Köprü Anasayfa

Milliyetçilik

"Güz 95" 52. Sayı

  • Tarihin tekerrürü yahut milliyetçilikten etnik vandalizm'e

    Mehmet Çelik

    Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesinde Araştırma Görevlisi.

    "Çokluk kuruntusu sizi o derece oyaladı ki,
    Nihâyet kabirleri ziyaret ettiniz."
    Kur’ân-ı Kerim,102/1-2.

    Kader ve determinizm arasındaki bağ yeterince incelenmemiş ve ele alınmamıştır. Bununla birlikte kaderin çoğu zaman determinizmi parçaladığı ya da içerdiği söylenebilir. Aynı şartlar altında, aynı materyallerle yapılan tecrübelerin aynı sonucu ortaya çıkardığı varsayımına benzeyen önermelerin tarih ve tarihi olayların yorumunda kullanılması mümkün görünmemekle birlikte, maalesef, genellikle şark toplumlarında "Tarih bir tekerrürden ibaret" gözükmektedir.

    Tarihin tekerrürü ya da bir nevi düşlere dönme tarihçiliğinin nedeni-statik toplum yapısının yanında-tarihin bir inanç ve akide alanı hâline getirilmesinin büyük rölü olsa gerektir. Başka bir deyişle "insann tarih zindanı" anlayışının hükümfermalığı ile tarih ve tarihî hadiseleri toptan red veya kabul şeklinde algılamanın tabiî bir sonucudur.

    Özellikle şark toplumlarında "ders alınmadığı için tekerrür eden tarih"in ve tarih anlayışının yansımalarını hayatın her alanında görmek mümkündür.

    Düşlere dönme tarihçiliği olarak adlandırdığımız tarih anlayışını ve buna bağlı olarak türeyen etnik milliyetçilikler üzerinde durmamızın asıl sebebi milliyetçiliğin kriz ideolojisi, tarihe duyulan özlemin ise kriz zamanların afyonu olduğuna inanmamızdan kaynaklanmaktadır.

    Fransız İhtilâlinin getirmiş olduğu kavga ve karmaşanın ve pozitivizmin getirdiği maddi dünya görüşlerinin Hıristiyan Avrupalı ruhu üzerine getirdiği baskının sonucu olarak doğan ve san’atta derin izler bırakan romantizm, özellikle Fransız sanatçılarını tarihe ve millî kahramanlık hikâyelerine geri döndürmüş bir nevi tarihî duygusallık hastalığı doğurmuştu.

    Bir nevi marazi bir sapma olan bu durum ilerleyerek ataların ruhunu kutsamaya vardı. Bu durum; romantizmin tarihçilik ve tarihî milliyetçilik açısından "Kemalizm"in evrenselliğine ve evrensel insanına karşı yerlilik ve milliliği ile karşı çıkması olarak yorumlanabilir. Avrupa’da romantik akımın son bulduğu yıllarda ortaya çıkan Nietzche, milliyetçi tarihçiliğin insanlar arasında doğurduğu düşmanlıklara dikkat çekmiş, bununla da Avrupa’nın lânetli çocuğu ünvanını almıştı. Nietzche’nin milletleri birbirinden ayırdığını düşündüğü tarihin kendisinden sonra aynı milletin "etnoslarını" ayıracak seviyede düşmanlıklar doğuracağını kestirmesi mümkün değildi.

    Avrupa’yı birbirine düşüren tarihî milliyetçiliğin bizim dünyamızda yerini alışı da câlib-i dikkattir: Batının askerî ve mâli teknolojisinin ilerleyişi karşısında başarısız duruma düşen Osmanlı devleti bir türlü dikiş tutmayan bir seri ıslahat denemesinden sonra adeta ölümünü beklemeye başladığında tarih romantizmi ile karşı karşıya gelmiş, münevverler tarihe ve tarihin ruhuna sığınmaya başlamışlardır.

    Namık Kemal, ilk tarihî roman olarak kabul edilen Cezmi’yi tarihin tekerrürüne olan özleminden dolayı kaleme alır. Bu onun "Cihângirâne bir devlet çıkardık, bir aşiretten" mısraının nesre, romana yansımasıdır. Bu yansıma orjinal ve kendiliğinden oluşmuş bir yansımadan ziyade o nesilden başlayarak günümüzde cinnete varan adaptasyon ve Batıda görülenin akislerini arama hastalığının başlangıcıdır. Romanının konusunu seçerken Osmanlı tarihine başvuran Nâmık Kemal’in sâiki ne yazık ki Batılıdır. Zaten kendisi Gülnihal romanıyla Victor Hugo’nun Sefiller’inin eteklerine tırmandığını söyleyecek kadar Batı edebiyatına hayrandır. Bu sebeple kendi tarihine dair yazdığı romanı ile başka bir romanın ve romancının eteklerine yükselmek arzusu duymadığı söylenemez. Zaten o dönemde penceresini Batıya çeviren Osmanlı münevverinin gördükleri penceresinin büyüklüğü kadardır.

    Namık Kemâl’den sonra da birçok tarihî roman yazıldı. Bu romanların çoğunda da muharrirler okuyucuya tarihin "şanlı" devirlerinde yolculuklar yaptırdılar. Gâyemiz tabiî ki, Türk romanı üzerinde fikir beyan etmek değildir. Bu konuyu nazar-i dikkate sunmamız şu kaziyemizin gereğidir: Eğer hâl, yani şimdiki zaman iyi ise tarihe ya da mâziye kaçmak, başka bir deyişle tarihin tekerrürünü beklemek aklımıza gelmez. Misal vermek gerekirse; Osmanlı devletinin en parlak dönemi olarak kabul edilen Kanûnî devrinde II. Murad devrine dönme arzusu duyulduğuna dâir tek bir belge bile bulmak güçtür. Oysa inhiraf ve inhizâmların arttığı IV. Murad devrinde padişaha bir ıslahat paketi sunan ve bilinen adıyla Koçi Bey Risalesinin muharriri Koçi Bey, IV. Murad’a Kanûnî devrine dönmeyi tavsiye eder. Oysa Bediüzzamân’ın deyişi ile "Eski hâl muhâl, ya yeni hâl ya izmihlâl" olacaktır. Fakat, izmihlâlin önlenmesi, yeni hâlin oluşmasına; yeni hâlin oluşması ise tarihin yeniden yorumlanmasına bağlıdır.

    Yukarıda bahsettiğimiz Nâmık Kemâl ve arkadaşları hâlin kötülüğüne karşı tarihe ve mâziye kaçarken zaman ve devletin yapısı gereği evrenselliği elden bırakmamış, etnik kökene bağlı olmayan bir Osmanlı vatancılığını ve toprak milliyetçiliğini tarihî misallerden yola çıkarak yüceltmişlerdi.

    Osmanlıcılık evrenselliği ya da yarı evrenselliği Osmanlı devletini yıkılmaktan kurtaramayıp Balkan kavimleri bağımsızlıklarını ilân edince Osmanlı münevverleri iki değişik fikir akımına doğru sürüklenmiştir. Bunlardan birisi İslâmcılık olarak adlandırılan ittihâd-ı İslâm fikri, diğeri ise özellikle Rusya’nın Pan-Slavizmi ve Bismark Almanya’sının siyasî ideolojisi olarak beliren Pan-Cermenizm’in kötü bir adaptasyonu olan PanTuranizm ya da Türk milliyetçiliğidir. İslâmcılık akımı üzerinde durmamakla birlikte, adaptasyon olduğunu söylediğimiz Pan-Turanizm’in ortaya çıkışında Osmanlı bünyesinden ayrılıp bağımsız olmak isteyen Müslüman kavimlerin ihânet olarak kabul gören hareketlerinin İslâm dini ile olan ilgisizliğinin iyi tahlil edilmeyerek, Müslümanlığın birleştiriciliğinin gözardı edilmesinin rolünü de unutmamak gerekir.

    Pan-Cermenizm’in vara vara ırk üstünlüğü fikrine vardığını müşahe etmekteyiz. Bismark ve diğer Alman ideologlarının Fransa karşısındaki yenilgilere karşı geliştirdikleri PanCermenizm başka bir kriz, yani I. Dünya Savaşının Almanya’da meydana getirdiği belirsizlik, yenilmişlik ve maddî sefalet döneminde şekil değiştirerek etnik bir vandalizme dönüşmüş, Alman üstünlüğü tezi ile ortaya çıkan Hitler’in elinde Cermen olmayanların itlâfma dönüşerek sonuçta II. Dünya Savaşının patlamasına sebebiyet vermiştir.

    Balkanlarda 1912’den başlayarak günümüze kadar süren süreç içerisinde Pan-Slavizm binlerce Müslümanın kanına mal oldu ve olmakta devam ediyor.

    Her ne kadar Pan-Turanizm arkasına büyük bir askerî gücü alamamış olmasından dolayı Pan-Cermenizm ve Pan-Slavizm’in açtığı yaralara benzer yaralara yol açmadıysa da PanTuranizm mantık itibariyle sözü edilen milliyetçiliklerden çok farklı değildir.

    Türk milliyetçilerinin tarih yorumunda evrensellikten adeta bir kaçış belirmistir. İlerleyen zaman içerisinde her ne kadar daha fazla dinî motifleri bünyesine katmışsa da Türk milliyetçiliği başlangıçtan beri kavim temeline oturtulmuştur. Adeta bin yılı aşkın bir süre devam eden İslâmî devir ve tarih tayyedilerek nazarlar İslâm öncesi imparatorluklarına ya da eski efsanelere döndürülmüştür. Bu durum Farsların Şahnâme, Almanların Nicbelungen ruhuna karşı Oğuz Destanı ruhudur.

    Türkçüleri bu ruha götüren asıl sebep İslâm öncesindeki Türklerin sâf ve katışıksız olduğu ön kabûlüdür. İlk Türk milliyetçilerinin bu atlamacı ve görmezlikten gelici bakış açılarından farklı görülmekle birlikte aslında aynı gâyeye matûf olarak, Osmanlı tarihine eğilen milliyetçi yazar ve tarihçiler Osmanlı realitesini Türklük üzerine kurma gayretine girişmişlerdir. Meselâ; belki de Osmanlıyı asırlarca ayakta tutan devrişme sistemini sırf kavmî endişelerden yola çıkarak inhitat ve yıkılış sebebi göstermeye çalışmışlardır. Bunun yanında, meselâ Türk olmasına rağmen Osmanlı devletine fetret devrini yaşatan Timur Viyana Kuşatmasında Osmanlı ordusuna ihanet eden Murat Giray’ın Türk olduklarını göz ardı ederek kavim birliğinin ille de siyasî birliğe götürücü olmadığını anlamamakta ısrar etmişlerdir.

    Her fırsatta Arapların Türkleri arkadan vurduğunu ileri sürerek din birliği tezini tezyif etmeye çalışan milliyetçiler, Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşanın ordularının—ki Kavalalı öz be öz Türktü—Anadolu’da Osmanlı ordusunu önüne katarak İstanbul’u ele geçirecekken, Ruslardan alınan yardımlarla engellendiğini görmezlikten gelmektedirler.

    Dünyada, özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra bloklaşan ortamda bir nevi donma karakteri gösteren milliyetçilik yerini ideoloji ve ideoloji savaşlarma bırakmakla birlikte Tükiye’de milliyetçilik Marksizme karşı çıkışı Marksizmin evrenselliğine di renme şeklinde belirmiştir. Türkiye’de Ortadoğu’daki milliyetçi akımların varlığı nasyonal sosyalist senteze—çok küçük belirtiler hariç—varamamış bunun tersi nasyonal dini sentezler ortaya çıkmıştır. Birbirini sürekli doğuran milliyetçi akımların bir yansıması olarak Türkiye’de Kürt milliyetçiliği ise Türk milliyetçiliğinin dinîliğine karşı Ortadoğu’daki nasyonal Arap sosyalizmine benzer bir yönelişle genelde Marksist bir görünüm sergilemiştir.

    Sovyetler Birliğinin biraz da Şarklı karakterinden kaynaklanan dogmacı Marksizmi üzerine kurulan yapısının çökmesi, maalesef dünyanın büyük bir kısmmı tarihin tekerrürü çizgisine doğru sürüklemektedir. Bu süreçte milliyetçiliğin, özellikle de etnik milliyetçiliğin yeniden patlak vermesi bizi üzerinde ısrarlı olduğumuz noktaya, yani milliyetçiliğin kriz ideolojisi iyi olmayan şimdiki zamanın tarihi milliyetçiliğe yol açtığı varsayımına götürmektedir.

    Bu durumun akislerini öncelikle, dağılan Sovyetlerin şimdiki en büyük parçası olan Rusya’da görmek mümkündür. "Büyük Çöküş"ün hemen ardından, özelde Türklere, genelde Müslümanlara olan düşmanlığı dile getiren ve gizlemeyen Jirınowsky’nin Milliyetçi Partisinin ülkenin ikinci büyük partisi durumuna gelmesi, Lenin posterlerinin yerini Deli Petro posterlerinin alması tesadüfî değildir. Hatta Başkan Yeltsin "Lenin’in başarısız olmasını, Marks’ın hiç doğmamış olmasını dilerdim. Bizim için önder Petro’dur" demesi milliyet duygusunu ortaya koymaktadır.

    Rusya’nın hortlayan Slav ruhunun bir göstergesi de Bosna-Hersek’te Sırpların Boşnaklara karşı giriştikleri etnik vandalizme verdikleri destektir.

    Etnik vandalizm, ne yazık ki, sadece bir mensubiyet problemi olarak görünmemektedir. Hür dünya diye empoze edilen Avrupa’nm özellikle bu ilkel duyguyu körüklediği görülmektedir. Tabiî ki bu bölünen ve bölündükçe zayıflayan ulus devletçiklerin maddî ve ekonomik gayelerle büyük ekonomilerin pazarı olmaya sürüklendikleri aşikardır. Bir taraftan Avrupa Birliği adı altında birleşen Avrupa ülkeleri ya anlaşarak ya da birbirlerine, yani ortakları olan birlik ülkelerine münafıklık edercesine etnik yongalar üzerine yeni fabrikalar inşası gayretine girişmiş gözükmektedirler.

    Dağılan Yugoslavya’nın mirasçılarından Hırvatistan’ın Almanlar tarafından himaye edilmesinin Ruwanda gibi geri kalmış bir ülkede iki kabile arasındaki savaşın Fransa tarafından kışkırtılmasının başkaca anlaşılması mümkün olmasa gerektir.

    Sanayileşmiş Batının ve Amerika’nın ve yeni büyük süper güç Japonya’nın ekonomik endişelerle ucuz iş gücü cenneti olan Çin rejimini korudukları gerçeği de göz önüne alınacak olursa, blokların yok olduğu yeni dünya ortamında, ekonomik büyük güçlerin gerektiği yerlerle etnik bunalımları ve gerektiğinde kâr güdüsüyle statükoların da devamı yolunda gayret gösterebildikleri ve gösterdikleri ortaya çıkmaktadır.

    Eğer dünyada yeni büyük ortak değerler ya da ideolojiler doğmaz ve bu günkü ortamda beliren etnik vandalizm milliyetçilikleri devam edecek olurlarsa, insanlık belki de destan devirlerine geri dönecek, kabilesinin şecaat ve üstünlüğünü dile getiren şâirler, düşman kabilelerinin ve düşman kabileleri üzerine kurulmuş kulelerde, kendi kabilelerini öven kasideler okuyacaklardır.

    Kendileri için tarihin tekerrürden ibâret olduğunu söylediğimiz tâifelerin tarihten ders alarak tekerrürüne müsaade etmemeleri, "örs ya da çekiç" olma dışında alternatiflerin de olabileceğini düşünmeleri gerekir.