Köprü Anasayfa

Laiklik ve Sekülerizm

"Yaz 95" 51. Sayı

  • Dinler ve Laiklik

    Niyazi ÖKTEM

    Prof. Dr., Galatasaray Üniversitesi, İletişim Fakültesi Dekanı

    Genel ve alışılmıştanımla laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Laikdevletlerde din olgusu devletin "esas teşkilatına" müdahale etmez;dinsel ilke ve kurumların devlet yönetiminde etkisi yoktur. Laik devletlerdedin, devletin olağan görev ve yetkileri içinde bir sosyal olgu olarak elealınır ve tüm diğer sosyal olgular gibi düzenlemeler görür. Düzenlemelerdetemel ölçüt, çağdaş değerlerdir.

    Din, sosyal olguolduğu kadar bir düşünce sistemidir. Bu görünümüyle felsefenin konu alanı içinegirer. Din felsefeleri, laik felsefelerden çok daha fazla ilgi görürler. İnsanfelsefeye tanrı ve yazgı sorunuyla başlar. Tanrı var mıdır, yok mudur?, Evreninöz ve esası nedir?, Bir madde mi, yoksa bir düşünce midir? gibi soru vesorunlar, felsefenin ilk adımlarıdır. Bu tür düşünceler insanı ister istemezdin olgusunun irdelenmesine götürür.

    Din, sosyolojik ve filozofik açıdan önemli bir kurumdur. Bu nedenledir ki,gerek ülkemizde gerek dünyada her zaman gündemdedir.

    Evrensel önemiçeren bu kurum karşısında, devlet, nasıl bir tutum alacaktır?

    TEOKRATİKGÖRÜŞLERİN TEMEL FELSEFESİ

    Teokratik görüşlerşöyle diyor:

    "Devletyönetiminin ilke ve esasları Tanrısal buyruklara uymalıdır. Bu dünya zatenöteki dünyaya hazırlık evresidir. Devletin görev, amaç ve işlevi, uygun ortamıhazırlamaktır. Hazırlıkta devlet güçlerine din adamları yardımcı olmalıdır;çünkü Tanrı buyruğunu en iyi onlar anlar ve onlar yorumlar." Hıristiyanfilozofların çoğu, bugün dahi neotomist bir yaklaşımlabu düşünceyi yaymışlardır. Dünyadaki tüm Hıristiyan Demokrat partiler SaintThomas d’Aquin ve onun XX. yy yorumcusu Jacques Maritain’in izindengitmektedirler. Bu partiler iktidara geldikçe, olanakları ölçüsünde görüşleriniuygulamaya sokmak isterler. Ancak karşı görüşteki baskı grupları ve sosyaletkileşim, dengeleşim, Hıristiyan Demokrat ideallerintanı olarak gerçekleşmesini engeller. Hıristiyan Demokrat partiler, açık ya da örtülü laikliğin karşısında yer almaktadırlar. Ancaklaikliğin iyice özümsenmesi, akılcılık ve felsefi kültürün yaygınlığı teokratikdevletin kurulmasını engeller.

    Katolik eğilim St. Thomas’ın yolunu izlerken protestanağırlıklı ABD’de özellikle Calvin’ci görüşlerle, Mormonluk gibi Hıristiyan sapmalar koyu bir bağnazlıkiçinde açıkça teokratik devleti savunurlar. Baptist, Church of Christ gibi koyu tutucukiliseler ABD’de sosyal ve siyasal yaşam önemli boyutlar içerisindeetkilemektedir.

    MüslümanlıktaMutezile akımı, Anadolu Alevileri ve İbni RüştFahrettin Razi kökenli Sünni yorumlar dışında laikdevleti benimseyen görüşleri rastlamak çok güçtür.

    Museviliğin XX. yyyorumları da tümüyle teokratik devleti benimsemektedir.

    LAİK GÖRÜŞLERİNTEMEL FELSEFESİ

    Teokratik devletanlayışının kökenindeki tanrısal iradenin yerini laik devlette akıl ve bilimedayalı yönetim almıştır. Laiklik rasyonalizmdir(usçuluk-akılcılık). İnsanın,doğanın ve toplumun kural ve yasalarını kendi aklı ile algılaması, kavraması veyine kendi gücü ve aklı ile doğa ve topluma egemen olması, akılcılıktır. Aklın rehberalınması; safsata, hurafe bilim dışı açıklamaların, irdelenmemiş"nakillerin" atılması akıllı davranış modelleridir. Devletyönetiminde bu yöntem izlenirse onun adı laikliktir. Başka bir anlatımla devletyönetiminde din adamlarının yorumlarına dayanan dinsel, irdelenmemiş"nakiller" ilke olarak benimsenmişse o ülkede teokrasi vardır. Yokeğer bilimin, aklın sesi rehber alınmışsa laik devlet işte budur. Nitekim onundöneminde çeşitli kurum ve yayınlarla bilim ve laik düşünce gelişme olanağı bulmuştur.

    Batı’daki laikaşamaya ancak Fransız devrimi ile gelinmiştir. XVII. yüzyılda "ticaretdevrimi" ile oluşan yeni sınıf burjuvazi, ekonomik gücünü siyasal güçleperçinleştirmek isterken devleti yöneten aristokratlar ve onların manevidestekçisi ruhban sınıfı en büyük engeldi. Feodal sosyolojik yapıya sahipdevlet yönetiminde, iktidarın köken ve temelinin Tanrı’da olduğu söylenmekte veTanrı’nın bu gücünü yönetim açısından doğrudan doğruya krala aktardığı iddiaedilmekteydi. Ünlü filozof J. B. Bossuet bu görüşteydi;XIV. Louis de bu kuramı pek sevmişti.

    Ticaret devrimi iletarih sahnesine giren ve sanayi devrimi ile güçlenen burjuvazi, ekonomikiktidarı ele geçirmişti, ancak siyasal iktidar kral ve kilisedeydi. Zenginleşenburjuvazinin mülkiyet hakkı güvence altında değildi. Kral ve kilise onun tümvarlığı üzerinde keyfi tasarrufta bulunabilirdi. "Cismani ve ruhaniiktidar" elbirliğiyle onu ezmekteydi.

    Burjuvazi neyapabilirdi? Nasıl kralın Bousset’si varsa o dafilozoflar bulmalıydı. J.J. Rousseau’lar, Diderot’lar,Descartes’lar insanı, onun aklını yönelticidüşünceleri geliştirmişti. Kilisenin manevi baskısını, ancak başkaldıran akılyıkabilirdi. Kilisenin gücü yıkıldığında, aristokrasinin yıkılmasıkolaylaşacaktı. İşte bu nedenle laiklik benimsendi, kilisenin yerini insanhakları aldı.

    Akla dayalılaiklik, "doğal hukuk felsefesinden" desteğini alıyordu. Antik Yunankökenli doğal hukuk düşüncesi, burjuvazinin resmi felsefesi haline dönüştü.Descartes, Spinoza, Grotiusgibi düşünürlerle rasyonalist kimliğe bürünen "doğal hukuk" şunlarısöylüyordu:

    "İnsan aklıhukukun kaynağıdır. İnsan, hiçbir aracıya gereksinim duymadan kendi aklıylaevrensel adalet ilkesini anlar ve içeriğini kavrayabilir. Herkes kendi aklıylaevrensel hakikatlere ulaşabilir. Herkesin eşit bir biçimde algıladığı adaletindeğerinin güncelleşmesi, hukuk haline dönüştürülmesi siyasal faaliyettir. Buçalışmayı herkes eşit bir biçimde yürütecektir, çünkü herkes akıl sahibidir veinsanlar arasında doğuştan hiçbir fark yoktur. Eşit algılama ve eşit kavrama,eşit yönetimi gerektirir. Algılama, kavrama ve yürürlüğe koyma işleminde kralve papaza gereksinim yoktur." Krala ve aristokratlara gereksiniminolmaması demokrasi, papaza gereksinim duyulmaması ise laikliktir. Aracısızlık,eşitlik, ayrıcalıklı katmanlara gereksinim duyulmaması "halkegemenliğinin" gerçekleşmesi demektir. Batı demokrasilerindeki laiklik,işte bu düşüncenin ürünüdür.

    DİNLER YORUMLARŞEKLİNDE KARŞIMIZA GELİR

    Her dinkurumsallaşmış haliyle bir yorumdur ve günümüze değişik yorumlar biçimleriylegelir. Tek tanrılı dinler bir kitap ve o dinin peygamberinin yaşam öykülerindekaynağını bulur. Kitap ve peygamber davranış ve sözleri dinin öz ve temelinibelirlemektedir. Yaşamın karmaşıklığı, değişen ev gelişen dünya koşullarıiçinde kutsal kabul edilen her satır ve her söz yorum gerektirir. Bu nedenledirki, örneğin İslam’da "İcma-ı ümmet","kıyas-ı fukaha" gibi kurumlar ortayaçıkmıştır. Kur’an-ı Kerim, hadis ve sünnetler kaynakalınarak insanlar, bilim ve din adamları ibadet ve toplumsal ilişkileri düzenleyenkurallar türetmişlerdir. Bu haliyle din, özde Tanrı buyruğu olmakla birlikte,geniş bir biçimde insan beyninin uğraş alanı içine girmiştir. Dinler insanbeyninin yorum ve müdahalesiyle kurumsallaşır. Yorum yapan beyin eğer bilgiye donatık değilse, çıkar, tutku ve politik amaçlarınemrindeyse karanlık, kurnaz, yobaz, çağdışı yorumlarla karşılaşırız. Yok obeyin bilimden, doğrudan, ahlaktan ve hakikatten yanaysa özgürlükçü yorumlargündeme gelir. Bilim ve doğru verilerle donatıkbeyin, akla dönüşür; akılcılık, o dine egemen olur.

    Bu durumda, dinlerhakkında "O din özgürlük ve laikliğe elverişlidir, öbürü değildir"demek hatalı bir yaklaşımdır. "Hangi yorumu?" diye sormak gerekir.

    Aslında devletdesteğinde olan ya da devlet çatısı altında yer alanhiçbir din, laik olamaz. Devlet, manevi bir destekle iktidarını sürdürmekisteyince, teokratik düzenler ortaya çıkar.

    İSLAM VELAİKLİK-ÖZGÜRLÜKÇÜLÜK

    İslam düşüncesiiçinde de tutuculuk-özgürlükçülük ikilemi her zaman gündemdedir. Ne yazık ki,yukarıda belirttiğimiz gibi genelde tutucu eğilimler ağırlık kazanmıştır. Bunedenle ülkemizde uzman olmayan kişiler kolaylıkla İslam’ın tümüyle laikliğeelverişsiz bir din olduğunu iddia ederler.

    Oysa Sünni kesimdetutuculuğu "Cebriye" akımı, ilericiliği ise "Mutezile"temsil etmektedir. Türk toplumunun çoğunluğunun bağlı olduğu "ehl-i sünnet" ise iki akım arasında "ortayolu" izler.

    Yazgıcı düşünceyidile getiren Cebriye yandaşlarına göre her şey, Tanrı iradesi tarafındanbelirlenmiştir. Tanrı her şeyin yaratıcısıdır ve her şeyi yönetir. Özgür insaniradesinden ve özgür seçişlerinden söz etmek olanaksızdır. Tanrı "iyikullarını" yaratır, onları cennete gönderir; "kötüler vekötülük" ibret olsun diye mevcuttur. Tanrı her an, her yerde bu dünyanınişlerine müdahale eder; o insanoğlunun kendini bu yazgıya bırakmasından başkaseçeneği yoktur. Cebriye anlayışından bazı siyasal sonuçlar çıkarılmaktadır.Bunlara göre Tanrı’nın buyruklarını peygamberin halifesi olarak gösterilenyetkin insan uygulamaya sokacaktır. Yetkin insanın buyruklarına uymak, İslamiyet’inzorunlu ana ilkesidir. Emeviler bu siyasi anlayışıyozlaştırarak halifenin, peygamberin değil, Tanrı’nın halifesi olduğunu ilerisürmüşlerdir. Yanılmazlık, büyüklük, yücelik gibi sıfatlarıyla halifeye ve onunkurallarına boyun eğme zorunlu görülmüş; despotik birteokratik düzene, düzlem hazırlanmıştır. İslamışeriatçı Cebriye açısından ele alırsak, ne laikliğe ne de özgürlüğe yer vardır.Her şeyi, her iki dünyada da Tanrı düzenlemekte; her hareketin içinde Tanrıiradesi bulunmaktadır. Bu durumda devlete de Tanrı ilkeleri ve onun halifesininiradesi egemen olacaktır.

    Cebriyenin tamkarşısında olan akım "Mu’tezile"dir.Mutezile, İslam akılcılığını temsil eder. Mutezile yandaşlarına göre Tanrı,evrenin yaratıcısıdır. Tanrı maddeyi yarattığı gibi manevi kavramları dayaratmıştır. İyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış Tanrı iradesinin eseridir.Tanrı, insana belirli bir yaşam vermiştir; kendi yaratığı maddi evrene onuyollamış; kitaplar da göndererek neyin iyi, neyin kötü olduğunu peygamberlerinyaşamlarındaki örneklerle belirtmiştir. İnsan, kitaplardaki iyi kavramına uygunbir yaşam sürmelidir. İrade ve bilinç sahibi insan, iyi ve kötü arasındatercihler yapacak; iyiyi seçerse cennetle ödüllendirilecek; kötüyü seçersecehennem azabı onu bekleyecektir. Tanrı, insan seçişlerine müdahale etmez. Eğermüdahale etseydi, onu sorumlu tutamazdı; seçiş Tanrı’nın olurdu ki, sorumlulukda onu ilgilendirirdi. Oysa insan özgürdür, çünkü sorumludur. Görülüyor kiMutezile akımına göre evreni yaratan Tanrı, bu dünyanın insanının fiillerinekarışmamaktadır. Karışsaydı, insan sorumluluğunun anlamı kalmazdı.

    Mu’tezilenindevlet anlayışı da özgürlükçü doğrultudadır. Özgürlükçü olması, laik devletsistemine olanak sağlar. Tanrı evrenin temelidir, ama insan yaşamınakarışmadığı gibi devletin işleyiş biçimine de karışmaz. Bu dünyanın fiillerinio, öteki evrende yargılamaktadır. Yöneticiler, İslam’ın esasları olan iyiye,güzele, adile, ahlaklıya, doğruya uygun hareket ediyorlarsa ne mutlu onlara.Cennet onları beklemektedir. Sorumlulukları bireyseldir; cehennem ateşi onlarınüzerindedir. Devlet işi, Tanrı’yı doğrudan ilgilendirmemektedir, dolayısıylalaik devlet Mu’tezile felsefesine uygundur.

    Ehl-isünnet ise Cebriye ve Mu’tezile arasında bir yolizlemektedir. O da akılcı ve bireysel sorumluluğa dayalı bir tutumubenimsemiştir. (İmam-ı Gazali gibi Cebriyeye yaklaşan, katı Sünni filozoflar damevcuttur. Ancak genel olarak ehl-i sünnet,özgürlükçü bir tutumu benimser.) Sünnet ehlinin anlatış içinde Tanrı, Mu’tezileden farklı olarak her an için bu evrenleilgilidir. Tanrı katında zaman kavramı yoktur. O, insanın ve evrenin geçmişini,şimdiki anını, geleceğini aynı anda görür. İnsanın kötülük yada iyilik yapacağını bilir, ama müdahale etmez. Evren, bir tümel oluşumdur. Tanrıtam merkezde her şeyi her an görür. Bu tutumuyla ehl-isünnetin de özgürlükçü ve laik yaklaşıma yakın olduğunu söyleyebiliriz.

    Özgürlükçü vekarışmayan, ama her şeyin yaratıcısı olan Tanrı anlayışı, İslam’ın altınçağında yaygın bir felsefeydi. Zamanla devlet gücünün pekiştirilmesi güdüsüyleinananlara her şeye karışan Tanrı düşüncesi telkin edilmiş ve halifenin deTanrı’nın vekili olarak bu durumun gözleyici ve uygulayıcısı olduğusöylenmiştir. Bu anlayış içinde laik devletten söz etmek kuşkusuz olanaksızdır.Ne yazık ki, günümüzde de "karışan Tanrı" anlayışını gelenekçilerbenimsemektedir. Onlara göre yüce güç, nasıl olur da kendi yarattığı evrene veinsana müdahale edemez? Oysa yanıt son derece basit: Tanrı fanilerin tutku vearzuları, günlük yaşamlarıyla ilgilenen Zeusdeğildir. Tanrı, bu kadar basit şeylerle uğraşmaz. Onlar bireysel özgürlüğü birtürlü kabul edememektedirler ve bir güce kayıtsız koşulsuz boyun eğmeyiyeğlemektedirler. Oysa Tanrı, onurlu, kendine benzeyen, özgür "irade-icüziye" sahibi insanları yaratmıştır; yoksa bir hayvan zavallılığıylakendini kör yazgıya terk etmiş mahlukları değil! Yazgıcılar, aslındakendilerinin Tanrı’nın değil, başka insanların yorum ve çıkarlarınabırakmaktadırlar.

    Kanımızca ehl-i sünnetin yukarıda belirttiğimiz Mu’tezileyeyakın yorumlamalarını canlandırmak akılcı bir tutum olsa gerek. Cebriyeye yakınİmam-ı Gazali’nin tüm yapıtları Türkçe’ye çevrilmişken özgürlükçü İbni Rüşt’ün çok az kitabı Türkçeleştirilmiştir. Ehl-i sünnet içinde bir de Muhammed Abduhve Cemalettin Afgani yorumu vardır. XIX. ve XX.yüzyılda geliştirilen Abduhçu özgürlükçü İslamyorumlarına göre Kur’an-ı Kerim’de üç tür ayetvardır: İnanca ilişkin olanlar, muamelata ilişkin olanlar ve ibadete ilişkinolanlar. İnanca ilişkin olanlar değişmez; keza ibadete ilişkin olanlar veahlaksal içerikli ayetler de evrenseldir, değişmez. Muamelata ilişkin olanlarinsan davranışlarını düzenlerler ve o çağ için gelmişlerdir; bu gün içingeçerlilikleri yoktur. Hz. Muhammed döneminin sosyalkoşullarını düzenlemek için gelen muamelata ilişkin ayetler, o dönem içinreform mahiyetindedir. Hz. Muhammed kadına yarım daolsa bir statü kazandırmıştır. O dönemde birden bire kadını erkekle eşit düzeyegetirmek büyük sorunlar doğuracağından, aşamalı bir yöntem izlenmiştir. Bugününgelişen koşulları içinde, aşamalar sürdürülmeli, kadınla erkek eşit düzeyegetirilmelidir. Artık kadın "Kur’an’daki hükmüntersine mirastan tam pay almalıdır, şahitliği erkeğinki kadar geçerlisayılmalıdır." Özgürlükçü yorumlar ne gariptir ki, ülkemizde gündemegetirilmemektedir.

    İslam’ın Alevikesiminde ise Şii İran Alevileri tutucu ve teokratik düzenden yana bir tutumubenimsemektedirler. Aynı temel ilkelerden yol alan Anadolu Alevileri iseözgürlükçü olup laikliğe uygun ve elverişli bir konumu sergilemektedirler.Bunun böyle olmasının nedeni Anadolu Alevileri’nindaha farklı sosyal, tarihsel, siyasal, felsefi bir kimlik içinde olmalarıdır.Anadolu Aleviliği tarih boyunca siyasal yönetim mekanizması dışındatutulmuşlardır. Sünni devlet yönetimi karşısında rejime yabancılaşan Alevilerzaman zaman başkaldırarak özgürlük bilincineulaşmışlardır. Öte yandan Alevilik içinde yeşeren Bektaşiliğin Yeniçerilertarafından benimsenmesi, belki de devşirme kökenlerini bilinçaltı anımsatarakonları dinde daha hoşgörülü bir yapıya götürmüştür. Hepsinden önemlisikanımızca Anadolu Aleviliği, kökeni Antüteye dayananAnadolu Felsefesini yansıtmaktadır. Bu yansıma Orta Asya manikheizmiile bir sentez oluşturmaktadır.

    Yaratılış, Sünniteolojide tanrının yoktan var etmesidir. Oysa Alevi teolojisine göre yaratılışTanrı’nın kendi özünden fışkırmasıdır. Başka bir anlatımla Alevi felsefesindevaroluş tanrı özünün görünüm kazanmasıdır. Bu nedenledir ki, AnadoluAleviliği’nde yaratan-yaratılan ikilemi değil, birliği vardır. Hal böyle olunca"beşer tanrıdadır, ilişki sanatsal değil özseldir" (Özgünay Abidin: Cem Dergisi Nisan1992 Sayı 11 s. 4) Alevilikte Tanrı bir düzenleyicidir. Her hareket belli birmantığın çerçevesi içinde cereyan eder. Tanrı’nın bir parçası olan insan da aklıile bu düzeni kavrama yetkisine sahiptir.

    Alevi Tanrı’yıkendi içinde bilir, yeri göğü Tanrı ile dolu görür. Akıl sahibi insan Tanrı’nınbir parçası olması nedeniyle doğayı, evreni ve toplum düzenini kavrayarak kendiniyet ve fiillerinden doğan kaderini bizzat kendi belirler. Alevi geleneğişerri Allah’a layık görmez. İnsanların fiillerinin Allah tarafındanyaratılmadığını savunan Anadolu Aleviliğine göre, yüce güç insana iyi ve kötüyüişleyebilecek bir potansiyel vermiştir. İnsan kendi fiillerinden sorumludur. (ibid. 5).

    Görülüyor ki,Anadolu Aleviliği Mu’tezile akımına bir hayliyakındır. Fışkıran Tanrı anlayışı da Anadolu İonyaEkolünü anımsatmaktadır ki, bir panteizmdir.

    Fiillerindensorumlu, her biri Tanrı’nın bir parçası olan insan kuşkusuz özgürlükçü birdüzeni seçecektir. Akıl ve özgürlüğün kendiliğinden laikliğe elverişli birfelsefeye düzlem hazırladığını yukarıda belirtmiş bulunuyoruz.

    HIRİSTİYANLIK VELAİKLİK-ÖZGÜRLÜK

    Bilindiği gibiHıristiyanlık, Hz. İsa’nın tek tanrılı bir din olan"Hz. İbrahim’in yolunu" özüne uygun olarakcanlandırma çabasıdır. Tüm peygamberler gibi o da İsrailoğullarınamensuptur. Başlangıçta Hıristiyanlık kölelerin, ezilenlerin, horlananlarındiniydi. Bu nedenle kendi kabuğuna çekilmiş, köle statüsünde olanların devletdüzeniyle ilişkileri olamazdı. Hz. İsa’nın önceleriözel mülkiyeti ve bu dünyaya ilişkin işleri reddeden bir Musevi mezhebinemensup olduğu ileri sürülmektedir.

    Bu nedenledir ki, Hz. İsa "Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya, Sezar’ın hakkınıSezar’a verin" demiştir. Bu söz dünya devletinin küçümsenmesi anlamınagelir. Birçok kişi Hıristiyanlığın bütünsel yapısına, tarihsel gelişimine,mantığına ve o çağdaki durumuna bakmadan tek başına bu sözden hareketleHıristiyanlığın laikliğe elverişli bir din olduğunu iddia etmektedir… İsa budünyaya ve bu dünya düzenine önem verilmemesi gerektiğini belirtmektedir.Cismani iktidarın baskısı, ağır vergi yükü onun gözünde önem taşımamaktadır.Bakınız onlar ne yaparlarsa yapsınlar. Siz sevgi ve alçak gönüllülükle Tanrı’yalayık olma yolunu seçiniz. Dünya düzeni zaten kötüdür; acı verir. Acılararağmen seviniz. Acılar ve sevgi sizi Tanrı’ya ulaştıracaktır. Başlangıçta sevgive acıların dini olan Hıristiyanlık devlet dini haline gelince insanlık aleminiOrta Çağ karanlıklarına itecek derecede despot olmuştur. IV. yüzyıldan BüyükFransız Devrimine kadar feodal yapıdaki Hıristiyan devletleri, XIII. yüzyıldinsel esaslara dayalı bir biçimde insanları yönetmişlerdir.

    Hıristiyanteolojisinin en büyük isimlerinin başında gelen Saint AugustinAziz Augustin(354-430) laiklik açısından genelfelsefeyi kesin ve açık bir biçimde ortaya koyar. Ona göre iki türlü devletvardır: dünya devleti-sitesi (civitate terrana) ve Tanrı Devleti-sitesi (civitate dei). Dünya devleti acımasız, gaddar, işkenceci, savaşçı,baskıcı ve entrikacıdır. Tanrı devletinde ise ebedi sükun, huzur, mutluluk,ahlak ve adalet vardır. Hz. İsa’nın amacı bu tür biryaşam tarzıdır.

    Yöntem neolmalıdır? Aziz Augustin Hz.İsa’nın "bir yanağınıza tokat atana, öteki yanağınızı uzatın" sözünügaddar dünya devleti karşısında geçerli bir yöntem olarak görmez. Dostluk vesevginin egemen olduğu "civitate dei" de kuşkusuz böyle davranılacaktır. Ama "civitate terrane" da böyledavranırsanız yanılırsınız; şer güçleri sosyal ve politik yaşama egemen olur. Ohalde siz de zorunlu olarak "dünya devletinin" yönetiminibenimseyeceksiniz. Siz de gerektiğinde savaşacaksınız, mücadele edeceksiniz,hatta işkence yapacaksınız. Amacınız bu evrende "civitate dei"yi kurmak olduğundan, kutsal bir görevehizmet vermektesiniz. Başka türlü başarıya ulaşamazsınız. Amaç için bu yol mübahtır.

    Görülüyor ki, Aziz Augustin "civitate dei"yi bu dünyada kurmak istemektedir ve kurmak uğrunaher türlü yolu tıpkı Makyavel gibi mübah görmektedir. Nitekim bu anlayışa bağlı olarak HaçlıSeferleri yapılmış ve engizisyon mahkemelerinde Hıristiyan devletin esenliğiiçin her türlü işkence gerçekleştirilmiştir. Bu yorumuyla Hıristiyanlığınlaikliğe elverişli bir din olduğunu ileri sürmek ağır bir yanılgıdır.

    Hıristiyanlığın Augustin’ci yorumu protestanlıklaOrta Çağ sonrasında yeniden gündeme gelmiştir. Bugün ABD de değişik versiyon vesapmalarıyla en yaygın bir biçimde yer alan protestanlıktemel Luther ve Calvinteolojisine dayanmaktadır.

    Her iki teoloji dekatı bir determinizmden yanadır. Her iki teolojinin temel felsefesi anti-laikbir yapı içindedir. Bu nedenledir ki, ABD’de bağnaz Hıristiyan kiliseler baskıgrubu olarak sosyal yaşamda büyük işlevler yüklenmişlerdir. Dine dayalı baskıgrupları büyük politik atılımlar yaparak, zaman zamanillegal işlere dahi girişmektedirler.

    Küçük aile yaşamıÂBD’de kilise etrafında biçimlenmekte toplantılar, okullar, üniversitelerrahiplerin duasıyla açılmakta; ayinlerle devlet okullarında diploma törenleriyapılmakta, futbol maçlarında bile tarafları piskoposlar kutsamaktadır.

    "Presbyteryan" ailesi denilen yaygın protestan eğilim Calvin’inteolojisine sıkı sıkıya bağlıdır. Calvin bu evrendekayıtsız koşulsuz Tanrı egemenliğinde söz etmektedir. İnsan günahkârdır. Onungünahının kefaretini İsa ödemiştir. Şimdi sıra ondadır. İbadet ve kiliseyebağımlı bir yaşamla tevekkül içinde kaderi beklemek gerekir. Calvin düşüncesi merkantilist biryaklaşımla ticareti mübah görürken; ticarette işlenengünahların affının kiliseye bağlı püriten biryaşamdan geçtiğini belirtir. Luther,Calvin’e nazaran daha özgürlükçüdür. Ancak, onda da"özgür irade" kavramı yoktur. Ona göre insan kendi iradesine bağlıolarak değil, Allah’ın mazhariyetiyle esenliğe kavuşabilir.

    "Methodist" denilen yaygın protestanaile de aynı teolojik yapı içindedir. Bilindiği gibi bu aile o denli güçlüdürki, sağlık alanındaki örgütlenmesiyle dünya çapında hizmet vermektedir. (EskiCumhurbaşkanı Turgut Özal da tüm sağlık kontrollerini ve ameliyatlarını Huston’daki Methodist Hastanedeyaptırıyordu.)

    Koyu bağnazyaklaşımlar, LutherCalvin sentezinden yol alan Baptist ve Church of Christ ailesi içindedir. Bunlar bitmek tükenmek bilmeyenmisyonerlik faaliyetleriyle dünya çapında örgütlenmişlerdir. Bu eğilimlere görekendi arayışlarını benimsemeyen herkes "deccala"hizmet etmektedir. ABD’nin güney bağnaz eyaletlerinde "egemenlik kayıtsızkoşulsuz bu tür akımlarındır." Bu akımlar sosyal yapıyı biçimlendirdiklerikadar, politik karar mekanizmalarını da etkilemektedirler.

    ABD’de protestan mezhepler kadar protestansapmalar olarak nitelendirilen Mormonluk, Yehova Şahitlefi, Moon’culuk gibi eğilimler devlet-din birliğini açıkçasavunmakta ve çok güçlü konumlar içinde ekonomi, politik ve sosyal yaşamıetkilemektedirler (Amerikadaki dinler için bkz. The Encyclopediaof American Religions, Second Edition, J. GORDONMELTON).

    Özgürlük ve laiklikaçısından Hıristiyanlık Saint Thomas d’Aquin (Akinolu Thomas, 1225-1274)leilginç bir değişim içine girmiştir. Bir tür Hıristiyan demokrasisini savunan Akinolu Thomas, Aristoteles’in izinden giderek insan aklınıyüceltmiş ve aklın rehberliğinde demokrasiden ve direnme hakkından sözetmiştir. Birey yönetiminde söz sahibi olmalıdır. O kendi kendini yönetebilir.Ancak, devlet iktidarının temeli Tanrı’dadır. Tanrı iktidarı halk aracılığıylayönetenlere verir. Görülüyor ki, Adnino’lıı Thomas butür demokrasiyi Orta Çağ’da savunmaktadır. Bunun nedeni kilisenin yavaş yavaş gücünü kaybetmesiydi. Yeniden güçlenebilmesi içinhalkın desteği gerekmekteydi. Halk aracılığıyla iktidarı alan yöneticiler EbediYasaların (Lex Aeterna) budünyaya yansımaları olan İlahi Yasalar (Lex Divina) ve Doğal Yasalar’a (Lex Naturalis) sadık bir şekildeİnsan Yasaları·ını (Lex Humana) kamu yararına uygun bir anlayışla yürürlüğesokmalıdırlar. Aksi takdirde halk aracılığıyla aldıkları iktidar gücü zedelenirve direnme meşrulaşır. Lex humanaeğer lex divina’yaaykırıysa aktif direnme; yok eğer lex natu-ralis’e aykırı bir görünümiçindeyse pasif direnme gündeme gelir.

    Aktif direnmedüpedüz devrimdir. Bir kilise papazı halkı ihtilale yöneltmektedir. Anlaşılmasıbir hayli güç olan bu mantığın arkasında ilginç bir anti-laik siyasal art niyetvardır. Lex divina’yısadece Kilise babaları, ruhban, papaz, papa anlayıp kavrayabilir. Siyasaliktidar lex divina’yıtanımazsa halk elbette zorlu, devleti devirecektir; çünkü Tanrı iradesi,yöneticisi iradesinden üstündür. Halkın sesi, Hakkın sesidir (Vox populi, Vox die). (Saint Thomas için Bkz:Okandan, Recai Galip: Umumi Amme Hukuku, ist. 1976, s. 206208; Göze, Ayferi:Siyasal Düşünce Tarihi, İstanbul 1982, s. 90 ve ÖktemNiyazi: Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi, İstanbul 1988, s. 123-126).

    Bugün tüm Katolikülkelerde faaliyet gösteren Hıristiyan Demokrat Partiler işte bu teolojinintemsilcisidir. Kuşkusuz burjuva sınıfıyla "barış içinde bir aradayaşama" stratejisiyle laik anlayışı benimsemiş görünmektedirler. Aslındaolay bir zamanların Avrupa Komünistleri gibi burjuva kurallarına uygun birselim platformuna girmekten ibarettir. Bir kez iktidar ele geçirildiğinde, biriMarksist ideolojiye göre değeri Hıristiyan teolojiye uygun bir rejimi tedriciolarak gerçekleştirmeyi ana hedef olarak bilmektedirler. Hıristiyan DemokratPartilerin Vatikan’la organik bağı olduğu gibi, AdenanerVakfı gibi kuruluşlar aracılığıyla da yoğun bir kültür içindedirler.

    Ortodoks veAnglikan kiliseler de laiklik sorununu aynı bağlam içinde ele almaktadırlar.Zaten her ikisi de özde aynı teolojide kaynağını bulur. Hıristiyan teolojideözgürlüğe uygun yorum aslında Müslümanlığa nazaran daha da azdır. ABD’de Uniteryan Kilise Anadolu Aleviliği, Mu’tezilegibi özgür iradeden söz eden akımlar din dışı burjuva felsefesi içinde yeralmaktadır (Unıterian Kilise: için Bkz. Cumhuriyet gazetesi 26 Ocak 1992, Dinde YobazlıklaMücadele, Niyazi Öktem.)

    MUSEVİLİK VELAİKLİK-ÖZGÜRLÜKÇÜLÜK

    Tek tanrılıdinlerin en eskisi olan Musevilik gene de tarih boyunca ırk-devlet-din iç içeliğini benimsemiştir. Tarih boyunca Yahudi ırkı, İsrailoğulları ırkı ile Musevilik dini hep bir aradamütalaa edilmiştir. Yahudi devletlerinde din devamlı devlet çatısı içinde yeralmış, resmi tatillerden devletin her türlü kuruluşuna kadar dinsel motifler önplana geçmiştir. Zaten "vaad edilentoprakta," Kenan ülkesinde Tanrı buyruğuna uygun bir site kurmak bir dininana hedefini oluşturmaktadır. Diaspora döneminde dedaima dinsel bir lider Yahudi cemaatin tüm sosyal ve hatta hukuksal sorunlarınıçözümlemiştir. Diasporı’da Yahudiler yaşadıklarıHıristiyan devletlerin hukuk düzenlerine uysalar da, kendi hukuk sorunlarınıkendi aralarında çözümlemeyi yeğlemişlerdir.

    Özgürlük konusundaYahudilerin ünlü düşünürü Maimonides (m.s. 1135-1204) akılcı bir yaklaşımla Aristo geleneğinisürdürmüştür. Ona güre aklın dışına çıkanlar yolunu şaşıranlardır. Evreni akıldışı yollarla açıklama şemaları yabancılaşma anlamına gelir ve insanınözgürlüğünü ortadan kaldırır, gerçeklerden saptırır (SeansBadillos,Angel: Maimonide L’humaniste, in le Courrier, Septembre 1986, s. 31.)Maimmonides Endülüs EmeviDevleti sınırları içinde yaşayarak felsefesini geliştirmiştir. Akılcı İbni Rüşd’le çağdaştır. Herikisine göre de Tanrıya akılla ulaşmak gerekir. Kör inanca sarılmak gövdesisağlam, ama kökü zayıf bir ağaca benzer (İbid. 31.). Maimonides felsefesinde insan tüm eylemlerinde tam birözgürlük içindedir. Birey özgür ve özerktir. Bu olgu onun doğasıdır; hukukdüzenleri de doğal olanı tanımak zorundadır. Vicdan-inanç ve düşünceözgürlükleri bireysel özgürlüklerin en yüce görünümleridir. Birey Tanrı nezdinde de özgürdür; kör ve kara yazgı onu belirlemez.

    Maimanides’inözgürlükçü yapısı ona Iaik denilebilecek bir iletişimortamına sürüklemiştir. Tüm yaşamı onu Hıristiyan, Müslüman ve Yahudilerle içiçe olmaya götürmüştür. Kudüs’te doktor olarak cüzzamlı kral Hıristiyan Bedouin’itedavi etmiş, Selahattin Eyyubi’nindostu ve doktoru olmuş., El Ahzer’de derslervermiştir. Dinler arasında diyaloğu gerçekleştirmişolması ve özgürlükçü tutumu dinde hoşgörüyü getirir ki, bu da laik birzihniyete düzlem hazırlar.

    SONUÇ

    Dinlerde laikliktensöz edebilmek için dinleri konum, amaç ve değişen sosyal koşullar içinde elealarak değerlendirmemiz gerekmektedir. Bu değerlendirmede temel ölçüt ve rehberbilim ve çağdaş kültürle donatık akıldır. Dindekiyorumlarda felsefenin büyük önem ve yeri vardır. Teoloji zaten dinfelsefesidir.

    Felsefenin bilgisevgisi anlamına geldiği bilinmektedir. Bilen, bilgiye yönelen kişi hakikatpeşinde koşan insandır. Tüm boyutlarıyla varlığı ve var oluşu kavramak isteyeninsan , din olgusunu da derinliğini ve tümel olarak anlamlandırmakisteyecektir.

    Batı dillerinde din(religion) Latince "religio"sözcüğünden gelmektedir. İznikli Hıristiyan filozof Luctantius,sözcüğün kökeninin "religare" olduğunusöyler", bunun da "bağlamak" anlamına geldiğini ifade eder.insanların din yoluyla Tanrıya ve birbirlerine bağlanmalarını deyimleyen "religio" St. Augustin’e göre saygı vekorku ile bağlılığı anlatır.

    Arapça’da din sözcüğüözde usul, adet ve tutulan yol anlamına gelir. İslam kelamında din, Tanrınınkoyduğu mensuplarını dünya ve ahirette kurtuluşagötüren inanış ve davranışlarından oluşan bir kurumdur.

    İslamAnsiklopedisi’ne göre dinin üç anlamı vardır: İslam’ın beş koşulu, inanç veihsan (sözde ve işte doğruluk).

    Görülüyor ki, dinTanrı ile bağı kuran yol olarak, insanlar arası ilişkileri de kapsamaktadır. İnsanlararası ilişkiler de bilimsel açıdan felsefi ve sosyolojik bir görünüm sunar.

    Din doktriner açıdan ele alındığında genel hakikatler sistemiolarak karşımıza çıkar: İçtenlikle bağlı olunan bu sistem, insanın iç dünyasınadeğişik bir boyut getirir.

    Bu boyutunoluşumunda yaşanılan çevre ve o çevrenin yorumlarının önemli etkilerimevcuttur. Demek ki, sosyal yaşamla din arasında karşılıklı etkileşim sözkonusudur. Bu etkileşim din olgusunun çağlar boyu aldığı değişik görünümlerdeolduğu kadar, aynı dinin tarihsel süreç içinde geçirdiği aşamalarda da belirginbiçimde ortaya çıkar. Hiçbir din, hiçbir düşünce ve felsefe çağın değişiksosyal koşullarının etkisinden uzak kalamaz.

    Dinlerin temelilkeleri kitap ve peygamberin davranış ve sözleridir. Bu doğrudur; ancak yenikeşifler. yeni buluşlar, yeni maddi ve manevi sorunların tarihsel süreçiçerisinde ortaya çıkısında; peygamber olmayan "basit insanların,"yani bizlerin yorumu gerekecektir. Yorumu yapan insan aklıdır. Aklın saf,berrak, önyargısız, bilgiyle donatık olması gerekirki, hakikate ulaşabilsin. Bu da felsefe ile uğraşmakla olanaklıdır.

    Dinlerde akla,mantığa uygun yorumla birlikte amaca göre yorumu (teleolojik yorum) dabenimsemek gerekir. Dinlerin temel amacı değerlerin gerçekleştirilmesidir.Doğruluğu, dürüstlüğü, ahlakı, iyiyi, güzeli yaşama sokmak isteyen dinlerde buamaçları hiçbir zaman gözden uzak tutmamak gerekir. Dinler içerisindekibiçimler, kurallar bu amaçların gerçekleşmesine yöneliktir.

    O halde biçim vekurallar amacın gerçekleştirilmesine araç olmaktadırlar. Bazen araçla amaçbirbirine ters düşebilir, bu durumda amacı yeğlemek zorunludur.

    Öte yandan artıkamaca götürmeyen araçları, sırf biçime uyacağım diye sürdürmek akılcılıktanuzaklaşmak demektir. Akıl atacak felsefe ile zenginleşir ve doğruya yönelir.

    Bütün dinlerinyorumlarında biçim-amaç ikilemi her zaman güncelliğini sürdürmüştür.Filozofların bir bölümü biçimin içinde gizli amaç vardır düşüncesiyle katı bir"şekilperestliği" savunmuştur; bir başka bölümü ise aklın, mantığınve bilimin sesini dinlemiştir.

    Aklın sesinindinlendiği dönemlerde o dine bağlı toplumlar tarih sahnesinde ilerlemelerkaydetmiştir. Bunun en tipik örneğini Müslüman ve Hıristiyan toplumlaryaşamıştır. Hz. Muhammed’den itibaren X. yüzyılakadar yoğun bir düşünsel tartışma ortamı içinde yaşayan Müslümanlar bu dönemdeakılcılığın gereği olarak bilim, fen, matematik, kültür ve sanatta büyükilerlemeler kaydetmiştir. X. ve XI. yüzyıldan itibaren aklın rolü ikinci planaatılmış ve tepeden inme doğmalarla yaşam biçimleri çizilmiştir. Aklı bir yanabırakan, sadece resmi devlet filozoflarının, şeyhülislamların fetvalarıyla saltboyun eğmeye itilen insanlar, kendilerini tevekküle bırakınca, İslam toplumlarıgerilemiştir. Oysa akılcılığı benimseyen Endülüs Emevilerigüçlerini ve ileri uygarlıklarını XIV ve XV. yüzyıla kadar sürdürmüşlerdir.Endülüs Emevi devleti içerisinde yetişen ibni Rüşd (1196-1198) Aristo’nunakılcılığını İslam felsefesine getirerek bireyin güç ve yüceliğini savunmuştur.Kaderci İslam felsefesi karşısında bireyi yücelten, irade özgürlüğünü savunan İbn-i Rüşd tüm akıldışı(irrasyonel), metafizik açıklama şemalarını reddetmiş ve bu bağlamda Hıristiyanfilozof ve din adamlarını etkilemiştir. O ve Yahudi filozof Maimonidesolmasaydı Saint Thomas d’Aquin felsefesinin ortayaçıkmayacağı söylenir. Saint Thomas d’Aduin’in deHıristiyan felsefe içine akılcılığı getirmekle bu dini kurtardığı bizzatHıristiyan din adamları tarafından belirlemektedir. Hıristiyan dini Batıuygarlığının manevi yanıdır. O halde İbni Rüşd ve Maimonides’in akılcılığıbugünkü Batı uygarlığının belki de temelini oluşturmaktadır. Akıl bireyin öneçıkmasına, gücünü hissetmesine ve böylelikle doğanın keşfinde çabalar sarfetmesine yol açar. İnsanlık ve uygarlık bu çabalarla ilerler.

    Benzer durumHıristiyanlık için de söz konusudur. Din adamlarının, kilise babalarınınbuyruklarına salt boyun eğme dönemi olan Ortaçağ’da Hıristiyanlar geri kalmıştoplum modeli içindeydiler. St. Thomas d’Aduin’in ve diğer Aristo kökenli akılcıların, insanagüven getirmeleri, aklı yöntem olarak benimsemeleri, akılcılığı ilerisürmeleriyle birlikte Hıristiyan toplumları uygarlık alanında büyük gelişmelerkaydetmiştir.

    Akılcılığınbenimsenmesi Museviler için de büyük önem taşımaktadır. Yukarıda sözünüettiğimiz Yahudi Endülüslü filozof Maimonides (İbni Mem’un) Endülüs Emevi devletinin sanat, kültür edebiyat ve felsefeyeverdiği önem ortamı içinde büyük yapıtlar vererek, biçime körü körüne bağlıbağnaz dindarların görüş ufkunu akılcılık yoluyla genişletmeye çalışmıştır.Akılcı, özgürlükçü tutumu onun Müslümanlar tarafından da sevilmesine yolaçmıştır.

    Akılcılık sorunuOsmanlı devleti içinde de önemli bir görünüm sunmaktadır. "Osmanlıkültüründe egemen düşünce tarzı akılcılık değildir."

    Osmanlılar inançinsanlarıydı. Şeyhülislamların, imam ve hocaların söylediklerine körü körüneinanma ve boyun eğme, Osmanlı tebasının belirginözelliği idi. Ona aktarılan bilgi ve davranış modellerini akıl süzgecindengeçirmeden benimserdi.

    Bilgi aktarımınıyapan hocaların İslam’ın özgürlükçü ve ilerici yorumlarını pek benimsemedikleribilinmektedir. İbni Sina, İbni Rüşd, Farabi gibiadamlardan yol alarak din ilkelerinin önem ve yüceliğini kanıtlamaya çalışanİslam filozoflarını Osmanlı "uleması" pek tutmamıştır. Bunlarınyerine kayıtsız koşulsuz iman, inanç ve teslimiyeti salık vererek, aklın öneminiikinci plana atan düşünürler ön plana çıkarılmıştır. Necmeddin Nesefi (XII y.y.) ve Saadettin Taftazani(XV. y.y.) gibi Osmanlı olmayan iki düşünür, Osmanlı medreselerinin temelbaşvuru kaynağı olmuştur. Bu iki düşünür ve özellikle Taftazani,insanların aklını kurcalamaları yerine anlatılanlara iman ve itaat etmelerigerektiğini savunmuştur.

    Söylenenleraktarılanlar halifenin şeyhülislamı ve hocaları aracılığıyla olunca dinidoğmaların, siyasal ilkeler haline dönüşeceği açıktır. Tebaanın din duygularınaböylelikle felsefi gerekçeler getirilmiş, özgürlük bilinci ve akıl öğesiustalıkla unutturulmuş; düşünmeyen, sadece boyun eğen halk olgusu yaratılarakkitleler tevekküle iletilmiştir. Bu yöntem, devlet bütünlüğünün sağlanmasındabelki savunulur bir tutumu belirleyebilir. Ancak "İslam alemi"ninuygarlık yarışında bayrağı kaptırmasının nedenlerinden biri de yöneticilerininsanların özgürlük bilincini yok etmeleridir. Özgür insan üreten insandır.Değer üretme, özgür ortamlarda gerçekleşir. Akıl ve özgürlükle yeni değerleryaratan uluslar uygarlık yarışında ön saflarda olurlar.

    Osmanlı dönemindedinin etkisi çok güçlüydü. Manevi boyutun tatmin yollarından en önemlisidindir. Ancak akılcı yaklaşımlardan uzaklaşınca karanlık güçler din duygusunusömürür. Bu nedenle dinle felsefe yan yana yürümelidir. Akıl sahibi olaninsanın dine ilişkin yorumları bizzat kendisinin yapması gerekir. Belli birkültür düzeyine ulaşmış insanların kulaktan dolma bilgiler, gelişi güzel okunankitaplarla yapılan mahalle ve köy imamının yorumlarına itibar etmesi,geleneksel Osmanlı tebaasının tutumunu sürdürmek anlamına gelir.

    "Laiklik"Batı demokrasilerinin, dolayısıyla bizim de temel ilkelerimizin basındagelmektedir, ama unutmayalım ki, kökeni rasyonalizme, akılcılığa dayanmaktadır.Rasyonel tutum, bireysel plandan toplumsal hayata kadar her alanda yaşamilkesidir. Duyguların, tutkuların, safsatanın, nefretin, horlama duygusunun,küçümsenmenin tutsağı olursak akıldışı tutumumuzla olumsuzluklar evrenindeboğulup gideriz. Laikliğin uygulanmasında da rasyonel olmamız gerekmektedir.

    Rasyonalist Batı,aklı devlet yönetimine getirirken başlangıçta sosyolojik açıdan akıldışı(irrasyonel) bir tutum izlemiş, sosyal ve felsefi kimliğini unutarak dinkarşısında olumsuz bir tutum almıştır. Büyük Fransız Devriminden sonra bir çokdin adamı giyotine yollanmış, manastırlar kapatılmıştır. III. Cumhuriyetdöneminde Fransa’da manastırların kapısına sürgü çekilmiş, din adamlarıHollanda’ya kaçmak zorunda kalmıştır. Daha sonra gizli bir şekilde yavaş yavaş manastırlar açılmış ve nihayet devlet yasadeğişikliği yaparak, sosyal ve fiili bir durumu yasallaştırmıştır. Fransa gibidüşünce ve anlatım özgürlüğünün geniş olduğu bir ülkede, sosyal etkileşim vedengeler özgür bir ortamı gerektiriyordu.

    Bu durumun farkına vararak,özgürlükçü bir ortama geçmek, akılcı bir yaklaşımdır.Laiklik uğruna verilen mücadelede manastır veya tekke ve zaviyelere seçeneksosyal kurumlar getirilmeli, felsefe ve din felsefesi üzerinde çalışmalaryapılmalıdır. Ülkemizde tıpkı bir zamanlar Fransa’da olduğu gibi"taassubun" üzerine sadece yasak ve yasaklarla gidilmiştir. İşeyaramadığı açıktır. Hala bazı kesimler belli bir tarikata mensup olmaklaövünürler, tekkelerde ayinler yapılır. Sosyal ortam dikkate alınmadan yapılanyasalar tepki doğurur. Ülkemizde bu tür yasalar ya dadüzenlemeler "irticanın" güçlenmesineyardımcı olmuştur. Sorunu büyütmek ise dev boyutlara ulaşan "Cuma namazısonrası" gösterilerinin çoğalmasına, çarşafın artmasına yol açmıştır.

    Dinin"biçim" kısmı ile mücadele, öz ve içerik açısından önemli sonuçlargetirmez. Biçimin üzerinde fazla durmadan öze ilişkin felsefî çalışmalarıdevlet ve tüm ilerici güçlerin desteklemesi gerekir.