Köprü Anasayfa

Milliyetçilik

"Güz 95" 52. Sayı

  • Milliyetçiliğin Sevabı Olmaz

    Onur Erdem

    Milliyetçilik kavramı bir dönemde ortaya çıkan sosyal yapılaşmanm üzerine bina edildiği, siyasal tasavvurların üzerinde oynadığı bir değer-zemin işlevi görmeye devam ediyor. Bu kavramı kategorik olârak yok saymak doğru bir anlayış olsa da, bu bireysel alanda yapılmalıdır. Bu kavramın pratiğe yansıyan sonuçlarını ortadan kaldırmaz. Türkiye gibi politik mülâhazaların toplumsal yapılaşmaya yön verdiği, geçmişinden ve geleceğinden kopmuş, gününü günübirlik polemiklerle geçiştirmeye çalışan bir ülkede milliyetçilik büsbütün bir sığınak ışlevi görüyor. Kültürel derinliğin yok edildiği, düşüncenin sınırlardan kovulduğu Türkiye’de, milliyetçiliğe talebin artması tahmin edilebilir bir "büyük şehirlerde" "en büyük asker bizim asker" trajikomedisinin tepkisel bir tavırla kendisini dışa vurduğu; kendisini, kendi referanslarını dayayarak tanımlamayan bir toplumun davranışlarının "rasyonalitesini" göstermesi açısından ibret vericidir. Milliyetçiliğin sınırları içinde beyinlerini hapsedenler herhangi bir konuda düşünce ufkunu açacak bir çalışma ortaya koyamıyorlar. Nitekim Türkiye toplumunun siyasal süreçlerini ağırlıkla açıklayanlar zihinlerini milliyetçiliğin cenderesinden uzak tutabilenlerdir.

    Batıda, yaşadığı serüven bakımından milliyetçilik, İslâm toplumlarının siyasal tasavvurunda yer alabilecek bir akım değildir. Çünkü esas olarak İslâmî öğreti böyle bir algılayışa izin vermez. Üstünlüğün ancak uhrevî bir ölçüye dayandırıldığı, dünyevî hiçbir üstünlüğün kıstas alınamayacağı İslâmî öğretide milliyetçiğilin kendisi için bir yer bulması mümkün olmaz. Fakat eğer bu durum tersine çevrilebilmiş ise bunun sırrını Batı uygarlığının modernitenin İslâm toplumlarına nüfuz edişindeki başarıda aramak gerekiyor. Aslî kriterlerinden, uhrevî davranış ölçülerinden uzaklaşan İslâm toplumları milliyetçilik nosyonunu alıp onunla meşgul olabildiler. İslam toplumlarının milliyetçiliğe sarılması Batı milliyetçiliğine karşı duyulan tepki ile de açıklanabilir.

    Yanlış karşısında yanlışa sarılmak.

    Yakın zamana kadar Türkiye’de milliyetçilik devletin, siyasal elitlerin kendilerini savundukları bir alan iken bugün bu anlayış bizzat toplumun içinden kendisi için destek bulabiliyor. Yine milliyetçilik bu kesimden bireylerin davranış kodlarını belirler hale geliyor. Bireyler hayatın anlamını bu düşüncede bulduklarını söyleyebiliyorlar.

    Türkiye’yi ancak kendisi ile tanımlayabileceğimiz İslâm kültürü garip bir şekilde milliyetçilik düşüncesi ile barışık yaşamayı tercih etti. İstisna sayabileceğimiz sesleri bir tarafta bırakırsak genel akışın böyle olduğu söylenebilir. En azından İslâmî camiâ, milliyetçiliğe karşı bir savunma hattı oluşturacak şuuru diğer bir kısım sosyalist akımlar ise geleneksel rejim ve onun milliyetçilik anlayışı ile sürekli dirsek temasında yaşadılar.

    Son zamanlarda milliyetçilik söylemi temel referans noktası haline geldi. Bu kavramın içinin boş kalmış olması ya da sloganik bir halde ifade edilmesi onu benimseyenlerce rahatsızlık olarak algılanmaz. Zaten bu akım esas olarak düşünsel ağırlığı olabilecek bir nitelik taşımaz. Dolayısıyla Türkiye’de yapıldığı gibi muhtevasını açmadan onu dile dolamak yeterli vizyonu sağlayacaktır. "En büyük biz"le başlayıp "en büyük biz"le biten ırka irca edilmiş bir düşünce yapısının insan ufkuna ekleyebileceği bir artının olabileceğini düşünmüyorum. Milliyetçilik, tabiatı gereği kendisini karşı taraf ya da taraflara göre tanımlar. Kendisinde dayanabileceği referanslar ise zaten fiili durumu oluşturur. Aynı dili konuşan bir çift birbirine karşı sevdalarını daha rahat ve daha anlaşılır aktarabilme imkânına sahip olurlar. Bunda da şaşılacak birşey yoktur. Bir ülkeye karşı duygu bazında kurulan bağ ile dar anlamda milliyetçilik ideolojisi arasında birebir bir ilişkiden söz edilemez. Milliyetçilik ideolojisini bağışlamayan bir insan, üzerinde yaşadığı toprakları daha derin bir düşünce örgüsü ile sarabilir. Üzerinde yaşadığı toprakların daha bir adam olmasını isteyen bu bağlanış çok daha dürüstçe olur.

    Türkiye Cumhuriyetinin kurucu tasavvuru bu toprakların asıl kimliği olan İslâmî kültürü, sınırların dışında bırakma kararını alınca meydana gelecek boşluğu Türk milliyetçiliği ile doldurabileceğini plânlandı. Bu ülkenin sınırları içinde yaşayan bütün insanlar için Türk olma zorunluluğu getirildi. Bunun ötesinde Türkiye toplumu, içinde farklılıkların olmadığı homojen, kaynaşmış bir kütle olmak zorundaydı. Fakat İslâmî kültürü yokluğa mahkûm etmek isteyen niyetler yine İslâmî kültürden medet umar halde idiler. Nitekim İslâmî yapılaşmayı ferdî ve sosyal hayattan silmeyi hedefleyenler devleti, devletin bekası için, yine de Müslüman unsurlara emanet edeceklerdi. Bunun sonucu olarak "Biz de Müslümanız"a, "Evet," fakat "emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy ani’lmünker"e hayır gibi tavır bozukluğunu bünyesinde besleyen bir ikili garabet ortaya çıktı. Daha kötüsü devlet katında olan bu tavır, toplum katında da kendisi için yer bulabildi. Topluma şekil vermek isteyen, ama kültürel bir boşlukta gezinen kurucu kadronun sözde can simidi milliyetçiliğin sağlam bir doku oluşturması, insanların varoluşun anlamını bu zemin üzerinde inşa etmesi mümkün değil. Bugün milliyetçiliğin bireylerin iç yapılarında sebep olduğu ikili psikolojik süreçlerin analizi ilginç sonuçlar ortaya koyacaktır.

    Geleneksel devlet rejiminin ırkçılık anlamında uyguladığı milliyetçiliğin zehirli meyvelerini bugün toplum olarak yiyoruz. Türk milliyetçiliğine tepkisel olarak gelişen Kürt milliyetçiliği kör bir zemin üzerinde kendisini inşa etmeye devam ediyor. Karşılıklı körleşmelerin arasında akan hayatın ise ne hal alacağı, düşünenler için bilinmez bir konu olmayacaktır. Milliyetçiliğin dal budak saldığı şu zamanda müsbet milliyetçilik kavramını ortaya atan Bediüzzaman Said Nursî bununla fiili durumu açıklar. İnsanlar belli bölgelerde doğar, bu bölgelere göre Türk, Kürt, Arap olarak adlandırılırlar. Bu adlandırmanın oluşturduğu dokunun odağında ise dil ve bunun kaynaklık ettiği heterojen kültür yer alır. Milliyetçiliği Batı uygarlığının sacayaklarından biri olarak gören Said Nursî, "Eski Said lisanıyla … haksız hücumlara bir siper teşkil etmek fikriyle yazmaya mecbur oldum" dediği milliyetçilik konusundaki düşüncelerini İslâm toplumlarını temel alarak açıklar. Bediüzzaman Said Nursî için öncelikli sorun İslâm toplumları içinden çıkacak bir milliyetçilik fikrini bertaraf etmekti. Getirdiği evrensel mesajlarla hayatı bütünüyle anlamlı kılan İslâmiyetin odak noktası olması gerektiği, milletin de asıl olarak İslâm olduğu düşüncesi Nursi’nin milliyetçilik temasının ana noktasını oluşturur. Milliyetçilik bir tartışma konusu, hele hele bir ideolojik kavramlaştırma, hayatın kendisine dayanabileceği bir anlayış tarzı olarak yorumlanamaz. Çünkü birilerinin Türk, birilerinin de Kürt olarak adlandırılmış olması yaradılışın kategorik ayırımının doğal bir sonucudur. Amacı tanışma ve yardımlaşma olan müsbet milliyetçilik budur. Bu da zaten varlık alanında olup bitene tekabül eder.

    Türkiye’de İslâmî camianın milliyetçiliğe karşı ciddî bir tavır almadığını söyledim. Bunların, milliyetçilik fikrinin arka plânında yer alan ve bu fikri besleyen öğeleri göz ardı etmeleri, bu arka plânın inceleme konusu yapılmayıp lehte kullanmak gibi bir pragmatizme sapılması, bunların bu şerri def etmek noktasında bir çabalarının olmadığı sonucunu verir. Bazı kesimler ise müsbet milliyetçilik fikrinin kapısından girip "menfi milliyetçilik" fikrine kayabiliyorlar.

    Vahyin eseri olan mutlak doğruları reddeden toplumlar yaşadıkları ideolojik serüvenlerle herhangi bir evrensel mesaja varamazlar. Tutunum mekanizması olmayan bu toplumların milliyetçiliğe sarılmaları şaşılacak birşey değildir.