Köprü Anasayfa

Laiklik ve Sekülerizm

"Yaz 95" 51. Sayı

  • Sekülerleşme-Laikleşme Süreci ve Gezegen Ölçeğinde Sonuçları

    Bünyamin Duran

    Doç. Dr. Dumlupınar Üniversitesi, Bilecik İktisadî ve İdârî Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi

    İlk olarak buçalışmada inceleyeceğimiz konuların genel portresini çizelim: Sekülerleşmekavramının anlamı ve kapsamı, Batıda sekülerleşme sürecinin mimar kadrosu olan burjuvave burjuva değerler sistemi; bilimin sekülerleşmesi, kültürün sekülerleşmesi,Batı ve genel olarak gezegenimizde sekülerleşmenin sonuçları; Doğudasekülerleşme veya sekülerleştirme; Türkiye’de sekülerleşme ve sosyo-ekonomiksonuçları…

    Laikleşme-Sekülerleşme

    "Laik"kelimesi bir sıfattır. İngilizcesi "secular"; Latincesi ise"saeculum" kelimeleridir. "Şimdi","burada" dergibi bir anlama sahiptir. Yani bu kelimenin bir zaman bir de mekan boyutuvardır. "Şimdi"den kasıt, bulunduğumuz an veya bulunduğumuzçağdır;"bura"dan kasıt da bulunduğumuz mekan veya yaşadığımızdünyadır.

    "Laikleşme(sekülerleşme); insan aklı ve düşüncesinin-genel olarak-dini ve metafızikdenetimden kurtarılması süreci olarak tanımlanabilir. Toplumsal hayatın tümbranşlarının; siyasetin, kültürün, bilimin dine dayanan değerlerdenarındırılması ve bağımsızlaştırılması olayıdır. (M.Nakıb E1-Attas, s.29-30)

    Sekülerleşmesürecini toplumlar bazında ele aldığımızda "katı sekülerleşme" ve"yumuşak sekülerleşme" şeklinde iki tarihsel sürece ayırabiliriz.Meselâ İngiltere, ABD, Japonya ve Almanya’da "yumuşak sekülerleşme"süreçleri yaşanmışken, Türkiye’de, Rusya’da, Fransa’da, Bulgaristan’da"katı sekülerleşme" süreçleri yaşanmıştır. Aynı anlama gelmeklebirlikte "laikleşme" ile "sekülerleşme" kavramları sankiayrışmakta; birinci ülkelerde sekülerleşme, ikinci ülkelerde laikleşmesüreçleri yaşanmaktadır. Bu farklılığa dikkat çekmek amacıyla incelemede kültürve bilim konularında "sekülerlesme" kavramı,siyaset konusunda "laikleşme"kavramı kullanılacaktır.

    Weber’deSekülerleşme

    Weber’insekülerleşme ve yaklaşık aynı anlama gelen rasyonelleşme kavramları üzerindekısaca durarak araştırdığımız konu hakkında belli bir sınır çizelim.

    Weber’inyaklaşımını ünlü Weber yorumcusu Turner’den özetleyelim: Avrupa’nın tarihselözgürlükleri Weber tarafından rasyonellik ve sekülerleşme kavramları altındaözetlenir. Rasyonellik, insan hayatının bütün yönlerinde geleneksel normlara vekarizmatik duygudaşlığa başvurmayı saf dışı bırakan ve genel kurallara vetalimatlara dayanarak insan hayatında hesaplılık ve sistematik denetiminartması olayıdır. Seküler hayatta geleneksel kurumlara bağımlığı engelleyecekolan bürokratik denetim ve gözetim araçları, endüstriyel ve siyasalfaaliyetlere giderek hakim olacaktır. Seküler hayatta toplumsal ilişkiler gayrişahsicilik ve resmiyet temeline dayalı olacaktır. Çünkü bürokrasi tayin edilmişamaçlara ulaşmak için insanlara en etkili yolları sunmaktadır. Hukukta rasyonelhukuki sistemler, kutsal geleneklerin, "kadı adaleti"nin ve hukukikarar çıkarmaktaki keyfiliğin yerini alacaktır. Toplum bir bütün olarakgittikçe örgütlenme ve rasyonel bir yapıya kavuşma açısından fabrikaşartlarının hükmü altına girecektir. (B. Turner, s. 201.)

    Schiller’inifade tarzını izleyerek Weber modern seküler toplum şartına "dünyanınbüyüden kurtulması" diye atıfta bulunur. Bununla Weber insanların artıkbüyüsel ve doğaüstü güçlerin kutsal dünyasında kapalı olmadıklarını kasteder.ilke olarak "etkili olabilecek hesaplanmayan esrarengiz güçler yoktur…artık yabani toplumlar gibi ruhlara galip gelmek veya onlardan yardım dilemekiçin büyüsel yollara başvurmaya gerek kalmamıştır." Buna rağmen bilimselgelişmenin mümkün kıldığı ilerleme ve uygarlık, bir bireyin haya· tında artıkhiç bir doğal ve kaçınılmaz sınır olmadığı anlamına gelir. Olgunluk artık birbireyin aşiretinin veya toplumunun ilim ve irfanını iyice öğrenmiş olmasıanlamına değil; daha çok bir bireyin sürekli büyüyen bilgi stokuna yetişmesianlamına gelir. (Turner, s. 203.)

    Burada Weberyenyaklaşımı baz alarak İslâm’ın hakim ve belirleyici olduğu bir kültürel ortamdasekülerleşme veya rasyonelleşmeye ihtiyaç olup olmadığını kısaca inceleyelim.Weber, yaklaşımını Batı toplumlarını baz alarak geliştirir. Batı toplumlarınınbüyü ve doğa üstü güçlerden yakasını kurtararak rasyonelleştiği ve bu yollamodern kapitalizme geçtiğini ileri sürer. Batı dışı toplumların ise rasyonelolmadığı veya olamadığından modern kapitalizme geçemediğini savunur.

    Weber’in sözkonusu tezini eleştiren ünlü ateist ve Marksist yorumcu Maxime Rodinson iseİslam konusunda Weber gibi düşünmez. Kur’ân’ la diğer kutsal kitaplarıkarşılaştırarak "Kur’ân, rasyonelliğin çok büyük bir yer tuttuğu kutsalbir kitaptır" sonucuna ulaşır. İslâm’ın rasyonellik özelliğinin sadece Kur’ân’lasınırlı kalmadığı tüm bilim ve kültürü kuşattığını ileri sürerek,"Ortaçağ; İslâm kültürünün rasyonalist karakteri, gerçekte çokbelirgindir. Şüphesiz alabildiğine çözümleyici bir akıl söz konusudur…Eserleri binlerce cilt tutan ve eleştirici bir temele, belgelerinkarşılaştırılmasına dayanan bir tarihçiliği geliştirmek için Ortaçağ’dabinlerce Müslüman aydının sırf ettikleri muazzam rasyonel çaba karşısında insansadece saygı ve hayranlık duymaktadır. Sanata varıncaya dek her şey düşünceyeve rasyonel bir yaratıcılığa dayanır." (M. Rodinson, s. 91-113.)

    Weberyenanlamda olaya yaklaşırsak İslam toplumları "sahih İslam"labuluştukları sürece rasyonel bir toplumdur. Bu toplumun İslâmî değerlerdenuzaklaşması "rasyonellik"ten uzaklaşması anlamını taşır. Dolayısıylasekülerleşme olgusu kültürel referanslarında rasyonellik bulunmayan toplumlaraözgü bir olay olmalıdır.

    Batının özgünşartlarından ortaya çıkan sekülerleşme olgusunu Batının başka önemli bir olgusuolan burjuva ve burjuva değerler sistemini bilmeden anlamak mümkün değildir.

    Burjuva veBurjuva Değerler Sistemi

    Burjuvabilindiği gibi Batıda ortaya çıkmış ve zamanla dünyaya şekil vermiş bir sınıfıoluşturur. Bugün halk lisanında kabaca kapitalizm olarak adlandırılansosyo-ekonomik sistemin kurucu ve geliştirici kadrosu burjuva sınıfıdır. Bukesimin ortaya çıkması üzerinde kısaca durmakta fayda vardır.

    Weber’e göreburjuvazi sadece Batı toplumlarına mahsus bir olgudur. Hatta başka bir Almandüşünürü olan Sombart olayı "kan"la irtibatlandırmış; damarlarında"Batılı kan taşımayan" ın burjuva olamayacağı yargısına varacak kadarileri gitmiştir. Weber gibi Marx’a göre de kapitalizmin var edici kadrosuburjuva sınıfıdır.

    Burjuvasınıfının ortaya çıkışını anlayabilmek için Batıda "ikincil yapılar"denilen "özgür kentler" in gelişmesini bilmek gerekir. Ortaçağ’dafeodal malikânelerinin sıkıcı ve baskıcı havasına girmek istemeyen çeşitlikesimler vardı. Bunlar genellikle gezginci tüccarlar, korsanlar, yol keseneşkıyalar, deniz kenarlarında sahile vuran gemileri arayan maceraperestlerdi.Bunlar aristokrat kesimin de, serf kesiminin de dışında yer alıyorlardı.Zamanla şartların düzelmesine bağlı olarak ya Romalılardan kalan eski kentlereya da kendilerinin kurduğu kentlere yerleştiler. Bu ikinci kentler genelliklemalikanenin yanında kuruluyordu. Amaç dışarıdan gelebilecek baskınlarkarşısında malikanenin şövalye gücünden yararlanabilmekti. Malikane ile kentarasında bir köprü bulunurdu. Bundan amaç da malikâneden gelebilecek baskılaraköprüyü yok ederek karşı koyabilmekti. Zamanla bu kentler belli endüstridallarında uzmanlaştılar ve geniş ölçüde emek talep etmeye başladılar. İhtiyaçduyulan emek ise malikâne içindeki serfler arısında bol miktarda bulunuyordu.Kırdan kente göç olayı da bu yolla başlamış oldu. Burjuvaların yerleşimbirimleri olan kentler malikânelere kıyasla sürekli büyüdü ve gelişti. Senyörveya lordlar bunları da egemenliği altına almak istedilerse de aralarında sertmücadeleler sonucu malikânenin tam egemenliğine girmediler. Daha sonra ortayaçıkacak kral-aristokrat çatışmasında burjuva kral tarafında yer alarak konumunugüçlendirdi. Artık "özgür kent"lerde tam kendi özlemleridoğrultusunda bir hukuk sistemi, siyaset sistemi, kültür sistemi ve din sistemiistiyorlardı. İste seküler ve rasyonel hayat böyle bir ortamda gelişti.

    Kral-aristokratçatışmasında burjuva da yer alıp aristokrasiye karşı mücadeleye başlayıncaproleterya da burjuvanın yanında konuşlandı ve ünlü Fransız İhtilâlinigerçekleştirerek aristokrat sınıfı devre dışı bıraktılar. Bu aşamadan sonra iseburjuva tüm toplumsal mekanizmaları ele geçirdi. Kendi değerler sisteminihayatın tüm cephelerine hakim kılmaya başladı. Bu sürecin en ilginç ve etkilikurumu ve organizasyonu "merkantilizm" idi.

    Bilim, din,devlet ve sanat adamını da yetiştiren burjuva merkantilist politikalarsayesinde doğrudan tüm mekanizmaları kendi özlemleri istikametinde dizaynetmeyi başardı. Sonuçta modern kapitalizmin ortaya çıkmasında ve dünyaölçeğinde yayılmasında temel faktör oldu.

    Burada kısacaburjuvaların genel özelliklerinden de söz etmek yararlı olacaktır: Burjuvalararistokratlara zıt olarak son derece atılgan, hesapçı ve rasyonel bir iş vemeslek ahlâkına sahipti. Weber’e: göre en dikkate değer özelliği metodikyaşantıya sahip olmalarıdır. Weber böyle bir gelişmenin geri plânındaprotestanlığın ahlaki öğretisinin bulunduğuna inanır. Weber’e göre ilk metodikve disiplinli yaşantı dini ortamlarda başlamıştır. Bu ortamlara en tipik örnekmanastırlardır. Manastırlara kapanan rahipler dünyayla ilgili her şeyden eletek çekerek tüm varlıklarını Allah’a adamışlar ve Allah’a yaklaşmak için dezamanı son derece dakik olarak kullanmışlardır.

    BatıOrtaçağ’ında rahipler metodik olarak yaşayan tek örgüt idi; metodik olarakçalışırlar, amaçlarına rasyonel araçlarla ulaşmaya gayret ederlerdi. Metodikyaşantının dini bazını da "aktif riyâzet" oluşturuyordu. Rahiptamamen iradî bir eylemle hayatını son derece disiplinli ve düzenli şekildetanzim etmiş ve milim milim bir yaşantı modunu esas prensip olarak benimsemiştir.Öyle ki, hayatın her anı sınırları çok iyi tespit edilmiş zaman dilimlerineayrılmış ve gündelik hayatın akışı hiç eksiksiz ve sapmasız belirlenen dakika,hatta saniyeler üzerinde dizayn edilmiştir. Saat sadece onlar için çalmış;ibadet, yeme içme, gezme, insanlarla ilişki zamanları dakikası dakikasınaayarlanmıştı. Sabah saat 4.00’te kalkılması plânlanmışsa kesinlikle geçkalkılmaz tam dörtte kalkılırdı. 4-5 arasında ayin yapılacaksa tam 4-5 arasındayapılır, herhangi bir gecikme veya erkene almaya kesinlikle izin verilmezdi.Bir dilim ekmek, 5 zeytin tanesi yenilecekse tam o kadar yenilirdi… Yıllaryılı hayatın yukarda ana hatlarıyla anlatıldığı şekliyle sürüp gitmesi kişininbenliğinde düzenin, disiplinin ve metodik yaşantı modunun yapısallaşması vekurumlaşmasına neden olmakta; artık savruk ve sorumsuz yaşantı kişininhayatında son derece "marjinal" olarak kalmaktadır. (S. Ülgener, s.38 vd.)

    AktifRiyazetin (Asketik yaşantı) Toplumsallaşması

    Aktif riyazetveya metodik yaşama stili ilk olarak manastırlarda rahiplere mahsus bir yaşantıtarzı iken, zamanla ekonomik ve sosyal hayata da sirayet ederek toplumsal birnitelik haline geldi. Aktif riyazetin toplumsallaşması Protestanlık mezhebininortaya çıkışıyla paralellik arz eder. Protestanlık öncesi dini düşüncedeservet, insanı tanrıdan uzaklaştıran bir varlık idi. Ancak, protestanlıkla veözellikle B. Franklin’in yeni yaklaşımlarıyla servetin bir "kir"olmadığı; insanı Allah’tan uzaklaştıran bir unsur değil aksine Allah’ayaklaştıran bir araç olduğu yaklaşımı yaygınlaşmaya başladı.

    Yeniyaklaşıma ve dini inanca göre insan Allah’ın kendisine takdir ettiği iş vemeslek konusunda sadece bir yöneticidir. Aynı zamanda meslek"çağırma" anlamını ifade etmektedir: Meslek yoluyla Allah insanlarıkendi rızasına uygun en iyi iş yapmaya çağırmaktadır. Bu yaklaşım zevk vesafayı ayıplayıp, dünyadan kaçmamayı; aksine dünyayla beraber olmayı, rasyonelbir disiplin içinde çalışma yoluyla onu şekillendirmeyi teşvik etti. (Ülgener,s. 40.)

    Reformasyonhareketinin yaygınlaşmasıyla önceleri sadece virtues(seçkin) sınıfın ahlakîkodları olan riyazi ve disiplinli yaşantı bu defa kitlenin ahlakî kodlarıylaözdeşleşmeye başladı. Daha önceleri ahirete yönelik olarak başvurulan aktifriyazet, zamanla yön ve içerik değiştirerek dünyaya yönelen bir yaşantı tarzıhaline geldi. Asketik Protestan dogmaları uygun bir ahlakî davranış yaratmış vetoplum katmanlarında yaygınlaşmıştı. Dini yaşantı açısından insanlarmanastırdan kurtulmuş, fakat herkes kendi hayatında bir rahip olmuştu.(Ülgener, s. 39 vd.)

    Özellikleiktisadi hayatta metodik yaşantının en ciddi etkisi ve yansıması maliyetminimizasyonu ve kâr maksimizasyonunda olmuştur. Müteşebbis, birim maliyetin endüşük düzeyde gerçekleşmesi için gerekli tüm çalışmaları yapmış; bu alandamatematikten ileri derecede yararlanmıştır. Hatta hesaplarını sıfır değereyaklaştırmaya çalışmıştır. "Marjinalizm" hareketi bu ruhun tipik biryansımasından başka bir şey değildir. Aynı şekilde bu gün yaklaşık tüm dünyadaİktisat fakültelerinde temel ders olarak okutulan "mikro ekonomi"doğrudan doğruya söz konusu zihniyetin bilimselleşmiş bir şeklidir denebilir.

    Weber’in tezitek başına açıklayıcı değildir. Bu tezde cevaplanması gereken bir çok soru bulunmaktadır.Bu tezin başka tezlerle desteklenmesi gerektiği düşüncesindeyim. Benim bukonuda çıkış noktam tüm benliğiyle madde ve maddeleşmiş bir dünyaya yönelen birinsan tipinin nasıl ortaya çıkabildiğidir. Bunun gerisindeki dinamiklerin nelerolduğudur. Bunu sadece "dağdaki vaaz" veya Braduel’in de dikkatçektiği gibi B. Faranklin’in bir kaç tavsiye niteliğindeki sözleriyle açıklamakmümkün değildir. Aynı şekilde K. Marx’ın da izah tarzı yetersiz vekapsayıcılıktan uzaktır. üretim güçleri-üretim ilişkileri tezi son derece"total" tezlerdir. Olayın bir çok ayrıntısını gözden kaçırmaktadır.Öyle sanıyorum ki olay bazı ayrıntılarda gizlidir.

    Benim buradaönermek istediğim tez Bediüzzaman’ ın "tasallut nazariyesi" (genişbilgi için bkz: Bünyamin Duran, Sosyo-Ekonomik Değişmeye Yönelik Tezler, 1995.)adı altında özetlediğimiz tezinin burjuva olayına uygulanmasıdır. Bana göreburjuvaların madde ve maddeleşmiş her şeye tapar derecesinde (Weber buyaklaşımı kabul etmese de) sarılmasının geri plânında çevreden gelen ortaşiddetin üzerinde bir "tasallut’un varlığıdır. Bu tasallut da hem sosyalçevreden hem de fiziki çevreden yönelmektedir. Genel olarak bu olguya ben"sıfır yükseklik olgusu" diyorum, şimdi bu olguyu kısaca inceleyelim.

    Kuzey Avrupa,İspanya’dan başlayan; en yüksek noktasına Alplerde ulaşan, Tuna Ovasınıçevreleyen ve Balkanlara doğru inen büyük bir dağ ve tepe silsilesi engeli yeralmaktadır. Bu yüksek toprakların kuzey etekleri büyük bir ovaya doğruinmektedir. Pireneler ve Gaskonya Körfezinden başlayan bu büyük ova Fransa,Doğu ve Orta İngiltere, Belçika, Hollanda, Danimarka ve Güney İsveç’ten geçerekkuzeye doğru uzanmaktadır. En uzak kenarlarında gene deniz, Gal Dağları, Batıİngiltere, İskoçya ve İskandinavya yer alır. Buradan itibaren hemen Prusya’nıntamamını Kuzey Kutup Denizinden Karadeniz’e kadar kapsayacak şekildegenişlemektedir ve Urallarda kısmi bir kesintiden sonra, Sibirya boyuncaokyanus kıyılarına kadar uzanmaktadır. İnsan Bordeaux’dan Urallara hiçbirtünelden geçmeksizin trenle gidebilir. bu ova nadiren tepelerle kesilmekte vebu tepeler asla büyük boyutlara ulaşamadan tatlı yükseltiler olarakkalmaktadır. Bazı yerlerde kara, deniz yüzeyinin altındadır; örneğinHollanda’da böyledir. Doğu İngiltere, Flandre, Hollanda, Germanya kıyıları boyuve Batı Prusya’nın bataklık topraklarında arazi o kadar düzdür ki, nehirlerrahatça akmaktadır ve mevsimlik veya sürekli bataklıklar uzun süre buralarıniskanını engellemişlerdir. Mesela Hollanda topraklarının % 27’si denizyüzeyinin altındadır. Toprak nitelik bakımından büyük değişikliklergöstermektedir. Bu değişme Ukrayna’nın çok zengin kara toprağından Baltıkkıyılarında buzulların çekilmesi sonucu oluşan kumlu topraklar arasında biryelpaze meydana getirir. Bataklık, kum ve buzul kalıntısı topraklar drenajatabi tutulunca veya toprak özellikleri değişinceye kadar çok az kullanılmıştır.(Herbert Heaton, s. 61-62.)

    KuzeyAvrupa’nın sosyo-ekonomik gelişmesinde "sıfır faktörü" esasbelirleyici unsur olmuştur. Med ve cezir yoluyla denizden gelen dalgalar sahilşeridinin önemli bir bölümünü su altında bırakıyor; insanoğlunun eserlerini vekendisini büyük ölçüde tahrip ediyordu. Yakın zamanlara kadar bazı gel-githadiseleriyle yüz binlerce insanın sel felaketiyle hayatını kaybettiğinibiliyoruz. Gelen dalgaların etkisi, sadece kısa süreli değil, aynı zamanda uzunsüreliydi de. Kıyı şeridinde biriken su kalıntıları sahilde korkunç ölçüdebataklıklar oluşturuyor, bataklıklardan yayılan salgınlar da kalan insankesimini tehdit ediyordu. Arka arkaya gelen salgın hastalıklar Kuzey Avrupatoplumlarının önemli bir bölümünü tahrip etmiştir. Mesela,1348 yılında Rusyadahil Avrupa nüfusu yaklaşık 30 milyon iken, bu salgınlar yoluyla 1351 yılınakadar 25 milyon insan hayatını kaybediyor ve toplam nüfus 55 milyona iniyordu.Ancak, salgınlar kesilmiyor, aralıklarla gelerek nüfusu tahrip etmeye devamediyordu.

    "Sıfırfaktörü" kuzeylilerin yaşantısını son derece zorlaştırıyor; adeta çekilmezhale getiriyordu. Burada bizim için önemli olan nokta "birim metaın"elde edilmesi için gerekli insan enerjisi miktarıdır. Tabiat kuvvetlerinin ortaşiddetin üzerinde meydan okumasından dolayı kuzeyde birim metaın eldeedilebilmesi için yüksek düzeyde enerji sarfı gerekiyordu. Binlerce yılın buşekilde yoğurduğu insanoğlu diğer ortamlarınkinden farklı bir tipe ve karakteresahip olacaktı. Bıı tip, Max Weber’in ifadesiyle "hesabî insan tipi"idi. Bu tip, birim metaı çok büyük enerji sarf ederek elde ettiği için, ometaa, sarf ettiği enerji miktarında değer atfedecek ve elinden çıkarırken oölçüde hesaplı davranacaktır. Aynı zamanda bu tip, toprağa karşı, paraya karşıve her türlü maddeye karşı yoğun şekilde aç olacaktır. "İhtiyacı" okadar şiddetlidir; fakirliği o derece ağırdır ki, toprak, para ve mal eldeetmek için tüm istidat ve kabiliyetini seferber etme; bütün duygularıylafırsatları kollama kabiliyeti kazanmaktadır. Özellikle Hollanda’da yaşayaninsanlar denizden gelen tehdit ve belayı bertaraf edebilmek amacıyla zamanlabazı organizasyonlar kurarak küçük ölçekli setler, kanallar yapmaya çalıştılar.Ancak, denizden gelen dalgalar bunların yaptığı setleri de yerle bir etti.Doğadan yönelen "tasallut" bütün şiddet ve yıkıcılığıyla insanlığıtehdit etmeye devam etti. Zamanla yöre sakinleri daha büyük organizasyonlaraltında birleşerek daha büyük ölçekli setler yapmaya, kanallar açmayaçalıştılar. Hatta bir kaç feodal birleşerek tabiat güçlerine karşı ortakmücadele yaptılar. Denizden gelen dalgaların getirip kıyıya yığdığı"polderler"in üzerlerini taşlarla ördü ve tahkim ettiler. Gerekliyerlere çok büyük setler inşa ederek, iç kesime doğru büyük kanallar açtılar vebu olağanüstü "cevap"larla doğanın tehdidini belli ölçüde dizginlemişoldular.

    KuzeyAvrupa’da gerçekleştirilen bu büyük dönüşüm bana göre iki önemli sonucundoğmasına ortam hazırladı: Biri, setlerin gerisinde, dalgalardan kurtarılmış,bataklıklardan temizlenmiş son derece münbit dümdüz bir arazi parçası. İkinciside "hesabî insan tipi." Nitekim, tarihte modern anlamda ilkhayvancılık ve ziraat Hollanda’da başladı, izleyen dönemlerde buradanİngiltere’ye yayıldı. Sıfır yüksekliğe sahip ovalarda bir taraftan hayvan yemigibi modern hayvancılığı uyaracak ürünler, diğer taraftan da tamamen piyasayayönelik ticari ürünler üretilmeye; çiftçiler belli spesifik ürün dallarında uzmanlaşmayabaşladılar.

    Maddeye,paraya ve itibara karşı aç olan bu insan tipi ilk olarak "mikroçevre"sini, daha sonra da "makro çevre"sini sömürmeye başladı.Hayatın tüm mekanizmalarını maddi çıkarını azamileştirme yönünde kullandı.Artık kutsal ve geleneğin bu insan tipi için fazla bir anlam ve önemi yoktu.Başta Protestanlık olmak üzere tüm kutsalları kendi özlemleri doğrultusundaeğdi, büktü ve kendi burjuva sistemi içine monte etti. Bu arada bilimi,kültürel hayatı, sanat ve düşünceyi rasyonelleştirip, seküler bir şekle soktu.Bilimdeki sekülerleşme "mekanistik" anlayışla özdeştir. Artık bilimher türlü "hikmet"ten arındırılmış; sadece "kudret"niteliğiyle ön plana çıkmıştı. Felsefe de, fizik de, iktisat da, sosyoloji de burjuvadeğerler sistemine hizmet edecek; hatta burjuvanın çıkarlarını koruma içinbirer savunma mekanizması olacaklardı.

    Bu patalojikdurum yanında Batının rasyonelleşme anlamındaki sekülerleşmeyi haklı çıkaracakbazı özgül tarafları da vardı. Bunları; kilisenin dayanılmaz baskısı, azınlıkmensuplarının katliamı, sürgün ve talana maruz kalmaları, hakim mezhepüyelerinin azınlık mezhep üyelerine hayat hakkı tanımaması gibi faktörlerolarak sayabiliriz.

    Sekülerleşme(rasyonelleşme anlamında) Konusunda Batının Özgünlüğü

    Yukarıda daifade edildiği gibi laiklik kurumu, burjuva değerler sisteminin bir ürünüdür.Burjuvaların eğilim, beklenti, arzu ve özlemlerinin belli alanlardaşekillenmesi, kristalleşmesidir. İnsan akıl ve vicdanına karşı kilisenindayanılmaz baskı ve dayatmasına karşı, bu duyguları devlet tarafından sağlananbir "güvenlikli bölgedir. Bilindiği gibi kilise sadece dini ve sosyal birorganizasyon değil, aynı zamanda ekonomik, siyasal, dinsel ve sosyokültürel birorganizasyon; hatta bir "imparatorluk" tur. "İmparatorluk"niteliği, ekonomik, siyasal ve dini-ahlâki faktörlerle desteklenmekte,garantiye alınmakta idi. Ortaçağ’da, mesela Fransa’da topraklarını yüzde30’unun kilisenin elinde olduğunu biliyoruz. Elimizde bazı manastırların malvarlıklarını gösteren dökümanlar var: 10.000’lerce sayıya varan koyun sürüleri,binlerce büyük baş hayvan ve köle… Ekonomik hayatı malikâne sahipleri olanlord ve senyörlerle parsellemişler ve toplumun kanını uzun asırlar emmişlerdir.Sadece basit bir ekonomik dev olmakla yetinmemiş, aynı zamanda toplumun vicdanve iradesini de ipotek altına almıştır. Belli şekilde düşünme, inanma veyaşamaya toplum fertlerini zorlamış; en ufak bir sapmayı görülmemiş işkence vebaskı yöntemleriyle cezalandırmaya çalışmıştır. Dinde, bilimde, sanatta,edebiyatta, felsefede.. hayatın tüm cephelerinde olan ve olacak olan her şeykilisenin "vize"sine tabi tutulmuş, herhangi bir değişiklik,yenileşme ve gelişme düşüncesi dine, topluma, kiliseye ve tanrıya karşıyapılmış bir hıyanet sayılarak en acımasız şekilde bastırılmıştır. Batı tarihibu tip çatışmaların, işkencelerin, baskıların misalleriyle doludur.

    Burjuvalarınterini incelendiği zaman neden laiklik gibi bir kuruma ihtiyaç duyulduğu dahaiyi anlaşılır kanaatindeyim.

    Burjuvalar,Batı Avrupa Ortaçağ’ında toplumsal yapıya geniş ölçüde feodaller hakimkengenellikle korsanlık yapan, deniz kenarlarında karaya vurmuş gemileri arayan,bazı geçit ve boğazlarda eşkıyalık yapan veya çerçilik yapan insanlardı. Feodalbeylerin egemenliği altına girmemişler, geniş ölçüde dağda, denizde, yoldaözgür olarak yaşayan kimselerdi. Bu tip dağınık ve organizesiz tüccarlarınyanında belli ölçüde organize olmuş "Hansa Tüccarları" da vardı.Ancak bunlar kuzey ticaret alanında faaliyet gösteriyorlardı. Çeşitlimilletlerden yaklaşık 60 farklı kentin tüccarı birleşerek bir birlikoluşturuyor, devlet gücünün hissedilmeyecek derecede sınırlı olduğu bir dönemdekendi göbeklerini kendileri kesmeye çalışıyorlardı. İşte bu tip organizasyonlarzamanla güçlenip siyasal ve ekonomik alanlarda denetimi ele geçirmeyebaşlayınca karşılarında kilise-feodal cephesini buldular. Gerek feodallerin,gerekse kilisenin dayattığı sistem ve dünya görüşü bunların özlem vebeklentilerine cevap vermediği gibi, kabul edilemezdi de. Kendilerine göre biranayasaları, ticaret hukuku, medeni hukuk ve dış hukuku gerekmekteydi.Burjuvalar Büyük Fransız Devrimini yanlarına proleterleri de alarak yaptıktansonra kilisenin ve feodallerin tüm dayatmaları ve baskılarına karşı kendilerinikoruyabilmek amacıyla laiklik kurumunu geliştirdiler. Yeni kuruma göre kilisebilir bilmez ekonomik, siyasal ve sosyal hayata karışamayacaktı. Sosyal,siyasal ve ekonomik alanlardaki tüm düzenlemeler kilisenin istekleridoğrultusunda değil, burjuvaların istekleri doğrultusunda gerçekleştirilecekti.Bu anlamda laiklik, kilisenin sosyal, siyasal ve ekonomik hayat üzerindekihegemonyasına bir sınırlama idi. Ayrıca, laiklik kurumu, azınlık mezhebimensuplarının dört elle sarıldığı bir kurumdu. Bilindiği gibi Batı tarihi aynızamanda bir mezhep ve din savaşları tarihidir de. Belli bir devlettemezheplerden biri hâkim olduğunda diğer mezhep mensupları "müşrik" ve"putperest" sayılıyor ve vücudunun ortadan kaldırılması dini birgörev olarak algılanıyordu. Fransa’da Protestanlar, İngiltere’de de Katoliklerkorkunç katliamlara tabi tutulmuşlardır. Fransa’da bir gecede yaklaşık 70.000Protestan’ın kesildiği anlatılır. İngiltere’de tüm Katolikler ülkeden sürüldüçıkarıldı; malları yağmalandı, tüm manastırlara el konuldu ve dinî merkezlerişyeri ve depoya çevrildi. Benzer çatışmalar hemen Avrupa’nın tüm bölgelerindeuzun müddet sürdü gitti. Dolayısıyla böyle bir ortamda laiklik bir can kurtaransimidi fonksiyonunu gördü. Azınlıkta bulunan mezhep mensupları bu kuruma dörtelle sarıldılar.

    Batıdalaiklik kurumunu vazgeçilmez bir kurum kılan bir diğer neden de Yahudilerdir.Yine bildiğimiz gibi Yahudi cemaati tarih boyunca Batıda hemen tüm devletlerdedefalarca katliama uğramış; defalarca ülkeden ülkeye sürülmüştür. Çok ilginçtirki, laiklik kurumunu şiddetle savunan; hatta gelişmesinde son derece önemlifelsefi ortam hazırlayan düşünürlerin çoğu Yahudi asıllı düşünürdür. Hakimmillete mensup veya hakim mezhebe mensup feylesoflar genellikle tiranlığısavunduğu halde veya o konuda herhangi bir katkısı olmadığı halde azınlık dinive mezhebi mensubu düşünürler bütün benlik ve enerjileriyle laiklik ve benzerikurumları savunmuşlardır.

    Nihayetlaiklik Batıda serbest düşüncenin ve bilimin koruyucu bir zırhı, kalesiolmuştur. Bu zırha ulaşabilmek için de çok yüksek bir maliyete katlanmakzorunda kalmıştır. Bu yönüyle de Batı tarihi bilimdin çatışmaları; dinin bilimiezme ve bastırma süreçleriyle doludur.

    Mazisinin bukadar kirli ve iğrenç olmasına rağmen kilisenin toplum hayatının bütünkatmanlarından arındırılmış bir kurum sanmamak gerekir. Batı ve Amerika’da yinetoplumun en güçlü ve en etkin organizasyonlarından biridir. Yine Batıdalaikliği benimseyen toplumlar son derece sınırlıdır. Mesela demokrasinin beşiğive ilk sanayi devriminin menşei olan İngiltere laik değil; bir din devletidir.Aynı şekilde Yunanistan laik değildir. Batıda laik olanların uygulama biçimleride son derece yumuşaktır.

    Yukarıda sözüedilen özgün şartların da dayatmasıyla burjuva zamanla tüm toplumsal"dizginleri" ele geçirmiş, bilimi de kültürü de kendi özlemleridoğrultusunda belirlemeyi başarmıştır. Artık yeni bilimsel paradigma eskisigibi "hikmet"i değil, doğrudan "kudreti" aramaya amadedir.

    BilimdeSekülerleşme ya da Newtoncu Dünya Görüşü

    Batıkültürünün temellerini atan dünya görüşü ve değer sistemi, 16. ve 17. yy’lardaana hatlarıyla geliştirilmişti. 1500 ve 1700 yılları arasında burjuva değerlersisteminin yaygınlaşmasına bağlı olarak insanların dünyayı tasarlamabiçimlerinde ve bütün düşünce tarzlarında çarpıcı bir değişme oldu. Yeni zihniyetve yeni kozmoz anlayışı, modern çağın karakteristikleri olan Batı uygarlığınınözelliklerini taşıyordu. Bunlar geçen üç yüz yıl boyunca dünyanın önemli birbölümüne hükmeden paradigmanın temeli oldular.

    1500’den önceBatıda hakim dünya görüşü, diğer uygarlıklarda da olduğu gibi organikti.İnsanlar, maddi ve manevi olayların karşılıklı dayanışmasıyla karakterizeedilen ve bireyin ihtiyaçlarının topluluğun ihtiyaçlarına tabi olduğu, organikilişkilere dayanarak doğaya yaklaşan küçük, birbirine yapışık topluluklariçinde yaşarlardı. Bu organik dünya görüşünün bilimsel çatısı genel olarakBatıda iki otoriteye dayalıydı: Aristo ve kilise. 13. yy’ da Thomas Aqinas,Aristo’nun geniş kapsamlı doğa sistemini Hıristiyan teolojisi ve ahlâkıylabirleştirdi ve bu suretle bu sistem bütün Ortaçağ boyunca sorgulanmadan Batılıtoplumların dünya görüşü niteliğini kazandı. Ortaçağ biliminin yapısı, çağdaşBatı biliminkinden tamamen farklıydı. Bu bilim hem akla, hem inanca dayalıydı.Tabiatın, Tanrının ve insanın esrarını çözmeye yönelmişti.

    Bu manzara,16. ve 17. yy’ larda kökten değişime uğradı. Organik, canlı ve manevi bir evrenkavramı, yerini, makina tarzında bir dünya anlayışına bıraktı. İzleyendönemlerde dünya makinası modern çağların baskın metaforu haline geldi. Bugelişme, fizik ve astronomide Copernicus, Galileo ve Newton’un başarılarıylazirveye ulaşan büyük değişmelerle meydana geldi. 17. yy bilimi, Descartes’ıntasarladığı doğanın matematiksel tasvirini ve analitik akıl yürütme yönteminikapsayan, Francis Bacon tarafından da güçlü biçimde savunulmuş olan yeni biraraştırma yöntemine dayalıydı.

    Bilimseldevrim, bin yıldan daha fazla bir süredir kabul edilmiş bir inanç olanBatlamyus’un ve Kitab-ı Mukaddes’in yermerkezli görüşünü deviren NicolasCopernicus ile başladı. Copernicus’tan sonra artık yeryüzü evrenin merkezideğil, yalnızca galaksinin kıyısındaki önemsiz bir yıldızın çevresinde dönen üçbeş gezegenden biriydi. Dünya merkezli evren yaklaşımının bilimsel bir söylemletahrip edilmesi özellikle Batı insanının dünya görüşünde büyük bir depremmeydansı getirdi. Batılı insanın inanç ve mutlak değerler dünyası geniş ölçüdebombardımana uğradı ve bu bombardıman izleyen dönemlerde ardı arkası kesilmedendevam etti.

    Ancak,bilimsel anlayıştaki gerçek değişme ünlü Galileo tarafından meydana getirildi.Yakın zamanlarda icat ettiği teleskopu uzaya yönelterek göksel olaylarınbilimsel gözlemine teleskopun olağanüstü marifetlerini uygulayan Galileo, eskikozmolojiyi herhangi bir şüpheye yer bırakmadan gözden düşürmeyi başardı.

    Galileo’nunbilimsel devrimdeki rolü, astronomideki başarılarını çok aşar. Galileo,keşfettiği doğa yasalarını formülleştirmek için matematiksel dilin kullanımıylabilimsel deneyi ilk birleştiren kişiydi. Bundan dolayı da kendisi modernbilimin babası sayılmıştır. Ona göre felsefe, her zaman gözlerimiz önünde yatanbüyük kitapta yazılıdır. Fakat önemli olan bu büyük kitabın dilini anlamaktır.Bu dil ise, matematiktir, özellikle de üçgenler, figürler ve geometrikunsurlardır. Galileo’nun öncülük ettiği işin iki veçhesi-deneysel yaklaşımı vetabiatın matematiksel tasvirinin kullanılması17. yy’da bilimin baskın görüşlerioldu ve şimdiye kadar bilimsel kuramların en önemli ölçütleri olarak kabuledildiler.

    Burjuvabilimsel devrimine büyük emeği geçen düşünürlerden biri de Bacon idi. Bacon,deneysel bilimin yöntemini savunuyordu. Tümevarım yöntemini ilk formülleştirenkişiydi. Bu yönteme göre, deneyler yapılıyor ve bu deneylerden ilerdekideneylerde sınanmak üzere genel sonuçlar çıkarılıyordu. Bacon, gelenekseldüşünce okullarına gözü pekçe saldırdı ve bilimsel deneme yolunda hakiki birtutku oluşturdu.

    Bacon’la Batıdünyasında bilimsel araştırmanın doğası ve amacı köklü bir biçimde değişti. Eneski çağlardan beri bilimin amaçları bilgelik, doğanın düzenini ve onunla uyumiçinde yaşamayı öğrenmek olmuştu. Bilim o zaman Tanrı’nın yüceliğiniaraştırmayı esas gaye olarak seçmişti. Bunlar, bütünleyici amaçlardı. Bilim vedüşünce adamlarının tavrı bugünkü dille ifade edersek geniş ölçüde ekolojikti.Bu tavır, 17. yy’da tam da zıddına dönüştü; yani bütünleyici anlayış vekavrayıştan, kendini kanıtlayıcı faaliyete yöneldi. Bacon’dan beri biliminamacı, bilgiyi doğaya hükmetmek ve onu denetim altına almak amacıyla kullanmakoldu ve bugün hem bilim hem de teknoloji kökten karşı, ekolojik amaçları uğrunabu bilgiyi hükmetme yolunda kullanmaktadır.

    Bacon’un yenideneysel araştırma yöntemini savunduğu sözler, hararetli olmak bir yana,çoğunla düpedüz hırçındır da. Ona göre tabiat, insanlığa hizmet etmeye mecburve insanlar tarafından köle yapılması gereken bir varlıktı. O, bilim adamınakarşı direnirken bilim adamlarının hedefi , onun gözünün yaşına bakmadan ondakisırları, işkence yöntemiyle de olsa söküp almaktı. Şiddetin bu aşırı dilegetirilişi, Bacon’un zamanında ardı arkası kesilmeksizin vuku bulmuş olan cadımahkemelerinden ilham alınmışa benziyor. Kral I. James’in baş savcısı sıfatıylaBacon, bu tür davalarla çok yakından alakadardı ve doğayı çoğunlukla bir kadınolarak gördüğünden dolayı, bilimsel yazılarına mahkemede kullandığı teşbihleriaktarmak istemesi şaşırtıcı değildir. Gerçekten de Bacon’un kendisine işkenceyapılarak elde edilmesi gerekli sırlara sahip doğa anlayışı, İngiltere’de 17.yy’ın cadı mahkemelerinde kadınlara yaygın biçimde uygulanan işkenceyi güçlübir şekilde hatırlatmaktadır. Böylece Bacon’un çalışması, bilimsel düşünceüzerindeki ataerkil tavırların etkisinin parlak bir örneğini sunar.

    "Besleyipbüyüten" anlamındaki antik yeryüzü kavramı Bacon’un yazılarında temeldendeğişmiş ve organik tabiat anlayışı bir makine tarzındaki dünya metaforuyla yerdeğiştirerek bilimsel devrimin peşi sıra gözden kaybolmuştur. Batı uygarlığınındaha ileriye gelişimi adına çok büyük önemi bulunan bu değişim, 17. yy’ ın ikidevasa şahsiyeti Descartes ve Newton tarafından başlatıldı ve tamamlandı.

    Descartes,genellikle modern felsefenin kurucusu olarak kabul edilmiştir. Kendisi değerlibir matematikçiydi ve felsefi bakış açısı yeni fizik ve astronomiden derinşekilde etkilenmişti. O, mutlak kesinliğe sahip tam bir tabiat bilimini kurmayaelverişli bir yöntem öne sürdü. Bu bilim matematik gibi ilk ilkelerikendiliğinden açıklık üzerine dayalı bir bilimdi. Onun hayatı boyunca amacı,bütün bilim alanlarında "doğruyu yanlıştan ayırt etmek" oldu."Bilimin tümü kesin, apaçık bilgidir" diye yazdı. "Tam anlamıylabilinen ve hakkında en ufak bir şüpheye yer olmayan kuvvetle muhtemel veyargılanabilir olanlar dışında kalan tüm bilgileri reddediyoruz" sonucunaulaştı. (F. Capra, s. 56.)

    Bilimsel bilgininkesinliğine olan inanç kartezyen felsefenin ve ondan türeyen dünya görüşününtemelinde yer alır. Ancak yirminci yüzyıldaki özellikle "quantum"fiziğindeki gelişmeler bize bilimde hiç bir mutlak doğru olmadığını; bütünkavram ve kuramlarımızın sınırlı ve tahmini olduğunu çok güçlü bir şekildegöstermiştir. Bilimsel yaklaşımdaki bu köklü değişime rağmen kartezyen anlayışBatıda hala çok yaygındır. Mutlak doğru olarak kartezyen anlayışını ve bilgiiçin tek yol olarak Descartes’in yönteminin benimsenmesi, Batıdaki mevcutkültürel dengesizliğin oluşmasında önemli bir rol oynamıştır. (F. Capra, s.63.)

    Organizmadanmakineye doğru doğa tasarımında vuku bulan bu kesin değişim, insanların doğalçevre hakkındaki yaklaşımları üzerinde de ciddi dönüşümler gerçekleşmesineortam hazırladı. Ortaçağların Hıristiyanlıktan kaynaklanan organik dünya görüşüekolojik davranışa yol açan bir değer sistemini kapsıyordu. İnsanlar dünyayımüşfik bir anne, Tanrının bir mektubu, sanatı, nakşı şeklinde algılıyor ve bukavrayışla yaklaşıyordu. Bu paradigmaya göre tavırlarını belirliyor, toprağa,suya, ağaç ve hayvana bu espri perspektifinden bakıyordu. Bu yaklaşıma göre,tabiatın tahribi, kirletilmesi, talanı, Tanırının emrine karşı gelme niteliğinitaşıyordu.

    Bu kültürelyapı, mekanistik dünya görüşüyle ciddi şekilde dinamitlendi. Mekanik bir sistemtarzındaki kartezyen evren anlayışı, Batı kültürünün ayırıcı niteliği halinegelen doğanın işletilmesi ve sömürülmesi için "bilimsel" bir fetvatemin etti. Zaten Bacon’la "hikmet bilimi"nden "kudretbilimine" geçilmişti. Bacon’un yaklaşımıyla Descartes’in yaklaşımıörtüşüyordu.

    BilimKiliseleşiyor

    Mekanistikdünya görüşüne dayalı olarak bilim ve teknolojideki gelişmeler Batı insanınınbaşını döndürüyor ve bilimi tek gerçeklik olarak algılama hastalığına müptelaolmalarına neden oluyordu. Herhangi bir konuda bilim bir şey söylemişse artık okonuda başka disiplinlerin görüş serd etme hakkı olmamalı idi. Görüş serdetmeye kalkarsa da "yuhalanmalı," yüzüne Bakılmaz hale getirilmeliydi.Bu konuda burjuva bilim adamları ve bilim felsefecileri kendilerinden önce Romakilisesinin papazları nasıl davrandılarsa öyle davrandılar. Onlara göre kiliseöğretisi hakikat, bunun dışında kalan her şey pagan saçmalıkları idi. Ünlüfeylesof Feyeraband’ ın ifade ettiği gibi, "Gerçekten de bir zamanlardin-bilimsel retoriğin cephaneliğinde bulunan belirli tartışma ve örtük iknayöntemleri şimdi bilimde kendilerine yeni bir mekan bulmuşlardır. Bu fenomengarip ve bir miktar üzücü olsa da bir avuç "müminle" sınırlı kaldığısürece aklı başında kimse için rahatsız edici bir şey olmazdı. Özgür birtoplumda bir çok garip inanışlara, kurumlara, öğretilere yer vardır. Amabilimin üstünlüğünün onun doğasından geldiği varsayımı bilimin de ötesinegeçerek hemen herkes için bir "iman" nesnesi haline gelmiştir. Dahasıbilim artık tikel bir durum değildir. Kilise bir zamanlar nasıl toplumun temeldokusunun bir parçası idiyse, şimdi de bilim demokrasinin temel dokusunun birparçası olmuştur. Kilise ile devlet artık elbette birbirlerinden özenlesıyrılmışlardır oysa devlet ile bilim iç içedirler." (Paul Feyeraband,Özgür "Bir Toplumda Bilim," Çev.: Ahmet Kardam, Ayrıntı,1991, s.93-94.) Hatta bilimin sonuçları o kadar kesin ve gerçeklikti ki, Marx bilekendi kurduğu sisteme "bilimsel sosyalizm" adını vermişti.

    Ancakmekanistik bilim anlayışının yıkılması uzun sürmedi. İzafiyet teorisi vequantum fiziği evrende hiç bir şeyin kesin olmadığını; olsa olsa ihtimalin sözkonusu olabileceğini ortaya koydu. Yeni süreçte mekanistik dünya görüşü değilAllah-evren-insan ekseninde yapılanan "holistik (bütüncül)" bir dünyagörüşü seslendirilmeye başlandı.

    20. yyfiziğinde meydana gelen en büyük gelişme atomların deneysel olarakaraştırılmasının bir sonucuydu. Yüzyılın dönümünde fizikçiler klasik fiziğinterimleriyle açıklanamayan aralarında X ışınları ve radyoaktivitenin debulunduğu, atomların yapısıyla ilgili pek çok olayı keşfettiler. Atom veatom-altının bu keşfi bilim adamlarını, dünya görüşlerinin temelleriniçökertecek garip ve umulmadık bir gerçeklikle temasa geçirdi ve onları tamamenyeni tarzda düşünmeye zorladı. Fizikçiler yeni gerçeklik karşısında şokeolmuşlardı. Her seferinde atom deneyi esnasında doğaya bir soru yöneltmişler vedoğa bunlara bir paradoksla cevap vermişti. Onlar durumu daha çok açıklamayaçalıştıkça paradokslar daha da keskinleşiyordu. Bu yeni gerçekliği kavramamücadelesinde fizikçiler temel kavramlarının, dillerinin ve bütün düşünmeyöntemlerinin atom olayını tanımlamaya uygun düşmediğinin farkına vardılar. BunuWerner Heisenberg şu ifadelerle anlatıyordu: "Bohr ile gece yarılarınakadar uzun saatler boyunca devam eden tartışmaları hatırlıyorum; bir akşamtartışma bittikten sonra yalnız başıma yakınlardaki parkta bir yürüyüş içingittiğimde şu soruyu kendi kendime defalarca sordum: Doğanın, atom deneylerindebize güründüğü kadar saçma olması mümkün müydü?"

    Fizikçilersonunda gerçekliği yakaladılar ve "Onlar bir yolunu bulup quantumkuramının ruhuna nüfûz ettiler." Quantum kuramı; uzay, zaman, madde,nesne, neden ve etki kavramlarında derin değişimler doğurdu. Mekanistikkartezyen dünya görüşünün tersine yeni fizikten doğan bu dünya görüşü organik,bütüncül ve ekolojik gibi terimlerle nitelenebilir. Evren artık çok sayıdanesnelerin bir araya geldiği bir makine şeklinde tasarlanamaz; bunun yerine o,parçaları birbiriyle özden ilişkili olan ve ancak kozmik bir sürecin kalıplarışeklinde anlaşılabilen bölünmez, dinamik bir bütün olarak tasvir edilmelidir.

    İktisadiDüşünce Kartezyen Paradigma İlişkisi

    Newtoncumekaniğin 18. ve 19. yy’ daki zaferi, fiziğin bütün öbür bilimlerin kendisinegöre ölçtüğü "katı" bir bilim prototipi olarak kabul ettirdi. Bilimadamları daha sık olarak fiziğin yöntemlerini taklit etmeye başvuruyor ve çoğukavramlarını fizikten ödünç alıyorlardı. Bu arada sosyal bilimler bilimdallarının "en yumuşağı" olarak kartezyen paradigmadan ve Newtoncufiziğin yöntemlerinden bir çok unsur alarak bilimsel saygınlık kazanmayaçalıstı.

    Aynı eğilimdaha şiddetli bir şekilde iktisatta yaşandı. İktisadi düşünce, geniş ölçüdeburjuva-protestan damgasını taşır.

    Ekonomininfelsefe ve siyasetten ayrı bir disiplin olarak ortaya çıkması Ortaçağlarınsonunda Batı Avrupa’nın duyumcul kültürünün doğmasıyla aynı zamana rastlar. Bukültür açılım kazandıkça iktisat toplumun tüm kurumlarına egemen bir unsurolarak burjuva sisteminin temelini oluşturdu.Toplum tepeden tırnağa "yangyönelimli" değerler potasında şekillendirildi. Bu değer sistemiiçerisinde; maddi kazanca aşırı vurgu, yayılma, öldürücü yarışma, "katıteknoloji" ve "katı bilim" ön planda yer alan değerlerdir.

    Batıdünyasında sınıf çatışması sürecinde burjuvalar feodalleri ve bu arada kiliseve papazları devre dışı bırakıp toplumsal yapıda belirleyicilikleri arttıkçatam kendi özlem ve beklentilerine de uygun iktisadi model ve kuramlarıgeliştirme ve politika aracı olarak uygulama fırsatına kavuştular. 16. yy’daburjuvaların ilk geliştirdikleri kuram "merkantilizm" idi.Merkantilist düşünürlerin çoğu burjuva kökenli idi. Burjuvanın tekel konumundaolmasını, kolonizasyonu, hazinelerin altın ve gümüşle doldurulmasınısavunuyorlardı. Merkantilist yazar ve düşünürler bir taraftan yeni düşüncelergeliştirirken bir taraftan da Doğu Hindistan Şirketinin sahip ve yöneticiliğiniyapıyorlardı. Özellikle ticaret bilançosu tezlerinde açık olarak Newtoncumekanikteki denge kavramından geniş ölçüde etkilenmişlerdi. (Capra, s. 229.)

    Kartezyenparadigmadan iktisadi düşüncenin etkilenme süreci, izleyen yüzyıllarda da devametmiştir. Modern ekonominin 17. yy’da Sir William Petty tarafından kurulduğusöylenebilir. Petty, Cromwell’in ordusunda hekim, Oxford’da anatomi veLondra’da müzik profesörü idi. Petty’nin dost çevresi içinde birçok pozitifbilim adamının yanında Isaac Newton da vardı. Gerek Descartes’tan, gerekseNewton’dan geniş ölçüde etkilenen Petty daha sonra gelecek olan Adam Smith’inbir çok düşüncesinin kurucusu, en azından müjdecisi oldu. Daha sonra Ricardo veMarx tarafından derinlemesine işlenecek olan "emek-değer teorisi" SirPetty’nin incelediği konulardandı. Düşünür, aynı zamanda iş-bölümünü deaçıklamaya çalışmıştı.

    Modernekonominin temellerinin atılmasında emeği geçen bir başka düşünür de John Lockeidi. Locke, aydınlanmanın önde gelen filozofu olup psikolojik, toplumsal veekonomik olaylara ilişkin fikirleri 18. yy’ın düşüncesinin çekirdeğinioluşturdu. Locke da Descartes ve Newton’dan epeyce etkilenmişti. Söz konusudüşünürlerden etkilenerek "atomistik insan toplumu" kuranlınıgeliştirerek siyasette temsili hükümet fikrini geliştirdi. Ona göre hükümetinfonksiyonu mülkiyete ve bireylerin emmeklerinin karşılığına ait haklarınıkorumaktı. Hükümetlerin meşruluğu belli hakların korunmasına bağlıydı.

    Kartezyenparadigmanın en baskın etkisi 18. yy’da Fransız fizyokratları üzerine oldu.Fizyokrasi "doğanın yönetimi" anlamına geliyordu. Kentleşmeyi vemerkantilizmin ticarete ağırlık veren yaklaşımlarını sert bir şekildeeleştirdiler ve "net hasıla yaratan unsurun sadece toprak" olduğunuve değerin kaynağının da tarımsal üretim olabileceğini savundular. Ayrıca"doğal denge" düşüncesini fizikten ödünç alarak iktisadi kurumlargeliştirdiler. Onlara göre nasıl evrende doğal bir denge mevcut, ona müdehaleedilmediğinde en optimum şekilde işliyorsa; öyle de, ekonomide de öyle kendikendine işleyen bir denge mevcuttur. Hükümetlerin müdahalesi dengeyi bozabilir.Bu düşünceden hareketle, "Bırakınız yapsınlar," sloganına ulaştılarve tüm düşüncelerini Adam Smith’e devrederek tarihe mal oldular. Adam Smith,ilk bilimsel iktisat kitabı olan Milletlerin Zenginliği’nin yazarıdır."Nihai sonuçları bakımından muhtemelen herhangi bir zamanda yazılmış enetkili kitap," diye adlandırılır. Smith, yalnızca fizyokratlar veaydınlanma fılozoflarından etkilenmekle kalmadı, aynı zamanda buhar makinesinibulan James Watt’la da dost idi. Buhar makinesinin sanayiye uygulandığı birdönemde yaşadı ve düşüncelerini sanayinin belli ölçüde egemen olmaya başladığıbir ortamda geliştirdi. O da "doğal denge" yaklaşımını kabul etti vebütün düşüncesini bu yaklaşım üzerine bina etti.

    Daha sonragelen iktisatçılar genellikle Adam Smith’in genel görüşlerini kabul ederekiktisat bilimini geliştirmeye çalıştılar. Mesela bunlardan Ricardo hem birburjuva, hem de Musevi idi. Ricardo’nun "Rant Teoisi," "EmekDeğer Teorisi," "Mukayeseli Üstünlük Teorisi", "Ücret veFiyat Teorisi" doğrudan burjuvaların çıkarlarını savunur niteliktedir.Aynı şekilde daha sonra gelen Neo-Klasik iktisatçılardan Marshall, Menger,Jevons gibi düşünürler de burjuva değerler sistemini savunan ve burjuvaçıkarlarını kollayan iktisatçı idiler. Liberal düşünceden veya yöntemden sapmabelli ölçüde Marx ve Alman tarihçi okul tarafından gerçekleştirildi. (GültenKazgan, İktisadi Düşünce, s. 120 vd,)

    SekülerleşmeninSonuçları

    KültürelÇöküntü

    Weber’e görerasyonellik ve bürokratik örgütlenmenin başka bir adı olan sekülerleşme moderninsana doğa ve toplum üzerinde etkin denetim imkânı sunar; onu tahmin edilmeyenbir dünyanın endişelerinden ve "büyüsel güçlerin" hakimiyetindenkurtarır. Fakat seküler hayat, makinaya benzer bir dünyanın oluşmasını da vareder. Böyle bir hayat ise kişiye ne siyasal özgürlük sağlar, ne de mutlukılacak bir hayat tarzı.

    Weber modernbilinçliliği ele alırken sekülerleşmenin gelişmesinin üç önemli safhasıbulunduğunu belirtir ki, bunlar, büyüden kurtulma, parçalanma, ve kısmi dünyagörüşleri arasındaki çelişkiden oluşur. (Turner, s. 204.)

    Weber,Protestan ahlâkı rasyonel kapitalizmin zorunlu bir ön şartı olsa da ve bunedenle kapitalist üretim tarzlarının bütün ruhuyla uyumlu ise de, gelişmişkapitalizmin Protestan bir dünya görüşünün sürekliliğine bağımlı olmayacağınıileri sürer. Kapitalizm Protestanlık olmadan içsel bir anlam pahasına devamedecektir. Ekonomik faaliyetler bir meslek anlamı olmaksızın sadece gündelikterimlerle yorumlanabilir… Bu şartlar altında kapitalizm hiç birmeşrulaştırmaya veya dinsel anlama ihtiyaç duymaksızın kendi kendini sevk ediciolacaktır. Bu tip bir toplum için doğru bir şekilde "ruhsuz uzmanlar,kalpsiz şehvetliler" denebilir. (Turner, s. 205.)

    Kapitalizm,makina gibi içsel anlam ve değerden yoksun, rasyonel prosedürlerle işleyen veinsanların neredeyse zihinsiz çarklar olarak iş gördüğü bir toplum üretir.Weber Protestanlığın, sekülerleşmenin yolunu açarak kendi ölüm fermanınıimzaladığından haberdardı. Protestanlık büyüyü ortadan kaldırarak, ritüel vesembolizmin önemini sınırlayarak, kutsal ile seküler olanın arasını açık birşekilde ayırarak eski kutsal evreni yıkmıştır. Protestanlık eski Ortaçağinsanını Allah’ın önünde çıplak olarak sunmak üzere büyüsel ve ayinselelbiselerinden soydu; böyle yapmakla Protestanlık pazarın acımasız güçlerininönünde çıplak kalmış ekonomik insanın ortaya çıkması için yolu hazırladı.Bunlar en azından Weber’in rasyonel ve büyüden kurtulmuş dünya hakkındakiimajları olmak görünümündedir. (Turner, s. 206.)

    "Allahtarafından korunan bir din," olması niteliğiyle İslâm’ın beşerin elindeeğilip bükülmeyen bir İlâhî vahiy olması Müslümanlar için ne büyük bir şansolduğunu burada vurgulamış, olalım. Ve sürekli İslâm’da reform beklentisiiçinde olanların beklentilerinin ne kadar saçma ve gereksiz olduğunuProtestanlığın içine düştüğü zavallılığı hatırlatalım.

    Rasyonel veseküler hayatın sonucu Weber’e göre modern insanın sosyal ve özel dünyalarının,temel olarak anlamsız hale gelmiş olmasıdır. Hukukun kanunlar bütünü halindetoplanıp düzenlenmesi, bilimsel bilgi, rasyonel örgütlenme, sosyal hedeflere vehayati amaçlara ulaşmak için gerekli uygun araçları formülleştirmeye yardımcıolabilir. Fakat bu tür işlemler bize mutlak değerler veya rakip amaçlararasında bir seçim yapmakta yardımcı olamazlar. Bilimsel bilgi bize farklıeylem türleriyle karşılaştığımızda ahlaki kararlar verme konusunda yardımcıolmaz; nihayetinde bilim "iyi hayatı" formülleştirme sorunuylailgisizdir. (Turner, s. 202.) Burada Weber, ileri derecede bir sezgi güçü ileaslında sekülerleşmenin ulaşacağı nihai toplumsal çıkmazı yakalamışgözükmektedir. Bilimsel bilgi birikiminin, teknolojik gelişmenin, tüketimmalları stoklarının artması ve yığışmasının, bilgisayar, müzik seti, vbaraçların hayata hakim olmasının "iyi ve kaliteli" hayatı teminedemeyeceği yani insanı mutlu edemeyeceğini açık olarak görmüş ve ifadeetmiştir. Bunlar olsa olsa insan oğlunun doğaya biraz daha fazla hakim olmasınısağlayacak araçlar olabilir. Ama insan asla mutlu edemediği gibi insanın manevive entellektüel ihtiyaçlarına da cevap veremez.

    Weber’in birçok tezini alıp değerlendiren burjuva, sekülerleşmenin sonuçlarıyla ilgili tezve yaklaşımını görmezden gelmiştir. Bunun sonucu ise gerek Batı dünyasındagerekse gezegenimiz ölçeğinde son derece yıkıcı ve tahrip edici olmuştur.

    Gerçekten desekülerleşmenin en kalıcı ve yıkıcı etkisi kendini kültür üzerindegöstermiştir. Batı insanı korkunç bir kültürel çöküntü içerisine girmiş,tarihinde şahit olmadığı bir bunalım içinde adeta kıvranmaktadır. Bir çokBatılı eleştirmen bu konuyu ifade ediş tarzları sanki bir çığlık şeklindedir.Aynı şekilde burjuvazi değer yargılarının hakim güçler tarafından reklam,propaganda ve doğrudan dayatma yoluyla maddi hayatın aşırı ölçüde vurgulanmasıve bütün duyguların "hazcı" ve "egosantrist" duygularınesiri yapılması insanlığı geçmiş çağlarda görülmeyen derin bir kültürelparçalarına ve çöküntüye sürüklemiştir. Bu olguyu "namuslu" Batılıbilim adamları da kabul etmekte, hatta bu duruma isyan etmekteler. Batının enönde gelen siyasi düşünürlerinden Isaiah Berlin NPQ dergisine verdiği birmülakatta, "Seksen iki yaşındayım ve neredeyse bütün bir yüzyılı yaşadım.Bunun Avrupa’nın geçirdiği en kötü yüzyıl olduğunda en ufak bir kuşkum yok.Uygarlığımıza bundan daha zararlı bir dönem olmamıştır. Hayatım boyunca,tarihin bütün dönemlerinde, hatta Hunlar zamanında bile yaşananlardan dahakorkunç şeylere tanık oldum" demektedir. Aynı olaya değişik bir cephedenyaklaşan Chicago Üniversitesi felsefe profesörü I. Kolakowsky de yine NPQdergisinin (Yaz 1991) yapmış olduğu bir mülakatta şöyle sızlanır:"İnsanlığın dinsel mirasının ve tarihsel geleneklerinin tümüyle unutulduğudolayısıyla insanın yaşamının ahlaki açıdan yorumlayabilmek için hiç birdayanağının kalmadığı, teknolojik bakımdan ileri bir Cesur Yeni Dünya’nıngerçekleştiğini varsayarsak bu insanlığın sonu demek olur. Teknolojik bakımdanişe yaramadıkları için tarihsel bilincinden ve dinsel geleneklerinden yoksunbırakılan insanlığın barış içinde ve başarılarından hoşnut olarakyaşayabileceğini sanmıyorum." Devam ederek dinsel geleneğin birey için nekadar önemli bir değerler seti oluşturduğunu vurgular: "Dinsel gelenekbize kendimizi sınırlamayı, ihtiyaçlarımızla isteklerimiz arasına mesafekoymayı öğretmiştir. Tüm büyük dinsel gelenekler bize tek bir boyutabağlanmamayı; ilgimizi yalnızca servet biriktirmeye ve yalnızca bugünkü maddiyaşama bağlamamamız gerektiğini öğretmiştir." Ancak seküler bir hayatındayatmaları bizim ihtiyaçlarımızla isteklerimiz arasındaki sınırı kaldırarak"hedonist" bir varlık haline getirdiğini bunun sonucunun ise"felaket" olacağını vurgular: "İhtiyaçlarımızla isteklerimizarasına mesafe koymayı yitirecek olursak, bu bir kültürel felaket olur.""Kültür kutsal anlamını yitirdiği zaman, tüm anlamını yitirir. Laiktoplumun başarabileceği mükemmelliğe sınırlar getiren kutsalın yitirilmesiyle,uygarlığımızın en tehlikeli kuruntularından birini doğurur. Bu ise sonuçta fecibir umutsuzluğun doğmasına neden olur."

    Sekülerleşmeninsonuçlarını çarpıcı bir şekilde anlatan I. Illich ise şunları söyler:"Ben; günümüzün yarın sarhoş bir babanın ailenin tüm muktesebatını kumarmasasında yok ederek çocuklarını sıfırdan başlama emri ile sıcak yataklarındanayağa diktiği buruk bir şafağın karanlık gecesi olarak hatırlayacağınıummaktayım. Daha acıklı ve daha muhtemel olmak üzere, bu dönem, tüm bir neslinüstelik de fukaralaşmanın peşinde çılgınca koştuğu ve sonuçta tümözgürlüklerini alınıp satılır hale düşürdüğü, yardım kurumları önünde elaçmanın kaçınılmazlığının genel politika haline dönüştürüldüğü, son adamınzavallı bir totaliter rejimin kucağına doğru atıldığı bir çağ olarakhatırlanacaktır." (I. Illich, Profesyoneller İktidarı, s. 13-14.)

    Sonuç olarak sekülerleşmeninbaşta Batı toplumu olmak üzere tüm insanlığa getirdiği şey, korkunç bir ruhibunalım, yabancılaşma ve sonsuz boşlukta savrulmadır.

    EkonomikSömürü

    Ekonomi veuluslararası ilişkilerin seküler bir yapıda belirlenmesi insanlığın yoğunşekilde sömürülmesi sonucunu doğurmuştur. Burjuva iktisatçıları her ne kadarilk teorilerinde gerek milli, gerekse milletler arası ölçekte tam rekabetşartlarının hakim olacağı, dolayısıyla tüm tüketicilerin daha kaliteli ve dahaürün tüketeceklerini savundularsa da son yüzyıllardaki gelişmeler onlarındediği gibi çıkmadı. Belli rantlardan yararlanan firmalar sektördeki diğerfirmaları devre dışı bırakarak tekel durumuna geldi ve piyasada hem satışmiktarını hem de fiyatı bizzat kendisi belirledi. Hatta firmalar sadece ulusalölçekle yetinmeyip çok uluslu şirketler haline girerek toptan dünya insanlığınısömürmeye başladılar. Gerçekten de günümüz toplumlarında kurumlarda ortayaçıkan aşırı büyüme ve yayılmanın en olumsuz örneklerinden birini çok ulusluşirketlerin durumu yansıtır. Büyük şirketler şimdilerde milli sınırları aşmaktave dünya ölçeğinde bir güç, hatta imparatorluk olarak ortaya çıkmaktadırlar.Gerçi bunların ortaya çıkışı yeni değildir. Daha 20. yy’ın başlarında"United Fruit," "Standart Oil" ve "InternationalNickel" gibi şirketler dünya çapında faaliyet gösteren kurumlardı. Dahasonraları, "Amlaconda Cupper" ve "Coca Cola" gibilerilisteye girdiler. İzleyen dönemlerde "Philips," "ImperialChemical Indüstries," "British Petroluem" ve"I.G.Farben" gibi devler devreye girdi. Bu şirketler, muz topladılar,petrol aradılar, çikolata paketlediler, içki, dikiş makinası ve benzeriürünleri sattılar.

    Ancak, uyduve bilgisayar ağlarının ortaya çıkıp, telekomünikasyon çağının başlaması veAmerikan şirketlerinin Avrupa’yı istila edip çokuluslu patlamayıgerçekleştirmeleri ancak, İkinci Dünya Savaşından sonra olmuştur.l950 yılındaAmerikan şirketleri başlıca Kuzey yarımküre ve Orta Doğu’da 12 milyar dolarlıkdış yatırımda bulundular. l968 yılına kadar bu yatırım tutarı 65 milyar dolarafırladı.

    Bugün,çokuluslu şirketler dünya üretimine egemen durumundadırlar. Bir rapora güre,l40 çokuluslu Amerikan şirketinin toplam satışlarının ABD dışında tüm ülkelerinmilli gelirlerinden fazladır. Bazı şirketler ekonomik olarak içinde çalıştığıülkeden daha büyük ekonomik faaliyet hacmine sahiptir. Yine bir Amerikanraporuna göre, 1970 yılında General Motors’un, Güney Afrika’dan, Ford’unAvusturya’dan, Exxon’un Danimarka’dan, ITT’nin Portekiz ve Peru’dan dahabüyüktür. (Alvin Tofler, Ekonominin Çöküşü, s. 24.)

    Çokulusluşirketler, sadece karlarını arttırmakla kalmamakta, aynı zamanda toplumsalhayatın tüm alanlarına müdahale edip, belirlemeye çalışmaktadır. Batıdünyasının çoğu ülkelerinde söz konusu organizasyonların kudreti fiilen kamuhayatının çeşitli noktalarına nüfuz etmiş durumdadır. Şirketler, büyük ölçüdetoplumun enformasyon kanalıyla aldığı haber akımını çarpıtmakta, eğitimsisteminin ve akademik araştırmaların yapısını belirlemektedir.

    Büyükşirketlerin yapısı kökten insanlık dışıdır. Rekabet, zorlama ve sömürü,sınırsız büyüme tutkusuyla güdülenen faaliyetlerinin temel özellikleridir.

    Belli birhacmi aştıklarında büyük şirketler, insan kurumları olma özelliklerinikaybederek makinaya benzer biçimde çalışmaya başlarlar. Bununla birlikte bu devkuruluşları etkileyebilecek ve denetleyebilecek hiç bir milli ve milletlerarasıhukuk mevcut değildir. Diğer yandan bu şirketler, uzmanların bile şirketinişleyişinden tümüyle sorumlu tutulmayacağı bir şekilde tasarlanmıştır. Gerçektenpek çok şirket yöneticisi, şirketlerin değerden arınmış olduğuna ve ahlaki birsınırlama olmadan faaliyetlerine devam etmeleri gereğini ileri sürmektedirler.

    Çokulusluşirketler, topyekün doğal kaynaklar, ucuz emek ve pazar arayışlarınıyoğunlaştırırken, sınırsız büyüme ile ilgili fikr-i sabitin neden olduğuçevresel faktörlerle toplumsal çürüme giderek artmakta ve daha fazla hissedilirhale gelmektedir. Binlerce küçük firma, karmaşık, sermaye-yoğun, kaynak tüketenteknolojileri için federal yaratım alabilen büyük şirketlerin baskısıylapiyasadan çekilmek zorunda kalmaktadır. Aynı şekilde el sanatları tümüyleölmekte, üretim tamamen sermaye·yoğun teknolojiler kullanan büyük şirketlertarafından yapılmaktadır. Büyük şirketlerin etkisi gelişmekte olan toplumlarüzerinde daha da korkunç ve yıpratıcıdır. Yasal kısıtlamaların ya hiç olmadığıya da işletilmediği bu ülkelerde insanların ve toprağın sömürülmesi korkunçboyutlara ulaşmaktadır. Girişimlerin "bilimsel" liğini süreklivurgulayan ve toplum fertlerini reklam bombardımanı altında bulunduranbecerikli "media" manipülasyonu yardımıyla çok uluslu şirketler,arkalarına ABD’nin de desteğini alarak üçüncü Dünya’nın doğal kaynaklarını veinsanını acımasızca sömürmektedirler. Bu arada bu şirketler çevreyi kirleticive toplumsal açıdan yıkıcı teknolojiler kullanmakta ve bu yüzden çevreselfelaketler ve siyasal bunalımlar arka arkaya patlak vermektedir.

    Eko-SisteminTahribi

    Bilim, kültürve ahlakın sekülerleşip her türlü kutsaldan bağımsız hale getirilmesi sonucuburjuvanın sadece kârını âzamileştirme peşinde koşarken işin vehametieko-sistemin tahrip edilmesi düzeyine kadar varmıştır. Aslında olay doğrudaniktisat teorileriyle ilgilidir. Kapitalist iktisat teorisinde toplumsal veçevresel konulara ilgisiz kalma, iktisatçıların çarpıcı biçimde ekolojik birbakış açısını benimsememe eğilimleriyle yakından ilgilidir. Gerçi vicdanınıburjuvalara kiralamayan bazı bilim adamları ile (Ekologlar) iktisatçılararasında tartışma yaklaşık yirmi yıldır süregelmektedir. İktisatçılar kârı önplâna alıp birim verimlilik düzeyini dikkate alırlar ve üretim ve tüketiminsosyal ve çevresel maliyetlerini ihmal ederken, ekologlar kârın yanında çevreve sosyal maliyetin de dikkate alınmasını savunmaktadırlar. Ancak ekologlarıniktisatçılar karşısında zayıf olduklarını; çünkü iktisatçıların arkasındaburjuvaların bulunduğunu hatırlatalım.

    Zaten doğasıgereği çağdaş burjuva ekonomik düşünce yapısı temelde antiekolojiktir. (F.Capra, s. 265.) Bu durum ise, üretim, dağıtım ve tüketim esnasında ortaya çıkantoplumsal ve çevresel maliyetlerin göz ardı edilmesine neden olmuştur. Sözkonusu maliyet unsurları toplam maliyet içine ilave edilmediğinden, çevre vehayatın genel kalitesinin günden güne bozulduğu, havanın, suyun, ormanvarlığının, besin maddelerinin giderek zehirlendiği ileri sürülmektedir. Aynışekilde, üretim teknolojilerinin giderek sermaye yoğun bir ağırlığa kaymasındandolayı tükenebilir enerji miktarının azaldığı, bu azalmaya bağlı olarak birimmaliyetlerin yükseldiği, dolayısıyla enflasyon miktarının arıtma eğilimindeolduğu ileri sürülmektedir. Mesela, Amerikan tarım sisteminde üretim,enerji-yoğun makinalar ve sulama sistemleri sayesinde ve yüklü dozlarda petroledayalı zararlı ilaçlar ve gübreler yardımıyla başarılmıştır.

    Kapitalistgelişme modeli, hayatın fiziksel ve ruhsal olarak sağlıksızlaştığı bir çevrevar etti. Kirli hava, sinir bozucu gürültü, trafik tıkanıklığı, kimyasalkirleticiler, radyasyon tehlikeleri ve fiziksel ve psikolojik stresin pek çokkaynakları genellikle Batı toplumlarının günlük yaşayışının zorunlu bir parçasıdurumuna girmiştir. Bu çok katlı sağlık tehditleri teknolojik gelişmenin ârızibir yan ürününden ibaret değildir; aynı zamanda büyüme ve yayılmayı tek amaçedinmiş bir ekonomik sistemin bütününe ilişkin tezahürlerdir.

    Akıl almazmiktarlardaki tehlikeli kimyasal atıklar, teknolojik ve ekonomik büyümeninbirleşik etkilerinin bir sonucudur. Yayılma, kârları arttırma ve üretkenliğiyükseltmekten başka bir şey düşünmeyen Birleşik Devletler ve diğer sanayileşmişülkeler kârlılığı yüksek ürünlerin üretim miktarlarını sürekli arttırarakkullanıp atmaya özendirilen rakip tüketici toplumlar var ederler. Kimyasalmaddeler, sentetik iplikler, plastikler, ilaçlar ve böcek zehirleri gibimalları üretmek için çoğu son derece karmaşık kimyasal maddelere bağımlısermaye yoğun teknolojiler geliştirildi. Üretim ve tüketim arttıkça, üretiminyan ürünleri olan kimyasal atıklar da üretime paralel artış gösterdi.Yıllıktehlikeli atık miktarı 1970-1980 arasında 10 milyon tondan 35 milyon tonafırladı. (F. Capra, s. 279.)

    Üretim vetüketim hızla artarken, insan ve genel olarak eko-sisteme zararlı olan yanürünlerin üstesinden gelebilecek uygun teknolojiler geliştirilmemiştir. Bu yolagitmemenin nedeni oldukça basitti tüketim maddelerinin üretimi kapitalistleriçin oldukça kârlı iken, atıkların yeniden değerlendirerek kazanılması kârlıbir faaliyet. değildi. Uzun yıllardan beri bir çok sanayi ülkesi sanayiatıklarını gerekli önlem almadan toprağa boşaltmış ve bu sorumsuzca uygulama,1980 ve 90’lı yılların en ciddi çevresel tehditlerden biri haline gelenbinlerce tehlikeli kimyasal çöplük, başka bir deyişle "zehir saçan"saatli bombaya dönüşmüştür. Birleşik Devletler Çevre Koruma Derneği 1979yılında tehlikeli maddelerin depolandığı 50.000’in üzerinde kimyasal çöplükbulunduğu ve bunlardan sadece yüzde yedisinin kontrol altında olduğunuaçıklanmıştır. (F. Caprtı, s. 279.)

    Aşırı tüketimve yüksek teknolojiyi baz alan kapitalist gelişme modeli, sadece korkunçboyutlara varan atıklara neden olmakla kalmamakta, aynı zamanda akıl almazdüzeyde doğal enerji kaynaklarını tüketerek kaynakların süratle azalmasına dayol açmaktadır. Kullanılan enerjilerin çoğu fosil yakıtlarından elde edilenyenilenemeyen türden enerjilerdir. Bu doğal kaynakların azalmasıyla enerjininkendisi kıt ve pahalı hale gelmektedir. Bu da önceden tahmin edilemeyecekekolojik dengesizliklere neden olma potansiyeline sahiptir. Petrolün, kömürünaşırı ölçülerde kullanılması bir taraftan deniz ve nehir sularının geniş ölçüdekirlenmesine ortam hazırlarken, diğer taraftan da özellikle fabrikabacalarından çıkan sülfür ve nitrojen oksitler asit yağmurunu meydana getirerekfabrikanın civarında yaşayan halkın sağlığına ciddi bir ur olarak musallatolmuştur. Birleşik Amerika’nın kuzeydoğu eyaletlerinin doğusu, Kanada’nındoğusu, ve İskandinavya’nın güneyi bu tip kirlenmeden epeyce etkilenenbölgelerden bazılarıdır. Asit yağmurları göllere düştüğü zaman göllerdekibalıklar, böcekler, bitkiler ve diğer canlılar hayatlarını kaybetmekte; sonundaasiditeden tamamen mahvolan göller artık asitten temizlenemez bir durumagelmektedir. Kanada ve İskandinavya’daki binlerce göl ya mahvolmuş ya damahvolmak üzeredir. (F. Capra, s. 281.)

    Sonuç olarak,kapitalist büyüme modeli, her türlü sosyal ve çevresel değerden bağımsız olarakaşırı ölçüde kâr maksimizasyonuna dayandığı, kârın atışında başka değerlerikabul etmediğinden gerek enerji kaynaklarına verdiği geniş tahribat, gereksekimyasal atıklarla eko-sistemin dengesini bozmasıyla bugün yer küresiniintiharın eşiğine getirmiştir denilebilir.

    Gelir veServet Dağılımının Bozulması

    Günümüz dünyaekonomisi sınıf yapılarını ve Üçüncü Dünya ülkelerinin zengin sanayileşmişmilletler tarafından sömürülmesini olduğu kadar, milli ekonomi içindekiadaletsiz gelir dağılımını sürdüren geçmişteki güç gruplaşmalarına dayalıdır.Bu toplumsal gerçekler çoğunlukla ahlakî konulara girmekten kaçınma eğilimindeolan ve mevcut gelir dağılımını veri ve değiştirilmesi imkansız olarak kabuleden iktisatçılarca görmezden gelinir. Çoğu batı ülkesinde ekonomik zenginlikbelli ellerde toplanmış olup "şirket sınıfı"na bağlı olan vegelirlerinin büyük bir bölümünü mülkiyetten elde eden bir kaç kişi tarafındansıkı bir biçimde kontrol edilmektedir. Birleşik Devletlerde şirketlerdeki tümtahvillerin yüzde 76’sına hissedarların yüzde biri sahipken, öte yandan halkınyüzde ellisi, milli gelirin ancak yüzde 8’ini alabilmektedir. Samuelson, gelirdağılımındaki bu çarpıklığı ünlü kitabı Economics’de bir grafik benzetmesiyle şöyletasvir etmektedir: "Eğer biz bugün her kati gelirin l000 dolarını gösterençocuklar için tahtadan mamul bir gelir pramidi yapsak, zirve noktası EyfelKulesinden daha yüksek olurdu. Ama hemen hemen hepimiz yerin bir yarda altındaolurduk." (F. Capra, s. 264.) Bu toplumsal eşitsizlik arızî bir şeydeğildir, tersine bizzat kapitalist ekonomik sistemin yapısını oluşturmuş,sermaye-yoğun teknolojiler üzerindeki vurgusuyla da iyice pekişmiştir.

    Sanayileşmişülkelerde servet ve gelirin son derece eşitsiz dağılımı, gelişmiş ülkelerle,Üçüncü Dünya arasındaki bozuk gelir dağılımına paralellik göstermektedir.Üçüncü Dünya ülkelerine ekonomik ve teknolojik yardım programları, çoğu kez buülkelerin emek ve doğal kaynaklarını sömürmek ve az sayıda, yozlaşmış seçkinlerinceplerini doldurmak amacıyla çokuluslu şirketlerce gerçekleştirilir. Alaycı birifadeyle: "ekonomik yardım zengin ülkelerde oturan yoksul halktan parayıalıp onu yoksul ülkelerdeki zengin halka vermekten ibarettir". Buuygulamaların sonucu, yarı aç yarı tok düzeyindeki bir hayatla Üçüncü Dünya’dabir "sefalet dengesi"nin ebedileşmesidir. (Gülten Kazgan)

    Bunalımlarınönlenememesi

    Bazı olumluyanları yanında liberal kapitalizmin ekonomik ve sosyal hayatta ciddibaşarısızlıklar da getirmiştir. Bunlardan özellikle ekonomik bunalımlar liberalkapitalizm döneminin temel nitelik ve yansımalarından olmuştur. Orta Çağ ve onuizleyen kapitalizmin ticari aşamalarında açlık, salgın , savaş gibi olaylarnasıl ticari kapitalizm dönemine damgasını vurdu ise, ekonomik sosyalbunalımlar da sanayi kapitalizmi veya liberal kapitalizm dönemine damgasınıvurmuştur.

    Ekonomikbunalımların ilki, 1815 yılında İngiltere’de ortaya çıkmıştır. Avrupa kıtasınınkuşatılması sonucu dış piyasaların kendi ürünlerine açılmasını büyük bir ümitledeğerlendiren İngiliz müteşebbisleri, üretim miktarlarını önemli ölçüdearttırmışlardı. Oysa arz, talebin çok üzerindeydi. Arz-talep dengesizliği ciddibir ekonomik ve ticari bunalımın doğmasına ortam hazırlamış, bir taraftanfiyatlar düşerken bir taraftan da işsiz sayısı artmıştır. Bu ortamda işçilerbaşkaldırmış, üretim araçları ve fabrikaların bazılarını tahrip etmişlerdir.Diğer bir bunalım yine İngiltere’de 1818 yılında patlak vermiş, fiyatlarınönemli ölçüde düşmesine neden olmuştur. Bu tarihten itibaren başta İngiltereolmak üzere diğer kapitalist toplumlarda 78 sene aralıklarla ritmik bir şekildebunalımlar birbirini izlemiştir.

    Ekonomik veticari bunalımlara bağlı olarak ortaya çıkan sosyal bunalımlar da ciddi birsorun olarak Batılı toplumların gündemini işgal etmiştir. Sanayi kapitalizmininilk sosyal bunalımı İngiltere’de tarım devriminden sonra ortaya çıkmıştır.Büyük tarımsal işletmelerin oluşması, ve tarımda geleneksel üretim yöntemleriyerine bilimsel yöntemlerin ikamesi sonucu iş gücüne olan ihtiyacın azalması,kırsal nüfusta korkunç ölçüde işsizliğe ortam hazırlamıştır. İşte yandan işbulanlar da son derece düşük ücretlerle ve son derece elverişsiz şartlaraltında günde 15 saat çalıştırılmaktadır. İşçilerin belli sendikalar altındaörgütlenmeleri de mümkün değildir. Böyle bir ortamda işçi kitlesi burjuvalarınvicdanına terkedilmiş, bu gelişmenin sonu da ardı arkası kesilmeyen sosyalhuzursuzluk olmuştur. (Beşir Hamitoğulları, s. 203 vd.)

    DoğununSekülerleştirilmesi

    Doğutoplumları bağlamında burada İslâm toplumları incelenecektir. İslâmtoplumlarının değişim yasalarıyla çağdaş anlamda genellikle batılı yazar vedüşünürler yani oryantalistler ilgilenmişlerdir. Oryantalistler İslamtoplumlarının değişme yasalarını iki amaca dönük olarak incelemişlerdir.Bunlardan biri, emperyalist batılı toplumlarına doğu ülkelerini sömürme içinkendilerince meşru bir fetva hazırlamak; diğeri de genel olarak toplumlarındeğişme yasaları incelenirken doğu toplumlarının değişme yasalarının daincelemek ve genel bir tarih tezine ulaşmaya çalışmaktır. Bu arada doğutoplumlarının sanayi devrimini neden gerçekleştiremediği; bunun neticelerininnelerden ibaret olduğu, bundan sonra gerçekleştirip gerçekleştiremeyecekleri vebunların muhtemel sonuçlarının neler olabileceği gibi konular da batılıdüşünürlerin yakın ilgi alanında bulunmaktadır.

    İslamtoplumlarının tarihinin incelenmesinde oryantalizm bir kaç önermeye dayanır.Birincisi; Batılı Hıristiyan kültürünün dinamik evrimsel niteliğinde karşıİslam toplumlarının bu özelliklerden mahrum olması, Yani Doğu toplumlarınınönemli özelliği Batı Hıristiyan toplumların türdeş ve dinamik, buna karşılıkMüslümanlığın ise Arap yarımadasında İslâmi fetihlerin ilk patlak vermesininardından sürekli olarak statik olduğudur.

    Oryantalizminikinci önemli özelliği İslâm’ın durağanlaşmasını açıklayan nedenlerin birlistesini sunmasıdır. Bu liste tipik olarak özel mülkiyetin olamayışını, genelbir köleliğin varlığını ve Despotik yöneticilerin bulunmasını içerir. Doğutoplumlarının bu üç özelliğinin nihai sonucunu, kitlelerin merkezi despotik biryöneticinin iradesine köle gibi bağlanmasında görür. Kitleler merkezi despotikgücün kesin iradesiyle ilişki içinde genel bir nizam durumunda yaşarlar, çünküdespot ile toplum arasında önemli bir aracı kurum yoktur. Tüm toplumsalkurumlar despota aittir ve bu nedenle yönetici ile toplum arasında bir aracıkurum olma yerine doğrudan yöneticinin çıkarlarına çalışırlar. Toplusal gücüntümü yöneticiye ait olduğundan Doğu toplumu özerk örgütler ve kurumlara sahipdeğildir. Özellikle despotik şartlar altında bağımsız şehirler hiç bir zamantam olarak gelişmemiştir, çünkü bu toplumların eski şehirleri gerçekte sadeceaskeri kamplar olarak kullanılmıştır. Ayrıca toplumsal ve ekonomik hayatı oluşturanbu şartlar tamamıyla güvenilemezdir de. Keyfi siyasi müdahalelerin mülkiyete elkoyabileceği bir durumda şehirli bir orta sınıfın gelişmesi beklenemezdi.Oryantalist yaklaşımın üçüncü büyük boyutu, Müslüman psikolojisi ile ilgilidir.Bu bakış açısıyla İslâm, askerileştirilmiş şehirlerin bölünmüş güçlerinibirleştiren toplumsal bir bağdır. İslâm’ın psikolojik etkisi, boyun eğmetutumunu ve kaderciliğin kabulünü beslemektedir. Oryantalizme göre İslâm inancıtoplumsal düzeni değiştirmek ya da yöneticinin siyasi despotizmine karşı koymakiçin hiç bir güdü doğurmamıştır. Üstelik, Hıristiyanlığın tersine İslamadaletsiz yönetime karşı koymak hakkını, yeterli hukuki bir doktrin olarakgeliştirememiştir. Kafir bir yöneticiye karşı boyun eğmeme fikrini güçlendirecekhiç bir etkili kurum da getirememiştir. (Turner, Oryantalizm, S. 18 vd.)

    Oryantalizminulaştığı sonuç Doğu toplumlarında devrimlerin yokluğu tezidir. Başka birçalışmada ayrıntılı olarak incelediğimiz gibi ne Karl Marx ne de Max Weber, Doğutoplumlarında kendi içsel dinamikleriyle Batı toplumlarında olduğu gibidevrimlerin olabileceğine inanmaz. Doğu toplumları madem kendi içseldinamikleriyle değişme ve evrilme imkânından mahrumdur, o zaman devrim vedeğişiklikleri gerçekleştirmek için Batılı toplumların dayatması ve zorlaharekete geçirmeleri gerekir. Doğu toplumlarını değiştirmenin en kestirme yoluda o toplumları sekülerleşme projesi ile kendi öz değerlerinden uzaklaştırarakyeni bir insan tipi var etmektir.

    Doğununsekülerleştirilmesi projesi ile iki şey gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Biri;Bizzat Batılı emperyalist ordular tarafından ülkeler işgal edilip toplumdeğerlerinden arındırılarak yeni Batı tipi değerlerle donatılmış, ikincisi;bilek gücüyle dize getiremedikleri toplumları kendilerinin yetiştirdiğiyönetici seçkinler ve aydınlar tarafından bu projeyi gerçekleştirmişlerdir.Burada bizi daha fazla ikinci proje ilgilendireceğinden birinci proje üzerindefazla durulmayacaktır.

    Genelde İslâmdünyası özelde Türk toplumu bağlamında sekülerleşme olayını Turner ve Toynbeeincelemektedir. Burada kısaca sözü edilen düşünürlerin tezlerine değinelim. İlkolarak Toynbee’nin yaklaşımını özetleyelim.

    Toynbeegenelde İslâm dünyası, özelde Türkiye’nin sekülerleşme macerasını Batımedeniyeti ile İslâm medeniyetlerinin çatışması sonucu ortaya çıkan bir olayolarak görür. Doğu-Batı ilişkisini erken dönemlerden alarak günümüze kadargetirir ve bu defaki finalin Kemalist kadronun Hilafeti kaldırarak noktaladığısonucuna ulaşır. Ona göre geçmişte, İslâm ve Batı toplumu değişik durumlar vedeğişik rollerde birbirleriyle karşılaştılar. ilk karşılaşma, Batı toplumu dahahenüz "çocuk"ken ve İslâm, Arapların kahramanlık çağındaki en önemlidini iken meydana geldi. Araplar Ortadoğu’nun eski medeniyetlerinintopraklarını daha yeni fethedip birleştirmişler ve bu imparatorluğu bir dünyadevletine dönüştürmeye çalışıyorlardı. Bu ilk karşılaşmada Müslümanlar Batıtopraklarının yarısını istila ettiler ve az kalsın hepsini ele geçireceklerdi.Kuzey Batı Afrika’yı, İber Yarımadasını, Galyalı Got’u (Ron nehrinin ağzı ilePireneler arasındaki Languedoc sahilini); ve yüz elli yıl sonra, bizimolgunlaşmamış Batı medeniyeti Şarlman İmparatorluğunun yıkılışıyla yenidenkötüleşince, Müslümanlar Afrika’dan başlayan hareketlerle, İtalya hariç hemenhemen her yeri ele geçirdiler. Bundan sonra Batı toplumu bu mevsimsiz yok olmatehlikesini bastırarak gelişmeye başlayıp İslâmi bir dünya devletinin kuruluşuengellendiğinde, kozlar el değiştirdi. Batılılar, Akdeniz’in bir ucundan diğerucuna uzanan alanı, İber yarımadasından Sicilya’ya, oradan da Suriye’ye"Terre d’outre Mer"e kadar olan alanı ele geçirdiler. Birkaç yüzyılönce Hıristiyanlığın bir yandan Kuzey Avrupalı barbarların, diğer yandanArapların saldırısına uğrayarak gerilediği gibi, İslâm da bir yandan Haçlılarındiğer yandan da Orta Asyalı göçmenlerin saldırısına uğrayarak iyice geriledi.

    Bu ölüm-kalımsavaşında İslâm, Hıristiyanlığın önceden başardığı gibi, hayatta kalmayıbaşardı. Orta Asyalı saldırganlar İslâm’ın içinde eritilmiş, Frenk saldırganlarkovulmuş oldu ve toprak itibariyle Haçlı seferlerinin tek sonucu, öncedenİslâm’ın elinde olan Sicilya ve Endülüs’ün Batı topraklarına katılması oldu.Elbette İslâm’dan kazanılan siyasal kazançların yanında Haçlı seferlerininekonomik ve kültürel sonuçları daha önemliydi. Fethedilen İslâm, ekonomik vekültürel olarak zalim fatihini büyüledi ve Latin dünyasının basit yaşamınamedeniyetin nimetlerini sundu. Mimari gibi belirli sanat dallarında bu İslâmîetki Batı dünyasının "ortaçağ"ını bütünüyle kapladı ve Sicilya,Endülüs gibi Arap İmparatorluğunun Batı’daki haleflerinde bu etki daha derin vegeniş bir şekilde görüldü. Fakat bu, oyunun son perdesi değildi, çünkü OrtaçağBatı dünyasının İslâm’ı yok etmek için giriştiği saldırı daha önce Arapİmparatorluğun kurucularının yeni doğmuş Batı medeniyetinin beşiğini zaptetmekiçin giriştiği saldırı gibi, başarısızlıkla sonuçlandı. Bir kere daha saldırıyamaruz kalan, karşı saldırıya geçti.

    Bu seferİslâm, İslâm’ı kabul eden Orta Asyalı göçmenlerin torunlarından olan, Ortodoksalemini fethedip bir imparatorluk kuran ve Arapların, Romanlıların giriştiğigibi bir dünya devleti kurmaya çalışan Osmanlılar tarafından temsil edildi. SonHaçlı seferinin başarısıyla sona ermesinden sonra, Batı alemi Ortaçağ sonlarıve Yeniçağın başlarında yalnızca Akdeniz sahili boyunca değil, aynı zamandaTuna havzasında yeni bir kıta boyunca da Osmanlılara karşı savunmaya geçti.Yine de bu savunma taktikleri büyük ölçüde zayıf lığın stratejik bir ifadesi oluyordu;çünkü Batılılar enerjilerinin çok azını kullanarak Osmanlı saldırılarınıçıkmaza sokmayı başarmışlardı ve İslâm’ın enerjisinin yarısı savaş alanında yokedilirken, Batılılar kuvvetlerini okyanusun, dolayısıyla da dünyanın efendileriolma yönünde kullanıyorlardı. Bu yüzden Amerika’nın keşif ve istila edilmesinede Müslümanlardan önce davranmakla kalmamışlar, aynı anda MüslümanlarınEndonezya, Hindistan ve tropik Afrika’ya gelerek kazanacakları topraklaragirmişlerdi. En son olarak İslâm’ı çevreleyip, ondan sağlayacakları bütünkârları düşündükten sonra, kendi topraklarındaki eski düşmanlarına saldırdılar.İslâm-Batı çatışmasını ilginç bir yorumla sürdürür: Batının İslâm dünyasıüzerine bu yolun saldırıları, iki medeniyeti günümüzde yeniden karşı karşıyagetirdi. Görülecektir ki bu, Batı medeniyetinin bütün insanlığın büyük birtoplum halinde birleştirilmesini ve modern Batı tekniği sayesindekullanabildiğimiz yerdeki, gökteki, denizdeki her şeyin kontrolünü isteyenbüyük hırsının bir parçasıdır.

    Bu yüzdenİslâm bir kez daha Batıyla karşılaşıyor. Ne var ki bu sefer kozlar, Haçlıseferlerinin en kritik dönemlerindekinden daha çok aleyhinde; çünkü çağdaşBatı, ona karşı yalnızca silah yönünden değil aynı zamanda silah sanayinin sonderece bağlı olduğu ekonomik hayat tarzı konusunda da ve hepsinin üstünderuhsal kültürde de üstün.

    Toynbee’yegöre medeni bir toplumun kendinden üstün başka bir toplumla karşılaştığında,kendisini savunması için iki yol vardır. Düşünür bu süreci yine tarihtenürettiği bir olayla kavramlaştırır. "Zealot"ça tepki,"Herodian"ca tepki. İlk çağlarda karşı karşıya gelen Yunan ve Suriyemedeniyetlerinin karşılaşmasında ortaya çıkan benzeri bir durumu günümüzeuygular. Miladi tarihin başlangıcındaki ilk yüzyıllarda, Helenizm’in etkisialtında kalan Yahudiler (İranlıları ve Mısırlıları da ekleyebiliriz) ikiparçaya bölündüler. Bazısı "Zealot" oldu, bazısı da"Herodian".

    "Zealot"yabancı birisi karşısına son model silahlarla çıkıp, üstün taktiklerle savaşagiriştiğinde ve bu karşılaşmada durumu kötüye gittiğinde kendi geleneksel savaştekniğini titiz bir şekilde uygulayan insandır. Aslında "Zealot"luk,dış bir zorlamayla eskinin diriltilmesidir ki, bunun en güzel örnekleriniçağdaş İslâm dünyasında, Kuzey Afrikalı Sünusiler ve Orta ArabistanlıVahhabiler veriyorlar.

    "Herodian"ise kendisinden hünerli ve daha iyi silahlanmış olan birisiyle karşılaştığındageleneksel savaş tekniğini unutarak düşmanın taktik ve silahıyla savaşmayıöğrenen insandır. Eğer "Zealot"luk dış baskısıyla diriltilen eskininbir çeşidiyse "Herodian"lık aynı dış baskıyla diriltilen birkozmopolitlik çeşididir.

    AncakToynbee’ye göre "Herodian"lık dünyayı saran amansız batı tehlikesinekarşı "Zealot"luktan daha etkili bir karşılık olmasına rağmen,gerçekte iyi bir çözüm değildir. Çünkü bu tehlikeli bir oyundur. Bir ırmaktankarşıya geçerken, atları değiştiren sürücüyü bekleyen ölüm gibidir. Herodian’ıda aynı akıbet beklemektedir.

    Düşünürburada genelden özele dönerek Türkiye’nin durumunu inceler."Herodin"lığın iki ciddi zayıflığını yüzümüzü Türkiye’ye çevirerekgörebiliriz" der. Analizine devam eder: Abdülhamit engelini üstün birkuvvet gösterisiyle aşarak, Türkiye’de "Herodian"ca yapılan devrim,7-9. yy’ lardaki klasik Japon devrimlerini gölgede bırakacak boyutta idi.Türkiye’de yapılan devrim, bizim Batı’daki başarılı ekonomik, siyasal, estetik,dini devrimler gibi bütün alanlarda yapıldığından Türk halkının toplumsal deneyve tecrübelerini tepeden tırnağa sarstı.

    Türkleryalnızca anayasalarını değiştirmekle kalmadılar. (Bu oldukça basit bir işsayılabilir.) fakat İslâm inancının koruyucusu durumunda olan Halifeyi vemüessesini, tekkeleri, medreseleri, kadınların yüzünden peçeyi kaldırdılar;İslâm’ın temel direklerinden olan, kişinin alnını yere koyarak kıldığı namazı,kılan insan için imkansızlaştıran şapkaları giymek zorunluluğunu getirerekerkekleri inanmayanlarla aynı seviyeye getirdiler; İsviçre Medeni Hukukunukelimesi kelimesine Türkçe’ye çevirip, İtalya Ceya Hukukundan alıntılar yaparakşeriatı kaldırdılar ve Meclis’in oylarıyla yasallaştırdılar; Osmanlı edebimirasının büyük bir kısmını yok saymak pahasına Arap harflerini Latinalfabesiyle değiştirdiler. Türkiye’deki bu "Herodian" devrimlerininen cüretkâr ve en önemli değişikliği Türk halkının önüne yeni bir sosyal idealyerleştirilmesidir. Artık eskisi gibi çiftçi, savaşçı ve insan çobanıolmayacaklardı, ticaret ve endüstri ile uğraşarak, gerektiğinde hasımlarıYunanlılara, Ermenilere, Yahudilere karşı koydukları gibi, Batılılara da karşıkoyabileceklerini ispat edeceklerdi. Toynbee, Medeniyet Yargılanıyor.)

    Anti-RasyonalistSekülerleşmenin Biricik Örneği: Türk Sekülerleşmesi.

    Türkiye’dekisekülerleşme sürecini kesinlikle rasyonelleşme süreci olarak değerlendiremeyiz.Yani toplumsal ve siyasal hayatın büyü ve doğa üstü güçlerin etkisindenkurtularak son derece rasyonel ve hesabi objektif yasalara göre bir hayat tarzıgeliştirme şeklinde bir sekülerleşme olayı bizde yaşanmamıştır. Türkiye’desekülerleşme, rasyonel, sağlıklı ve faydalı olup olmadığına bakılmaksızıntarihi, dini, milli semboller ve değerlerden toplum fertlerininuzaklaştırılması süreci şeklinde algılanmış ve bu doğrultuda uygulanmıştır.Hatta toplum bazı dini karakterli antirasyonel kimi davranışlardanuzaklaştırılmaya çalışılırken öbür taraftan doğrudan rasyonel olmayanyığınlarca davranışa zorlanmıştır. Toplum, "türbe"lerdenuzaklaştırılmış, fakat anıtlaştırılmış "kabir"lere rampalanmayaçalışılmıştır.

    "Eren"lerdenyardım beklemekten uzaklaştırılmış, "gazi"lerden yardım beklemeyezorlanmıştır. "Kadı adaletinin keyfiliği" denerek şer’i mahkemelerdenuzaklaştırılmış, "mafya yargıç"larına mahkûm edilmiştir."Kanaatkâr" Doğulu tüccar yerine atak ve çalak "burjuva"yetiştirilmeye çalışılmış, ama sonunda Hilton’larda "oryantal"laradolar takan, gelinlere çil çil altın saçan, "metres"lerini"arabalandıran" ve "evlendiren" beli silahlı işadamı (!)yetiştirilmiştir.

    Buradasoğukkanlılıkla şu soruların cevabını araştırmak zorundayız : Biz nedenlaikleşmeye, sekülerleşmeye ihtiyaç duyduk? Büyü ve hurafeye dayanan bir kültürsetine mi sahiptik de laikleşme ile bu anti-rasyonel kültürden kurtulmayaçalıştık? Mesela sahip olduğumuz kültürel mirasımız veya açıkça dini itikadımızteknolojiye, sağlıklı bilimin sonuçlarına karşı mı idi de insanlarımızı gelişmeamacıyla bu dinden uzaklaştırmaya yöneldik? Veya siyasal anlamda sorgulanmaz,yargılanmaz, "masum" devlet başkanı gibi anlayış ve kavrayışlara mısahiptik? Veya ülkemizde yaşayan azınlıklara hayat hakkı tanımayan baskıcı,asimile edici, homojenleştirici bir din ve ahlak sistemine mi sahiptik deazınlıkların haklarını garanti altına almak amacıyla laikleştik ?

    Bu sorularacevap ararken toplumumuzun tarihi şartları, sosyal siyasal şartları, kültürelve dini şartlarının Batı toplumlarının şartlarından çok değişik olduğunuvurgulayarak başlayalım. Bir kere bizim tarihimizde kilisenin izdüşümü veparalelini bulmak mümkün değildir. Kadir-i Mutlak" bir devlet her şeyinüzerinde her an hakim pozisyonda beklemektedir. Ulemay’ı, medreseyi, her şeyin,tekke’yi, esnaf teşkilatını, askeri, bürokrasiyi, hülasa toplumun tümkesimlerini tepeden tırnağa eğip bükecek, elinde hamur gibi yoğuracak iktidarve azamette bir devlet, yukarıda sayılan kesimlerden hiç birine tek başınatoplumu belirleme hakkı vermemiştir. Dolayısıyla tarihimizde ne Batı’daki gibidin savaşları olmuş; ne de dayatmalarda bulunan kilise gibi toplum ve devletedayatmalarda bulunan bir kurum varolmuştur… O zaman ülkemizde laiklik kurumuneden benimsendi? Bu mantığa göre, Türkiye’de laikliğin benimsenmesi yağmursuzbir havada yağmur yağıyormuşçasına şemsiye açmaya benzemez mi? Kanımcatartışılması gereken esas konu budur. Bazı perdeleri aralayarak konuyutartışmaya çalışalım. Ve laikliğin ilgili siyasi heyet tarafından benimsenişnedenlerini yakalamaya çalışalım.

    Acabatoplumun büyük ekseriyetinin dini olan İslâm dini karşısında Yahudilik veHıristiyanlığın daha rahat bir ortam içinde varlıklarını sürdürebilmeleri içinmi laiklik benimsenmiş olabilir? Bu soruya "evet" dememiz mümkündeğil; çünkü, ülkemizde gerek Yahudilik, gerekse Hıristiyanlık, toplumuetkileme ağırlığı bakımından laiklik öncesi döneme göre son derecegerilemiştir. Hatta, varlığıyla yokluğu eşit düzeye gelmiştir denilebilir. OysaOsmanlılar döneminde bu iki cemaat gerek devlet gerekse toplum hayatında ileriderecede etkinliğe sahiptiler. Özellikle uluslararası siyasi konjonktüre bağlıolarak kendilerini sürekli gündemde tutabilmekte; isteklerini kabul ettirmedeciddi çabaya sahip olabilmekteydiler. Öte yandan söz konusu dinler ve çeşitlimezhepleri, tarih boyunca ülkemizde, Batı ülkelerinde bile sahip olmadıklarıözgürlük ortamına sahip olmaktaydılar. Dolayısıyla bu azınlıkları çoğunluğunbaskısı ve dayatmasından koruyacak bir devlet şemsiyesine gerek vardır demekmümkün değildir.

    Acabaülkemizde mezhepler arasında bir çatışma mı vardı da laiklik kurumuna ihtiyaçduyuldu? Ezilen baskı altında tutulan mezhep mensupları koruma altına alınmayaçalışıldı?

    Bu soruya da"evet" dememiz mümkün değildir. Yine toplumumuzun din ve mezheptarihinde siyasi bazı hadiselerin dışında dişe dokunur mezhep çatışmasıolmamıştır. İnsanımızın sahip olduğu engin dini ve mezhebi hoşgörü bu tipsıkıntı ve bunalımların doğmasını önleyen en önemli faktör olmuştur. Bırakınİslâm’ın bünyesindeki bir mezhep mensubuna baskı yapmayı, Hıristiyan veyaYahudi’ye bile her ne şekilde olursa olsun dini ve kültürel baskı yapmayıdevlet kesinlikle yasaklamıştır. Bu konuya ilginç bir örnek İstanbul’da cereyanetmiştir. Mahalle imamlarından biri kendi mahallesinde ikamet eden bir Hıristiyan’a"kâfir" demiş, Hıristiyan da bunu hakaret kabul ederek kadıya şikayetetmiş, uzun muhakemeden sonra kadı şikayet konusunu haklı bularak imamınmahalleden sürülmesine karar vermiştir. Bilimsel gelişme,teknolojik yenilenmegibi alanlarda dinden bir direnme, engelleme mi geldi de laiklik kurumuyla dindizginlenip, sınırlanıp ekonomik ve bilimsel gelişme garanti altına alınmayaçalışıldı? Bu konuda da "evet" diyemeyiz. Eğer din böyle gerici birmisyon yüklenmiş olsaydı yüksek İslâm medeniyetleri kurulamazdı. Bilim veteknolojinin hız kazanması, insanlık birikiminin geniş ölçüde arttırılmasındaİslâm dininin hiç bir katkısı olmazdı, olamazdı. M. Rodinson’un dikkat çektiğigibi İslâm son derece rasyonel ve akla dayanan bir dindir. Nitekim ülkemizdelaiklik öncesi dönemlerde de dinden gelen hiç bir engellemeye rastlamıyoruz.Hiç bir sorumlu din mensubunun demir pullukların kullanılması, buharlı harmanmakinalarının kullanılması, traktörün kullanılması caiz değildir, mutlaka karasaban kullanılacaktır dediğini duymadık; aksine "bu zamanda İ’lay-ıKelimetullah ancak maddeten terakkiyle olabilir" deyip gelişmeyi İ’la-yıKelimetullah’ın bir şartı sayan yaklaşımlara şahit olduk.

    Devletinyasama ve icra fonksiyonlarına dinin aşırı müdahale etmesinden mi laiklik gerekmişolabilir?

    Bunakesinlikle "evet" dememiz mümkün değil, çünkü tarihimiz padişahlartarafından çıkarılan kanunnameler, fermanlarla doludur. Özellikle Tanzimat’tansonra aşağı yukarı tüm düzenlemeler geniş ölçüde dinden bağımsız olmuştur. Bugibi çalışmalara da dinden hiç bir zaman ciddi bir tepki yükselmemiştir.

    O zamanlaiklik kurumuna neden ihtiyaç duyulmuştur?

    Kanımcalaiklik kurumuna toplumun bir yörüngeden alıp başka bir yörüngeye oturtmakamacıyla ihtiyaç duyulmuştur. "Egemen azınlık"ın topluma yaklaşımlarındananlaşıldığına göre toplumun söz konusu eğilim, beklenti, istek, özlem hattadünya görüşü ile hiç bir yere varılmaz. Biraz daha açık konuşmak gerekirsetoplumu binlerce yıl yoğuran, şekillendiren, hatta yapısallaştıran kalıp"ümmet" kalıbıdır. Ümmet dünya görüşü; bu günkü deyimiyle ümmetparadigmasıdır. Fertlerin planları, kararları, niyet ve düşünceleri, zevkleri,gelecekten beklentileri, evreni okuyuş ve algılayış biçimleri hep ümmetparadigması içinde oluşmaktadır. Böyle olunca bu yapının değiştirilmesi,kırılması gerekiyordu. Bu yapı yerine Batı tipi bir dünya görüşünün ikameedilmesi şarttı. Daha açık ifade ile toplumun burjuvalaştırılması gerekiyordu.Egemen azınlık düşünüyordu ki, bizim toplumumuz da Batılı insanlar gibidavranan, çalışan, kazanan, yaşasın, ilişki kursun, düşünsün, üretsin…Allah’a bakışı, bilime bakışı, evrene bakışı, dine, mezhebe bakışı… hepBatılı insanlarınki gibi olsun. "Muasır medeniyetin üstüne çıksın…"

    Yukarda sözüedilen büyük projenin gerçekleşmesini önleyecek veya gerçekleşme hızınıyavaşlatacak iki engel olabilirdi: Biri siyasi muhalefet, diğeri dinimuhalefet.. Siyasi muhalefet çok daha erken bir dönemde devre dışı bırakıldı.Tek parti yönetimine devlet teslim edildi. Geriye dini muhalefet kalıyordu, işteo da laiklik kurumuyla devre dışı bırakıldı.

    Hedeflenentoplumun fertleri artık şeyhle, ulemayla, mollayla, ağayla ilişki kuran, onlarıdinleyen bir fert olmayacak, aksine profesörleri, yazarları, yüksek devletbürokratlarını dinleyen; dini ve tarihi kitaplardan değil de, bilimselkitapları referans alan; bir zahit, sofi, ahi gibi yaşamayıp, bir burjuva,sosyete, aristokrat.. gibi yaşayan fert olacaktı. Bu amacın en kısa zamandagerçekleştirilebilmesi için arka arkaya devrimler yapıldı. Gerçi bu devrimlergenellikle şekli nitelikteydi; bence esas devrim eğitim sistemindegerçekleştirildi: Eğitim sistemi pozitivist ve materyalist bir tabanaoturtuldu, tam materyalist ve pozitivist bir nesil yetişecekti. Sadecelaboratuardan çıkana inanan, onun dışında hiç bir şeye değer vermeyen birnesil. Bunun için Batılı yazarların kitap ve düşünceleri imbiktengeçirilircesine elendi, seçildi ve sadece materyalist, pozitivist yönleriylenesle dayatıldı, adeta şırıngayla zihinlere enjekte edildi. İşin ilginç tarafısadece işe gelen, politikaya uygun olan yanları alınarak tam bir pozitivistbilim demeti oluşturuldu. B. Russell’e göre hayatındaki tüm çalışmalarınıAllah’ın varlığının ispatına adayan, bir Newton, Türk nesline materyalizminkaynağı ve mimarı olarak takdim edildi. Descartes, "Bugünlerde banaAllah’tan ilham geliyor, dünya da çok önemli bir bilim kuracağım, yerimdeduramıyorum ve heyecanımı seninle paylaşmak istiyorum" diyerek arkadaşınasahip olduğu felsefenin ilham yoluyla doğrudan Allah’tan geldiğini haykırırkenlisede laboratuarda öğrencinin bir meselede "Hocam… Allah…"demeye çalışması karşısında hocası, "Buraya Allah giremez, Allah’ı camidearayın" diyerek avaz avaz bağırtıyorduk. "Bilimde hiç bir şeydekesinlik yoktur" diye yeri göğü inleten D.Hume’den hiç söz edilmedi."Düşüncül Dönem" teziyle akıl-sezgi birliğini savunan Sorokin’denadeta kaçıldı. Atom altı dünyadaki olaylar karşısında hayretten hayreteyuvarlanan Heisenberg’ten hiç söz açılmadı. Sürekli Darwin’in insanın maymundangeldiğine dair hiç bir bölümü ispatlanamamış tezi sanki kesin sonuçları alınmışgenel geçer mekanik yasalar gibi nesiller boyu (Hala devam ediyor) Türk neslinedayatıldı.

    Eğitimdekitek taraflı dayatma yetmedi; tüm basın yayın araçları; radyo televizyonsistemleriyle mevcut Türk kültürü sürekli bombardıman edildi; havaya uçurulmayaçalışıldı. Bitmez tükenmez Amerikan filmleri; burjuva hayat tarzı; sanki özenleseçilmiş Türk aile yapısını dinamitleyecek içerikte ilişki demetleri… Aileyapısı, sosyal dayanışma ve bütünleşmeyi güçlendirecek her türlü çabadanısrarla kaçış; karşı çıkma ve yoğun bir karılama sağanağı, yıllar yılı tümdevlet mekanizmaları kullanılarak sürdürüldü.

    LaikTürkiye’de Bilim ve Sosyo-Kültürel Hayat

    Laikleşme macerasınınsonucu ne olmuştur acaba? Arzu edilen insan tipi yetiştirilmiş, özlemi duyulanbilim ve teknolojik düzeye ulaşılmış mıdır? "Muasır medeniyetin üstüneçıkılıp" dünya insanlığına uygarlık ihraç eder bir seviyeye çıkılabilmişmidir? Türkiye’nin Batılılaşma, laikleşme ve sekülerleşme macerasınınsonuçlarını değerlendirdiğimizde ulaştığımız netice şudur: Üretim toplumu değilsadece iyi bir tüketim toplumu olduk. Sadece belli alanlarda değil hayatın heralanında: bilimde tüketim toplumu, teknolojide tüketim toplumu, modada tüketimtoplumu, mal ve hizmetlerde tüketim toplumu, siyaset ve hukukta tüketimtoplumu, sosyal organizasyonda tüketim toplumu… Bünyesine girmekleövündüğümüz Batı uygarlığına orijinal bir şey ilave ettiğimizi savunabilirmiyiz? Ekonomi bilimine, hukuk bilimine, sosyoloji bilimine, fizik bilimineyeni bir teori katabildik mi? Bırakın ilaveyi, zamanında bile izleyemiyoruz;aksine 40-50 sene gecikmeli izleyebiliyoruz.

    Batının devdehası Toynbee Türkiye’nin Batılılaşma ve laikleşme macerasının sonucunun böyleolacağını çok erken bir zamanda sezmişti: "Herodian" devrimiTürkiye’de ciddi engeller ve zor şanlar altında gerçekleştirildi. Batılı biraraştırmacı için küçük görmek ve tahkir etmek nezaketsizlik olur. Zira Batı ileİslâm’ın ilk karşılaşmasından itibaren doğalarına aykırı davranmaklasuçladığımız bu Türk "Herodian"ları, Batılı bir milletin veyadevletin kopyasını Türkiye’de üretmeye çalışıyorlar. Amaçlarını biliyor olsakbile, yine de bu amaca ulaşmak için sarf ettikleri bu kadar emeğe, zahmetedeğip değmeyeceğini merak etmekten kendimizi alamıyoruz.

    Kendisinibaşkaları gibi yaratmadığı için Tanrı’ya her gün dua eden bir Ferisigörünümünde bize karşı koyan Türk "Zealot"undan hoşlanmadığımız birgerçek. (Toynbee’nin azılı bir Türk düşmanı olduğunu unutmayalım). Kendisiyle"acayip bir insan" olarak övündüğü sürece bizse acaipliğiniiğrençleştirerek gururunu kırmaya kendimizi adamışız ve etrafındaki psikolojikzırhı delmek için ona "Konuşulamayan Türk" adını taktık, şimdigözlerimizin önünde tamamladığı "Herodian" devriminin içinesürükledik. Bizim tehdidimiz yüzünden kararını değiştirip, kendisini komşuülkelerin insanlarından farksızlaştırmak için elinden gelen her şeyi yaptı. Budefa İsraillilerin kendilerine bir kral ararken başvurdukları kabalığı itirafettikleri anda Samuel’in kızdığı gibi kızdık ve sıkıldık.

    Bu şartlardaTürkler’e karşı davranışımız en azından bir kabalık sayılır. Bizim tehdidimizinkurbanı olan Türk, ne yaparsa yapsın gözümüze giremeyeceğini, kitabımız Kitab-ıMukaddes’ten alıntılar yaparak gösterebilir: "Biz size kaval çaldık, sizoynamadınız; biz yas tuttuk siz ağlamadınız" tehdidimizin kaba olması,aynı zamanda yanlış olmasını gerektirmez. Bu sarf edilen emek boşuna olmasa vebu çok dikkatli Türk "Herodian"ları amaçlarına tam tamına ulaşsalarbile, bu medeniyet hazinemize ne ekleyebilir.

    İşte bunoktada "Herodian"lığın iki zayıflığı kendini ele veriyor. Birincisi,"Herodian"lığın yaratıcı değil de taklitçi olması. Bu yüzden birbaşarıya ulaşsa bile, insani bir üretkenliği geliştirmek yerine taklit ettiğitoplumun makine yapımı maddelerini geliştirmeye mahkum. İkincisi"Herodian"lığın bu yolu seçenlerden ancak bir azınlığı kurtuluşaerdirebileceği gerçeğidir. Çoğunluk, taklit edilen bir toplumun yönetici sınıfınınemrine girmeyi göze alamaz. Bunların kaderi, taklit ettikleri toplumun işçisınıfını arttırmaktan ibarettir. Mussolini bir keresinde işçi sınıfının olduğugibi isçi ulusların da olduğunu hatırlatmıştı ki, Batılı olmayan günümüzinsanlarının dahil olduğu kategori de bu olsa gerek. "Herodian"lığınetkisiyle bu insanlar ülkelerini Batının ulusal devletlerinden biri halinegetirip, Batılı kardeşleriyle aynı derecede eşit, özgür ülkeler haline gelselerbile bir şey değişmeyecektir.(Arnold Toynbee, Medeniyet Yargılanıyor,s.177-201.)

    Sosyo-kültürelalandaki gelişmeleri de ikiye ayırabiliriz. Birincisi laiklik uygulamasınıntoplumun İslâmi ölçüler içinde yaşamak isteyen kesimine riyasız, gösterişsiz,şahsiyetli bir ibadet imkanı hazırlanmış olmasıdır. İnanan tam inanabilmekte,inanmayan da inanmak zorunda kalmamaktadır. Aynı şey yaşama şekliyle deilgilidir. İnanan kesin özellikle kendi ortamında şahsiyetli bir şekildeyaşantısını sürdürebilmektedir. Yani bu kesimde riya, gösteriş gibi patolojikduygular ortadan kalmıştır. Aslında bu gelişme laiklik uygulamasının müspet birsonucudur denebilir.

    Sosyo-kültürelalanda en önemli gelişme ki, bu gelişme gerçekten "müthiş" olmuştur:"Huzur" ve" iffet" toplumunun, geniş ölçüde"şiddet" ve "şehvet" toplumu haline getirilmesidir. Şiddetebulaşmış ya da bulaşma eğiliminde olan "insanlarımız"la diyalogkurmaya çalışıyorsun; ama beyninde. "Tarih" diyorsun, elinde kalıyor;çünkü tarihinin "mefahiri" bizzat devletin eğitim sistemiyledinamitlenmiş; karşına tarihine düşman biri çıkıyor. "Kültürümüz"diyorsun; "Amerikan kültürü mü?" diyor. "Haram" diyecekoluyorsun, kıs kıs gülmeye başlıyor. Ve alabildiğine indiriyor… Asker diyor,indiriyor; polis diyor, indiriyor; masum vatandaş diyor, indiriyor… Size deçaresizlik içinde kıvranmaktan başka bir şey düşmüyor.

    Şehvettoplumunu öyle uzun uzadıya incelemeye gerek yok. Resmi, gayr-i resmi, meşru,gayr-i meşru, ama tüm televizyon kanallarından gazete ve dergi sayfalarındanadeta şehvet fışkırıyor. Toplum tek kelimeyle çılgın bir şehvet toplumu olmakiçin seferber edilmeye çalışılıyor. Amaç; toplumun şehevi duygularını iyicekışkırtarak, şehvetinden başka bir şey düşünmeyen bir şehvet toplumu var etmek.İşte hiç çekinmeden, iftiharla elindeki listeden "beraber kaldıklarının"isimlerini sıralayan "sanatçılar" ın hali.. işte lastik reklamındabacak ve et reklamı yapanların hali..işte defile adı altında et pazarlayanlarınhali..

    Sonuç olarakşu söylenebilir: Bilim toplumu kurmak üzere yola çıkanlar, bilim ve üretimtoplumu yerine tam bir tüketim, şiddet ve şehvet toplumu üretmişlerdir.

    SONUÇ

    Laiklikkurumu sadece bir araçtır. Geniş ölçüde uygulayıcıların siyasal ve felsefieğilimlerine bağlı olarak sosyal, siyasal ve kültürel etkiler doğurur. Bizdeanlaşıldığı şekliyle dinin devlet işlerinden ayrılması işin sadece basit biryanıdır. Ayrılmamış olsaydı da eğer devlet yine tek taraflı ve dayatmacı olarakpozitivist ve materyalist yaklaşımları eğitim sistemiyle, iletişimsistemleriyle toplumu şekillendirmeye çalışsaydı laiklik olmasa da yine sözüedilen gelişmelerin ortaya çıkması kaçınılmazdı. Ya da laikliği toplumu tepedentırnağa değiştirme anlamında değil de sadece belli düzenlemeleri dinden veyadin kesiminden gelebilecek yersiz ve tutarsız tepkileri bertaraf etmek amacıylakullansa; ama toplumun gelişimini kendi haline bıraksaydı gelişmeler bu şekildeolmayabilirdi.

    Bundansonraki dönemde nelerin yapılması gerektiği konusu üzerinde kafa yorarsakşunları söyleyebiliriz: Bir kere "Laiklik" kavramının içini kenditoplumsal şartlarımızı dikkate alarak doldurmak zorundayız. Rasyonel, hesabi,prodüktif, bütüncül, adaletçi, hürriyetçi, insan hakları ve doğa haklarınasaygılı, çoğulcu bir toplumsal yapı inşa etmek üzere kendi milli kültürhazinemizden yararlanarak, dünyadaki gelişmeleri, bilgi ve teknoloji birikiminide devreye sokarak bir toplum düzeni kurabiliriz inancındayım.

    Toplumsalyapılanmada devletin sosyal, siyasal, ekonomik ve hukuki sektörlerinin dindennem kapmamasına özen gösteriliyor ve bu politikanın laiklik gereği olduğu bazıçevrelerce ısrarla vurgulanıyor. Olayın iç mantığını soğukkanlılıkladeğerlendirmek zorundayız. Laikliğin toplumsal yapılanmada her türlü dinibirikimi dışlama olarak algılanması olayı tek kelimeyle insanlığın on binlerceyıllık düşünce, eylem ve felsefi birikiminin elin tersiyle bir kenara itilmesianlamına gelir ve bu savurganlığı da kimse yapamaz ve savunamaz. Bunun anlamışudur: insan soyunun vahiyli vahiysiz yüz binlerce yılda geliştirdiği Budizmin,Hıristiyanlığın, Yahudiliğin, Konfüçyüzmin, İslâmın, Zerdüştlüğün deneysel vefelsefi birikimini küçümseyip kabul etmemeniz,onları yok saymamız demektir. Buakıl almaz ölçüde bir saçma ve savurganlık değil mi? İnsan soyunun tarih boyubirikimini bir kenara itince referans olarak geriye ne kalmaktadır. Beş çocuğununbeşi de gayr-i meşru olan, beşini de sokakta buldum deyip çocuk bakım evineterk eden J.J. Rousseau mu? Kendine bile saygısı olmayan ve sık sık cinnetgetiren ve intihara teşebbüs eden A. Comte mi? Toplumsal dizayn yaşantıda insansoyu sadece alabildiğine profan ve metabolizmasının esiri zavallıları referansalamaz, almamalı da.

    Öte yandankısmen bile nem kapılmasına izin vermediğimiz dini sistemlerin temel ilkeleriadalet, şefkat, iffet, hikmet, barış ve saygı gibi ilkelerdir. Bu ilkelerçağımızda da evrensel boyut kazanan ilkelerdir. Hatta tüm toplumsal sistemlersözü edilen ilkeleri geniş ölçüde dinden almışlardır. Bir taraftan adil,çoğulcu, insan haklarına saygılı, ekosistemi gözeten, rasyonel bir hukuksistemi kurmak için çırpınacaksınız; öbür taraftan da sözü edilen değerlerinkaynaklandığı ve beslendiği ana sistemi "virüslü" kabul edip ondanetkilenmemeye çalışacaksın! Bu mantığı anlamak mümkün değildir.

    Laiklik-dinilişkisinde kaçınılması gereken husus kanımca dini varyantların sadece diniolduğu için dayatılması ve bunun dışındaki verilerin kabul edilmemesi tavrıolmalıdır. Böyle bir toplum zaten tek kelimeyle "kuruyan" ve"çöküntü" içinde olan bir toplumdur. Böyle bir tavır ve dayatmayı dahiç kimse savunamaz. Günümüzde etkin ve etkileyici bir ölçekte savunulduğunu dasanmıyorum.

    Toplumsalyapılanmamızı gerçekleştirirken bazı noktaları öncelikle dikkate almakzorundayız. Bir kerre Hayatını dizayn etmeye çalıştığımız toplum basit vesıradan bir "kabile" değil, aksine 60 milyonun üzerine çıkmış, gençnüfusu çok fazla son derece dinamik bir toplumdur. Çok sayıda etnik ve altkültürlere sahip ancak belli bir tarih potasında kaynaşmış, fakatparçalanabilme özelliği de olan değişik ve orijinal bir milletle karşıkarşıyayız. Öte yandan uluslararası camiadan uzak kalmış ve tecrit edilmiş birmekanda bulunan değil, aksine dünya coğrafyasının tam "göbeğinde"konumlanan ve jeo-politik açıdan da son derece nazik bir bölgede bulunan birtoplum. Aynı şekilde derme çatma kabile ve asabiyetlerin birleşmesinden oluşan,tarihsiz, geçmişsiz bir toplum değil, aksine tarihte "süper"dönemlerinde dünyaya "nizamat" vermiş bir toplum. Vizyonsuz, amaçsız,mefkûresiz bir toplum değil, aksine "İ’Iay-ı Kelimetullah" vizyon vehedefini "özlem" haline getiren bir toplum. Yeraltı ve yerüstükaynakları bakımından daha yüzlerce milyon nüfusu barındırabilecek bir toplum.

    Böyle birtoplumun bugününü ve geleceğini inşa ederken yönetici seçkinlerin herhalde çokderin ve engin bir sorumluluk duygusuna sahip olmaları gerekir. Mesela yeni birAnayasa veya bir yasa yapılırken sosyolojik formasyondan, psikolojikformasyondan, tarihi formasyondan ve dini formasyondan mahrum kadrolarlaakşamdan sabaha bir çalışmayla olayın kotarılması değil de, alanında yüksekformasyon sahibi akademik kadroların uzun yıllar süren çalışmaları sonucuAnayasa veya yasaların yapılması gerekir. Bu tip çalışmalarda önemli olan başkabir nokta Anayasa veya yasanın hazırlanmasında başvurulacak referanskaynaklarıdır. İleri derecede komplike bir olay üzerinde çalışıldığından bellirezervlerle referans kaynaklarının sınırlandırılması değil, aksine alabildiğinegeniş kaynakların müracaat edilmesi gerekir. Kaynak olarak J. J. Ronssean’nunfikir ve düşüncelerine müracaat edildiği gibi Buda’nın düşüncelerine de müracaatedilmeli; K. Marx’ın düşüncelerine müracaat edildiği gibi Peygamberimiz Hz.Muhammed’in düşüncelerine de müracaat edilmeli; S. Mill’in kitaplarına müracaatedildiği gibi Kurân’a da, Tevrat’a da müracaat edilmeli; Montesquıeu’nunkitaplarına müracaat edildiği gibi, İncil’e de müracaat edilmelidir. Tabiîreferans kaynaklarına müracaat ederken, olduğu gibi almak değil, oldukçaselektif bir yaklaşımla toplumsal gelişmeyi ve barışı sağlayacak şekildeyararlanılmalıdır. Bu durumda bir taraftan toplumun gelişmesi için son dereceuygun bir ortam hazırlanırken, diğer yandan da toplumdaki içsel çatışma veçelişkiler de en aza indirilmiş olabilir. Tersi durumda toplum bunalımdanbunalıma, sürüklenip gider.

    Sonuç olarak,laiklik kavramı her toplumun sosyo-ekonomik bünyesine göre anlam kazanacak birkavramdır. Laikliği, toplumun şekillenmesinde tamamen dindışı faktörlerireferans alıp, din ve din benzeri kaynakları dışlamamız durumunda toplumsalgelişmenin önünü tıkamış, toplumsal huzur ve barışı dinamitlemiş olabiliriz.Nitekim bu yolu izleyen toplumların yerküremizi getirdikleri son noktaintiharın eşiği olmuştur. Din ve diğer kutsal faktörlerin hayattan sökülüpçıkartılmasının sonucu kültürel çöküntü, yabancılaşma, aşırı haz düşkünlüğü vebencillik, sömürü, talan, toplumların köleleştirilmesi, kadınlarınmetalaştırılması, ekosistemin kirletilerek tahrip edilmesi ve yeraltı veyerüstü kaynakların çarçur edilmesi olmuştur.

    Ülkemiz henüzkriz aşamasına gelmemiş sayılabilir. Gelecekle ilgili yüksek hedef ve vizyonuolan milletimizin önünü açabilmek için daha rasyonel, daha kavrayıcı ve dahakapsayıcı politikalar belirlemek ve uygulamak zorunda olduğumuza inanıyorum.

    Yararlanılan Kaynaklar

    ArnoldToynbee, Tarih Bilinci, c. I, (Çev.:Murat Belge), İstanbul,1976; ayrıca bkz:Medeniyet Yargılanıyor.

    BeşirHamitoğulları, Çağdaş İktisadi Sistemler, Ankara,1982.

    BünyaminDuran, İslâm Toplumlarında Sosyo-Ekonomik Değişmeye Yönelik Tezler,İstanbul,1995.

    Bryan S.Turner, Oryantalizm, Kapitalizm ve İslâm, (Çev.: Ahmet Demirhan),İstanbul,1991.

    Max Weber veİslâm, (Çev.: Yasin Aktay), Ankara,1991.

    F. Capra,Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası, (Çev.: Mustafa Armağan), İstanbul, 1989.

    GültenKazgan, İktisadi Düşüncenin Evrimi, İstanbul,1980.

    Herbert Heaton,Batı İktisat Tarihi, c. I, (Çev.: M. A. Kılıçbay ve Osman Aydoğuş), tarihsiz.

    MaximeRodinson, İslâm ve Kapitalizm, (Çev.: Orhan Suda), İstanbul,1976.

    M. NakibEI-Attas, İslâm ve Laisizm, ( Çev.: Selahattin Ayaz) İstanbul,1994.