Köprü Anasayfa

Milliyetçilik

"Güz 95" 52. Sayı

  • Risâle-i Nur'da Milliyetçilik

    Bediüzzaman Said NURSÎ

    Üçüncü Mebhas

    "Sizi tâife tâife, millet millet, kabîle kabîle yaratmışım; tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayatı içtimâiyeye âit münâsebetlerinizi bilesiniz birbirinize muâvenet edesiniz. Yoksa, sizi kabîle kabîle yaptım ki yekdiğerinize karşı inkâr ile yabânî bakasınız husûmet ve adâvet edesiniz değildir."

    Şu Mebhas Yedi Meseledir.

    Birinci Mesele: Şu âyet-i kerımenin ifade ettiği hakîkat-i âliye hayat-ı içtimâiyeye âit olduğu için, hayat-ı içtimâiyeden çekilmek isteyen Yedi Said lisânıyla değil, belki İslâmın hayat-ı içtimâiyesiyle münâsebettar olan Eski Said lisânıyla, Kur’ân-ı Azimüşşâna bir hizmet maksadıyla ve haksız hücumlara bir siper teşkil etmek fikriyle yazmaya mecbur oldum.

    İkinci Mesele: Şu âyet-i kerîmenin işaret ettiği "teârüf ve teâvün düsturu"nun beyânı için deriz ki:

    Nasıl ki bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, tâ takımlara kadar tefrik edilir; tâ ki her neferin muhtelif ve müteaddit münâsebâtı ve o münâsebata göre vazifeleri tanmsın, bilinsin ve tâ o ordunun efradları düstur-u teâvün altında, hakîki bir vazife-i umûmiye görsün ve hayat-ı içtimâiyeleri, a’dânın hücumundan mâsun kalsın. Yoksa, tefrik ve inkısam, bir bölük bir bölüğe karşı rekâbet etsin, bir tabur bir tabura karşı muhasemet etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir. Aynen öyle de, hey’et-i içtimâiye-i İslâmiye, büyük bir ordudur; kabâil ve tavaife inkısam edilmiş; fakat, binbir bir birler adedince cihet-i vahdetleri var. Hâlıkları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir; bir, bir, bir, binler kadar bir, bir… İşte bu kadar bir birler; uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktizâ ediyorlar. Demek, kabâil ve tavâife inkısam, şu âyetin îlân ettiği gibi, teârüf içindir, teâvün içindir; tenâkür için değil, tahâsum için değildir.

    Üçüncü Mesele: Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş. Husûsan dessas Avrupa zâliınleri, bunu İslâmlar içinde menfî bir sûrette uyandırıyorlar; tâ ki, parçalayıp, onları yutsunlar.

    Hem, fikr-i milliyette bir zevk-i nefsânî var, gafletkârâne bir lezzet var, şeâmetli bir kuvvet var. Onun için, şu zamanda hayat-ı içtimâiye ile meşgul olanlara, "Fikr-i milliyeti bırakınız" denilmez. Fakat, fikr-i milliyet iki kısımdır. Bir kısmı menfî’dir, şeâmetlidir, zararlıdır; başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine adâvetle devam eder, müteyakkız davranır. Şu ise, muhâsemet ve keşmekeşe sebeptir. Onun içindir ki, hadîs-i şerifte ferman etmiş:

    İslâm, Câhiliyyetten kalma ırkçılık ve kabîleciliği kaldırmıştır.

    Ve Kur’ân’da ferman etmiş:

    Kâfirler kalblerine câhiliyet taassubundan ibâret olan o gayreti yerleştirdiklerinde, Allah, Resûlünün ve mü’minlerin üzerine sükûnet ve emniyetini indirdi ve onlara takvâda ve sözlerine bağlılıkta sebat verdi. Zâten onlar buna lâyık ve ehil kimselerdi. Allah ise herşeyi hakkıyla bilir. (Fetih Sûresi: 26.)

    İşte şu hadis-i şerif, şu âyet-i kerîme katî bir sûrette menfî bir milliyeti ve fikr-i unsuriyeti kabul etmiyorlar. Çünkü, müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti, ona ihtiyaç bırakmıyor.

    Evet, acaba hangi unsur var ki, üç yüz elli milyon vardır? Ve o İslâmiyet yerine o unsuriyet fikri, fikir sahibine o kadar kardeşleri, hem ebedî kardeşleri kazandırsın?

    Evet, menfî milliyetin, tarihçe pekçok zararları görülmüş. Ezcümle, Emeviler, bir parça, fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için hem âlem-i İslâmı küstürdüler, hem kendileri de çok felâketler çektiler. Hem, Avrupa milletleri, şu asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Almanın çok şeâmetli ebedî adâvetlerinden başka, Harb-i Umûmideki hâdisat-ı müthişe dahi menfî milliyetin nev-i beşere ne kadar zararlı olduğunu gösterdi. Hem bizde, iptidâ-i hürriyette, Bâbil Kal’asının harâbiyeti zamanında "tebelbül-ü akvâm" tâbir edilen "teşaub-u akvâm" ve o teşâub sebebiyle dağılmaları gibi, menfî milliyet fikriyle başta Rum ve Ermeni olarak pekçok "kulüpler" nâmında sebeb-i tefrika-i kulûb, muhtelif mültecîler cemiyetleri teşekkül etti ve onlardan şimdiye kadar ecnebîlerin boğazına gidenlerin ve perişan olanların halleri, menfî milliyetin zararını gösterdi.

    Şimdi ise, en ziyâde birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebî tahakkümü altında ezilen anâsır ve kabâil-i İslâmiye içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabânî bakmak ve birbirini düşman telakkî etmek öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez. Âdetâ bir sineğin ısırmaması için, müthiş yılanlara arka çevirip, sineğin ısırmasına karşı mukabele etmek gibi bir divânelikle büyük ejderhâlar hükmünde olan Avrupa’nın doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda, onlara ehemmiyet vermeyip, belki mânen onlara yardım edip, menfû unsuriyet fikriyle Şark vilâyetlerindeki vatandaşlara veya Cenub tarafındaki dindaşlara adâvet besleyip, onlara karşı cephe almak, çok zararları ve mehâliki ile beraber, o Cenub efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karsı sephe alınsın. Cenubdan gelen Kur’ân nûru var, İslâmiyet ziyâsı gelmiş; o, içimizde vardır ve her yerde bulunur. İşte o dindaşlara adâvet ise, dolayısıyla İslâmiyete, Kur’ân’a dokunur. İslâmiyet ve kur’ân’a karşı adâvet ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevî adâvettir. Hamiyet nâmına hayat-ı içtimâiyeye hizmet edeyim diye, iki hayatın temel taşlarını harap etmek, hamiyet değil hamakattır.

    Dördüncü Mesele: Müsbet milliyet, hayat-ı içtimâiyenin ihtiyac-ı dahilîsinden ileri geliyor; teâvüne, tesânüde sebeptir, menfaatli bir kuvvet temin eder, uhuvvet-i İslâmiyeyi daha ziyâde teyid edecek bir vâsıta olur.

    Şu müsbet firk-i milliyet, İslâmiyete hâdim olmalı, kal’a olmalı, zırhı olmalı; yerine geçmemeli, Çünkü, İslâmiyetin verdiği uhuvvet içinde, bin uhuvvet var; âlem-i bekâda ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâkî kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa, onu onun yerine ikâme etmek, aynı kal’anın taşlarını, kal’anın içindeki elmas hazînesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nevinden ahmakâne bir cinayettir.

    İşte ey ehl-i Kur’ân olan şu vatanın evlâtları; altı yüz sene değil, belki, Abbâsîler zamanından beri bin senedir Kur’ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak, bütün cihâna karşı meydan okuyup, Kur’ân’ı îlân etmişsiniz. Milliyetinizi, Kur’ân’a ve İslâmiyete kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı def’ ettiniz tâ Allah, sevdiği ve kendisini seven mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibi, Allah yolunda cihad eden bir topluluk getirecektir (Maide Sûresi: 54.) âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi, Avrupa’nın ve frenkmeşreb münâfıkların desîselerine uyup, şu âyetin evvelindeki hitâba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız!

    Cây-ı Dikkat Bir Hâl

    Türk milleti, anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde; dünyanın her tarafında olan Türkler ise, Müslümandır. Şâir unsurlar gibi Müslim ve gayr-i Müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir; nerede Türk tâifesi varsa, Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır—Macarlar gibi. Halbuki küçük unsurlarda dahi, hem müslim ve hem de gayr-i Müslim var.

    Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş; ondan kâbil-i efrik değil. Tefrik etsen, mahvsın! Bütün senin mâzideki mefâhirin, İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen, şeytanların vesveseleriyle, desîseleriyle o mefâhiri kalbinden silme!

    Beşinci Mesele: Asya’da uyanan akvâm, fikr-i milliyete sarılıp, aynen Avrupa’yı her cihetle taklit ederek, hattâ çok mukaddesâtları o yolda feda ederek hareket ediyorlar. Halbuki her milletin kâmet-i kıymeti başka bir elbise ister; bir cins kumaş bile olsa, tarzı ayrı ayrı olmak lâzım gelir. bir kadına, bir jandarma elbisesi giydirilmez—bir ihtiyat hocaya, tango bir kadın libâsı giydirilmediği gibi. Körü körüne taklit dahi, çok defa maskaralık olur. Çünkü:

    Evvelâ: Avrupa bir dükkân, bir kışla ise, Asya bir mezraa, bir câmi hükmündedir. Bir dükkâncı dansa gider, bir çiftçi gidemez; kışla vaziyeti ile mescid vaziyeti bir olmaz.

    Hem, ekser enbiyânın Asya’da zuhuru, ağleb-i Hükemânın Avrupa’da gelmesi, kader-i ezelmin bir remzi, işaretidir ki; Asya akvâmını intihâba getirecek, terakkî ettirecek, idâre ettirecek, din ve kabdir. Felsefe ve hikmet ise, din ve kalbe yardım etmeli yerine geçmeli.

    Sâniyen: Dîn-i İslâmı, Hıristiyan dînine kayas edip, Avrupa gibidine lâkayd olmak, pek büyük bir hatâdır. Evvelâ, Avrupa dînine sâhiptir. Başta Wilson, Loyd George, Venizelos gibi Avrupa büyükleri, papaz gibi dinlerine mutaassıp olmaları şâhittir ki, Avrupa dînine sahiptir; belki bir cihette mutaassıptır.

    Sâlisen: İslâmiyeti Hıristiyan dînine kıyas etmek, kıyâs-ı maalfârıktır, o kıyas yanlıştır. Çünkü, Avrupa, dînine mutaassıp olduğu zaman medenî değildi; taassubu terk etti, medenîleşti. Hem, din onların içinde üç yüz sene muhârebe-i dahiliyeyi intâc etmiş. Müstebit zâlimlerin elinde avâmı, fukarayı ve ehl-i fikri ezmeye vâsıta olduğundan, onların umûmunda muvakkaten dînine karşı bir küsmek âsıl olmuştu.

    İslâmiyette ise, tarihler şâhittir ki, bir defadan başka dâhilî muhârebeye sebebiyet vermemiş. Hem ne vakit, ehl-i İslâm, dîne ciddî sahip olmuşlarsa, o zamana nisbeten yüksek terakkî etmişler. Buna şâhit, Avrupa’nın en büyük üstâdı, Endülüs devlet-i İslâmiyesidir. Hem, ne vakit, cemâat-i İslâmiye, dîne karşı lâkayd vaziyeti almışlar, perişan vaziyete düşerek tedennî etmişler. Hem, İslâmiyet, vücûb-u zekât ve hurmet-i ribâ gibi binler şefkatperverâne mesâil ile fukarâyı ve avâmı himâye ettiği, Akıl erdirmezler mi? (Yasin Sûresi: 68.) Tefekkür etmezler mi? (En’âm Sûresi: 50.) Düşünmezler mi? (Nisâ Sûresi: 82.) gibi kelhimâtıyla aklı ve ilmi istişhâd ve ikaz ettiği ve ehl-i ilmi himâye ettiği cihetle, dâimâ İslâmiyet fukarâların ve ehl-i ilmin kal’ası ve melcei olmuştur. Onun için, İslâmiyete karşı küsmeye hiçbir sebep yoktur.

    İslamiyetin, Hıristiyanlık ve sâir linlere cihet-i farkının sırr-ı hikmeti şudur ki:

    İslâmiyetin esâsı, mahz-ı Tevhiddir; vesâit ve esbâba tesir-i hakîki vermiyor, îcad ve makam cihetiyle kıymet vermiyor. Hıristiyanlık ise, "velediyet" fikrini kabul ettiği için, vesâit ve esbâba bir kıymet verir, enâniyeti kırmaz. Âdetâ Rubûbiyet-i İlâhiyenin bir cilvesini azizlerine, büyüklerine verir. Allah’ı bırakıp, bilginlerini ve rahiplerini Rabler edindiler. (Tevbe Sûresi: 31.) âyetine mâsadak olmuşlar. Onun içindir ki, Hıristiyanların dünyaca en yüksek mertebede olanları, gurur ve enâniyetlerini muhâfaza etmekle beraber, sâbık Amerika Reisi Wilson gibi, mutaassıp bir dindar olur. Mahz-ı tevhid dîni olan İslâmiyet içinde, dünyaca yüksek mertebede olanlar, ya enaniyeti ve gururu bırakacak veya dindarlığı bir derece bırakacak. Onun için, bir kısmı lâkayd kalıyorlar, belki dinsiz oluyorlar.

    Altıncı Mesele: Menfî milliyette ve unsuriyet fikrinde ifrat edenlere deriz ki:

    Evvelâ: Şu dünya yüzü, husûsan şu memleketimiz, eski zamandan beri çok muhâceretlere ve tebeddülâta mâruz olmakla beraber; merkez-i hükûmet-i İslâmiye bu vatanda teşkil olduktan sonra, akvâm-ı sâireden, pervâne gibi, çokları içine atılıp, tavattun etmişler. İşte bu halde, Levh-i Mahfûz açılsa ancak hakîki unsurları birbirinden tefrik edilebilir. Öyle ise, hakîki unsuriyet fikrine, hareketi ve hamiyeti binâ etmek, manâsız ve hem pek zaralıdır. Onun içindir ki, menfî milliyetçilerin ve unsuriyetperverlerin reislerinden ve dine karşı pek lâkayd birisi, mecbur olmuş, demiş: "Dil, din bir ise, millet birdir." Mâdem öyledir; hakîki unsuriyete değil, belki dil, din, vatan münâsebâtına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zâten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dahildir.

    Saniyen: İslâmiyetin mukaddes milliyeti bu vatan evlâdının hayat-ı içtimâiyesine kazandırdığı yüzer fâideden iki fâideyi misâl olarak beyân edeceğiz:

    Birincisi: Şu devlet-i İslâmiye yirmi otuz milyon iken, bütün Avrupa’nın büyük devletlerine karşı hayatını ve rnevcudiyetini muhafaza ettiren, şu evletin ordusundaki nûr-u Kur’ân’dan gelen şu fikirdir: "Ben ölsem şehidim, öldürsem gaziyim." Kemâl-i şevk ile aşk ile ölümün yüzüne gülerek istikbâl etmiş, dâimâ Avrupa’yı titretmiş. Acaba dünyada basit fikirli, sâfi kalbli olan neferâtın rûhunda şöyle ulvî fedâkârlığa sebebiyet verecek, hangi şey gösterilebililir? Hangi hamiyet onun yerine ikamet edilebilir ve hayatını ve bütün dünyasını severek ona fedâ ettirebilir?

    İkincisi: Avrupa’nın ejderhâları (büyük devletleri) her ne vakit şu devlet-i İslâmiyiye bir tokat vurmuşlarsa, üç yüz elli milyon İslâmı ağlatmış ve inletmiş. Ve o müstemlekât sahipleri onları inletmemek ve sızlatmamak için, elini çekmiş; elini kaldırırken, indirmiş. Şu hiçbir cihette istisgar edilmeyecek mânevî ve dâimî bir kuvvetüzzahr yerine hangi kuvvet ikâme edilebilir? Gösterilsin! Evet, o azîm mânevî kuvvetüzzahrı menfî milliyet ile istignâkârâne hamiyet ile gücendirmemeli!

    Yedinci Mesele: Menfî milliyette fazla hamiyetperverlik gösterenlere deriz ki: Eğer şu milleti ciddi severseniz, onlara şefkat edersiniz. Öyle bir hamiyet taşıyınız ki, onların ekserisinin şefkat sayılsın. Yoksa, ekserîsine merhametsizcesine bir tarzda, şefkate muhtaç olmayan bir kısm-ı kalîlin muvakkat gafletkârâne hayat-ı içtimâiyelerine hizmet ise, hamiyet değildir. Çünkü, menfî unsuriyet fikriyle yapılacak hamiyetkârlığın, milletin sekizinden ikisine muvakkat fâidesi dokunabilir, lâyık olmadıkları o hamiyetin şefkatine … mazhar olurlar. O sekizden altısı, ya ihtiyardır, ya hastadır, ya musîbetzededir, ya çocuktur, ya çok zaiftir, ya pek ciddî olarak âhireti düşünür muttakîdirler ki; bunlar, hayat-ı dünyeviyeden ziyâde, müteveccih oldukları hayat-ı berzahiyeye ve uhreviyeye karşı bir nur, bir tesellî, bir şefkat isterler ve hamiyetkâr mübârek ellere muhtaçtırlar. Bunların ışıklarını söndürmeye ve tesellîlerini kırmaya hangi hamiyet müsaade eder? Heyhat! Nerede millete şefkat, nerede millet yolunda fedakârlık!

    Rahmet-i İlâhiyeden ümit kesilmez. Çünkü, Cenâb-ı hak, bin seneden beri Kur’ân’ın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tâyin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat ârızalarla inşallah perişan etmez. Yine o nûru ışıklandırır ve vazifesini idâme ettirir.

    Mektûbât, 26. Mektup, ss. 309-314

    Dördüncü Desîse-i Şeytâniye

    Şeytanın telkini ile ve ehl-i dalâletin ilkaâtıyla, bana karış propaganda ile hücum eden ve muhim mevkîleri işgal eden bâzı mülhidler, kardeşlerimi aldatmak ve asabiyet-i milliyeleri tahrik etmek için diyorlar ki: "Siz Türksünüz. Mâşâallah, Türklerde her nevî ulemâ ve ehl-i kemâl vardır; Said bir Kürddür. Milliyetinizden olmayan birsiyle teşrik-i mesâil etmek, hamiyet-i milliyeye münâfîdir?"

    Elcevap: Ey bedbaht mülhid! Ben, felillâhilhamd, Müslümanım. Her zamanda, kudsî milletimin üçyüz elli milyon efrâdı vardır. Böyle ebedi bir uhuvveti tesis eden ve duâlarıyla bana yardım eden ve içinde Kürdlerin ekseriyet-i mutlakası bulunan üç yüz elli milyon kardeşi, unsuriyet ve menfî milliyet fikrine fedâ etmek; ve o mübârek hadsiz kardeşlere bedel, Kürd nâmını taşıyan ve Kürd unsurundan addedilen muhdud birkaç dinsiz veya mezhepsiz bir mesleğe girenleri kazanmaktan yüz bin defa istiâze ediyorum! Ey mülhid! Senin gibi ahmaklar lâzım ki, Macar kâfirleri veyahut dinsiz olmuş ve frenkleşmiş birkaç Türkleri, muvakkaten dünyaca dahi faidesiz uhuvvetinini kazanmak için, üç yüz elli milyon hakîki, nûrânî menfaattar bir cemâatin bâkî uhuvvetlerini terk etsin. Yirmi Altıncı Mektubun Üçüncü meselesinde, delilleriyle menfî milliyetin mâhiyetini ve zararlarını gösterdiğimizden, ona havale edip, yalnız o Üçüncü Meselenin âhirinde icmâl edilen bir hakîkati burada bir derece izah edeceğiz. Şöyle ki: O Türkçülük perdesi altına giren ve hakîkaten Türk düşmanı olan hamiyetfüruş mülhidlere derim ki: "Din-i İslâmiyet milletiyle ebedî ve hakîki bir uhuvvet ile, Türk denilen bu vatan ehl-i îmânıyla şiddetli ve pek hakîki alâkadarım. Ve bin seneye yakın, Kur’ân’ın bayrağını cihânın cihât-ı sittesinin etrafında gâlibâne gezdiren bu vatan evlatlarına, İslâmiyet hesâbına, müftehirâne ve taraftarâne muhabbettarım. Sen ise ey hamiyetfüruş sahtekâr! Türkün mefâhir-i hakîkiye-i milliyesini unutturacak bir sûrette mecâzî ve unsurî ve muvakkat ve garazkârâne bir uhuvvetin var. Senden soruyorum: Türk milleti, yalnız yirmi ile kırk yaşı ortasındaki gâfil ve heveskâr gençlerden ibâret midir? Hem, onların menfaati ve onların hakkında hamiyet-i milliyenin iktizâ ettiği hizmet, onların gafletini ziyâdeleştiren ve ahlâksızlıklara alıştıran ve menhiyâta teşcî eden frenkmeşrebâne terbiyede midir? Ve ihtiyarlıkta onları ağlattıracak olan muvakkat bir güldürmekte midir? Eğer hamiyet-i milliye bundan ibâret ise, ve terakkî ve saadet-i hayatiye bu ise; evet, sen böyle Türkçü isen ve böyle milliyetperver isen, ben o Türkçülükten kaçıyorum, sen de benden kaçabilirsin! Eğer zerre miktar hamiyet ve şuurun ve insafın varsa, şimdiki taksimâta bak, cevap ver. Şöyle ki:

    Türk Milleti denilen şu vatan evlâdı altı kasımdır: Birinci kısmı ehl-i salâhât ve takvâdır, ikinci kısmı musîbetzede ve hastalar tâifesidir, üçüncü kısmı ihtiyarlar sınıfıdır, dördüncü kısmı çocuklar tâifesidir, beşinci kısmı fakirler ve zaifler tâifesidir altıncı kısmı gençlerdir. Acaba bütün evvelki beş tâife Türk değiller mi? Hamiyet-i milliyeden hisseleri yok mu? Acaba altıncı tâifeye sarhoşçasına bir keyif vermek yolunda, o beş tâifeyi incitmek, keyfini kaçırmak, tesellîlerini kırmak hamiyet-i milliye midir, yoksa o millete düşmanlık mıdır? "El hükmü lil ekser" sırrınca, eksere zarar dokunduran düşmandır; dost değildir.

    Senden soruyorum: Birinci kısım olan ehl-i îmân ve ehl-i takvânın en büyük menfaati, frenkmeşrebâne bir medeniyette midir; yoksa hakâik-ı îmâniyenin nurlarıyla saadet-i ebediyeyi düşünüp, müştak ve âşık oldukları tarîk-i hakta sülûk etmek ve hakîki tesellî bulmakta mıdır? Senin gibi dalâletpîşe hamiyetfürûşların tuttuğu meslek, müttakî ehl-i îmânın mânevî nurlarını söndürüyor ve hakîki tesellilerini bozuyor ve ölümü îdam-ı ebedî ve kabri dâimi bir firâk-ı lâyezâlî kapısı olduğunu gösteriyor.

    İkinci kısım olan musîbetzede ve hastaların ve hayatından me’yus olanların menfaati frenkmeşrebâne, dinsizcesine medeniyet terbiyesinde midir? Halbuki, o biçareler bir nur isteler, bir tesellî isterler, musîbetlerine karşı bir mükâfat isterler ve onlara zulmedenlerden intikamlarını almak isterler ve yakınlaştıkları kabir kapısındaki dehşedi def’ etmek istiyorlar. Sizin gibilerin sahtekâr hamiyetiyle, pek çok şefkate ve okşamaya ve timâr etmeye çok lâyık ve muhtaç o bîçare musîbetzedelerin kablerine iğne sokuyorsunuz, başlarına tokmak vuruyorsunuz, merhametsizcesine ümitlerini kırıyorsunuz, ye’s-i mutlaka düşürüyorsunuz! Hamiyet-i milliye bu mudur? Böyle mi millete menfaat dokunduruyorsunuz?

    Üçüncü tâife olan ihtiyarlar, bir sülüs teşkil ediyor. Bunlar kabre yakınlaşıyorlar, ölüme yakınlaşıyolar; dünyadan uzaklaşıyorlar, âhirete yanaşıyorlar. Böylelerin menfaati ve nûru ve tecellisi, Hülâgû ve Cengiz gibi zâlimlerin gaddarâne sergüzeştlerini dinlemesinde midir ve âhireti unutturacak, dünyaya bağlandıracak, neticesiz, mânen sukut, zâhiren terakki denilen şimdiki nevî hareketinizde midir? Ve uhrevî nur, sinemada mıdır? Ve hakîki tesellî, tiyatroda mıdır? Bu bîçare ihtiyarlar, hamiyetten hürmet isterlerken, mânevi bıçakla o bîçareleri kesmek hükmünde ve "Îdâm-ı ebedîye sevk ediliyorsunuz" fikrini vermek ve rahmet kapısı tasavvur ettikleri kabir kapısını ejderha ağzına çevirmek, "Sen oraya gideceksin" diye mânevî kulağına üflemek hamiyet-i milliye ise; böyle hamiyetten yüz bin defa "El-iyâzü billah!.."

    Dördüncü tâife ki, çocuklardır. Bunlar, hamiyet-i milliyeden merhamet isterler, şefkat beklerler. Bunlar da, zaaf ve acz ve iktidarsızlık noktasında, merhametkâr, kudretli bir Hâlıkı bilmekle, ruhları inbisat edebilir, istidatları mes’udâne inkişaf edebilir. İleride, dünyadaki müthiş ehvâl ve ahvâle karşı gelebilecek bir tevekkül-ü îmânî ve teslim-i İslâmi telkinâtıyla o masumlar, hayata müştakâne bakabilirler. Acaba, alâkaları pek az olduğu terakkiyât-ı medeniye dersleri ve onların kuvve-i mâneviyesini kıracak ve ruhlarını söndürecek, nursuz, sırf maddî felsefî düsturların tâliminde midir? Eğer insan bir cesed-i hayvânîden ibaret olsaydı ve kafasında akıl olmasaydı, belki bu mâsum çocukları muvakkaten eğlendirecek terbiye-i medeniyye tâbir ettiğiniz ve terbiye-i milliye süsü verdiğiniz bu frengî usül, onlara çocukçasına bir oyuncak olarak, dünyevî bir menfaati verebilirdi. Mâdem ki, o mâsumlar hayatın dağdağalarına atılacaklar, mâdem ki insandırlar; elbette küçük kalblerinde çok uzun arzuları olacak ve küçük kafalarında büyük maksatlar tevellüd edecek. Mâdem hakîkat böyledir; onlara şefkatin muktezâsı, gâyet derecede fakr ve aczinde, gâyet kuvvetli bir nokta-i istinâdı ve tükenmez bir nokta-i istimdâdı, kalblerinde îmân-ı billâh ve îmân-ı bilâhiret sûretiyle yerleştirmek lâzımdır. Onlara şefkat ve merhamet, bununla olur. Yoksa, dîvâne bir vâlidenin veledini bıçakla kesmesi gibi, hamiyet-i milliye sarhoşluğuyla o bîçare mâsumları mânen boğazlamaktır; cesedini beslemek için, beynini ve kalbini çıkarıp ona yedirmek nevinden vahşiyâne bir gadr’dir, bir zulümdür.

    Beşinci tâife, fakirler ve zaifler taifesidir. Acaba, hayatın ağır tekâlifini fakirlik vâsıtasıyla elim bir tarzda çeken fakirlerin ve hayatın müthiş dağdağalarına karşı çok müteessir olan zaiflerin, hamiyet-i milliyeden hisseleri yok mudur? Bu bîçarelerin ye’sini ve elemini artıran ve sefih bir kısım zenginlerin mel’abe-i hevesâtı ve zâlim bir kısım kavîlerin vesîle-i şöhret ve şekâveti olan firenkmeşrebâne ve perdebîrûnâne ve firavunâne medeniyetperverlik nâmı altında yaptığınız harekâtta mıdır? Bu bîçare fukarâların fakirlik yarasına merhem ise, unsuriyet fikrinden değil, belki İslâmiyetin eczahâne-i kudsiyesinden çıkabilir. Zaiflerin kuvveti ve mukâvemeti, karanlık ve tesadüfe bağlı, şuursuz tabiî felsefeden alınmaz; belki hamiyet-i İslâmiye ve kudsî İslâmiyet milliyetinden alınır.

    Altıncı tâife, gençlerdir. Bu gençlerin gençlikleri, eğer dâimî olsaydı, menfî milliyetle onlara içirdiğiniz şarabın muvakkat bir menfaati, bir faidesi olurdu. Fakat o gençliğin lezzetli sarhoşluğu, ihtiyarlıkla elemle ayılması ve o tatlı uykunun ihtiyarlık sabahında esefle uyanmasıyla, o şarabın humârı ve sıkıntısı onu çok ağlattıracak ve o lezzetli rüyânın zevâlindeki elem, ona çok hazin teessüf ettirecek. "Eyvah! Hem gençlik gitti, hem ömür gitti, hem müflis olarak kabre gidiyorum; keşke aklımı başıma alsaydım" dedirecek. Acaba bu tâifenin hamiyeti milliyeden hissesi, az bir zamanda muvakkat bir keyif görmek için, pek uzun bir zamanda teessüfle ağlattırmak mıdır; yoksa onların saadet-i dünyevileri ve lezzet-i hayatiyeleri, o güzel, şirin gençlik nîmetinin şükrünü vermek sûretinde, o nîmeti sefâhet yolunda değil, belki istikâmet yolunda sarf etmekle, o fâni gençliği ibâdetle mânen ibkâ etmek ve o gençliğin istikâmetiyle dâr-ı saadette ebedî bir gençlik kazanmakta mıdır? Zerre miktar şuurun varsa söyle!

    Elhâsıl: Eğer Türk milleti, yalnız altıncı tâife olan gençlerden ibâret olsa ve gençlikleri dâimî kalsa ve dünyadan başka yerleri bulunmasa, sizin Türkçülük perdesi altındaki firenkmeşrebâne harekâtınız, hamiyet-i milliyeden sayılabilirdi. Benim gibi hayat-ı dünyeviyeye az ehemmiyet veren ve unsuriyet fikrini, firengî illeti gibi bir maraz telâkkî eden ve gençleri nâmeşrû keyif ve hevesâttan men’e çalışan ve başka memlekette dürıyaya gelen bir adama, "O Kürddür, arkasına düşmeyiniz" diyebilirdiniz ve demeye bir hak kazanabilirdiniz. Fakat, mâdem ki Türk nâmı altında olan şu vatan evlâdı, sâbıkan beyân edildiği gibi altı kısımdır. Beş kısma zarar vermek ve keyiflerini kaçırmak, yalnız birtek kısma muvakkat ve dünyevî ve âkıbeti meş’um bir keyif vermek, belki sarhoş etmek, elbette o Türk milletine dostluk değil, düşmanlıktır. Evet ben unsurca Türk sayılmıyorum; fakat Türklerin ehl-i takvâ tâifesine ve musîbetzedeler kısmına ve ihtiyarlar sınıfına ve çocuklar tâifesine ve zaifler ve fakirler zümresine bütün kuvvetimle ve kemâl-i iştiyakla müşfikâne ve uhuvvetkârâne çalışmışım ve çalışıyorum. Altıncı tâife olan gençler dahi, hayat-ı dünyeviyesini zehirlettirecek ve hayat-ı uhreviyesini mahvedecek ve bir saat gülmeye bedel bir sene ağlamayı netice veren harekât-ı nâmeşruâdan vazgeçirmek istiyorum. Yalnız bu altı yedi sene değil, belki yirmi senedir Kur’ân’dan ahzedip Türkçe lisânıyla neşrettiğim âsâr meydandadır. Evet, lillâhilhamd, Kur’ân-ı Hakîmin mâden-i envârından iktibas edilen âsâr ile, ihtiyar tâifesinin en ziyâde istedikleri nur gösteriliyor. Musîbetzedelerin ve hastaların tiryak gibi en nâfî ilâçları, eczahâne-i kudsîye-i Kur’âniyede gösteriliyor. Ve ihtiyarları en ziyâde düşündüren kabir kapısı, rahmet kapısı olduğu ve idam kapısı olmadığı, o envâr-ı Kur’âniye ile gösterildi. Ve çocukların nâzik kalblerinde hadsiz mesâib ve muzır eşyaya karşı gâyet kuvvetli bir nokta-i istinad ve hadsiz âmâl ve arzularına medâr bir nokta-i istimdat, Kur’ân-ı Hakımin mâdeninden çıkarıldı ve gösterildi ve bilfiil istifade ettirildi. Ve fukarâlar ve zuafâlar kısmını en ziyâde ezen ve mütessir eden hayatın ağır tekâlifi, Kur’ân-ı Hakımin hakâik-ı îmâniyesiyle hafifleştirildi.

    İşte bu beş tâife ki, Türk milletinin altı kısmından beş kısmıdır; menfaatlerine çalışıyoruz. Altıncı kısım ki, gençlerdir. Onların iyiliklerine karşı ciddî uhuvvetimiz var. Senin gibi mülhidlere karşı hiçbir cihetle dostluğumuz yok! Çünkü, ilhâda giren ve Türkün hakîki bütün mefâhir-i milliyesini taşıyan İslâmiyet milliyesinden çıkmak isteyen adamları Türk bilmiyoruz. Türk perdesi altına girmiş frenk telâkkî ediyoruz! Çünkü, yüz bin defa Türkçüyüz deyip dâvâ etseler, ehl-i hakîkati kandıramazlar. Zîrâ, fiilleri, harekâtları onların dâvâlarını tekzib ediyor.

    İşte ey frenkmeşrepler ve propagandanızla hakîki kardeşlerimi benden soğutmaya çalışan mülhidler! Bu millete menfaatiniz nedir? Birinci tâife olan ehl-i takvâ ve salâhâtın nûrunu söndürüyorsunuz. Merhamete ve timâr etmeye şâyan ikinci tâifesinin yaralarma zehir serpiyorsunuz. Ve hürmete çok lâyık olan üçüncü tâifenin tesellîsini kırıyorsunuz, ye’s-i mutlaka atıyorsunuz. Ve şefkate çok muhtaç olan dördüncü tâifenin bütün bütün kuvve-i mâneviyesini kırıyorsunuz ve hakîki insâniyetini söndürüyorsunuz. Ve muâvenet ve yardıma ve tesellîye çok muhtaç olan beşinci tâifenin ümitlerini, istimdatlarını akîm bırakıp, onların nazarında hayatı mevtten daha ziyâde dehşetli bir sûrete çeviriyorsunuz. İkâza ve ayılmaya çok muhtaç olan altıncı tâifesine gençlik uykusu içinde öyle bir şarap içiriyorsunuz ki; o şarabın humarı pek elîm, pek dehşetlidir. Acaba bu mudur hamiyet-i milliyeniz ki, o hamiyet-i milliye uğrunda çok mukaddesâtı fedâ ediyorsunuz. O Türkçülük menfaati, Türklere bu sûretle midir? Yüz bin def’a el’iyâzü billâh.

    Ey efendiler! Bilirim ki, hak noktasında mağlûp olduğunuz zaman, kuvvete mürâcaat edersiniz. Kuvvet hakta olduğu, hak kuvvette olmadığı sırrıyla, dünyayı başıma ateş yapsanız, hakîkat-i Kur’aniyeye fedâ olan bu baş size eğilmeyecektir. Hem size bunu da haber veriyorum ki: Değil sizler gibi mahdut, mânen millet nazarında menfur bir kısım adamlar, belki binler, sizler gibi bana maddi düşmanlık etseler, ehemmiyet vermeyeceğim ve bir kısım muzır hayvanâttan fazla kıymet vermeyeceğim. Çünkü, bana karşı ne yapacaksınız? Yapacağınız iş, ya hayatıma hâtime çekmekle veya hizmetimi bozmak sûretiyle olur. Bu iki şeyden başka dünyada alâkam yok. Hayatın başına gelen ecel ise, şuhud derecesinde katî îman etmişim ki, tagayyür etmiyor, mukadderdir. Mâdem böyledir; hak yolunda şehâdet ile ölsem, çekinmek değil, iştiyak ile bekliyorum. Bâhusus, ben ihtiyar oldum; bir seneden fazla yaşamayı zor düşünüyorum. Zâhirî bir sene ömrü, şehâdet vâsıtasıyla kazanılan hadsiz bir ömr-ü bâkîye tebdil etmek, benim gibilerin en âlî bir maksadı, bir gâyesi olur. Ammâ hizmet ise, felillâhilhamd, hizmet-i Kur’âniye ve îmâniyede Cenâb-ı Hak, rahmetiyle öyle kardeşleri bana vermiş ki, vefatım ile, o hizmet bir merkezde yapıldığına bedel çok merkezlerde yapılacak. Benim dilim ölüm ile susturulsa, pekçok kuvvetli diller benim dilime bedel konuşacaklar; o hizmeti idâme ederler. Hattâ diyebilirim, nasıl ki bir tane tohum toprak altına girip ölmesiyle bir sünbül hayatını netice verir, bir taneye bedel yüz tane vazife başına geçer; öyle de mevtim hayatımdan fazla o hizmete vâsıta olur ümidimi besliyorum.

    Mektûbat, 29. Mektup, ss. 407-412.

    ***

    İ’lem, eyyühe’l-azîz! Asabiyet-i câhiliye, birbirine tesânüd edip yardım eden gaflet, dalâlet, riyâ ve zulmetten mürekkep bir mâcundur. Bunun için milliyetçiler, milliyeti mâbud ittihaz ediyorlar. Hamiyet-i İslâmiye ise, nûr-u îmandan in’ikâs edip dalgalanan bir ziyâdır.

    Mesnevî-i Nûriye, s. 96.

    ***

    Evet, "ene" ince bir "elif," bir tel, farazî bir hat iken mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı altında neşvü nemâ bulur; gittikçe kalınlaşır, vücud-u insanın her tarafına yayılır, koca bir ejderha gibi vücüd-u insanı bel’ eder. Bütün o insan, bütün letâifi ile, âdetâ "ene" olur. Sonra nev’in enâniyeti de bir asabiyet-i nev’iye ve milliye cihetiyle, o enâniyete kuvvet verip, o "ene," o enâniyet-i neviyeye istinad ederek şeytan gibi, Sani-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze eder. Sonra kıyas-ı binnefs suretiyle herkesi, hatta herşeyi kendine kıyas edip Cenab-ı Hakkın mülkünü onlara ve esbaba taksim eder; gayet azim bir şirke düşer; "Muhakkak ki şirk pek büyük bir zulümdür (Lokman Sûresi: 13.)" meâlini gösterir. Evet, nasıl mîrî malından kırk parayı çalan bir adam bütün hazır arkadaşlarma birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir; öyle de, "Kendime malikim" diyen adam, "Herşey kendine maliktir" demeye itikad etmeye mecburdur.

    Sözler, 30. Söz, s. 496.

    ***

    Hürriyetin başında Sultan Reşad’ın Rumeli seyahati münasebetiyle vilâyât-ı Şarkiye namına ben de refakat ettim. Şimendiferimizde iki mektepli mütefennin arkadaşla bir mübahese oldu. Benden sual ettiler ki, "Hamiyet-i diniye mi, yoksa hamiyet-i milliye mi daha kuvvetli, daha lâzım?" O zaman dedim:

    "Biz Müslümanlar indimizde ve yanımızda din ve milliyet bizzat müttehittir. İtibarî, zahirî, arizî bir ayrılık var. Belki din, milliyetin hayatı ve ruhudur. İkisine birbirinden ayrı ve farklı bakıldığı zaman; hamiyet-i diniye, avam ve havassa şâmil oluyor. Hamiyet-i milliye, yüzden birisine yani menâfi-i şahsiyesini millete fedâ edene has kalır. Öyle ise, hukuk-u umumiye içinde hamiyet-i diniye esas olmalı. Hamiyet-i milliye, ona hadim ve kuvvet ve kal’ası olmalı. Hususan biz Şarklılar, Garplılar gibi değiliz. İçimizde kalplere hakim hiss-i dinîdir. Kader-i ezelî ekser enbiyayı Şarkta göndermesi işaret ediyor ki, yalnız hiss-i dinî Şarkı uyandırır, terakkiye sevk eder. Asr-ı Saadet ve Tabiîn, bunun bir bürhan-ı kat’isidir.

    "Ey bu hamiyet-i diniye ve milliyeden hangisine daha ziyade ehemmiyet vermek lâzım geldiğini soran bu şimendifer denilen medrese-i seyyarede ders arkadaşlarım! Ve şimdi, zamanın şimendiferinde istikbal tarafına bizimle beraber giden bütün mektepliler! Size de derim ki:

    "’Hamiyet-i diniye ve İslâmiyet milliyeti, Türk ve Arap içinde tamamiyle meczolmuş ve kabil-i tefrik olamaz bir hale gelmiş. Hamiyet-i İslâmiye, en kuvvetli ve metin ve Arştan gelmiş bir zincir-i nurânidir. Kırılmaz ve kopmaz bir urvetü’l-vüskadır. Tahrip edilmez, mağlup olmaz bir kudsî kal’adır,’ dediğim vakit o iki mektep muallimleri bana dediler: ‘Delilin nedir? Bu büyük davaya büyük bir hüccet ve gayet kuvvetli bir delil lâzım. Delil nedir?"’

    Birden şimendiferimiz tünelden çıktı. Biz de başımızı çıkardık, pencereden baktık. Altı yaşına girmemiş bir çocuğu şimendiferin tam geçeceği yolun yanında durmuş gördük. O iki muallim arkadaşlarıma dedim:

    "İşte bu çocuk lisan-ı haliyle sualimize tam cevap veriyor. Benim bedelime o masum çocuk bu seyyar medresemizde üstadımız olsun. Işte lisanı hali bu gelecek hakikati der:

    "Bakınız, bu dabbetü’l-arz, dehşetli hücum ve gürültüsü ve bağırmasıyla ve tünel deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada geçeceği yolda, bir metre yakınlıkta o çocuk duruyor. O dabbetü’l-arz tehdidiyle ve hücumunun tahakkümüyle bağırarak tehdit ediyor: ‘Bana rastgelenlerin vay haline’ dediği halde, o masum, yolunda duruyor. Mükemmel bir hürriyet ve harika bir cesaret ve kahramanlıkla beş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Bu dabbetü’l-arzın hücumunu istihfaf ediyor ve kahramancıklığıyla diyor: ‘Ey şimendifer! Sen ra’d ve gökgürültiisü gibi bağırmanla beni korkutamazsın!’

    Sebat ve metanetinin lisan-ı hali ile gûya der: "Ey şimendifer, sen bir nizamın esirisin. Senin gem’in, senin dizginin, seni gezdirenin elindedir. Senin bana tecâvüz etmen haddin değil. Beni istibdâdın altına alamazsın. Haydi, yolunda git, kumandanını izniyle yolundan geç!"

    İşte ey bu şimendefirdeki arkadaşlarım ve elli sene sonra fenlere çalışan kardeşlerim! Bu mâsum çocuğun yerinde Rüstem-i İranî ve Herkül-ü Yunanî o acip kahramanlıkları ile beraber tayy-ı zaman ederek, o çocuk yerinde burada bulunduklarını farz ediniz. Onların zamanında şimendifer olmadığı için, elbette şimendiferin bir intizam ile hareket ettiğine bir itikatları olmayacak. Birden bu tünel deliğinden, başında ateş, nefesi gök gürültüsü gibi, gözlerinde elektrik berkleri olduğu halde birden çıkan şimendiferin dehşetli tehdid hücumu ile Rüstem ve Herkül tarafına koşmasına karşı, o iki kahraman ne kadar korkacaklar, ne kadar kaçacaklar!.. O harika cesareti ile bin metreden fazla kaçacaklar. Bakınız, nasıl bir dabbetü’l-arzın tehdidine karşı hürriyetleri, cesaretleri mahvolur. Kaçmaktan başka çare bulamıyorlar. Çünkü onlar, onun kumandanına ve intizamına itikad etmedikleri için, mûtî bir merkep zannetmiyorlar. Belki gayet müthiş, parçalayıcı, vagon cesametinde yirmi arslanı arkasına takmış bir nev’i arslan tevehhüm ederler.

    Ey kardeşlerim ve ey elli sene sonra bu sözleri işiten arkadaşlarım! İşte âltı yaşına girmeyen bu çocuğa o iki kahramandan ziyade cesaret ve hürriyet veren ve çok mertebe onların fevkında bir emniyet ve korkmamak haletini veren; o masumun kalbinde hakikatin bir çekirdeği olan şimendiferin intizamına ve dizgini bir kumandanın elinde bulunduğuna ve cereyanı bir intizam altında ve birisi onu kendi hesabıyle gezdirmesine olan itikadı ve itminanı ve imanıdır. Ve o iki kahramanı gayet korkutan ve vicdanlarını vehme esir eden, onların—onun kumandanırıı bilmemek ve intizamına inanmamak olan—callilene itikatsızlıklarıdır.

    Bu temsilde, o masum çocuğun imanından gelen kahramanlık gibi, senede İslâm taifelerinin birkaç aşiretinin (Türk ve Türkleşmiş milletin)—kalbinde yerleşen iman ve itikad cihetiyle—ru-yi zeminde yüz mislinden ziyade devletlere, milletlere karşı imanından gelen bir kahramanlıkla İslâmiyet ve kemalât-ı maneviyenin bayrağını Asya ve Afrika’da ve yarı Avrupa’da gezdiren; ve "Ölsem şehidim, öldürsem gaziyim" deyip ölümü gülerek karşılamakla beraber, dünyadaki müteselsil düşman hadisatlara karşı da, hatta mikroptan kuyruklu yıldızlara kadar beşerin küllî istidadına karşı düşmanlık vaziyetini alan o dehşetli şimendiferlerin tehditlerine karşı, imanın kaharamanlığıyla mukabele edip korkmayan; kaza ve kader-i İlâhiyeye karşı imanın teslimiyetiyle korkmak, dehşet almak yerinde, hikmet ve ibret ve bir nev’i saadeti dünyeviyeyi kazanan başta Türk ve Arap taifeleri ve bütün Müslüman kabileleri—o masum çocuk gibi—fevkalâde bir manevî kahramanlık gösterdikleri gösteriyor ki: İstikbalin hâkim-i mutlakı, âhirette olduğu gibi dünyada da İslâmiyet milletidir.

    Hutbe-i Sâmiye, ss. 69-74.