Köprü Anasayfa

Milliyetçilik

"Güz 95" 52. Sayı

  • Müsbet Milliyet Yaklaşım Sürecinde Irkçılığın Profili

    Tahsin GÜLHAN

    Dumlupınar Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Araştırma Görevlisi.

    Irkçılık zatında ilmi çalışmalara konu olacak bir değere sahip değildir. Ancak toplumların önemli bir problemi olma noktasında bilimsel çalışmaların ilgisine ve bilgisine ihtiyaç vardır.

    Bu çalışmada, insan millet, milliyet, ırkçılık kavramları, bunların nitelikleri toplumsal yaptırımları dini referans eşliğinde, bir ikame kavram olarak "Müsbet Milliyet" yaklaşım sürecinde ıkçılığın profili çıkarılmak suretiyle vasat düzlemde incelemeye tabi tutuldu.

    Vasat Düzlemde Milleti Sevmenin Psiko-Sosyal Boyutu

    İnsan bir çok nitelikli duygu ve kabiliyetle donatılmış kompleks bir yaratılışa sahiptir. İnsanla ilgili bu öğeler insan olarak hayatın devamı ve tekâmülü için gerekli temel değerlerdir. İlgi ögelerden insana özgü olan biri de sevgi, sorumluluk, ilgi, ilişki vb. motifleri içine alan sosyal duygudur. Sosyal duygu insanın esasını oluşturan nefis-kalb-akıl kümesinin ortak bileşimi olarak hayata yansımasıdır. İnsanda varolan sosyal duygu bütün hayat boyunca kendini gösterir. Bu duygu yalnız aile çevresinde kalmayıp, millete, bütün insanlığa yönelir. Hatta sınırlarını daha da aşarak hayvanlara bitkilere ve diğer varlıklara ve nihayet evrene yönelir.(1) Sistematik deyişle insanı oluşturan bu temel duyguların bir gereği olarak insan, evvela nefsini (kendini), sonra akrabalarını, sonra milletini ve sonra hayat sahibi (insanları, hayvanları bitkileri vb.) mahlukları daha sonra dünyayı ve kâinatı sever.(2) İnsan sosyal boyutlu bir varlıktır. Varlığını ancak bir toplum içinde devam ettirebilir. Sevgi ferdin çevresiyle olan ilişkisinin sigortası olan çok yönlü duygu bağıdır. Hakikatte sevmek, sorumluluk duymak demektir ki hayatın uyumluluğu bu sorumluluğun hayata yansımasının diğer bir ifadesidir.

    Sosyo-psikolojik açıdan insan için bir şeyi sevme ve gereği olan sorumluluğun derecesini, kendi ihtiyaçlarının yoğunluğu ile ilgili olan ilişki noktasının niteliği belirler. İlişki önceliği bu değer ölçüsüne göre kendisini gösterir. Örnekte, ferdin kendisinde, evrene uzanan bir ilişkiler zinciri mevcut. İnsan dışında başka bir varlıkta olmayan "ben" duygusunun bir tezahürü olan aidiyet duygusu ile sahiplenmek anlamında ilişki niteliğine göre "şahsım" "ailem", "milletim" vs. şeklinde bu tabii eğilimini dışa vurmakta ve onlarla bütünleşmektedir. Çünkü bu tarzda ki aidiyet ve mensubiyet durumları insana has, insana özel durumlardır. Doloyısıyla bu duyguların gereğinin yerine getirilmesi uygun olanıdır. Kişi milletini sever ve sevmelidir de. "Kişi kavmini sevmekle kınanmaz" hadisi İslâm’ın bu konuya yaklaşımının müsbet bir ifadesidir.

    Burada problem ilgili fenomenlerin gerçekleşmesindeki ölçüsüzlük sorunudur. Bu ise insanın temel duygularını biçimlendiren hakim felsefe ve sistemin karakteri gereği tefrit ya da ifrat sapma boyutları ile ilgili bir durumdur. Meselâ özel mülkiyet ve aile kurumunu yok sayma espirisinde Marksizm’de millet kavramı yerine sınıf kavramı vardır. Kişinin milleti ve tabii ki sevilmesi gereken, mensup olduğu sınıftır, yani işçi sınıfı. İleri derecede bir tefrit sapması gösteren bu öğretiye göre ancak "çalışanlar kardeştir".(3) Kapitalizm de ise başka ırkların rağmına ifrat sapmanın bir eseri olarak bütün şubeleriyle ırkçılık vardır. İş bu ırkçlık sadece şimdilerde olduğu gibi sömürgecilik zamanında girmiş bir anlayışı yansıtan bir kabul değil; bir ifrat-tefrit medeniyeti olan Batı medeniyetinin temel bir rüknü olan ırkçılık, Grekler ve Romalılar zamanında ırkçı, ayrımcı, köleci bir toplum yapısına dayandığını biliyoruz. (4)

    Yine bilgimiz bir şey var ise o da sözü edilen ırkçılığın manevi zaafiyet eseri olduğudur. Hemen belirtelim ki başta İslâm olmak üzere diğer semavi dinler (her ne kadar bozulup değiştirilse de bilhassa Hıristiyanlık), özü itibariyle insanlar arasında sun’i ayrılıklar oluşturulmasına müsaade etmez; ırk, renk ve vatanlarından dolayı insanlar arasında fark gözetmez.(5) Din, insanlara ifrat ve tefritin ötesinde vasatı öngörür ve tabilerine bu seyirde yaptırımda bulunur. Vasat yaptırımın kaynağı din, yani semavi dinlerdir. Din dışı olan, beşeri demektir ki bu insanın doğasında olan ifrat ve tefrit eğilimli özellikleri içerecektir. Dolayısıyla din dışı bir yaklaşımla milleti sevmenin, milliyeti ifade etmenin aşırılığı (ırkçılık) ister istemez karşımıza çıkar.

    Dini Dışı İnancın Yapılanması: Irkçılık

    Irkçılık toplum bünyesindeki ciddi hastalığın keskin bir belirtisidir. Özellikle dini inancın yitirildiği veya zayıfladığı-bozulduğu durumlarda oluşur. Manevi değer ve sembollerin etkisizleştirildiği ortamlarda insan maddi dinamikleri kutsallaştırma eğilimi gösterir. Manevi değer yokluğunu ve tatminsizlik boşluğunu doyurma amacıyla manevi alan duyguları, diğer alana kayma gösterecektir. Bu ise insanı, yönelinen maddi dinamiklerin veya varlıkların kutsanması sonucuna götürmektedir. Böylece ırkçılık bir üst anlam eşliğinde manevi değerlerin zayıfladığı ortamda yer yer manevi değerlere karşı tez olarak şekillenir. Eski bürokratlardan Lord Lothian’ın 1938 yıllarında söylediği doğruydu. Dinin gerilemesi ahlâk ve dinî esasların değerini yitirmesi sonucunda milliyetçilik ve ırkçılık kefesi ağır basmaya başladı.(6)

    Irkçılık maneviyatın yokluğunun (yokluğu ve etkisizliğinin) bir varlığı olarak ortaya çıkması insanla ilgili ve bir insanlık sorunudur. Açıklayıcı olması bakımından konu, insanın ilk çocukluk devresinde ele alınabilir. İlk yaşlarında çocuk ebeveyni ile organik ve psikolojik iletişim içerisindedir. Gerekli eğitim-öğretimi alabilecek melekeleri gelişmediğinden dolayı bu devrede, çocuk farkında olmasa bile, ebeveynine olan yönelimi tipik bir ırkçı karakter arzeder. Zamanla "nereden geldiği" sorusuna cevap aramaya başlayan çocuk (7) kendisini, ebeveynine bağlayan organik bağlantının direk etkisiyle irtibatlandırmaktadır. Ona "seni kim yarattı" sorulduğunda alınacak cevap, "annem" ya da "babam" olacaktır. Bu yaşlarda çocuğun babası hakkındaki hükmü şudur: "Babam her şeyi biliyor".(8) Manevi duygular olsa bile manevi bilgilere ulaşabilecek öğretim mekanizması gelişmemiştir. Dolayısıyla maddi ihtiyaçlar-bağlantılar ve psikolojik durum ve Allah’ı öğrenememiş olması çocuğu irrasyonel davranmaya; yani ebeveynirıe bir üst anlam verme, ilah konumunda görme sonucuna götürür. Çocuğun bu cahil ve maneviyatsız dönemine benzer özellikle insanlığın tarihinde de ırkçılığın görüldüğü gözlenmektedir. Hıristiyanlık öncesi Roma halkında görülen ırkçı yapı, İslâmiyet öncesi "cahiliye devri"nde atalarının mezar sayısıyla övünülebilecek akılalmaz boyutlara ulaşmıştır. Tahrif edilmiş dinle hükmeden Orta Çağ da yer yer ırkçı iken; Orta Çağla heseplaşan pozitivist çağda "Tanrı öldü" yargısı doğrultusunda hareket edilmesi, modern çağı ırkçılığın cenneti yapmıştır. Osmanlı Devleti’nin, özü boşaltılan manevi değerlerin şekli kavramlardan başka manidarlığı olmayan yoz ortamda, İslâm alemini ırkçılığın sarması tesadüf olmasa gerek. Gerek ülkemizde gerekse yeni oluşan müslüman ülkelerde katı ırkçılığın ortaya çıkması, Osmanlı sonrası adeta sıfırlanan manevi hayat ile doğru orantılı olduğu bu bakımdan önemlidir. Dikkat edilirse Marksist felsefeye sahip PKK aynı kuralın bir tezahürü olarak ırkçılık-Kürtçülük ile sahnededir.

    Tarih modern çağın ilginç yanlarından sözederken <<19-20 yy. ırkçılığın altın çağı>> diye bahsedecektir. Irkçı olmaması için bir sebep yok; çünkü çağın maneviyatı yok. Irkçılık materyalist anlayışın (Mana-yı İsmi) "milliyet" konusunu nasıl ele aldığının bir ifadesidir. Irkçılığa yüklenilen anlam onun karakterini tayin eder. Anlam ve amacın insanda soyutlanmasıyla insan adına ortada organik bir varlık kalmıştır ki yüzyılın ırkçılığı bu nicelik üzerine inşa edilmiştir. Almanların, Profesörleri Eterny’in diliyle "Çocuklarımız niçin yabancı milletlerin tarihini okuyor ve onlara niçin İbrahim ve İshak’ın kıssaları anlatılıyor? Tanrımızında aynı şekilde Alman olması gerekir." itirazı, çağımızda ıkçılığın boyutlarını, karakteristiğini ve ırkçılığın gölgesinde kalan dinin konumu hakkında bir şeyler anlatıyor olmalı.(9), Batının ırkçılık tasallutunun Osmanlı Imparatorluğuna yaydığı viros Batı lehine beklenen neticeyi vermiştir. Osmanlının dağılmasını hızlandıran ve daha sonra oluşan İslâm ülkelerinde boy veren bu ırkçılık iki fonksiyon icra etmiştir: Tefrika ve inkâr. Burada ırkçılık birilerinin adına bölücülük ve inkâr aracıdır. Diğer şıkkıyla İmparatorluğun dağılmasıyla yapılanan yeni ülkelerde oluşan ırkçılık organizeleri maksat üzüm yemek değil, bağcıyı dövmektir; yani batı hümanizmasında olduğu gibi insanı-milleti kutsamak değil bütün kurumlarıyla dini hayattan elimine etmek suretiyle yerine ikame olmaktır. Dinin etkisinin azaldığı ortamda baş gösterip, kutsala rağmen bir nevi kutsalcılık oluşumu olmuştur. Arap ülkelerinde Hz. Muhammed (a.s.v.) Araplarla Acemler arasında fark görmediği ve dini temsil ettiği için, buna karşılık Ebucehil bayraklaştırıldı. (10) Mısır’da Arapçılık "biz firavunun çocuklarıyız" tezi çevresinde şekilleniyordu. Iran’da Fas milliyetçiliği ateşperestlik ve zerdüştlükle kendini bulurken,(11) Türkiye’de ise en yakın önderler eşliğinde "biz Türküz, kâbemiz Turandır bizim" sloganlarıyla Cengiz’ler ve Hülagu’lara yönelinerek (12) "ne mutlu Türküm diyene" erdemliğin temel ilkesi şeklinde formülleştirilmiştir.

    Bu makalenin yazıldığı ikibine beş kala zaman diliminde, din dışı bütün ihtimallerin fazlasıyla denenmesi sonucu ve ağır fatura karşılığında insanlığın ısrarla telaffuz ettiği şeyin dinin öngördüğü hayat ve ölçüsüdür. Ne var ki manevi değerlerin yok edildiği veya sekülerleştiği Batı coğrafyasında maneviyata olan özlem adresini bulmayınca, ırkçılığa kayma göstermektedir. Tahrif edilmiş ve sekülerleşmiş veya etkisiz hale getirilmiş bir dinin olduğu (daha doğrusu olmadığı) ortamda ırkçılık, gizli,-açık hep vardır. Manevi değerlerden soyutlanmış günümüz "bencil" insanı, değil geniş dairedeki "millet"ine olan alakasızlığı, en yakını "ebeveyn"ine ve hatta kendine karşı yabancılaşmış bireydir. Bütün değerlere yabancılaşmış fertlerin milliyetle ne ilişkisi olabilir? Doğru gerçekte hiçbir ilişki olamaz fakat yabancılaşmış bu fertler olması gerekenin dışında her şey olabilir ve her tür deviyantlığı yapabilirler. Çünkü ırkçılık anlam ve amacın zayıfladığı ve ortadan kalkmaya yüz tuttuğu bünyelerde ve ortamlarda baş gösterirdi. Böylece insan, yaratılışına ve varlık gayesine uygun gerçek anlam ve amacı bulamayan zümrenin bir anlam ve amaç sapması olarak ırçılığa sığınır. İnsanın yaratılıştan yer yüzünde kendisine biçilen misyonuna baktığımızda ırkçılık insanın bir yabancılaşma sorunu olarak karşımıza çıkar. Burada farklı bir yöntemle ifade edecek olursak, "ancak kendisine ibanet yapması için yaratılan insan" bir şeyi yani Allah’a "kulluk görevi"ni yapmadığı zaman, o bir şeye bedel insanı maskaralaştıran çok şeyleri yapmaya eğilimli oluyor. Bir’e kul olmayan herkese-herşeye kul olmak tapınmak mecburiyetinde kalıyor. Bu yönüyle ırkçılık, gerçekte Bir’e olan kulluk borcunun yapılmaması durumunda ortaya çıkan beşer sapmalarından sadece ve tabiki önemlilerinden biridr. Bu durum insanın varlık misyonuna yabancılaşmasıyla açıklanabilir. Bütün sapma olgularda olduğu gibi ırkçılığında ne bir ölçüsü ne de bir sınırı vardır. Sözgelimi iyi insan tanımın dışında bir homoseksüel, esrarkeş olabileceği gibi Almanya’da dazlak olur, ırkçı tutkuyla masum insanları yakar, Türkiye’de PKK militanı olur, Kürtçülük adına önüne rastgelene saldırır. Çünkü ırkçılık, yabancılaşma sürecinde müntesiplerinin kendilerini bir irrasyonel ifade biçimidir. Pozitivizmin tortusu iliklerine kadar işlemiş batı (ve batıcı insanın) bu mahzurlu yapısı devam ettikçe ırkçılık, onun mecburi istikametidir.

    Oysaki bugün yaşanılan süreç dinin, insan hayatıyla ilgili fenomenler hakkında ne söylediği, onlara nasıl bir anlam yüklediği doğrultusunda bir manevi duyarlık sürecidir. İnsanın kendisini, ailesini, milletini ve evreni nasıl anlamlandırdığı konuları yeniden insanlığın gündemindedir. Bu olumlu gelişmeden "milletini sevme" noktasında ifrat eseri olan ırkçılığın da payına düşen ölçüyü alması insanlık adına bir erdemlik ölçüsü sayılmalıdır. İnsanlık yararma mikro plânda çocuk için dini eğitimin gerekliliği ne ise, makro plânda insanlık için dinin vahyi ve topluma yönelik eğitiminin gerekliğide odur. Unutulmamalıdır ki toplumun yapıtaşı olan her bir ferd, dini eğitime mutlak ihtiyacı olan büyük bir çocuktur. Toplumların yararına motivasyon dinamiği olarak "milliyetçilik mi, yoksa din mi?" sorusu ise cevabını çoktan bulmuş eski bir söylem olmasına rağmen günümüzde yer yer ırkçı kıpırdanışlar, ilgili sorunun cevabının (iyi niyet sahiplerince) tam anlaşılmadığını göstermektedir.

    Toplumsal Motivasyonun Dinamiği Milliyet(çilik) mi Din mi?

    Irkçılığın dayatmasına rağmen milliyet ve dinin kesin hatlarla ayrılmasının doğru ve gerçekci bir ayrım olmadığı aklın yoludur. Beden ve ruh gibi birbirinin lâzımı olan iki ögenin farklılığını ırkçılığın irrasyonel mantığının dışında hiç bir disiplin dalını onaylamamaktadır. Önceden geçtiği gibi ırkçılık genelde kendini, dine karşı bir kavga taşı olma veya en azından onu marjinal bırakma gayretiyle bir anlamda kutsala karşı bir kutsalcılık formunda tanımlamaya gitmiştir. Böyle bir ayrımla insanlığa helaket ve felaket getirmenin ötesinde yararlı bir yaptırımı pek vaki değildir. Bunun karşılığında dinin, savaşta ve barışta, sosyo-ekonomik hayatta toplumsal motivasyonu gerçekleştirmede olmazsa olmaz kabilinden faydaları bilimsel çalışmaların verileriyle ortadadır.(13) Her değerin "fayda" esasma ve rasyonellik ilkesine göre değerlendirildiği bir çağda, art niyetsiz bir yaklaşımla cevab arayan herkes (her millet) kendisine şu soruyu sormalıdır. Ama niçin ırkçılık?

    Bir kere ırkçılık evrensel değerlerin önünde çapsız ve zararlı bir kavram olduğu gibi küreselleşme ideali ile hedeflenen dünya düzeninin önünde en önemli ayak bağıdır. Avrupa Topluluğu ülkelerinde ırkçılık ve yabancı düşmanlığının ciddi bir sorun olarak ortaya çıkması sonucu 1985’de Avrupa Parlamentosu bu konuya eğilme gereği duyması ve topluluk ülkelerini kapsayan bir araştırma yaptırması bundandır.(14) Her ne kadar içe dönük bu ırkçı oluşumlardan batı zarar görmüş ve hala da rahatsız olsa da, sömürü politikalarının önemli bir ilkesi olan dışa yönelik ırkçı kışkırtmalarından gayet memnun olduğunu bir ayrıcalık olarak ve altını çizerek belirtmiş olalım! Farklı ırklara mensup milletlerin öncelikleri arasında ırk unsuru olduğu müddetçe bir "birlik" kurmaları mümkün olmazken, aynı dinin önceliğin de global birlikteliğine tarih çokça şahittir. İslâm âlemini simgeleyen hilâl ve Hıristiyan dünyasını simgeleyen haç, hâlâ iki ayrı milleti geniş yelpazede temsil eden dini sembollerdir. Yakın tarihin gösterdiği şu iki ırkçı temele dayanan yapılanmalar ne kendine ne de insanlığın yararına olmuştur. Mısır’lı başkan Nasır’ın dine rağmen Arap milliyetçiliği ekseninde bayraklaştırdığı Arap Birliği tezinin tutarsızlığı ile, Hitler’in ırk kuramına dayanan Alman Faşizmi bu bakımdan bilinen örneklerdir. Milliyetçiliğin, dine karşı daha birleştirici olduğunu savunan görüş sahiplerinin öncelikle cevaplandırmaları gereken soru; aynı ülkede, aynı dine fakat farklı ırka mensup bu zümrelerin birlikteliğini nasıl sağlayacakları sorusudur? Sözgelimi toplum için dinin önemini gözardı ederek güdülen ırkçı politikanın yanlışlığının bir sonucu olan Güneydoğu-Kürt sorunu hangi milliyetçilik yaklaşımıyla çözülebilir?

    Milliyetçilikten maksat bir takım toplumsal yaptırımlar konusunda gerekli motivasyonu sağlamak ise bunun dinamiği manevi değerlerdir. Gerek iş hayatında gerekse onun etrafında oluşan ilişkilerde yaşandığı gibi günlük hayatın kapsamlı bir dünyevileşme noktasına ulaştığ zaman bile, devlet veya aile kurumu gibi kurumlara hâlâ dini sembollerin iliştirildiği görülebilir. Sözgelimi "din fabrikanın kapısına gelince durur" yargısının (bir veri olarak) "olduğu gibi kabul edildiği bir yerde", geleneksel dinî sembolleştirmeler olmaksızın ne bir savaşa ne de bir evliliğe başlamak da mümkün olmaktadır.(15)

    Savaşta manevi motivasyonun yerini alabilecek henüz bir kaynak icad edilmemiştir. Bir savaş ortamında kişi "Ben ölürsem şehidim, öldürürsem gaziyim" inancıyla severek ve korkusuzca ölümün kucağına atılmaktadır. Düşünülsün ki sıradan bir neferin ruhunda bu şekilde üstün fedakârlığa sebep olabilecek hangi değer gösterilebilir? Hangi hamiyet onun yerine ikame edilebilir?(16) Bu şekilde dini inançların etkisiyle "ölürse şehit, kalırsa gazi" olmak güdüsü, bu ideal düşünce, manevi motivasyonun eseridir.(17) Bütün gayretle din dışı hayatı savunanlar bile dinin referansalarına yönelmekten kendilerini geri alamıyorlar. Dine karşı demir kapılarla yapılanan zamanın Komünist Rusya’nın da II. Dünya savaşında halka ve askerlere gerekli motivasyon için Stalin tarafından mabedler serbest bırakılması dinin manevi motivasyon gücünü gösteren çarpıcı bir örnektir.

    Ayrıca iktisadi kalkınmanın temelinde en etkili faktör manevi motivasyon dinamikleri olduğu bilimsel verilerin ortaya koyduğu bir sonuç olduğudur. Buna karşılık salt ırkçılığın hiç bir motivasyon değeri yoktur. Sadece karanlıkta ateş böceğinin parıltısı gibi cüz’i, ancak onuda manevi faktörlerle ilgili sembolleri ödünç alarak gerçekleştirmek gayretinden veya manevi bir formasyona bürünerek olumsuzlukla noktalanacak geçici bir etkinlikten söz edilebilir. İktisadi kalkınmada manevi motivasyon faktörleri bugün için özellikle üzerinde durulan konu durumundadır. Enteresandır insanlık tarihinde günümüze kadar ırkçılıkla abad olan bir kavim olmadığı gibi, ırkçılıkla payidar olan bir devlet de yoktur. Irkçılığın aksine, fertleri harekete geçirecek daha güçlü, büyük, toplum hayatında köklü hedefler gerekir. Bunlar ise ilk görünen yüzü maddi olsa da, onların arkasında bulunan değerlerdir ve bu değerler toplumdan topluma değişebilir; Batı’da Protestanlık, Japonya’da "Kokutai", yani Japon ideali, başka bir toplumda başka değerler olabilir. Bunlar fertlerin ruhlarına işlemiş inanç ve değerlerdir.(18) İslâm’ın din ve dünya diye bir ayrım yapmaması, insanlara bu dünyada ne kadar iyi işler yaparlarsa, ahirette o derece mükâfat göreceklerini bildirmesi, çalışıp kazanmaya büyük önem vermesi, kalkınmada (verimlilikte) büyük bir manevi güç sağlar.(19) Yaşadığımız çağın sosyal laboratuarında sonuçlanan Alman ve Japon örneği "milliyet(çilik) mi, din mi?" konusunda anlatılmak istenileni yeterince açıkladığı kanaatindeyim. Bilinmektedir ki; Almanya ve Japonya’nın çöküşlerine ırkçılık neden olduğu gibi, silkinip kalkınmalarında da manevi motivasyonun büyük payı vardır. Konuyu biraz daha geriden ele alırsak görülen şudur: Alman Sosyolog M. Weber’in de üzerinde durduğu gibi, modem kapitalizm meydana gelmeden önce, protestan dinin yanında yetişmiş ve hazırlanmıştır. Modern kapitalizmin ruhu protestanlığın ruhudur (20) Genel sanayileşme hareketinden sonra bugünkü modern Japonya’da geleneksel değer, inanç ve motiflerin kalkınmada büyük rol oynadığı, yöneticilerin bu değerleri ısrarla korumaya çalıştığı ve hatta kalkınmada itici dinamikler olarak kullanıldığı, fertlerin bunlarla motive edildiği ve toplum çözülmesinin de bu şekilde önlendiği ısrarla vurgulanmaktadır.(21)

    Genel itibarla dinin toplum üzerindeki olumlu yaptırımı böyle iken, İslâm dini dışında diğer hiç bir dinin, olması gereken çözümü getirdiği ve başarılı olduğu söylenemez. Bu farkı farkeden Arnold Toynbee, batının ırkçılık hastalığını şimdiki kültürü ile yenemiyeceğini, bu hastalıkla başa çıkabilmesi için İslâm’ın yardımına ihtiyacı bulunduğunu, itiraf edebilmiştir. Diğer din ve ideolojilerin başaramadığını başaran İslâmiyet, bu bakımdan ilgi odağı olmayı devam ettirmektedir.(22)

    Vasat Yaklaşımın Pratiği: Müsbet Milliyet

    I-Asr-ı Saadet Modeli Ya da İdeal Model

    İnsanlık tarihinde gerçek hayatın tarihi İslâm ile başlar. İslâm öncesi (Cahiliye devri) insan, insanlık adına ölü ve öldürücü bir hayat yaşıyordu. Arap Yarımadası ile tüm dünyanın birbirinden pek farklı olmadığını tarihten biliyoruz. İçki, kumar, hırsızlık, vurgunculuk oldukça yaygındı. Yetimlerin dulların, acizlerin ve kimsesizlerin malları ellerinden alınır, zengin ve güzel kadınlar kaçırılır, para kazanmak için umuma açık özel mekanlarda ticari bir meta işlevi yaptırılırdı.(23) İnsanın hayvana üstünlüğüne rağmen bir takım sapmalar göstermesi ve fizyolojik ihtiyaçlar kapsamında organik hayat yaşaması, insan olma adına ölü bir hayat demektir. Diğer bir ifadeyle Allah’ın arzu ettiği "ameli hayat" dışı bir yaşantıyla hayatı var kılmak, yaşayan ölü olmaktan farksızdır. Bugün bile yaşadığı cahiliye hayatını bırakıp İslâm’ı seçen her muhtedinin ilk itirafının hayata yeniden doğdum" şeklinde olması bu bakımdan manidardır. Ontolojik bakımdan hayat başlı başına bir değerdir, ancak bir değeri bir diğerinden farklı kılan onlarm eylemleridir. Ameli hayat, ebedi hayatın bir önşartı olduğu gibi, organik hayatta ameli hayatın bir ön şartıdır, yoksa organik hayat başlı başına bir amaç değildir. Kısaca insanın "organik hayat"ının yanmda sosyal-manevi boyutlarının gereği olan "ameli hayat"a geçiş İslâm’la başlamıştır. Bu anlamda İslâm (ameli hayat) vasat-denge sistemi olarak hayatın (organik hayatın) hayatı (sosyal-manevi hayat) ve esası olmaktadır. Ameli hayat, tevhidin, sosyo-manevi açılımlarıyla fert-toplum-kurum bazında başlı başına bir sistem olarak yeryüzünün halifesi olan insan tarafından her yerde ve her an yaşanmasıdır. Allah’ın rızasına muvafık böyle bir sistem ilk kez, cahiliye devrini Asr-ı saadet olarak hayatlandıran İslâm dini ile gerçekleşmiştir.

    İnsanın tarihinde cahiliye devri bütün değer, birim ve kurumları ile ifrat düzleminde hayatı anlamsızlaştıran insanlık sapmasının bütün versiyonlarmı kendisinde temsil eden sembolik bir kesittir. Buna karşılık Asrı Saadet, evreni bütün varlık değerleriyle ve tabiki hayatı anlamlı kılan "mananın" yaşandığını simgeler. Asr-ı Saadet toplumu, Rabbanî pedogojik metodun şekillendirdiği ideal toplumdur ve bu gerçekleşmiştir. Weber öngördüğü "ideal tip"i sadece tanımlayabilmiştir. Onun "ideal tip"i, ütobikliği içinde taşıyan farazi bir olgu iken, Saadet devrinde fert ve toplum bazında ideal tip örneği yaşanan bir gerçek olarak tarihe, referans kaynağı olarak insanlığa mal olmuştur. İslâm cemiyeti aşırılıklardan kurtulur ve doğruluk sebebiyle her hangi bir yönde aşırılıklardan sakınma fazileti ile tam olarak dengeye gelir.(24) İslâm öncesi ve sonrası dönemini kişi bazında somutlaştıracak olursak, bir ideal tip olarak İslâmdan önce ve sonrasıyla Hz. Ömer bunun ideal bir örneğidir. Bir önceki yaşantısında kız çocuğunu diri diri kuma gömen, yediğine tapan, kabilecilik, kavmiyetçilik ve benzeri negatif özelliklerin timsali Ömer, diğer taraftan karıncaya basmaktan çekinen, Fırat kenarındaki keçiyi kurdun kapmasından sorumluluk duyan, tüm insanların yaratılış noktasında eşit olduğunu sosyal hayat uygulamasıyla ortaya koyan ve Tevhid inancında kendini bulan halife Ömer olarak karşımıza çıkar. Tevhidî imanın, insanı insan ve sultan kılmasının bir "ideal tip"idir, Hz. Ömer. Üstünlüğün "ancak takvada, Allah’tan korkmakta" olduğunu öngören İslâmiyet, halife ile kölenin eşit hakka sahip olmasını mecbur kılmıştır. Bu ideal modelin anlamında, çağlar sonrası pozitivist bir çağda kendini bu ideal tipde bulan Garaudy’nin ifadesiyle "bir deve olayı vardır ki, bu, kralların kılıçlarından daha meskin bir hadisedir. Hz. Ömer ile kölesi bir şehirden bir şehire giderken deveye sıra ile binerler, devenin yularını halife ve köle fasılalarla çekerler. İşte adalet ve hukukta aklın devrimidir bu?" (25)

    Kısaca İslâm, cahiliye devrindeki en bedevi ve asi kavim ve kabileleri, Kur’an’ın öğretisiyle en medeni ve mûti yapmıştır. Bir araya gelmeleri mümkün olmayan o vahşi kabileleri, birlik ve kaynaşmaya motive ederek, her konuda tüm insanlığa muallim ve üsdad kılmıştır.(26) Bu anlamda İdeal İslâm toplumuna ümmet denir. Değişik dil ve kültürden insan topluluklarını gösteren "toplum", "ulus", "ırk", "halk", "kabile", "klan" vs. gibi kelimelerin yerini alan ümmet, ilerici bir ruhla doludur ve dinamik, inançlı ideolojisi olan bir toplumsal görünüş arzeder.(27)

    II-Irkçılıktan Bir Çıkış Denemesi

    Cahiliye devrinin ilkel ilkelerine karşılık İslâm hayatın tamamını kuşatan bir değerler seti ile kendini gösterir. Bu değerler setinin etkin ve yetkinliğini anlamanın en kestirme yolu bu muhkem değerlerin kaynağının insanı kusursuz mükemmellikte yaratan Allah olmasıdır. Kudret sıfatı kemal manada insanın yaratılışını netice verdiği gibi, Kelam sıfatı da kemal manada İslâmın temel kaynağı olan Kur’an’ı (dolayısıyla nassı hadisi) netice vermiştir. Hayatta ebedi varolmanın formülü, kanunu bu kaynaklardır. Hep var olmak isteyen insan buna mecburdur. Bunun yolu ise ifrat ve tefrite kaçmadan insanla ilgili duygu ve fenomenlerin "Allah’ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadetle" intizam altma alıp vasat-dengede anlamlandırmaktır. Kişinin kendisine, akramasına, milletine ve evrene bu düzlemde ilgi duyması varlığının bir parçası olarak görülür. Mesela akraba ile olan ilgi ölçülü düzeyde tesbit edilirken bu ilgi aynı zamanda kişiye bir sorumluluk yüklemektedir. Bilindiği gibi akrabayı ziyaret etme, onlarla görüşme ve mektuplaşma; alakayı devam ettirme, arkabaların kusurunu affettirme anlamına gelen sıla-yı rahim böyle bir sorumluluğun kendisidir.(28) Daha geniş alanda aynı ölçü millet içinde geçerlidir.

    Danya tarihinde ilk defa millet kavramı ve görüşünü getiren ve tam anlamıyla bir milletin doğuşunu sağlayan, Kur’an ve İslâm olmuştur. Eldeki İncillerde, Saint Paul’un arkadaşlarıyla tartışmasında geçen ve bugünkü Türkçe tercümelerinde "milletler" diye çevrilmiş bulunan kavram "millet" kavramıyla ilgisiz ve sırf İsrail ırkının dışındaki toplulukları anlatan bir kelimedir. Bu topluluklar İncil’de, dinin yayılmasına konu edilip edilmeme bakımından ele alınmışlardır. Yoksa millet olma anlamında bir bütünlük göstermeleri bakımından değil.(29) Kavram olarak millet, din, dil ve tarih beraberliği bulunan yani maddi ve manevi unsurdan sayılan insan cemaatı olmaktadır.(30) Bu bağlamda hiç bir zaman "kişi kavmini sevmekle kınanmaz". Keza, bir kimsenin milletini sevip sevmemesi durumu ile "kavmiyetçilik" birbiriyle ilgisiz şeylerdir. Yani kişinin kavmini sevmesinin müsade ve mabah kılmması, aynı zamanda kavmiyetçiliğin mübah kılındığı anlamına gelmez. Bir hükmün bir uygulamanm İslâmi olup olmadığını söyleyebilmek için başlıca kıstasımız, o hükmün Allah’ın rızası uğrunda yapılıp yapılmadığına bakmaktır. Rıza ne ifrat ve ne de tefritte değil vasat olandadır.(31)

    Irkçılığın kötü olduğu genel bir kabuldür. Bir yönüyle Irkçılık diğer ırklara savrulan bir küfürdür (inkar). İnsanların renk, deri, biyolojik soyları ile övünmeleri, bu övünme adına başka ırkları en azından küçümsemeleri bir batıl ve kadercilik anlayışına hapsetmek demektir. İslâm dışı bazı dinlerde olduğu gibi insanların daha doğuştan günahkâr olduklarının batıl inanç benzerliğinde, üstün ırkların dışındaki diğer bütün ırkların yaratılıştan aşağı oldukları batıl inancına götürür insanı. Her şeyden önce burada insanın iradesini kullanma özgürlüğü yoktur. Yani ihtiyari bir durumun dışında ıztırari bir durum söz konusudur. Böylelikle insan kendi iradeleri dışında, farklı ırklardan yaratılma durumundan kalkış yaparak, diğer ırkları aşağılamak bahasına kendilerinin üstün olduklarını söylerken de bir anlamda onları sakat bir "kadercilik" anlayışına hapsetmiş olmaktadırlar. İnsanın seçme hakkı olduğu durumu aynı zamanda onun meleklerden olan bir farkını ortaya koymaktadır. Melekler Allah’ın kendilerine öğrettiğinden başkasını bilmedikleri gibi yaptıklarıda belirlenmiş standart işlerdir. Yani melekler ızdırari bir konumu işgal ederler. İnsanların meleklere olan üstünlüğünün önemli bir yönü talim ve teşhis gücüne sahip oluşuna dayanır.(32) İnsanın meleklere ait ıztırarî boyutunun yanında insana has olan bir de ihtiyarî boyutunun olmasıdır. Bu şu demektir; insan ihtiyarî (cüz-i irade) bilinçle seçme hakkına sahiptir. İnsanın sorumluluğu ve derece farkı, sözkonusu bu ihtiyarî alan içerisindedir. Bundandır ki insanırı, ıztırarî boyutu olan cinsiyet farkı, gözünün mavi, saçının sarı/siyah, teninin beyaz vb. özelliklerden dolayı kimse Allah indinde iyi,kötü addetilmediği gibi; bu alanda insanların ihtiyarî bir etkileri olmadığı için de ilgili özellikler üstünlük veya noksanlık olarak değerlendirilemez. Çünkü bu ıztırarî boyutuyla insan, meleklerde olduğu gibi seçme hakkına sahip değildir.

    Dolayısıyla sözkonusu mantığa sahip olan, ırk, renk, doğum yeri esasına dayanan milliyetçilik, çok ilkel (asabiyet-i cahiliye) bir şeydir. Çünkü bu hallerde insanın seçme hakkı yoktur. İslâmın milliyetçilik anlayışı çok ileridir ve insanın seçimine bağlıdır. Kişinin irade dışı faktörleri dikkate almadan, aynı fikre inanmış bütün insanların birleşmesini ister.(33)

    Böyle bir yaklaşım Millet konusunda ileri sürülen Akılcı ve İracedi Kuram ile kısmi bir benzeyiş göstermektedir. Bu kuram milletin, başta ırk olmak üzere biyolojik öğelere dayanarak oluştuğu iddiasını reddetmektedir. Bir kişi kendisini hangi millete ait hissediyorsa, o millete aittir.(34) Fakat kişinin iradesiyle ait olduğu millette kendini hangi unsurlar önceliğinde ve hangi düzlemde ifade edebileceği konusu net olmadığı gibi bu anlamda Batı toplumunda bir pratik örneğide yok gibidir. 0ysa ki İslâm Peygamber’i. (s.a.v) sürekli olarak öne südüğü Saadet Asrı uygulamasıyla da göstermiştir ki: Bütün insanlar/insanlık Adem’in neslinden gelir ve Adem topraktan (balçıktan) yaratılmıştır. Arap’ın Arap olmayan üzerinde üstünlüğü yoktur. Takvadan başka ne beyazın siyah üzerinde bir üstünlüğü, ne de beyazın siyah üzerinde bir üstünlüğü söz konusudur.

    III-"İslâm Milliyeti"nin Yedeğinde "Müsbet Milliyet" Yaklaşımı

    Asrı saadet modeli, organik hayatı "ameli hayat" ile anlamlandırdığı gibi milliyet duygusunu da "din, milliyetin hayatı ve ruhudur" espirisinde canlı kılmıştır. Daha doğrusu milliyet bir vücut ise İslâm onun ruhu olmuştur. Burada böylece ırk kökenine dayanan ifrat yapılanmalar yerini, Üsdat Bediüzzaman’ın kavramlaştırmasıyla daha geniş ve nitelikli bir anlam ifade eden "İslâm Milliyeti"ne bırakmıştır. (36) İslâm, insanların ırkını ne hakim unsur olarak görmüş ne de inkara gitmiştir. Milliyet, İslâm’ın Rahmani ruhu ile vasat düzeyde imtizaç etmek suretiyle anlamlandırılması sonucu İslâm Milliyetini netice vermiştir.

    İslâm Milliyeti kavramıyla örtüşen veya onun diğer bir ifadesi olan kelime "ümmet"tir. Ummet kelimesi "ümm" kökünden gelir ve yol, niyet gibi anlamları vardır. Bu yüzden ümmet ortak bir inancı, ortak bir amacı paylaşan insanların ortak amaçlarına doğru birlikte yürümek niyetiyle, ahenkli bir biçimde bir araya geldikleri toplum demektir.(37) Yani İslâm milliyeti, tevhid merkezli bir inanç birliği ve İlâ-yı Kelimetullah eksenli amaç birliği olarak iki esasa dayanır. Burada tevhid, vasat düzeyde milletin birliğini gerektirdiği gibi İlâ-yı Kelimetullah bu birliğin amacını tayin eder. Bu amaç insanları fert-Allah-çevre ilişkisi etrafmda sorumlu tutar. İlgili bu sorumluluğu yerine getirmek insanın performansını (takvasını) gösterir, ki; bu bakımdan "üstünlük ancak takvada, Allah’dan korkmaktadır". (Veda hutbesi) Böylelikle üstünlüğün ölçüsü, ihtiyarî olan içerisinde marifet-amel-takva gibi insana has nitelik performans ve eylemler olmaktadır.

    İslâm Milliyetini öngören Üsdat Bediüzzaman’a göre milletin varlığını "dil, din, vatan" ilişkisi belirler.(38) İslâm Milliyeti mensuplarının ırkları içinde tam olarak mezcolmuş, ve tamamiyle din-milliyet birbirinden ayrılması mümkün olmayan bir bileşim meydana getirmiştir.(39) Mesela Türk milleti dünyanın her tarafında müslüman olduğundan, onların ırkçılıkları İslâmiyetle mezcolmuş, kabil-i tefrik değil Türk, Müslüman demektir. Hakiki milliyetleri İslâmiyettir.(40) Bediüzzaman’ın millet konusundaki ilgili yaklaşımı milletin romantik kuramı ile bir yönüyle benzerlik arzetmektedir. Bu kuram kişinin belirli bir toplumun dili, kültürü, tarihi içinde doğduğunu ve kişinin milliyetini kendisinden önce varolan bir toplumsal değerler bütününün belirlediğini söyler.(41)

    Diğer taraftan Ulusçuluk konusunda eser sahibi Ernest Gellner benzer şekilde fiziksel ya da genetik olarak geçen özelliklerden, derin dinsel kültürel özelliklerin genetik yapımızdaki kökleşmiş olan bazı alışkanlıklara eşit düzeyde bir canlılığa ve değişmezliğe sahip olmalarının son derece önemli ve ilginç olduğunu söyler. Bosnalı, Slav eski müslümanların "milliyet"lerini "müslüman" olarak tanımlamalarını dinin milliyeti belirleyiciliği açısından örneklendirmektedir. Hatta Rus hikayecisi A. Çehov’un hikayesinden sunduğu kesitle konuya kesinlik kazandırmaktadır. Hikayede Rusya’da oturan şahsın, muhtemel, Alman kökenine rağmen Almancayı pek bilmediğini ve Ortodoks dinine atıfta bulunarak Slav olduğunu savunmasını Gellner, dilin ve özellikle de dinin milliyeti belirlediğine delil olarak sunar.(42) Bu konuda şunu da söyleyebiliriz ki, Türkiye’yi ortaklığa kabul etmek istemeyen Avrupa Topluluğu tarafından; "Siz Asyalı (Müslüman) bir ülkesiniz ve aramızda din farkı var" denilmesi, dinin toplumlar üzerinde belirleyiciliğini dolaylı olarak ifade edilmesidir.(43) SosyoAntropolojik bir yaklaşımla özetlersek ırkî özellik, biyolojik olarak doğuştan kazanılır. Kalıtımın da inkâr edilemez özellikleri bulunmasına rağmen önemli olan kültür özelliği, daha doğrusu din-kültür (birde vatan) birliğidir. Din-kültür birliği belirli bir kültürü taşıma anlamına gelir.(44)

    İslâm Milliyetinin eşliğinde telaffuz edilen diğer bir tanımlama "Müsbet Milliyet" kavramıdır. Şu farkla ki müsbet milliyet bir yaklaşım olarak diğer dinlerin tabileri tarafından örnek alınabilecek bir genellemeye sahiptir. İslâm milliyeti bir "ümmeti" tanımlarken, müsbet milliyet ortam gerçeğini dikkate alan ve islam milliyeti için bir ön basamak niteliğinde, genele ait önemli bir yaklaşım modeli özelliğindedir.

    Bediüzzaman’ın tanımlamasıyla Müsbet milliyet, hayat-ı içtimaiyyenin ihtiyacı dahilisinden ileri geliyor, teavüne, tesanüde sebeptir. Menfaatli bir kuvvet temin eder.(45) Burada Müsbet milliyet, sosyolojik bir yaklaşımla ele alınıp ihtiyaçlar boyutuyla fert-toplum ilişkisinin bir lazımı ve bir motiv gücü olarak tanımlanıyor. İbn Haldun’un yaklaşımıyla Allah’ın, insanı, hayatını sürdürebilmesi için bir çok şeye muhtaç olarak ve çevresindeki şeylerden ancak onları bir üretim işleminden geçirdikten sonra yaralanacak şekilde yaratmış olması, insanları bir araya gelerek belirli üretim dallarında, zanaatlarda işbölümüne gitmeye zorlamak, böylece toplumlar halinde ve işbirliği, yardımlaşma ve dayanışma içinde yeryüzünü imar etmeye yöneltmek içindir. Çünkü en basit ve ilkel seviyedeki ihtiyaçlarını karşılamak için bile, insan başkalarıyla işbirliği ve yardımlaşmaya gitmek zorundadır.(46) Gerek iş birliği yardımlaşma dayanışma ve bu suretle işin verimliliğini ve bilahare toplumun kalkınmasını netice veren bu vakıa, fert-toplumun motivasyonu ile ilgilidir. Müsbet milliyetin, ırkçılığın olumsuz fonksiyonunun aksine "menfaatli bir kuvvet temini" şeklindeki öngörüsü, böylece kalkınmanın güdüleyicisi olan önemli bir manevi motivasyon faktörü olarak karşımıza çıkar. Müsbet milliyetçilik böyle insani zorunluğun bir karşılığı ve sosyoekonomik kalkınmaya yönelik eğilime "milliyet" bazında cevabıdır.

    Bir başka boyutta müsbet milliyet, "İnsanların milletler şeklinde yaratılmış" olmasının hikmet ve amacının bir tanımlamasıdır. Daha doğrusu bu konudaki âyetin ruhuna uygun bir formudur. Çünkü Allah, Kur’an’da öyle buyurmaktadır. "Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım; ta birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz ve birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki yek diğerinize karşı inkâr ile yabani bakasınız, husumet ve adavet edesiniz değildir." (47) Anlaşıldığı gibi Mikro plânda insanların simalarının farklılığı, insanlık hukuku açısından gerekli ve anlamlı olduğu gibi makro plânda milletlerin farlılığıda sosyal hayat için böyle bir anlamlığa sahiptir. Müsbet milliyet, milletlerin farklılığındaki anlamlığı anlamaya çalışır ve ırkçılıkta olduğu gibi farklılığı "adavet" olarak değil "muavenet" olarak (olması gerekeni) görür. "Milliyet" konusundaki bu "müsbet" yaklaşım tüm insanlığa, eşyayı yaratılışına uygun, yerli yerinde kullanılmasını, bir takım ben merkezli çıkarlar uğruna manipüle edilmemesini, "milliyet"i ifrata sapan "ırkçılık" oluşumuyla diğer milletlere karşı bir düşmanlık aracı olarak kullanılmamasmı öngörmektedir. Çünkü müsbet milliyetin yapısında erdemlik, uygulanmasında adaletli yardımlaşma ve tabiki sonucunda başarı vardır. Yedi milleti bünyesinde sükûnetle yaşatan Osmanlı uygulamasının bunun tarihe adanmış örneği olarak anılabilir. Bu arada müsbet milliyetin ideal modelinin İslâm milliyeti olduğunu belirtmeye gerek yok sanırım. Islâm milliyeti, ırkçılığın irrasyonelliğinin, güdük mesajının ve negatif eğiliminin aksine rasyonel ve evrensel nitelikli müsbet yönlü bir değere sahiptir.

    IV-Çağın Beklentisini Karşılayabilmek

    Asrı saadet insanlık tarihinin bir mirası olarak günümüze tevarüs eden bir ideal modeldir. Bu ideal modelin yegâne dinamiği aynı tazeliğiyle çağm insanının önündedir. Yaşanılan modern çağın bu son limitinde Cahiliye Devrini temsil eden çekilmez problemleri, Saadet Asrının manevi dinamiğine ivedi ihtiyaç duymaktadır. İnsanlık tarihe, hayata ve kutsala dönüş özlemi içerisindedir.

    Irkçılık, çağdaş insanın problemlerinden yalnızca biri ve onun da vasat yolun "müsbet"ine ihtiyacı var. Konu gelip İlahi-evrensel mesajın taşıyıcılarında düğümlenmektedir. İslâm’ın hükümleri, gene İslâm’ın emrettiği vasatı gözeterek uygulamalıyız. Bize bu uygulamalarımızda ne kadar katı olmamız emrediliyorsa o kadar katı olmalıyız, daha fazla değil, daha eksik de değil. Yoksa ifrata veya tefrite düşme tehlikesi önümüzdedir.(48) Taşıdığı değerin idrakiyle ebediyete göçen Amerikalı zenci müslüman Malcolm X, yaşadığı ortamın asabiyet-i cahiliye hastalğına karşı, Asr-ı Saadet ruhuna yatkın şu çözümü öneriyordu: Biz eğer İslâm’ı, yalnız zenciler arasında değil, bütün Amerikalılar arasında yaymayı başarırsak, bu, beyazlarında ırkçı heveslerinden kurtulmasını sağlayacağından sonuçta mevcut çekişme büsbütün ortadan kalkacaktır. Fakat öncelikle bu yolun doğruluğuna sözde müslüman olmuş ırkçı eğilimli zencilerin inanması gerekir.(49)

    Dipnotlar

    1. ADLER, Alfred, İnsanı Tanıma Sanatı, Dertay Yayınları, İstanbul 1981, s. 40.

    2. NURSİ, Said, B. Sözler Yayınevi, İstanbul s. 332.

    3. AÇIKGÖZ, Halil, Cemil Meriç ile Sohbetler, Seyran, İstanbul 1993, s. 2.

    4. GAFFAR, Taşkın, Zaman Gazetesi (30 Aralık 1993).

    5. EN-NEDVİ, Ebul-Hasen, Müslümanların Çöküşüyle Dünya Neler Kaybetti, Bir Yayıncılık, İstanbul 1986, s. 311.

    6. A. e, s. 312.

    7. SONGAR, Ayhan. Çeşitleme, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 1981, s. 96.

    8. (Efe).

    9. En-Nedvi, s. 314.

    10. BULAÇ, Ali, Çağdaş Kavramlar ve Düzenler, 6. B. Düşünce Yayınları, İstanbul.

    11. En-Nedvi, a.g.e., s. 318.

    12. A.e., s. 317.

    13. BERGER, Peter L. Dinin Sosyal Gerçeği, Çev. A. Coşkun, İnsan Yayın.

    14. CANATAN, Kadir, "Avrupa’da Irkçılık ve Şiddet Hareketleri" Bilgi Hikmet, Sayı 3, Yaz 1994, s. 74.

    15. ELİADE, M. "Din, Mit, Şiir Üzerine" Kon. K. Erdem, İkisat ve İş Dünyası, s. 11, Mayıs 1993.

    16. NURSİ, Said, B. Mektubat, Sözler Yayınevi, İstanbul 1977, s. 302.

    17. SABUNCUOĞLU, Zeyyat, Çalışma Psikolojisi, Uludağ Ü. Basımevi, Bursa 1987.

    18. ATALAY, Beşir "İktisadi Kalkınmada Geleneksel Değerlerin Yeri (Japon Örneği) "İktisadi Kalkınma ve İslam, İslami İlimler Araştırma Vakfı Yayını, İst. 1987, s. 72.

    19. GÖNGÖR, Erol. "Din Gerçeği Üzerine", Din Gerçeği, Hazırlayan, V. Vakkasoğlu, Cihan Yayınları, İst. 1984, s. 205.

    20. TÜRKDOĞAN, Orhan, Toplum Kalkınması, Dede Korkut Yayınları, İstanbul 1977, s. 59.

    21. Atalay, A.g.e., s. 72.

    22. TAŞKIN, Gaffar, "1993, Irkçılığın Hortladığı Yıl" Zaman Gazetesi, 30 Aralık 1993.

    23. ÜNAL, Ali, Mekke Ressuller Yolu, Pınar Yayınları, İstanbul 1985, s. 21-22.

    24. MUSLUHİDDİN, Muhammed, İslam ve Sosyoloji, Akabe, İst. 1987.

    25. CANER, Mustafa, "Roger Garaudy", Zafer, s. 81 Eylül, 1983 s. 11.

    26. KIRKINCI, Mehmed, İslam’da Birlik (Irkçı Bölücülüğe Karşı), Cihan Yayınları, İstanbul 1987, s. 78.

    27. ŞERİATİ, Ali, Toplum Bilim Üzerine, Çev. K. Sökmen Bir Yayıncılık, İst. 1988, s. 123.

    28. Büyük Lûgat (Osmanlı-Türkçe Ansiklopedik) Türdav, İstanbul, 1985.

    29. KARAKOÇ, Sezai, Diliriliş Çevresinde, Diriliş Yayınları, İstanbul, s. 100.

    30. Büyük Lûgat, A.g.e.

    31. ÖZDENÖREN, Rasim, Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler, İnsan Yayınları, İst, 1985. s. 137.

    32. ŞERİATİ, Ali, İslam Nedir, Çev. Ali Seyidoğlu, Bir Yayıncılık, İst. (ty), 129.

    33. DÜZDAĞ, M. Ertuğrul, Türkiye’de İslam ve Irkçılık Meselesi, 3. b. Türdav, İst. 1983, s. 290.

    34. KIRCA, Coşkun, 21. Yüzyılda Toplum Yapısı ve Devletler Arası İlişkiler" 1. Yüzyıl Ansiklopedisi, Milliyet Yn. İst. 1991, s. 181.

    35. MUSLUHİDDİN, Muhammed, İslam ve Sosyoloji, Akabe, İst. 1987, s. 84.

    36. Nursi, A.g.e., s. 298.

    37. ŞERİATİ, Ali, Toplum Bilim Üzerine, s. 123.

    38. NURSİ, Hutbe-i Şami’ye, s. 65-66.

    39. NURSİ, Emirdağ Lahikası 11. s. 222.

    41. Kırca, A.g.e., s. 181.

    42. GELLNER, Erenest, Uluslar ve Ulusçuluk, Çev. B.E. Bahar ve G.G. Özdoğan, İnsan Yayınları İst. 1992, s. 129-130.

    43. YALÇINTAŞ, Nevzat, "At Karşısında Türkiye’nin Cevabı" At’nun Cevabı ve Yeni Tercihler, Aydınlar Ocağı Yayını, İst. 1990, s. 24.

    44. ERKAL, Mustafa, Sosyoloji, Karadeniz Ü. İkt. ve İdar. Bil. Fak. Yayını, Trabzon, 1982, s. 27.

    45. Nursi, Mektubat, s. 299.

    46. KOZAK, İ. Erol, İnsan Toplum İktisat, (İbn. Haldun’a göre), Pınar yn. İst. 1984, s. 110.

    47. NURSİ, A.g.e., s. 297.

    48. ÖZDENÖREN, Rasim, Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler, s. 132.

    49. ÖZDENÖREN, Rasim, Yeniden İnanmak, Nehir Yayınları, İst. 1986, 75.