden Risale-i Nur, tefsir etmek istediği Kur’ân’la pek çok noktada benzerlikler gösterir. Söz gelimi, Kur’ân’daki dört temel unsur olan "Tevhid, nübüvvet, haşir ve âdalet"i Risale-i Nur’un bütününe yayılmış ana temalar olarak bulabilirsiniz.

    Hitab-ı Ezeli olan Kur’ân-ı Kerim’in bunca zamandır, bu kadar insan tarafından, hem de defalarca okunmuş olmasına rağmen usanç vermediğine hepimiz şahitlik edebiliriz. Zira her gün kırk kez Fatiha Sûresini okumamıza rağmen bu Kur’ân sûresinin tekrarı bizi usandırmaz. Kur’ân kudsi ve semavidir. Bir malumat kitabı gibi bir kez okumakla fonksiyonunu tamamlamış olmaz. Aynı şekilde onun bir tefsiri olan Risale-i Nur, bu kadar insan tarafından bu kadar çok okunuyor olmasına rağmen, kimse bu kadar tekrarın usanç verdiğini söylemiş değildir. Çünkü Risale-i Nur Kur’ân’dan söz etmez, onu yaşar.

    Kur’ân’ı dinleyen en âmi bir adam bile Kur’ân’ın diğer kitaplara benzemediğini çok farklı bir usluba sahip olduğunu söyler. Hakikaten Kur’ân diğer kitaplara benzemez. Bunu söyleyebilmek için diğer kitapların üstünde olduğunu (yani dikeyde farklı olduğunu) bilmek gerekmez. Kısacası Kur’ân’ın apayrı bir uslubu vardır. Herkes anlamasa bile, yine herkesin kendine göre aldığı bir hisse vardır. Buna sadece kulaktan ibaret olan avam tabakasının sadakati şahittir. İşte bu İlâhi kelâmın bir davetiyesi olan Risale-i Nur’da da aynı türden ayrı bir tad vardır. Risale-i Nur diğer dini ve dini olmayan eserlere benzemez. Risale-i Nur farklıdır. Kendine has bir uslubu vardır. Bu konuda değişik çevrelerden insanların itiraflarını bulmak mümkündür.2

    Aynı şekilde Kur’ân’ın nüzul süresi ile Risale-i Nur’un telif süresi arasında da ilginç bir yakınlık vardır. Yine Kur’ân’ın "vahiy," onun tefsiri Risale-i Nur’un "ilham" olması da dikkat çekicidir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’i "ümmi" bir resûl; Risale-i Nuru da "yarı ümmi" bir müellif getirmiştir. Okuyucularıma garip gelebilir, ama Resûl-i Ekrem’in tam ümmi olması ile vahiy getirmesi ve Risale-i Nur müellifi Said Nursi’nin yarım ümmi olması ile vahyin gölgesi olan ilhamdan beslenmesi bana önemli görünmektedir. Bu arada yeri gelmişken Resûlullahın (a.s.m.) ümmiliğini nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde durmakta fayda vardır. Zira Hüseyin Hatemi gibi bir aydın Risale-i Nur’da çokça atıfta bulunulan bir meselede zorlama bir tevile başvurmak zorunda kalabilmiştir. Nitekim geçtiğimiz aylarda düzenlenen bir paneldeki konuşmasında, Resûlullahın ümmiliğinin bilinen anlamdaki ümmilik değil, ümmete gelmişlik anlamı taşıdığını –sanırım ümmiliğin Resûlullah için pek te olumlu bir şey olmadığını düşündüğünden– beri sürmüştür. Halbuki elsiz bir böcek vasıtasıyla bizlere usta bir elden çıkmış bir ipek kozası sunulurken, verilen ders kozayı yapanın başkası olduğudur. Güneşten ışık taşıyan aynanın pilden hali olduğunu söylemek, aynaya bir zarar vermez. Aksine ışığın güneşten geldiği –ki aynanın yapmak istediği de budur– anlatılmış olur. Ama gün olur da güneşi inkâr etmek isteyip aynadaki apaçık ışığı inkâr edemeyen bazıları, kalkıp aynanın el feneri olduğunu söylerse, (Muhammed çok iyi bir düşünürdü.) o zaman hem aynaya, hem de güneşe zarar verilmiş olur. Burada kötü bir niyet vardır. Fakat halisane aynayı tazim maksadıyla, aynanın ışık kaynağı olduğunu söylemek böylesi kötü bir niyete kapı açma tehlikesini barındırmaktadır. Bana göre Hatemi Hoca, bu hususta Risale-i Nur’daki bu yaklaşımı gözönünde bulundurmalıdır.

    Konumuza tekrar dönecek olursak, Risale-i Nur’un en önemli özelliklerinden biri de dilidir. Risale-i Nur’un dili sadelestirilemeyecek ve belli bir anlam içinde hapsedilemeyecek kadar yoğundur. Kur’ân-ı Hakim’in hiçbir zaman ve mekâna bağlı olmadığı halde hepsini aydınlatan evrensellik özelliği onun bu zamandaki tefsirinde de kendini belli etmiştir. Esasen Risale-i Nur bizi Kur’ân’a hazırlar. Müslümanlar olarak yaşadığımız yabancılaşma karşısında Risale-i Nur bizi Kur’ân’ın diline ve hitabına muhatap olabilecek bir düzeye getirir. Müslüman milletlerin hemen ekseriyetinin dilinin harmanlandığı Risale-i Nur ehl-i iman arasındaki yapay milli sınırları izale etmekten Kur’ân’ın kâinatı bir mescid-i kebire çeviren İlâhi hitabına meydan açmaktadır. Risale-i Nur okuyan biri, şayet başka yoldan öğrenmemişse hem lisan-ı Arabiye aşina olur, hem de zaten fıtri olan bu lisandaki kelimelerin anlamlarını tahmin etme kaabiliyetini edinir.Tüm bunların ötesinde en âmi insandan en âlim insana kadar herkes Risale-i Nur’un, hakikaten farklı bir üsluba sahip olduğunu söyler. Tıpkı kaynağı olan Kur’ân’daki gibi bol bol tekrarlar vardır.3 Yine aynı şekilde bir yerden bir başka yere atlamak gibi Kur’ân’ın muhatap olduğu itirazlardan çekinmeksizin ve onlara bu dersi fiilen verircesine Risale-i Nur’da söz konusu atlamalara sıkça rastlamak mümkündür.

    Dahası Risale-i Nur’un telifi, müellifinin ihtiyarı haricinde gerçekleşmiştir. Bu, Risale-i Nur’un kutsiyetinin güçlü bir delilidir. Zira müellifinin yarım ümmi olması ile telifatın harikulade bir sür’atle yapılmış olması ihtiyar ve tasarrufu müellifinin elinden almış oluyor.4 Kaldı ki, müellifin de çabası bu yöndedir.5

    Batıda son birkaç yüzyılda cereyan eden gelişmelerin tamamen dönüştürdüğü yer kürede yaşayan ve İslâm’ı, yaşadıkları "dehr" ile telif hususunda mütehayyir kalan ehl-i imana yine Kur’ân’ın mucizevi bir imdadı olarak uzanan bir el vardır. Risale-i Nur, kâinatı ve Müslümanların tasarrufa dışında dönüşen dünyayı yeniden Kur’ân hesabına tanımlamıştır. Mü’minlerin yabancısı oldukları için düşman kesildikleri her "alan," yine iman hesabına zaptedilmiştir. Din-dünya ayırımının bulanıklaştığı, dünyayı terk etme mesleğindeki bazı ehl-i imanın holdingleştiği, kâinatın Tevhid hesabına tasvirini "çiçek-böcek edebiyatı" görüp kâinatı terk ile onun ecnebi tasvirine düşman kesilenlerin İslâm’ı bir Üçüncü Dünya ideolojisi mesabesine indirdiği bir zamanda, Risale-i Nur, ehl-i imana Sahabe mesleğini İslâm’ın bid’alardan ve zamanın entellektüel marazlarından uzak sahici bir ubudiyet dersini verdiğini görmemek mümkün değildir. Ama maalesef kimi "İslâmcı" aydınlar yeterince okumadan –ki bu hayli üzücü bir durumdur– Risale-i Nur’u taşıdıkları entellektüel marazlarla eleştirmeye girişebilmişlerdir. Söz gelimi, Risale-i Nur’un "pozitiviz"den etkilendiği konjonktürel bir eser olduğu yolunda iddialar serdedilmiştir. Ne var ki, Risale-i Nur gibi "ne Şarkın ulumundan ve ne de Garbın fünunundan alınmış olan Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyanın bu zamana mahsus bir i’caz-ı manevisini"6 Garbın fünunundan ilhamla edindikleri derme çatma materyalle eleştirmek istemişlerdir. Karşısında şoka düştükleri modern dünyayı" postmodern" teorilerle bilimi de yine aynı "paradigma" içindeki anti-bilimle eleştiren sermayesi kendine –maalesef– yabancı olan "İslâmcı" aydınların Risale-i Nur’un aşılabilirliğini iddia etmeleri bir hayli ilginçtir. Çünkü Risale-i Nur yabancılaşmayı aşamamış insanların rahatlıkla aştığı bir tefsirdir. Eğer Risale-i Nur "aşılabilir" olsaydı, onunla teması olanlar için "talebelik" dışında başka makamlar da olurdu. Ne var ki Risale-i Nur’u kabul eden ancak ona talebe olur. Ve talebe için "kaynağı aşmak" diye bir şey yoktur. Olsa olsa "talebeliği aşmak" (yani talebelikten düşmek) olabilir. Risale-i Nur dikeyde aşılamaz, ama yatayda –zaten temas etmemekle– aşma sorunu çözülmüş olur.

    Öte tarafta Risale-i Nur pozitivizmden etkilenmiş değildir, ama pozitivizmin varlığını "dikkate almıştır." Ki bu olması gereken bir şeydir. Bir doktorun hastalığı tanıyıp ona göre muamele etmesini, doktorun hastalığına delil göstermek ancak ve ancak hastalardan umulacak bir iddiadır.

    Risale-i Nur dışındaki hareketlerin daha çok Müslümanları hitap ediyor oluşu ile "İslâmi" veya İslâmcı olmaları; Risale-i Nur’un her insana hitap ediyor oluşuyla imani bir hareket olması arasındaki münasebet önemlidir. İhtida eden insanların hemen ekseriyetinin Risale-i Nur’la temas sayesinde böyle bir neticeye ulaşmalarını iyi analiz etmek gerekmektedir. Yine Risale-i Nur dairesi içerisindeki dini hassasiyetleri nisbeten kuvvetli Doğudaki insanların daha çok "müdafaalar ve hitaplar" gibi Risale-i Nur’un Eski Said’e ait telifatını okumasıyla, imanın nispeten sarsıldığı Batıda (büyük şehirlerde) temayülün daha ziyade imani mevzulara yönelmiş olması da ilginçtir.

    Kâinata Kur’ân hesabına sahip çıkmayan bazı ehl-i dinin anti-bilim akımlar ve post- modern eleştirilere kucak açmalarıyla Risale-i Nur’u bilime önem vermiş olmakla suçlamaları mucib-i hayrettir. Zira aynı insanlar Risale-i Nur’un, söz gelimi bir devlet modeli yerine bir tepeciğin eteğinde nazara ilişmiş bir sarı çiçekle meşguliyetini bir küçümseme nedeni olarak görürler. Lâkin Risale-i Nur’un sağladığı tahkik-i iman ile İslâmiyet’in esası olan kulluk şuuru olmazsa, bu insanların İslâmcılığı –en azından bu kadar kolay– yapamayacaklarını görmeleri de mümkün değildir. Türkiye’de Risale-i Nur’un intişar ve tenvirinden sonra tarikatların yeniden güçlenmiş olması da ilginçtir. Risale-i Nur bir iman hareketidir.7 İman olmadan İslâm’ın olamayacağı, yahut kup kuru bir ideolojiye dönüşeceği, gıda olmadan meyvenin bir anlam ifade etmeyeceği kadar açıktır. Serserileştirilmek üzere bilinçleri yaralanan bir toplumda insanlara askerliğin (ubudiyetin) dersini veren Risale-i Nur’un direkt (Nur Talebesi olmakla) veya dolaylı (Risale-i Nur’un getirdiği selabet-i diniye ve tahkik-i imanın verdiği kuvve-i maneviye gibi) yollarla serserilikten askerliğe (mü’minliğe) yükselttiği insanları onbaşı (veli) yapmanın öncelikle o insanın asker (mü’min) olmasına bağlı olduğu açıktır. Türkiye’de tarikatların ve de İslâmcı akımların varlığı ve serpilmesi –bunun farkında olunsun veya olunmasın– büyük ölçüde Risale-i Nur’un sağladığı imani zeminde mümkün olmuştur.8 Ve bu iddianın sahibi olarak söz konusu İslâmî cemaatların bunu kabul etmelerini katiyen beklemiyor, bunun Risale-i Nur’un misyonu gereği bir durum olduğunu düşünüyorum.

    Risale-i Nur mesleği tarikat değil hakikattir.9 Tarikatın "hakikat" olmadığı da açıktır. Ancak bu hakikatsiz olduğu anlamına gelmez. Tarikat bir varsayımdır, bir tasavvurdur. Hakikat değildir. Hakikatin götürdüğü hedefe varmak üzere "tasarlanmış" bir yoldur. Ve ilginçtir, tarikat "aklın" çizdiği bir yolda kalp ayağı ile sülûk etmektir. Hakikatin bir yolu olmakla beraber tarikatin Şeriatten ve hakikatten farklı bir şey olduğu bilinegelmektedir. Tarikat, İslâmiyet dairesi içinde akılla10 çizilmiş ve ancak iman sahiplerine hitap edebilen bir yoldur. İnsanların dünyalarında imanın tartışmasız kabul edildiği dönemlerde büyük bir vazife ifa eden tasavvufun, artık imanın tartışma konusu olduğu İslâm’ın temellerinin sarsıldığı bir zamanda hizmetini devam ettirmesi büyük ölçüde Risale-i Nur gibi bir iman hareketinin temin ettiği manevi kuvvetle mümkün olmustur.11

    Risale- Nur kâinatı terk etmez.12 Kâinata Kur’ân hesabına sahip çıkar. Kâinat, bir kitab-ı kebir olarak sürekli okunmak üzere gözlerimizin önündedir. Risale-i Nur’un huzur-u tammı temin için kâinata sırtını dönenlerin aksine kâinattaki her bir parçacıktan huzura bir yol bulması bu zamanın şartları –kâinatın terk edilemeyeceği, dünyanın terk edilemeyeceği, fakat buna rağmen ubudiyetin yaşanması gerektiği gerçeği– göz önüne alındığında, bu zamanın hastalıklarına bir ilâç olduğu görülmüş olur.

    Risale-i Nur bir Kur’ân tefsiridir. Ancak geleneksel tefsirlerden birçok noktalarda ayrılır.13 Risale-i Nur kendini önceleyenlerden farklı olarak insanlara balık tutmaz, balık tutmayı öğretir. Yani okuyucusuna imajlar sunmaz, onun yerine gözlükler ve perspektifler kazandırır. (Bu özelliğin en güzel yansıması Risale-i Nur mesleğinde makam veya hiyerarşilerin bulunmamasıdır.) Bu yüzdendir ki geleneksel tefsir beklentisi ile Risale-i Nur’a bakanlar şaşırıverirler. Zira bir tefsir olduğu söylenen Risale-i Nur’da âyetlerin tek tek açıklaması bulunmamaktadır. Hele hele sıra ile açıklamak diye bir şey hiç yoktur. Bu haliyle Risale-i Nur farklı olduğunu hemencecik onaya koymaktadır.

    Bununla beraber, Risale-i Nur’da açıklanan her bir âyetin, okuyucusuna kazandırdığı içgörü ezberden ziyade kavramaya yönelik bir anlayış edindirir. Bir âyetin tefsirinin kazandırdığı gözlükle diğer âyetleri okumak mümkündür.

    Kısacası Risale-i Nur, bizleri Kur’ân iklimine müheyya bir ruhla donatır. Böylesine fıtri bir tefsirdir. Ne akademik, ne de teknik bir esastır. Ama küçük-büyük, kadın-erkek, okumuş-okumamış herkesin istifade edebildiği ve ilginçtir, telif olduğu tarihten günümüze ilk taşıyıcılarının çoğunun çoban yahut çiftçi olduğu bir tefsirdir. Hiç kimsenin hissesiz kalmadığı öylesine fıtri bir tefsirdir ki, bütün zamanlar ve seviyelere rahatça nüfuz edebilmektedir. Zira Hakim ve Rahim isimlerine mazhar olan Risale-i Nur şefkat ve hikmetin, akıl ve kalbin buluştuğu bir tefsirdir.

    Din ve siyasete dair küçük bir not

    Köprü’nün bu sayısındaki "Dosya" konusuna etraflı bir çalışma ile –çeşitli imkânsızlıklardan dolayı– katılamamakla birlikte yine de "Din ve siyaset" gibi önemli bir konuya değinmenin yararlı olacağını düşünüyorum. Çok önemli bir soruna, çok kısa ifadelerle bir cevap vermenin kendi içinde taşıdığı riski de hesaba katarak, sanırım birşeyler söyleyebiliriz. Ancak, aşağıdaki düşüncelerin, gerektiğinde detaylandırılıp daha etraflı bir argümana dönüştürülmeye de açık ve hazır olduklarını şimdiden belirtmek gerekir.

    Öncelikle din umumun malıdır. Din, hiçbir şekilde bir kutuplaşma aygıtı olarak kullanılamaz. Allah’ın vazifesine karışma tehlikesinin yüksek olduğu bir düzlem olarak siyaset, bir kavga meydanıdır. Tebliğe muhatap olmakla, tebliği yapanın taraftarı olmaya başlamak arasında dinin öğretisi açısından çok önemli bir ayırım vardır. İslam’ın büyük oranda temayüz etmiş bir birey modeli olmakla birlikte temayüz etmiş bir devlet modeli yoktur. Nitekim Said Nursi, saltanata da, demokrasiye de mü’minane yaklaşabiliyor. İslâm’da kölelik vardır, ama asıl olan hürriyettir. Siyaset yatay bir teknikalitedir. Din ise dikey ve nafiz bir hitaptır. Din evrensel ve zamanlarüstü iken siyaset zaman ve mekanla mukayyettir (spatral ve temporal). Seyislikten gelen siyaset tıpkı seyislik gibi teknik bir olaydır. Din ve siyaset iki ayrı alandır. Ancak bu alanların etkileşim düzlemi "toplum"dur. Din, toplumla ilgilenir, yani din ve siyaset arasında toplum (kişiler) vardır. İslâmiyet Habeşistan Melikliğiyle yahut Rum Krallığıyla değil Habeş meliki ve Rum kralı ile uğraşmıştır. Siyaset toplumsal yapının bir yansımasıdır. Dinin muhatabı siyaset değil, toplumdur. Dinin siyaset üzerindeki dönüştürücü gücü, toplum üzerindeki dönüştürücü gücünden kaynaklanmaktadır. Din fıtri olanı öğretir. Teknik açıdan da en verimli yol en doğal olanıdır ki, bu dindeki genel kavramlar (hürriyet gibi) çevresinde geliştirilebilecek, ancak ister istemez geliştirildiği zaman ve mekânın özellikleriyle şekillenecek olan yoldur. Bu yüzden âdil bir sultanla âdil bir cumhurbaşkanının ikisi de dini açıdan aynı iken, teknik açıdan farklı olurlar. Çünkü saltanat ve demokrasi olguları insanlığın yaşı ile ilgili şeylerdir. Ve son olarak Müslüman olmakla "İslâmcı" olmak çok farklı iki alanın (belki de din ve siyasetin) öğeleridir. Bu ayırımın Said Nursi örneğindeki deneyimini, sanırım, önümüzdeki dönemde "Said Nursi neden bir İslâmcı değildir?" başlıklı bir çalışma ile paylaşmayı düşündüğümü de buradan duyurmak istiyorum.

    Dipnotlar

    * Bu yazı Risale-i Nur’la imanını kurtarma nimetine temas etmiş biri tarafından yazıldığı için tarafsız değildir.

    1. Sözler, s. 607.

    2. Şerif Mardin’in "Şiirsellik"ten, anılarında Risalelerden söz eden Zülfü Livaneli’nin "Çok farklı bir üslup"tan kastettikleri farklılık.

    3. Kastamonu Lahikası, s. 11.

    4. a.g.e. s. 117.

    5. a.g.e. s. 101.

    6. a.g.e. s. 150.

    7. Bu ayrımın yansımaları için bkz. "Takva ve amel-i salih meselesi," Kastamonu Lahikası, s. 106.

    8. Şualar, s. 269 ve s. 275.

    9. Kastamonu Lahikası, s. 150.

    10. Tasavvufun kalp ayağı ile, ama "akıl" yoluyla gittiği konusu için bkz. 24. Söz, İkinci Dal.

    11. Kastamonu Lahikası, s. 10.

    12. a.g.e. s. 112.

    13. a.g.e. s. 133.