Köprü Anasayfa

Milliyetçilik

"Güz 95" 52. Sayı

  • Insanlık ve sevgi dini: İslâm

    Hüseyin Hatemi

    Prof. Dr. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi.

    Allah; bizim görebildiğimiz ve sezebildiğimiz varlık âleminin yüce ve tek yaratıcısıdır. Varlığı inkâr etmemize aklen imkân olmadığı için; Allah’ı şüphe edemez. Kimbilir belki aslında yokumda, düş görüyor ve kendimi var zannediyorum," sözünü söyleyebilmek, ancak üç ihtimalde mümkün olabilir: Bu sözü söyleyen; ya söylediğinin mantıksız ve saçma olduğunun bilincindedir, şaka yapıyor veya düşünmeksizin kendisine inanacak olan saf insanları kandırmak istiyordur, yahut aklı gelişmemiştir, akıl zayıfıdır veya akıl hastasıdır; aklı gelişmiştir de sonradan hastalanmıştır. Varlığını idrak etme, algılama bilinci bozulmuştur.

    Bu türden akıl hastalarının, kendilerini belirli bir kişilik, devlet adamı, doktor, mühendis, vs. değil de tanrıtanımaz bir feylosof sananların akıl hastası olduklarının farkına varılmaz, bunlar da "Deli deliden hoşlanır" sözü gereğince ancak "materyalist ve tanrısız düşünür"lerden, diğer bir deyişle akıl hastalarından hoşlanırlar ve en fazla düşman oldukları kimseler de gerçek düşünürlerdir. İdeal bir toplum düzeninde; ne bu biçarelerin sözlerine uyularak gerçek düşünürlere zulmedilir, ne de bu biçareler cezalandırılır. "Divâneden kalem kaldırılmıştır,’ bunların cezâi sorumlulukları yoktur, en uygun şekilde tedavi imkânları sağlanmalıdır.

    Varlığını inkâr etmek aklen imkânsız olan Allah; Vedûd’dur. Güzel adlarından birisi budur ve Onun bütün adları güzeldir. Bu adların her biri, Yaradılış Âleminde tecelli eden sıfatlarına delâlet eder, Allah adı ise bütün bu sıfatların sahibi olan tek gerçek Tanrı’nın özel adıdır. Âdem’den (a.s.) Resûl-i Ekreme (a.s.m.) kadar bütün gerçek Tanrı elçileri Onu bu ad ile anmışlardır. Yirminci yüzyıl sonlarında İran Devriminden sonra, İslâm âlemi ile Hıristiyanlık arasına fitne ve düşmanlık sokmak isteyen bazı kara sesler; Allah’ın-hâşâ-Arap Panteonunun en büyük tanrısı olduğunu, yoksa Hıristiyanların "üçlü" inanışındaki "baba" olmadığını ileri sürmüş iseler de, çok şükür, aklı başında olan Hıristiyan hakîmleri; bu çok tehlikeli ve şeytanî fitneye düşmemişlerdir. Bu fitneden önce vefat eden ve bir süre İstanbul’da görevi olan Papa 23. jean (Johannes); İstanbul’da iken kiliselerdeki, vaazlarda "Allah" adının kullanılmasını istemişti. Nitekim Hıristiyan Araplar ve Maltalılar da "Allah" adı ile dua ederler.

    Allah; Vadûddur, sonsuz sevgi kaynağıdır. Seven ve sevilendir. Rabat’da 1995 Haziran’ı başlarında toplanan "İslâm Konferansı-İslâm Tasavvurunu Düzeltme Çalışmaları Toplantısında, "Vedûd" ismi karşılığı olarak, esasen Fransızca Kur’ân-ı Kerim çevirilerinin bazılarında yer verilmiş olan "Aime et Aimant" (sevgili ve seven) ibaresini kullanmıştım. Tebliğleri eşzamanlı olarak Arapçaya nakleden çevirmen; daha sonra yanıma gelerek, özellikle bu ibareden çok hoşlandıını söylemiş ve benden bir suret istemişti. İnsanın fıtratında; "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusuna verilen "Elbette!" (Belâ!) cevabından beri, hiç değilse o "bilinç"ten beri, Yüce Yaratıcı’ya sevgi ile yönelme eğilimi vardır, akıl hastaları bu eğilimi köreltmek isterler, fakat böyle vesilelerle, insan, özündeki bu eğilimi sezer ve açıklar. Rumî (Mevlevî) güzel söylemiştir: Peygamberimizin yolu; Sevgi yoludur!

    Bunun böyle olduğu aklen sabittir. Allah’ın, Yüce Yaratıcı’nın sıfatları birbirinden ayrılarak sınırlanamaz. Bu yanılgıya düşenler; her sıfata, her kudrete ayrı bir tanrı niteliği vererek çok-tanrıcılığa düşmüşlerdir. "Hâlik" ve "Fâtır" olan Yaratıcı; Kâinatı yarattığında, aynı zamanda "Vedûd" olarak yaratmıştır. Şu halde, "Yaradılış bir sevgi tecellisidir" demekle, yanılgıya düşmüş olmayız, gerçeği söylemiş oluruz.

    Hıristiyanlık ile İslâm âlemi arasına fitne düşürmede yarar umanların başvurdukları bir tezvir de şudur: Hıristiyanlık, Yaratıcı Tanrı ile insan arasında, "oğul" İsa vâsıtası ile bir kişisel ilişki kurmaya elverişli bir dindir. Buna karşılık; İslâm dini; "Korkudan titreme, cezadan, Cehennemden korkma" esasına dayanır.

    Oysa bu da bühtandan ibarettir. Allah’ın tahrif edilmemiş kelâmı olan Kur’ân-ı Kerim’e göre; tertemiz Tanrı elçileri olan peygamberlerin tebliğleri arasında fark yoktur. Aklı başında olan bir mü’min; Adem’i, Nûh’u, İbrahim’i, Musa’yı, Davud’u, Süleyman’ı, Yahya’yı, İsa’yı, Resûl-i Ekrem Muhammed’i (a.s.m.) aynı saf sevgi kaynağından kaynayan sevgi ile sever. Yoksa; meselâ "Musa bir Yahudi idi, Süleyman da öyle!" gibi gerçeklerle bu sevgililere saygısızlık etmediği gibi, tam aksine bir tutum ile "Davud, Süleyman, Musa, hattâ İbrahim ile sizin ne ilginiz var? Bunlar bizim atalarımız ve millî önderlerimizdir" hezeyanına da değer vermez. Allah’ın tertemiz peygamberlerinden Hazret-i Yahya; bu ırkçılık hastalığına düşenleri; "Yılan dölü!" diyerek azarlamış ve "Atamız İbrahim’dir diye boşyere böbürlenmeyin! Allah isterse İbrahim’e bu gördüğünüz taşlara, kayalara can vererek evlât yaratır" demişti (İncil). Irkçılık; hangi ırk sözkonusu olursa olsun, tehlikeli bir akıl hastalığıdır ki, "ruh hastalığı" dediğimiz "gönül hastalıkları"na da yol açar. Bu hastalığa kapılanlar, "zenci, çingene, Yahudi, Yahudi olmayan, Aryen, Aryen olmayan, Slav, Slav olmayan" gibi ayırımlarla, kendilerinden saymadıkları insanlara hınç, gayz duyarlar; kendilerinden saymadıkları insanları yok edilmesi gereken tehlikeli ve zararlı bir varlık olarak gördükleri için de ellerinde imkân olursa, bu insanların Yüce Sevgili Muhammed’in (a.s.m.) deyişi ile "İslâmda doğan," "fıtrat dinine elverişli ve eğilimli" günahsız yavrularını bile öldürecek kadar tehlikeli bir "hasta" konumuna düşerler. Kendi kızları yaşında olan "düşman" kızlarına nârin bir çiçek özeni gösterecek yerde, onlara tecavüz etme alçaklığını, bir kahramanlık sayarlar. Bütün bunlar tehlikeli bir ruh hastalğı, bazen de akıl hastalığıdır.

    İnsanın ruh ve akıl hastalığına düşmesinden ve birbirinin canına, ırzına, malına el uzatmasından memnun olan varlık kimdir? O da bir Tanrı mıdır? Aslâ ve hâşâ! Bu varlık; Allah’ın, insandan farklı bir yapıda yarattığı, bu sebeple, "insan"ın teknolojide ilerlemesinden önce, yapısının özelliği dolayısı ile bir yerden diğer yere gitmede, uzayda yer değiştirmede ve kendisi görünmeksizin insanın iç âlemine "vesvese" sokmada yeteneği olan İblistir. İblis’e "Şeytan" da denir (Satan). Ancak; "İblis" özel addır, "şeytan" ise, İblis’in ayarttığı diğer varlıklara da, başkaları için ayartıcı oldukları andan itibaren, kullanabilecek bir deyimdir, "ayartıcı" gibi. İblis; bir "Kötülük Tanrısı" veya bir "melek" değil, Allah’ın "cinn" cinsinden bir yaratığıdır. Kendisini Adem’den üstün gördüğü için; Allah’ın Âdem’e "hilâfet" vermesini kıskanmış ve Allah’a itaat etmemiştir. Çünkü onun da "insan" gibi "irade özgürlüğü" vardır ve iyiyi değil kötüyü seçmiştir. Daha sonra; Allah’dan, yeryüzünde Adem soyunu ayartabilmek, İlâhî hilâfet ödevini yerine getirmeden alıkoyabilmek için, kendisine "mehil" vermesini, ecelini geciktirmesini, ertelemesini istemiş, Allah da ona bu mehli vermiştir. Ancak; kendisi ile sevgi bağını kurabilen insanları; lblis’in ayartamayacağmı da açıklamış, özellikle belirtmiştir. iblis’in; Allah’ın yarattığı insanlar üzerinde bir "güc"ü, gerçek bir "tasallut"u yoktur. O ancak ayartıcıdır. Kendisine kapılanları da yardımcı kullanarak insanı sonsuz ve sınırsız Sevgi Kaynağı’ndan yoksun kılmaya, Yüce Yaratıcı ile sevgi bağına girilmesini önlemeye uğraşır.

    "Takva" demek; Allah’dan, korkunç birşeyden korkar gibi korkmak değil, "lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh"ı bilinçli olarak söylemek, her türlü kuvveti de Sevgi Kaynağı’ndan, Vedûd, Râhim ve Rahman olan Allah’dan beklemek demektir. Allah’ın rahmetinden ümid kesmemek, onunla sevgi ve ümid ilişkisine girmek demektir.

    Bu "takva" ilişkisi; Yüce Yaratıcı Allah ile nasıl kurulabilir? Allah; Rabb olarak, aynı zamanda Rahman ve Rahim isimleri ile yaradılış âlemine tecellî eder, ancak, Allah’ın sevdiği, özel olarak sevdiği, dar anlamı ile sevdiği kişilerden olmak, bazı şartları gerektirir. Allah’ın "şefkat" yönü ağır basan rahmetinin kapsamı daha geniştir; Allah "Erhame’r-Râhimîn"dir. Bu sebeple de; inanan kimse; "Rahman ve Rahîm Allah adı ile" sözünü her vesile ile tekrarlar. (Besmele). Allah’ın kendisi ile "sevgi" ilişkisine girmiş olan insanlara "Vedûd" ismi ile tecellisi ise en üstün ni’metdir. Hıristiyanlar bu ayırımı yapmadıkları için, "Rahmet" ve "Meveddet" kavramlarını da daha geniş bir kavram olan "sevgi" kavramının adı ile karşıladıkları için, İslâmda "sevgi" olmadığını ileri sürerler. Oysa bu ifade biçimini seçmiş olmaları da İslâma yaptıkları haksızlığı mazur gösteremez. Çünkü; âdil davranmak için; Kur’ân-ı Kerim’deki bütün "rahmet" terimlerini de "bağışlama" değil "sevgi"ye çevirmeleri gerekir ki, bu takdirde de Kur’ân-ı Kerim’deki "sevgi" ibaresinin çokluğu; eldeki İncil ile mukayese dahi kabul etmez. "Vedûd" ismi tecellisi ise; özel anlamda sevgidir. Allah’ın "Vedûd" isminin tecellisinden olan bu sevginin beşerî düzeyde ortaya çıkışı; iki insan arasında da görülebilir. Meselâ; eşler arasında, başarıya ulaşmış bir evlilikte, sevgi (meveddet) ve rahmet (şefkat), karşılıklı olarak bir arada bulunur. (Kur’ân-ı Kerim, Rûm Sûresi, 30/21).

    Allah ile insan arasında bu sevgi bağı nasıl kurulabilir? Allah; yarattığı insanların kayıtlı oldukları zaman ve mekân kayıtlarından münezzeh olan Yüce Yaratıcıdır. "Aşkın" olan zat alanı ile aracısız ilişki; özel olarak aracı seçilmemiş kimseler için mümkün olabilir mi? Bu sebeple; Allah, kendi seçtiği kimselerin sevilmesini buyurmuştur ki, onlara tecellî eden İlâhî sevgi akımı devresine bizim de gönlümüz katılabilsin. Bu seçilmiş kimselerin en önde geleni Resûl-i Ekrem Muhammed (a.s.m.), Allah’ın son peygamberidir. Allah’ın ve yine özel bir yaratılış da olan meleklerin sevgi ve esenlik akımı; Resûl-i Ekreme (a.s.m.) yansır. (Ahzâb Sûresi, 33/56). Resûl-i Ekremden (a.s.m.) de, bu eşsiz sevgi devresine dahil olan bütün peygamberlere, velîlere, bu sevgi devresine gönüllerini katabilmiş olanlara, oradan da Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisi dolayısı ile Resûl-i Ekreme (a.s.m.), yine oradan da Yüce Yaratıcı’ya döner. (Kevser,108/1). Allah; Ehl-i Beyt sevgisini de Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisinin ayrılmaz bir parçası kılmıştır. Ehl-i Beyt’i Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisinden ayırarak Resûl-i Ekremi (a.s.m.) sevdiklerini, fakat Ali’yi, Fâtıma’yı Hasın ve Hüseyin’i sevmediklerini söyleyenler; Resûl-i Ekremi (a.s.m.) de Allah’ı da sevmiyorlar, içlerinde Resûl-i Ekreme (a.s.m.) kin duydukları halde münafıklık ediyorlar demektir. (Kevser Sûresi, son âyet). Oysa Ehl-i Beyt sevgisine ne Ehl-i Beytin, ne Ehl-i Beytin başında gelen Resûl-i Ekremin (a.s.m.), ne de Allah’ın—Hâşâ!—ihtiyacı vardır. Mutlak irade, mutlak kudret, mutlak varlık Allah’ın olduğu gibi, sonsuz ve sınırsız sevgi kaynağı ve Allah’ın rahmet ve bereketi de Allah’ındır ve bizim bu sınırsız ve sonsuz sevgi devresine kendi gönüllerimizi de katmamız, bu sonsuz sevgi kaynağına hiçbir şey ne katar, ne de eksiltir. Sadece bizi "âb-ı hayât"a kavuşturur. Hâfız-ı Şirazî’nin dediği gibi: "Hergiz’ne-mîred ân-ke dileş zinde şod be-aşk/Sebt-est ber cerîde-i âlem devâm-i mâ!" (Gönlü aşk ile dirilenler asla ölmezler. Âlem cerîdesinde bizim sürekliliğimiz yazılmış, kaydedilmiştir). Biz, yeryüzü imtihanında yüce anlamda başarıya kavuşmuş oluruz. Ehl-i Beyt sevgisi; Kur’ân-ı Kerim’de açıkça buyurulmuştur. (Şûra Sûresi; 42/23) Ehl-i Beyt’in başı da Resûl-i Ekremdir. (a.s.m.). Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisi taşımayan hiç kimse, istediği kadar "âlim" tanınsın, istediği kadar "âbid ve zâhid" tanınsın, Allah velîsi olabilmiş, Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisi olmaksızın Allah ile sevgi ilişkisine girebilmiş değildir. Allah’ı şiddetli bir sevgi ile sevenler (Bakara, 2/165); ancak Resûl-i Ekremi (a.s.m.) sevenlerdir. Sevgi devresine girebilmenin başka yolu yoktur. Resûl-i Ekremi (a.s.m.) tanıyamamış, ne var ki meselâ Hazret-i İsa ve Musa’yı severek Allah’a ve âhiret hayatına îman etmiş ve ahlâklı bir hayat sürmüş kimseler de, Resûl-i Ekremi (a.s.m.) sevmeyişleri "inat inkâri"ndan değil çevre şartlarının yetersizliğinden ileri geliyorsa, mükâfatlarını alacaklardır. Bunlar; imkânsızlıklardan dolayı İslâm tebliğine erişemeyen, ancak yine imkân dahilinde yapılacak olanı da yapmış olan kimselerdir. (Bakara, 2/62). Resûl-i Ekremi (a.s.m.) tanıyacak ve sevecek bilinç ve bilgi seviyesine ulaşanlara ise İblis ve yardımcıları üşüşür ve bu sevgiyi ve dolayısı ile kurtuluşu önlemek için uydurma rivayetler ortaya atar, "Şeytan Âyetleri" türünden kitaplar yayımlarlar. Bunlar; dünya hayatındaki tutum ve davranışları ile "Cehennem"i hakeden kimselerdir. Cehennem ise; bir işkence ve—Hâşâ—zulüm yeri değil, dünya hayatında Resûl-i Ekrem (a.s.m.) ve Ehl-i Beyt sevgisi ile; tekâmül etme yolunu değil, "kötü"yü seçenlerin tedavi yeridir. Resûl-i Ekremi (a.s.m) severek Allah sevgisinin hayat akımına, âb-ı hayat akımına, sonsuz sevgi akımına gönüllerini katmayıp, üstelik Resûl-i Ekreme (a.s.m.) ve Ehl-i Beyt’e düşmanlık edenler; Cehennemi hakederler. Âhiret âleminde, nâdim olur, ânî bir bilinç uyanması ile, "Ne olurdu, ben de Resûl ile birlikte yol tutsa idim! Yazıklar olsun bana, keşke filânı dost edinmese idim! Andolsun beni Kur’ân’dan saptıran, hem de bana tebliğ edildikten sonra saptıran odur" derler. (Furkan, 25/27-29.)

    İblis ve yardımcıları; insanı Kur’ân-ı Kerim’den saptırmak için önce Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisinden saptırmaya çalışırlar. Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisini önlerler ise, Kur’ân ve Allah sevgisini de önlemiş olurlar. Yahut sevgi devresini Ali (r.a.) ve Ehli Beyt düzeyinde keserler ve Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisini de sözde bırakmış olurlar. Ali sevgisinden mahrum kalanlar, "İlim ve Hikmet Medînesi" olan Resûl-i Ekreme (a.s.m) de uluşamazlar. Çünkü Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisine ulaştıran Emîru’l-Mü’minîni bırakarak, bir alay münâfık eşkıyânın sevgisi ile gönüllerini İlâhî sevgi devresinden çıkarmış, "kısa devre"ye yol açmış olurlar.

    İnsan için bu İlâhî sevgi devresine katılmadan kalmak büyük kayıp, büyük yük hüsran demektir. Allah’ın varlığını; her aklı olan tasdik eder. Ne var ki bu İlâhî sevgi akımına gönlünü dahil edebilmek için Ehl-i Beyt sevgisi ve dolayısı ile Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisi ve Allah’ın Nebî ve velilerinin sevgisi zorunludur. Bu sevgi akımına dahil olan; akıl ve ruh hastalıkları bakımından da kendisini emniyete almış demektir.

    Resûl-i Ekrem (a.s.m.) bütün insanlığın peygamberidir, Arap milletine gönderilmiş değildir. (A’râf, 7/158.) Resûl-i Ekremin (a.s.m.) atası İbrahîm (a.s.) yetmiş yaşından sonra bir oğul sahibi olduktan ve oğlu İsmail (a.s.) de on dört yaşını tamamladıktan sonra, bir insan için oldukça zorlu bir imtihan ile karşılaşmıştır: Biricik oğlu İsmail’i; Allah şehit olmasını istediği takdirde, gönül rızası ile şehit verecek, verebilecek midir? Bu soru karşısında yalnızca o sıralarda seksen beş yaşlarında olan yaşlı baba değil, çocukluktan gençliğe yeni adım atmakta olan oğul İsmail de de tereddütsüz hazır olduklarını söylemişlerdir. Bunun üzerine, İsmail soyundan Yüce Sevgili Resûl-i Ekremin (a.s.m.) geleceği bildirilmiş, İlâhî sevgi yolunun büyük şehîdi olma görevi de İsmail’e değil Resûl-i Ekremin (a.s.m.) torunu, Fâtıma ve Ali’nin oğlu, üçüncü İmam; Hüseyin’e takdir edilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’deki "Büyük Kurban"ın anlamı budur. Ne var ki Tevrat’ı tahrif edenler bu anlamı bozmuşlar, İsmail soyunun değerini inkâr etmişler, bu imtihanın, İsmail ile değil, bu imtihandan sonra doğan ikinci oğul İshak ile yapıldığını söyleyerek İsmail soyundan gelecek Yüce Sevgiliyi gizlemişler. Onun torunu "Seyyidu’ş-Şühedâ"yı (Büyük Kurban) da gizleyerek "Büyük Kurban"ı, gökten indirilen alacalı-bulacalı, allı-pullu koç ile değiştirmişlerdir. Sadece; İsmail soyundan gelecek "On İki İmam"ı Tevrat’da gizleyememişler, ne var ki bunu da "On İki Prens, hükümdar" olarak çevirmişlerdir. "Büyük Kurban" "Ali" ve "Son Peygamber" bekleyişini de tam olarak ortadan kaldıramadıkları için de, Hazret-i Mesih İsa zuhur ettiğinde, Hazret-i İsa’yı "Büyük Kurban" sananlar çıkmış ve sonra da "Çarmıhda insanlığın günahı için can verme" efsanesi ile birleşen bu inanç, Hıristiyanlığın temel inancı olmuştur. Oysa Hazret-i İsa "Büyük Kurban" değildir; ""Mesih"dir. Devrinin zalimlerine ve zâlimin işbirlikçilerine karşı çıkarak Mâbed’deki "borsa"yı tehdit edince, ortadan kaldırılması için düzen kurulmuş, bu sebeple, Son Yemek sırasında havarilerine şu soruyu sormuştur: "Kim benim yerime geçerek şehit olmayı göze alır?" Havarilerden İsa’nın yaşıtı olan ve iyi tanımayanlar için ona en çok benzeyen birisi şehadete talip olmuş, Pilatus’un huzuruna—kendisini İsa gibi gösteren—bu havari çıkmış ve çarmıha gerilmiştir. Sonra bu şehidin hatırası da kötülenmiş, onun, Hazret-i İsa’yı ihbar ettiği söylenmiştir. Oysa havarilerini Allah’ın emri ile İsa bizzat seçmiş idi.

    İkinci oğul İshak’dan İsrailoğulları peygamberleri gelmiş, İsmail’den ise Son Peygamber gelmiştir. Son Peygambere (a.s.m.); kendisine verilmiş olan "Kevser" nimetinden "infak" edilecek fedâkarlık, Hüseyin’in şehadeti hatırlatılmıştır. (Kevser Sûresi). Yoksa, nasıl Hazret-i İbrahim’e gökten koç indirilmiş değil ise, Resûl-i Ekreme (a.s.m.) de, "Sana verdiğimiz Kevser ni’metine karşılık olarak deve boğazla." denmekte değildir. Bugün "postmodernist" ulemâ, kurbanın amacının insanın sadist hislerini tatmin demek olduğunu ileri sürecek kadar garipleşebilmektedirler.

    Âdem (a.s.) yeryüzüne Allah’ın elçisi olarak gönderildiğinde, Milâddan önce 5594 yıllarında, insanlığı uygarlığı, yerleşmeyi, tarımı ve değiştokuşu öğretmiş, Şeriat’n temel ilkeleri olan tabiî (fıtrî) İlâhî hukuk kurallarını insanlığa tebliğ etmiş, ilk insanlık mâbedi, dolayısı ile ilk "insanlık evi" olan Kâbe’yi Mekke’de, bugünkü yerinde inşa etmiş idi. Evcil hayvanlar da bize onun emanetidir ve yazık ki biz bu emanete de hıyanet etmekteyiz. Daha sonra İblis’in ayartmaları ile insanlığın birçoğu doğru yoldan sapmış, güçlü ve zorbalar; Âdem’den iki bin yıl kadar sonra Nuh ile mücadele etmişler, Nuh’dan iki bin yıl kadar sonra İbrahim (a.s.), Mezopotamya yöresinden güneye, Arap Yarımadası’na doğru göçmüş, Kudüs yöresinde İsrailoğulları peygamberlerinin ocağını kurarken, Adem’in inşa ettiği ilk insanlık evi olan Kabe’yi de büyük oğlu ve Resûl-i Ekremin (a.s.m.) atası İsmail ile birlikte yeniden inşa etmiş, Âdem’in peygamberlik delili olarak geldiği yerden getirdiği "Hacer-ulesved"i; insanlığa verilen hilâfet ödevi ve Allah ile insan arasındaki ahdin simgesi olarak Kabe’nin duvarı köşesine yerleşmiştir. İsmail soyundan gelen seçkin kişiler, M.S. 569 yıllarına kadar Kâbe’yi koruyacaklar, ne var ki çoğunluğun sapması ile bu ilk Tevhîd dini mâbedi çeşitli putlarla doldurulacaktır. M.S. 569 yılının 25 Mayıs Cuma günü, gece sabaha karşı, beklenen Son Peygamber (a.s.m.), Yüce Sevgili, Ahmed Muhammed Mustafa, insanlık mâbedinin çevresinde yeryüzünü şereflendirecektir. Hazret-i İsmail soyundan gelen Adnan soyundan Kureyş’in Haşimoğulları soyundan olan Son Peygamber’in geleceğini ve nerede zuhur edeceğini esasen bilen biliyordu. Babası Abdullah ve annesi Âmine; bu bilenler arasında idi. Dedesi Abdülmuttalib de onu korumakla ödevlendirilmiş bir mü’min idi. Abdülmuttalib’in ölümü ile bu yüce emanet; yine seçkin bir mü’min olan: Resûl-i Ekremin (a.s.m.) amcası ve Emîrü’l-Mü’mininin babası olan Ebu Talib’e geçecektir.

    Gönlünde hastalık olan; Resûl-i Ekremden (a.s.m.), onun sevgisinden meded ummalı, o "Gönüller Tabibi"ne baş vurmalı, onun sevgisi devresine girerek İlâhî sevginin hayat kaynağında ölümsüzlük kazanmalıdır. (Yunus, 16/57; Isrâ 17/82; Fussilet, 41/44.) Gönlünü yokladığında orada Resûl-i Ekrem Ahmed Muhammed Mustafa’nın (a.s.m.) sevgisini bulamayan bir kimsenin Ali’yi sevmesine de imkân yoktur. Nitekim gönlünde Ali sevgisi olmayanın Resûl-i Ekremi (a.s.m.) sevdiği iddiası da yalandır.

    İblis’in; insanlığı Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisinden uzaklaştırmak için başvurduğu her türlü tertip ve tezvire karşı uyanık olalım. Ali ve Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisi gerçek ise, insanın ruh hastalığına ve ahlâksızlığa düşmesine imkân yoktur. Resûl-i Ekremin (a.s.m.) bizim üzerimize titremesi, bize şefkati ve özeni; doğduğu günkü gibi bir 25 Mayıs günü, 632 yılının 25 Mayıs Pazartesi günü, güneş doğduktan bir süre sonra aramızdan çekilmesi ile son bulmuş değildir. Onun sevgisini gönlümüzde yerleştirerek Allah ile sevgi ve takvâ ilişkisine girebiliriz, gönül hastalıklarından kurtularak iç huzuruna varabiliriz.

    Şimdi onun kutlu hayatı ve varlığı üzerinde biraz daha yakından bilgi edinelim. Şunu da önceden bilelim ki, Resûl-i Ekremi (a.s.m.) en yüce yaratılmış olarak sevmek—Hâşâ!—Allah’a şirk koşmak değildir. Nitekim meleklerin varlığına iman etmek de Allah’a şirk koşmak, ortak tanımak değildir. Allah ve meleklerin sonsuz sevgi ve esenlik akımının Resûl-i Ekreme (a.s.m.) yansıdığı ve Resûl-i Ekremden (a.s.m.) de Rabbine bu "salâtın" döndüğü; esasen Kur’ân-ı Kerim’de buyurulmaktadır. Bizim bu sonsuz sevgi akımına gönlümüzü katmamızın; ancak Resûl-i Ekremi (a.s.m.) ve onun başında bulunduğu Ehl-i Beyt’i sevmemiz ile mümkün olabileceği de yine Kur’ân-ı Kerim buyruğudur. Buraya kadar, esasen şirk yok, kâmil îman vardır. Şirk, Resûl-i Ekremin (a.s.m.) veya Mü’minler Emiri Ali’nin (r.a.)—Hâşâ!—tanrılaştırılması ile başlar, sevilmesi ile değil!

    Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisi; Allah’ın varlığını bilmek için değil, sonsuz sevgi kaynağı olan Allah sevgisine erişebilmek ve Allah tarafından sevilebilmek için zorunludur. Bilmek için değil bulmak, yaşamak içindir. İnsan; bir merkezde güçlü bir elektrik akımı olduğunu bilmesine rağmen, bu merkezin karşısında arada kibrit çakarak veya onu da bulamayıp Şimşek çakmasmı bekleyerek durabilir (Bakara, 2/20.) Bu sonsuz sevgi akımının insanlık âlemindeki merkezi; Resûl-i Ekrem Muhammed Ahmet Mustafâ’dır (a.s.m.). İblis "cinn" denen yaratılmışların yapısında olmasına rağmen; Resûl-i Ekrem (a.s.m.) "cinn"e de peygamberdir. (Cinn Sûresine bakınız.) Kur’ân-ı Kerim; âlemlere kurtuluş ve esenlik bildirisi; Resûl-i Ekrem (a.s.m.) de âlemlere Rahmet olarak gönderilmiştir. (lbrahîm, 14/52; Tekvir, 81 /27; Enbiya, 21 / 107.) İnsan bu sonsuz sevgi odağından bir kez "salât" akımı almaya başlayınca, devreye dahil olunca; bu akımın devamlı olması için kendisinin de "salât"a (namaz) devam etmesi, arada mazereti dolayısı ile kaçırsa dahî "salât"tan (namaz) yüz çevirmemesi, aynı zamanda, kalbinde (gönlünde) Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisinden Allah sevgisine geçen irtibat noktasındaki teması muhafaza etmesi, Ehl-i Beyt sevgisini de Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisinden ayırmaması gerekir. Aksi takdirde, "salât"an (namaz) tamamen yüz çevirirse, "kısa devre" (kontakt) tehlikesi vardır. Namazı şeklen yerine getirmesi de, gönlü bu sevgi akımına dahil olmamış ise, ona fayda vermez. (Mâun Sûresine bakınız.) Akım geçmez olur. "Lâ ilahe illallah, Muhammedûn Resulullah"a bir kez iman ettikten sonra, Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisi veya Resûl-i Ekremin (a.s.m.) başında olduğu Ehl-i Beyt’in diğer ferdlerinin sevgisi gönlünden çıkarsa, "La ilâhe illâllah" bilgisi, sevgi yaşantılarından yoksun kuru bir bilgi olur. Bundan sonra da Allah’dan başkasını Rabb edinme tehlikesi belirir (Şirk). "Rabb" edinme; "Hâlik ve Fâtır" olarak "bilme"den ayrıdır. "Müşrik"lerin tamama yakın çoğunluğu; yaradılış alanında sadece tek gerçek Tanrı’yı; Allah’ı kabul eder, Ona iman ederler. Ne var ki "değer yargıları" (normlar) ve "olması gereken"in buyruk ve yasakları alanında, "etnik" alanında; "Hâlik ve Fâtır"ın, müsbet ilim ve dolayısı ile toplumbilim kanunlarının koyucusu olan Allah’ın yetkisini kabul etmez veya Ona ortak koşarlar. Bu konuda "şirk"e düşüldü mü, bir süre sonra, müsbet ilimler alanındaki imanları da önce bir nevi mekanik "panteizm"e, oradan da "materyalizm’e kayar da farkında olmazlar. Nitekim Musevî muvahhidleri; Hazret-i Musa ve diğer Benî İsrail nebî ve resûllerinin yeryüzüne teşrifleri sırasında, kendi dönemlerinin "müslim"leri idiler. Hazret-i İsa’yı kabul etmemekle, gönüllerinde bu tehlikeli "kısa devre" meydana geldi. Hazret-i İsa’ya da —Hâşâ!—"Tanrı oğlu" veya "oğul Tanrı" olarak değil de Allah’ın Resûlü olarak iman eden havarileri ve havariler ile îman eden Hristiyanlar; kendi dönemlerinin müslim ve mü’minleri idiler. Paulus’un; Hıristiyanlığı pagan dünyaya kabul ettirebilmek için gerçekleştirdiği Musevî-pagan sentezi; Hazret-i Mesih’in (a.s.) gerçek tebliğinin yerine geçince, bu acaip sentez de sonsuz sevgi akımına doğru ve gerçek bir iman ile katılabilmeyi engelledi. Resûl-i Ekremin (a.s.m.) dünyaya teşrifinden sonra ona iman edenlerin de sonsuz sevgi devresinin dışında kalma tehlikesinden korunabilmeleri için, Allah’ı tanımaları yetmez. Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisi olmaksızın Allah’a îman; bir süre sonra tatsız-tuzsuz bir mekanik panteizme, oradan materyalizme, oradan da —siyonizm sürecinde olduğu gibi— ırkçılık putunu tanrı edinmeye müncer olur. Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisi de Ehl-i Beyt ve dolayısı ile Ali sevgisinden ayrılmaz. Bunları ayırmaya kalkanın da gönlünde kısa devre meydana gelir. Resûl-i Ekremi (a.s.m.) sevip de Ali’ye buğz ettiğini söyleyen veya gönlünde bu buğzu taşıyan kimse; gönlünde hastalık olan kimsedir ve "münafık"tır. Ali’ye sürekli düşmanlık eden, şehadetinden sonra ona minber ve mihraplarda—neûzü billâh—lânet ettiren, onun sâdık dostlarını izyelerek ve koğuşturarak şehid eden, İmam Hasan’ı zehirleyen Muaviye’yi hayırla anan kimse ya münâfık, ya kafasızdır. Hele "Büyük Kurban"ı şehîd ettiren ahlâksız ve fâsık zâlim Yezid’i dahî sevmeye cür’et eden bir kimsenin; bu sonsuz sevgi akımına dahil olmasına imkân var mıdır? İnsanın seçimi özgür bırakılmıştır, şu halde Allah’ın velîlerini sevmeyi değil İblis’i seçenler, İblis’in dostları olmuş demektir, bunlar nâdim olmadıkça, tövbe etmedikçe, bir yandan sonsuz sevgi devresine dahil olmak isterken bir yandan da İblis’in menfî âkımına dâhil olan bu gibi kişileri sevmeye kalkışanlar, farkında olmaksızın, sevgi devresinin dışında kalırlar. Şu halde sonsuz sevgi akımı devresine dâhil olmanın şartı; bir yandan "tevellâ;" diğer yandan "teberrâ"dır. Bu "tevellâ" ve "teberrâ" olmaksızın insanın "mekanik bir panteizm" kabilinden garip ve tatsız bir "inanç"ı olabilir, ne var ki iman tatlılığına erişebilmiş değildir. Mevlevî Fasîh Dede güzel ve doğru söylemiştir: "Tevellâsın teberrâsın bilen uşâka aşk olsun/ Tarîkat’de budur erkân buna illâ ve lâ olmaz!" Ehl-i Beyt; Resûl-i Ekremin (a.s.m.) buyurduğu gibi, "Nuh’un gemisi" hükmündedir, "Urvetu’l-vuska" hükmündedir, Urvetu’l-vuska’ya, sağlam halkaya tutunarak kendisini "Nuh’un gemisi"ne dahil edemeyenler; Sirâc-ı Munîr (İlâhî nur odağı, sonsuz sevgi kaynağının odağı) olan Resûl-i Ekrem (a.s.m.) vasıtası ile sonsuz sevgi kaynağına erişemezler, bâtılın propaganda baskını karşısında önce îman tatlılığını duyamaz hale gelirler; bir süre sonra da önce şirke, sonra mekanik panteizme, oradan da ırkçılık maskeli materyalizme veya oportünizm maskeli bencilliğe kayarlar.

    Bu alanda lâf insanı kurtarmaz, "kaal" ile değil "hâl" ile kurtulunur. "Havl" Allah’dandır. La havle ve lâ kuvvete illâ billâh! Halleri değiştiren, gönülleri sonsuz sevgi akımına dâhil eden; Allah’dır. Allah’dan ilk isteyeceğimiz, ilk duamız, "salât" akımına, sonsuz sevgi kaynağının Resûl-i Ekremden (a.s.m.) Ravza-i Mutahhara’dan geçen devresine dahil olmayı niyaz etmek olsa gerektir. Rabbü’l-Âlemîn olan Allah; Rahman ve Rahimdir. Sırat-ı mustakıym de Resûl-i Ekremi (a.s.m.) tam bir sevgi ile severek, onun devresine giderek kurtulmaktır. (Fâtiha Sûresi.)

    "Tevellâ ve teberrâ," imanı yaşamak, gönlünü sevgi ile ölümsüz kılmak için şarttır.

    Bu iş lâf ile olmayacağı için; lâfda "Alevi" olduğunu söylemek de yeterli değildir. Teberrâ; belirli kişilere bilinçsiz bir düşmanlık duyup da sonra düşmanlık duyduğumuz kişilerin davranışlarını ve tutumunu benimsemek değildir; Hüseyn’in, Hasan’ın, Ali’nin, Fâtıma’nın mübarek dudaklarına, Resûl-i Ekremin (a.s.m.) müberek dudaklarına, On İki İmam’dan hiçbirinin mübarek dudaklarına alkollü içkinin damlası değmiş değil iken, buna karşılık Yezid "Şeytan amelinden bir pislik" demek olan (Maide, 5/90.) içkiyi sürekli içtiği gibi, Zamanın İmamı, Resûl-i Ekremin (a.s.m.) halifesi ve torunu olan Hüseyn’e Fırat suyunu dahî yasaklayan bir fâsık ve zâlim idi. Ahlâk dışı bir yaşayış süren, Yezid ve babasının yolunu izleyen birisi; "eline, beline, diline mukayyed" olmayan bir kimse; üstelik o da farkında olmaksızın gerçek sevgi akımına dahil olamamış, "urvetu’l-vuskaa"yı (Ehl-i Beyt sağlam halkası) elinden kaçırarak "materyalist Alevîyim" deme durmuna düşmüş ise, onun da gerçekten Ali sevgisine sahip olmasına imkân yoktur. Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisini kalbinde bulamıyorsa; Ali sevgisi de yok demektir. Ali sevgisinin Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisinden ayrılmayacağını bilen İslâm düşmanlarında, bu gibilerin eserlerinde; Ali buğzu hâkimdir. Esasen bu gibi münâfıklar; Kâ’bul-Ahbâr örneğinde olduğu gibi, Ali’nin düşmanları ile işbirliği yapmışlar; İslâmî rivayetler kaynağına da, "Resûl-i Ekremin (a.s.m.) Benî Kurayza Yahudilerinin bütün erkeklerini Ali’ye katlettirdiği" gibi yalanlar katmışlardır ki; bundan sonraki nesillerde hiçbir Musevî, Resûl-i Ekreme (a.s.m.)—Hâşâ!—maddî zevklerle dolu bir Cennette, Hazret-i Meryem ile evleneceği gibi "hadîs"ler uydurmuşlardır ki, sonraki nesillerde hiçbir Hıristiyanın gönlü de Ahmed’e (a.s.m.), Paraklit’e ısınamasın. Alevîler arasında da sonsuz sevgi akımının devresi Ali ile Resûl-i Ekrem (a.s.m.) arasından kesilmeye çalışılmış ve ferdî düzeyde, bazı akılsızlar söz konusu olduğunda, başarıya da ulaşılmıştır. Bazıları da Resûl-i Ekremi (a.s.m.) de sevdiklerini çünkü Âli’nin ona sevgisi olduğunu söyleyecek derecede bir kafa karışıklığı içindedirler. Oysa sonsuz sevgi akımının başta gelen merkezi Resûl-i Ekremdir (a.s.m.) Ali de o nurdandır. Abdülmuttalib’e kadar birlikte gelen nübüvvet ve risalet nûru ile velâyet nûru; Abdullah ve Ebu Talib’de ayrılmış; velâyet nuru Abdullah’ın anababa bir kardeşi Ebu Talib vasıtası ile Emîru’l-Mü’minîne intikal etmiş, onun "Ehl-i Beyt imamları"nın başı olduğu anlaşılsın diye; tarihde yalnızca Ali’dir ki Kâbe içinde, insanlığın Beyti, insanlık adına Adem tarafından ilk kurulan bv içinde doğmuştur. Kendisinden otuz yıl önce dünyaya teşrif eden amcası oğlu Resûl-i Ekrem (a.s.m.); onun tek öğretmeni olmuştur. Resûl-i Ekremin (a.s.m.) tek öğretmeninin Allah oluşu gibi. Merhum Muallim Naci de güzel söylemiştir: "Bir mektebe oldu ki müdavim/Allah idi Zatına muallim!" Emîru’l-mü’minîn de Resûl-i Ekremden (a.s.m.) bütün ilimleri öğrendiği için; Resûl-i Ekremi (a.s.m.) kasdederek, "Bana bir harf öğretenin kulu olurum!" buyurmuştur, yoksa Öğretmenler Günü törenlerine—Hâşâ!—slogan yetiştirmek için değil! Öğretmene saygı gösterilir, ancak, Allah’dan başka kimseye "abd" olmaya imkân yoktur. Ancak "Ma’bud"a "abd" olunur, ibadet edilir. Bu "abd" "köle" demek değildir, kendisine ödev verilmiş "mahlûk" demektir. "Abd-Ma’bud" ilişkisi de ancak Allah ile olur.

    Kısaca tekrarlayalım: Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisini, Ehl-i Beyt sevgisini; Allah sevgisinden koparan, sonsuz sevgi akımınm devresini bozan, sadece kendi gönlünü bu kapalı devreden çıkarmış olur. Yoksa devreyi gerçekte bozamaz. Allah’dan meleklerine ve Resûl-i Ekreme (a.s.m.) gelen salât akımını; devresine Fâtıma’yı, On İki İmamı ve önceki enbiyayı, bu arada kendi gönlünü Allah velilerinin sevgisi ile bu devreye katmış insanları kapsamına alır ve Resûl-i Ekremden (a.s.m.) yine Allah’a döner. Tevellâ ve teberrâ bizim gönül pilimizin artı ve eksi noktalarıdır. Tevellâ noktasından bu devre ile irtibatımız kesilmiş olabilir. Yahut teberrâ noktasından, şeytan devresine de açık olduğumuz için sonsuz sevgi akımı devresi dışında kalmış olabiliriz. Oysa Allah bize Ehli Beyt sevgisini Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisine; Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisini de Allah sevgisine ulaştırmamızı buyurmuştur. (Bakara, 2/27.)

    Resûl-i Ekrem (a.s.m.); bir yandan dış bukağı ve zincirlerimizi, bir yandan da iç âlemimizdeki zincirleri, kompleks noktalarını gidermek için gelmiştir. "Aşk gelicek cümle eksikler biter" (Yunus). Şu halde bir an önce bu halkaya, sonsuz sevgi akımı devresine biz de dâhil olalım. Gençler; Şeytan Hizbi’nin yaldızlı sözlerinden sakınsınlar. Bâtil dinlere, tümü de İblis’in yaldızlı, fakat gerçekte korkunç ve iğrenç tebliğinden, propagandasından ibaret olan öğretilerine kapılmasınlar. Psikiyatri alanından İblis muzahrefatını kovsunlar. Bunun yerine de "medyumlar" vâsıtası ile yeni iblis oyunları getirmesinler. "Reincarnation" (Yeniden bedenlenme) yalanına aslâ kapılmasınlar. (Kur’ân-ı Kerim’de bu iddianın yalanlığı açıkça belirtilir.) Sonsuz sevgi akımına dahil olsunlar ve ardında namaz kılacakları, bu sevgi akımına dâhil olduğunu yüzünden ve davranışından anladıkları bir "imam" bulmadıkça "salât" (namaz) rabıtasını kendi başlarma yerine getirsinler. Sema gibi din folkloru tezahürlerini de aslâ namaz yerine ikame etmesinler.

    Ye’se ve hüzne kapılmayalım. Resûl-i Ekrem (a.s.m.) vasıtası ile sonsuz sevgi akımı devresine dahil olabildi isek, Allah bizimledir. O ne güzel Mevlâ, O ne güzel Vekildir!

    Ayrıca; Resûl-i Ekrem (a.s.m.) ve Ehl-i Beyt sevgisini Yüce Yaratıcımız Allah’ın sevgisine ulaştırarak nasıl en üstün anlamda mutluluğa, "Allah velîsi" olma, Allah tarafından da sevilme mutluluğuna erişebilir isek, bu mutluluğa erişmesek, sonsuz sevgi akımının dışında kalsak bile, imkânlarımız dahilinde hiç değilse Allah’a ve âhirete iman etme, temel ahlâk kurallarını ihlâl etmeme ve özellikle başkalarına ağır zarar vermeme ve Resûl-i Ekrem (a.s.m.) ile Ehl-i Beyt’e düşmanlık beslememe şartı ile, kapsamı daha geniş olan rahmet akımı devresine "duâ" yolu ile dahil olabiliriz. Sonsuz sevgi akımı devresine dahil olmanın şartı; gerçek anlamda salât; rahmetden feyz almanın şartı Allah’ı çağırma, Allah’dan niyaz, "duâ etme" dir.

    Hazret-i İsa’yı iyi tanıyamadan kalmış Hıristiyan misyonerleri; sadece Hıristiyanlıkta Allah ile insan arasında dua ve icabet (çağırma ve cevap) ilişkisi olduğunu sanırlar. Oysa Allah insana şah damarından daha yakındır ve dualara cevap verir. "Dua edin ki icabet edeyim," buyurur, "Şüphe yok ki ben size yakınım!" buyurur. (Mü’min, "Gaafir" 40/60; Bakara, 2/ 187). Şu halde; Allah’a dua edileceği ve cevap alınacağı; daha açık nasıl ifade edilebilir ki; bazı kimseler, Allah ile dua ilişkisine girmenin ancak Hıristiyanlığa özgü olduğunu zannetmektedirler?

    İhtiyaçlarımızı, dileklerimizi; Erhame’r-râhimîn olan Allah’a açalım. Dua etmek için vâsıtaya muhtaç değiliz, rahmet tecellileri için değil; Allah tarafından sevilebilmek için Resûl-i Ekremi (a.s.m.), Ehl-i Beyt’i, önceki peygamberleri sevmemiz gerekir.

    Eğitim ve çevre şartlarımızın kötülüğünden dolayı Allah’ın rahmetinden uzak kaldı isek, birikimimiz kötü ise; Allah’tan ümidi, keserek dua etmememiz çok yanlış olur. Büyük günahlar işleyen birisi; güçlü bir sevgi ile, geçmişi ile ilgisini kesebilir ve sonsuz sevgi devresine girebilir. Eşsiz sevgili Allah; "Ey kendi nefislerine zulm eden kullarım! Rahmetimden ümit kesmeyin! duâ edin!" buyurur. Allah; gözyaşları ile kendisine el açan, "Ya Allah! Ya Erhamerrâhimin! Lâ ilâhe illâ ente subhaneke innî küntü mine’z-zâlimin!" diyerek kendisine sığınan kullarının günahlarını bağışlar ve nâdim olarak tövbe eden insanın; bu rahmet tecellisinden sonra, sonsuz sevgi akımına dâhil olması dahî imkânsız değildir, hele bir Allah velîsi elinden tutmuş ise…

    Yukarıdaki iltica ve bağışlanma niyazı duasının anlamı şudur: "Allah’ım! Ey merhamet, Şefkat sahiplerinin en yücesi, rahmeti en geniş olan! Senden başka Tanrı yoktur. Sen mutlak güzellik ve olgunluğun sahibi olan Tek Tanrısın. (Ben ise senin yarattığın ve seçim imkânı verdiğin bir âciz kimse olarak günaha düştüm), zâlimlerden oldum, beni bağışla! Beni yarlığa!"

    Allah’a sığınıp günahlarını bağışlattıktan sonra tekrar günaha düşmemek için; derhal urvetü’l-vuska ve habl-i İlâhîye; Kur’ân-ı Kerim’e ve Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sevgisine yapışmak, insanı kurtarır, felâha ve necata erdirir. Bu kurtuluş reçetesi de hergün tekrarlanan ezandadır. Ali’nin yazdığı kurtuluş reçetesi de Resûl-i Ekremin (a.s.m.) yazdığı ile, bir noktalama farkı dahî olmaksızın, aynıdır ve ondan alınmıştır. Mü’minler Emîri Ali, "Suyu bulanık olmayan kaynaktan alın!" buyurmuştur. Oysa "kendisi muhtâc-ı himmet" nice dedeler; başkasına himmet etmeye kalkışarak onları yoldan çıkarmaya çalışabilir. Gönül devresinin teberrâ noktasını tevellâdan keserek şeytanî akımda da yeri olmasına çalışan nice şeyhlerin de yoldan çıkarmaya çalışması gibi! Tekrar ediyorum: Tevellâ ve teberrâ; sonsuz sevgi akımma dahil olmanın şartıdır. Yunus’un dediği gibi, "Ali gibi er gerek işbu sırra eresi!" Ne var ki, gerçek Ali’ye, Ali gerçeğine de Kur’ân-ı Kerim’e aykırı yoldan erişilemez. Resûl-i Ekrem (a.s.m.), 632 yılının 6 Mart gününde (Hicrî 10. yıl, 8 Zilhicce), Veda Haccı sırasında, "Ben size iki ağır emanet bırakıyorum ki; Kevser Havuzu başında bana ulaşıncaya kadar birbirlerinden aslâ ayrılmazlar, bunlardan birisi Allah’ın ipi hükmünde olan Kur’ân, ikincisi ıtretimdir (Ehl-i Beytimdir)" buyurmuştur. Kur’ân-ı Kerim’in tahrif edilemeyeceğini, esasen Allah temin etmektedir: (Hıcr Sûresinin 9. âyetine bakınız.) Bunun da hikmeti vardır: Resûl-i Ekrem (a.s.m.) son resûl olduğu, Allah’ın dini tamamlandığı ve artık başka peygamber gelmeyeceği için; Kur’ân-ı Kerim’in tahrif edilebilmesi, Allah’ın lûtuf ve inayetine aykırı olurdu. Oysa; Resûl-i Ekremden (a.s.m.) önce gelen yine yüce bir resûl, Hazret-i Mesih; esasen, ümmetinin çok ezilmiş ve yabancılaştırılmış, sersemleştirilmiş olduğunu, Kur’ân vahyine takat getiremeyeceklerini, ileride Ahmed’in (Paraklit’in) (a.s.m.) gelerek hakkı tebliğ edeceğini tebşîr etmiş, müjdelemişti. Din tamamlandıktan sonra ve başka bir resûl gelmeyecek olduktan sonra Kitabın yine tahrif edebilmesi ve insanlığın İblis propagandası karşısında ışıksız bırakılması; Allah’ın adaletine, lûtfuna ve inayetine uygun değildir. Kur’ân-ı Kerim’in tahrif edilmeyeceği vaadi, İlâhî hikmete uygun olduğu gibi bu vaad elbette aynen korunacaktı ve korunmıştır. "Ehl-i Beyt" emaneti ise, Resûl-i Ekremin (a.s.m.) güzel örneğini, sünnetini, "mâsûm" imamlar, Ehl-i Beyt imamları vâsıtası ile, insanlar arasında bir süre devam ettirmek içindir. Ehl-i Beyt imamları "nebî veya "resûl" değildirler, Resûl-i Ekremin (a.s.m.) sünnetinde "halife" konumundadırlar. Esasen bunun için Resûl-i Ekrem (a.s.m.) "Hulefâ-i Râşidînimin sayısı on ikidir" buyurmuştur. "Hulefâ-i Raşidîn" on iki imamdır. "Hulefâ-i Raşidînimin sünneti benim sünnetimdir," hadîs-i şerifî de bu sebeple, sakaleyn hadîsi ile aynı hikmete dayanarak buyurulmuştur. "Hulefâ-i Râşidîn’ "mâsûm" oldukları için, onların sünneti Resûl-i Ekremin (a.s.m.) sünneti olabilir. Aksi takdirde, "Hulefâ-i Râşidîn"e "on iki imam" anlamı verilmediği zaman; sayının on iki oluşuna da ve mâsûm olmayan kimselerin davranışlarının Resûl-i Ekrem (a.s.m.) sünneti sayılmasına da anlam verilemez.

    Özetleyelim: Hüküm Allah’ındır, mülk Allah’ındır, müsbet ilim kanunlarının da koyucusu Odur, temel değerlerin ve normların belirleyicisi de! Ondan başka ilâh yoktur. Resûl-i Ekrem (a.s.m.) Onun mâsûm ve son resûlüdür. Kızı Fâtıma, amcası oğlu, dâmadı ve kardeşi Ali, torunları Hasan ile Hüseyn soyundan gelen dokuz imam da Resûl-i Ekremin (a.s.m.) güzel örneğini sürdüren, insanlığa önder olan mâsûmlardır.