Köprü Anasayfa

Milliyetçilik

"Güz 95" 52. Sayı

  • "Ümmetin" yerine ikame edilen "millet"

    Muhammed BOZDAĞ

    Bilindiği üzere insanoğlu diğer varlıklardan çok daha gelişkin olarak varlıklarını, kendilerini sosyalleştirebildikleri ortamlarda sürdürebilirler. Bütün sosyalleşme biçimleri, içerisinde bulunulan kültürel, psikolojik, inanç temelli, hatta coğrafi şartların etkisi çerçevesinde şekillenir.

    Sosyal bir varlık olarak yaşamak zorunda olan insanların aile, topluluk, cemaat, millet hatta tartışma konumuzun ötesinde bulunan ümmet sürecindeki gelişimi ve yapılaşmasında birlikteliği ifade eden bu kavramlara verilen anlamların tartışılmaz bir önemi vardır. Birlikteliğin birlikteliği, yani bağlanmayı gerektirecek bağların yokluğu halinde gerçekleşmesi mümkün olamaz. Şu halde bütün toplu yaşayışa ilişkin kavramların ardında "bağ" anlamlarını Bediüzzaman’ın terminolojisine göre "rabıta" unsurlarını aramak gerekir. Aile kavramının oluşturduğu yapının coğrafyalar arasında farklılaşmasının sebebi, bu kavrama yüklenen bağlanma biçimine ilişkin anlamlardaki farklılıklardır şüphesiz. Bu noktada vurgulayalım ki, insan cemiyetlerine oranla çok daha karmaşık, sistematik ve harmonik ilişkiler içeren bazı hayvan taifelerinde rastalanan sosyal guruplar, ancak Yaratıcı’nın takdir ettiği proğramlanmış hayatın tartışılmaz bir sonucudur. Oysa insan fıtratı kendisini sosyal olmaya zorladığı halde bu sosyalleşmenin yapısal ve ilişkisel özellikleri konusunda insan iradesi "ızdırari", karşı çıkılmaz kurallarla kısıtlanmamış; sadece Külli İrade "Kitabi Şeriat" kanalıyla mükemmeli, doğrularla yanlışlar arasında bir çizgi çizerek ortaya koymuş ve insana takdim etmiştir. Belki bu irade serbestisi içindir ki bugün kesin ve genel kurallar oluşturabilmekten en fazla uzak olan bilim dallarından birisi sosyoloji olmuştur.

    Sosyal oluşu ifade eden, insanları toplu halde tanımlayan "millet" kavramını irdelerken ve buradan hareketle bir "milliyetçilik" kavramlaştırması ortaya koyarken, bu kavramı anlam ve kapsamları farklı olan başka benzer kavramlarla karşılaştırmamız gerekir. Aşiret, kavim, ırk, cemaat, toplum (cemiyet) gibi kavramların millet ile ilişkisi hemen dikkatimizi çeker. Dikkatimizi çeken bir diğer hususta birlikte oluşu ifade eden bu kelimelerin içlerinde taşıdıkları bağlanma faktörleri arasındaki farklılıklardır. Örneğin "aşiret"te tamamen aile ilişkileri, kan bağı gibi dar bir çerçeve belirirken, aşiret içerisinde ırka vurgu yoktur. "Irk" ta ise bedenlerin bio-fizyolojik özellikleri belirleyici olur. Öte yandan cemaat kaynağı cismani olmayan kültürel eğilimler bazında oluşmuş bir birlikteliği kasteder. Cemaatçilik ya da ırçılık bu kelimelerin taşıdıkları anlamlara ilişkin bağların savunulması, canlı tutulması suretiyle kendi içlerinde sosyalleşme amacını taşıyan kavramlardır. Ümmet kavramı ise sadece din bağlamında oluşmuş bir bütünlğü ifade eder.

    Acaba millet ve milliyetçiliği yukardaki çerçeve içerisinde nereye oturtmamız gerekir? Bu kavrama İslami bir gözlükle nasıl bakabiliriz? Adı geçen kavramı geçmişte veya bugün farklı coğrafyalarda kullanan insanların, bu kavrama yükledikleri anlamlar arasında birlik gözlemlenebilir mi? Hepsinden öte Bediüzzaman’ın yaklaşımını nasıl sistematize edebiliriz? Herhalde bu sorunların muhtelif cevapları, millet kavramına yüklenen anlamların sınıflandırılmasıyla ortaya çıkabilecektir.

    Sosyal yapı ve ilişkileri tanımlamaya dönük, diğer bütün kavramlar gibi milliyetçiliğin de değişik versiyonlarıyla karşılaşabiliriz. Demokrasi ya da laiklik kavramına bütün insanlığın üzerinde müttefik olduğu anlamlar yüklenemediği gibi benzer bir konsensüs ortamı yer yer farklı rabıta unsurlarıyla ilişkilendirilen milliyetçilik için de sağlanamamıştır.

    İsim veya resimin değişmesi geri plânda gizli anlamın da değişmesi anlamına gelmez. Kezâ, değişmez isimlerin arkasında değişen anlamların da gölgesinden bağımsız olarak tahlil edilmesi gerekir. Demek istediğimiz milleti ırk bağlamında tanımlayanların milliyetçilikleriyle, aynı varlığı insan topluluklarının yerleşmiş bulundukları coğrafî alan bağlamında tanımlayanların milliyetçiliklerinin çok farklı olduğu gerçeğidir. Şu halde milliyetçilik tartışılmaz bir tabiat kanunu değil, insanların ürettiği bir ideolojidir.

    Herhalde, bu kavramı ilk ortaya atanların getirdikleri tanımlara bağlı kalınsaydı, aynı kavram farklı toplumlarda farklı bağlanma biçimlerini ifade etmek için kullanılamazdı. Alman ırkının saf anmalda üstünlüğünü savunan Hitler’in Nasyonel Partisiyle; örneğin Türkiye’nin Milliyetçi Partisi tam olarak aynı felsefi esarlar üzerine kurulu değildir.

    Toplu oluşları ifade eden kavramların üzerine bina edildiği bağ (rabıta) unsurları sözkonusu topluluğa tabi olmayı şeref addeden insanlar tarafından değerli şeyler olarak görülmek zorundadır. Tartışmaların, boğuşmaların çıktığı yer, değer atfedilen unsurların hem nitelik hem de kapsam yönünden taşıdıkları anlamlardır. Çünkü insanlar var olan bütün değerlere taliptirler ve bu değerleri diğerleriyle beraber veya diğerlerinin rağmına elde etmek isterler. Çatışmanın bütün bağ unsurları için çıkması mümkündür ama, çatışmanın boyutunu bağ unsurlarının "tükenirlik" durumu belirler.

    Bağ unsurları dünyevî veya uhrevî olabilir. Uhrevî unsurların cismani bir sınırı olmaması ayrıca bunların herkese açılabilir birer kapıya sahip olmaları, bu çerçevede doğabilecek çatışmaları sınırlar. Ayrıca tarihte, bu tarz çatışmalar çok genel gurupların oluşturduğu cepheler arasında doğmuştur; tıpkı eski din savaşları gibi… Oysa dünyevi bağ unsurları örneğin "bir ırkın üstünlüğü" tezine bina edilen bağlanma biçiminde üstünlüğü iddia eden bütün ırklar ki hiç bir ırk başka bir ırkın kendisinden üstün olduğunu kabul edemez küçük cepheler halinde aynı sınırlı değeri elde edebilmenin mücadelesini verecektir.

    Belli bir bağlanma biçiminin vurgu ve şiddet kazanmasını ifade eden milliyetçiliğin fertler arasında değil toplumlar arasında ne gibi çatışmalar oluşturulduğu veya oluşturabileceğine bulunabilecek cevap, milliyetçiliğin üzerine bina edildiği millet tabirinde yatar. Cepheleşme-globalleşme çizgisinde milliyetçiliğin bulunduğu yer kadar "çatışma-bütünleşme" eğilimlerinde olduğu gibi milliyetçilik kavramının da oluşturduğu psikolojik bir düzlem vardır ve bu düzlem zaman içerisinde psikolojik boyutu da aşarak olgusal dünyaya, fiili tutumlar ve durumlar halinde yansır.

    Sıklıkla kullandığımız soyut kavram millet, ilk bakışta zannedildiği gibi birlikte tanımlandığı bir ırkı ifade etmez. Yani çoğu zaman Türk milleti ile Türk ırkı ifadelerinden aynı anlam kast edildiği halde gerçekte bu iki ifade, kullanımlarına göre çok farklı anlamları yansıtırlar. Esasen kavgalar da çoğu zaman bu anlam kargaşasından ortaya çıkmaktadır. Ayrıca muğlak ifadelerin-laiklik kavramında olduğu gibi-gerçek niyetlerinin gizlenmesinde çok iyi birer kamuflaj vasıtası olabilmeleri, bu ifadelere olan eğilimleri arttırmaktadır. Din bağına dayalı bir yapısal modelin, yani ümmet tanımının karşısında geliştirilen laiklik modeliyle birlikte oluşan boşluğun doldurulması hedefindeki milliyetçilik (ulusçuluk) aslında yeni bir yapısal model olarak önümüde sunulmuştur. Bir ideoloji olarak milliyetçiliğin tartışılması bu kavramın negatif sonuçları deşifre edilerek zararsız hatta mümkünse faydalı hale getirilmesinin yollarının tespiti amacını taşıyabilir.

    Şu halde milliyetlere ilişkin tartışmaların, millet kavramına ilişkin tanımlamalarla başlatılması gerekir. Vazgeçilmez kültürel yapımızı oluşturan İslâmın sosyal bağ olarak ırkı şiddetle reddettiğini görüyoruz. Arap ile Acem arasında üstünlük olmadığını, üstünlüğün ancak takva ve fazilete göre gelişebileceğini vurgulayan hadis ya da cahiliye döneminin kötü ve çirkin bir geleneği olan "asabiyetin" kaldırılışını belirten ifadeler önümüzde tartışılmaz birer gerçek olarak bulunuyor. Kendisini Hz. Peygamberin (a.s.m) huzurunda Fars ehlinden (Minehli Faris) tanımlayan İran asıllı bir azatlı olan Hz. Abdurrahman lbn-i Ebi Ukbe’nin babasına Hz. Peygamber (a.s.m) "Niye ben Ensari bir köleyim demedin? Bir kavmin kızkardeşlerinin oğlu o kavimden sayılır." derken (Ebu Davud, Edep 121, 5/32) kişinin kendisini ırk birliği olan insan topluluğuyla değil, kültür birliği olan insan topluluğuyla tanımlaması gerektiğine vurgu yapıyordu.

    Milletin tanımlanma biçimi, çeşitli ideolojilerin de can damarı olmuştur. Çünkü bütün sosyal ilişkiler bu tanımlama esası üzerine bina edilecektir.

    Millet tanımlanırken kapsamları ve nitelikleri farklı muhtelif rabıta unsurlarıyla karşılaşırız. Bunlar, mensup olunan ırk ortamında yaşanılan, sınırları belli toprak parçası (vatan), konuşulan dil, inancı taşınılan din ve son olarak daha yeni geliştiğini söyleyebileceğimiz dinden soyutlanmış şekliyle ortak etkisi altında bulunulan homojen karakterli kültürel atmosfer… Bu unsurların ilk ikisinin cisimsel vücudun varlığı, boyut ve karakterlerin sınırlı olması hemen dikkat çeken son üçünün zihin ve kalp boyutunda fizik dışının sınırsızlığında yer aldıkları görülmektedir.

    Bağ unsuru olarak sadece vatan ele alındığında milletin tanımlandığı alanın coğrafi boyutu kesin bir çizgiyle ortaya konabilir. Böyle bir coğrafi alan içerisinde yaşayan insanlar için alan dışında milliyetlerinden olan başka insanlar bulunamayacağı gibi bağlılıkları da sadece dünyevi olan zayıf bir temel üzerine kurulacaktır. Öte yandan tek başına dil unsuru, kültürel bir içerik oluşturması ve iletişimin en önemli vasıtası olması sebebiyle, "vatan"dan daha güçlü olarak karşımıza çıkar ve boyutlarının belil bir vatan alanı ile sınırlandırılmasına engel olur. Irk ise cesetlerin bio-fizyolojik özellikleri üzerine kurulu bulunan, boyutları ancak olduğu gibi kabul edilmek zorunda olan bir çerçeve sunar. İnsanlar hangi topraklarda yaşarlarsa yaşasınlar, din, dil, vatan, kültür gibi diğer bağlamlardaki pozisyonları ne olursa olsun dikkate alınabilecek tek unsur kan bağlarının anlamıdır.

    Din ve homojen karakterli kültürel atmosfer ise boyutları en geniş olan iki unsurdur.. İletişimin süratle gelişmesinin ortaya çıkardığı kültürel değişim din bağlamındaki birlikteliğin bile aşılmasını zorlamıştır ama kültürel atmosfer hiç bir zaman dini oluşturduğu zihin ve kalp derinliklerindeki şiddetli bağlanmaya rakip olamayacak kadar zayıftır. Bu iki bağlanma biçiminde millet, vatan ve din unsurlarının da ötesine taşar. Zaten homojen karakterli kültürel atmosferin ütopya da olsa üretmeye çalıştığı en önemli sonuç, globalleşen dünyanın homojen karakterli "tek millet"ini meydana getirmektir.

    Bütün bu beş unsurun her birinin tanımladıkları millî çerçeve, karşıtlarını da dairelerine çekme eğilimindedirler. Kendileri vardırlar; ya diğerlerinin kendi varlıklarında yok olmalarına dair bir eğilim gösterirler ya da varlıklarını kabul ettikleri diğerlerinin karşısında varlıklarını güçlü bir kimlik olarak tutmak isterler. Diğerlerinden farklı olarak ırk unsuru ise fiili bir imkansızlıklarla karşı karşıyadır. Dil, din, vatan, kültür değiştirilebilir ancak ırk değiştirilemez. Bağlanma kan bağıyla gerçekleşiyorsa kan uyuşmazlığı olanlar dışlanmak ya da yalancı bir çözüm olarak asimile edilmek-yine fizyolojik değil kültürel düzeyde-bir kan ilişkisi oluşturulmak zorundadır.

    Yukarıdaki çerçevede Hz. Bediüzzaman’ın millet kavramına yaklaşımı oldukça dikkat çekicidir. Eserlerinden anladığımız kadarıyla ideal anlamda savunduğu şey "İslamiyet milliyeti ve milliyetçiliği" şeklinde ifade edilebilir. Ancak, laiklikle birlikte gelen yeni ve kaçınılmaz bir zihinsel atmosfer, toplumu kuşatmıştır. Bu durumda belki de ehvenüşşer olarak milleti İslâmın tanımladığı millet kavramıyla çatışmaz bir hale dönüştürmek istemiştir. Ancak bunu yaparken milleti geniş gösterme eğiliminde bir yaklaşım sergilemekte ve mümkün olduğu kadar farklı toplumların aynı millet çatısı altında ifadesini yeğlemektedir.

    Hz. Nursî, milletin üç ayrı rabıta bağlamında tanımlanabileceği tezini savunur. Bunlar din, dil ve vatan birliğidir. Bu üç unsurda müttefik bir topluluk güçlü bir milleti oluşturduğu gibi bunların en az ikisinde birliği olan toplulukları da millet sınıfma dahil eder. (Bkz. Mektubat, Yeni Asya Neşriyat,1994, s. 314 ) Ancak bu tanımlamalar arasında ırk ve dinden soyutlanmış homojen kültürün yeri yoktur.

    Türkiye coğrafyasında yaşayan inanların oluşturduğu ilginç bir farklılıklar atmosferi vardır. Coğrafyayı sınırladığımız için tek ve aynı olan sadece paylaşılan ve bağlanılan vatan topraklarıdır. Bir çok farklı dine mensup bir çok farklı dili -en azından anadili itibariyle konuşan farklı ırkî özellikler gösteren, genel kültürel bütünlüğün arkasında gizli özel kültürel geleneklere sahip olan bir toplumla karşılaşıyoruz. Ancak özeldeki bir çok farklılık geneldeki bir çok benzerliğin arkasında gizlenmiştir.

    Yüzde doksan dokuzunun Müslüman olarak tanımlandığı bu toplumda Hıristiyan Musevî veya diğer dinlere mensup küçük grupların yanında İslâm içerisinde gelişmiş farklı mezheplerden oluşan bir mozayikle karşı karşıyayız. Neredeyse herkesin Türkçe konuştuğu bir sosyal hayatta Kürtçe, Lazca, Çerkezce hatta Süryanice’nin konuşulduğu bir ortama sahibiz. Toplumun kendini Türk milleti olarak tanımladığı veya böyle tanımlandığı bir ortam, oldukça farklı etnik kökenlere sahip insanlar tarafından oluşturuluyor. Ayrıntıları tahlil ettiğimizde bunların üzerinde örülmüş özdeşlikleri şaşırtıcı bulabiliriz. Ancak bu özdeşlikler dinden soyutlanmış yapıdaki hakim bir felsefenin dayatmalarının etkisi altında oluşturulmaya çalışıldığı için, özlere oturamamış, iç dinamiklerde yavaş yavaş patlamaya yönelen gerginlikler oluşturmuştur.

    Şu halde böyle bir toplum nasıl bir formülle gerçekten aynı ve tek bir millet olarak tanımlanabilecektir. Bu tanımlama, ilişkilerin biçimine de ışık tutar.

    Kişisel olarak, Hazreti Bediüzzaman’ın ileri sürdüğü üç unsuru, yalnızca birlikte milleti tanımlayan olmazsa olmaz bağlar olarak görmüyorum. Onun bu unsurları ihtiyaç duyduğumuz, birinin yetmediği yerde diğerlerine başvurabileceğimiz rabıtalar olarak algıladığını düşünüyorum. Hatta din birincil olmakla birlikte, diğer bağların, destekleyici anlamda varlıklarını kabul ettiğini sanıyorum.

    Zihnimiz bir diz sorularla karşı karşıyadır. Dil bağı açısından baktığımızda bu vatan topraklarında bizim konuştuğumuz dili konuşmayanları farklı bir millet olarak mı algılayacağız. Ya da din birliğimiz olmayan insanları, milli kimliğimizden koparmamız mı gerekecek. Ya da tersinden bakarsak vatan sınırlarımız dışında dinimizi paylaşan toplumlarla aynı millet mi olacağız. Aynı soruyu uzak Doğu’da veya Kafkaslar’da bizim dilimizi konuşanlar için de sorabiliriz. Hatta aynı soruları bizim vatanımız içerisinde yaşayan farklı dil veya dine sahip insanların, diğer ülkelerde yaşayan özdeşleri için de sorabiliriz. Görüldüğü gibi milleti tanımlamak zannedildiği kadar kolay değildir. Bu yüzden milliyetçilik, belli sınırların ötesine taşıldığında ciddi sorunları beraberinde getirir.

    Hz. Paygamber (a.s.m) zamanında İslâmın intişarı ile birlikte bağlanma sadece inanç temelinde gelişmeye başladı. Kâinatın sahibine inanan farklı kavimlerden müteşekkil insanlar tek bir millet; buna karşılık, yine farklı kavimlerden oluşan ve inkârda birleşen müşrikler, bir diğer terk milletti. Şiddetin yerini sulha bırakması ve farklı dil ve din mensuplarının aynı sosyal ortamda birleşmeye başlamasıyla birlikte, biraz daha geniş kapsamlı arayışlar ortaya çıktı. İşte Bediüzzaman’m milliyetçilik konusuna Mektûbatı’nda getirdiği yaklaşım önümüze ciddi bir çözüm olarak konmuştur. Bu yaklaşımla milliyet, kan bağı reddedilmiş biçimiyle bir tür akrabalık/komşuluk ilişkisine dönüştürülmüştür. İnsanların çok yakın, az yakın, daha az yakın akraba/komşuları vardır ve yakınlık derecesi ne olursa olsun her halükârda bu bağ korunur. Zaten önemli olan bağın korunması, arzulanan da bağın güçlü olmasıdır.

    Sonuçta milletin en önemli bağı, hatta tanımı olarak din karşımıza çıkar. Bediüzzaman’da bu, "milliyetimiz İslâmiyettir" şeklinde ifadesini bulur ve o birçok yerde "İslâm milleti, İslâmiyet milliyeti" tabirlerini kullanır. (Örn. için bkz. Mektûbat, s. 424) Irka dayalı bir milliyetçilik anlayışını hakim kılmaya çalışan döneminin siyasilerine "350 milyon İslâm cemaatinin uhuvvetini" teklif ederken de (Mektubat s. 408) onun anlatmak istediği vatan sınırlarını aşan inanç temelindeki rabıta unsuruna verdiği önemin vurgulanmasıdır. Hatta biraz daha ileri düzeyde milleti oluşturan unsurlar arasmda sadece dinin yeterli olması bir yana, belirleyici olduğunu da söyler. Bu, milletin "ümmet birliği" anlammdaki ifadesidir. Zaten millet -bizde hakim olduğu dönemin ifadesiyle ulus- belirttiğimiz gibi ümmet anlayışına yapılan saldırılara paralel olarak dinden soyutlanmak, bağlantıları arasından dinin çıkarılmak istendiği bir toplumda meydana gelen boşlukları doldurmak için üretilmişti.

    Şu halde insanlar kendileriyle aynı dine mensup olan insanlarla milli birlikleri olduğunu düşünebilirler. Din birliği ile birlikte dil birliği de varsa millet daha güçlü bir yapı arz eder. Vatan ile bu çok daha güçlü bir hale gelir. Kısaca Bediüzzaman asli unsuru din olmakla birlikte dil ve vatan dolayısıyla kültür bağlarıyla güçlenebilen bir millet tanımını teklif etmektedir.

    Kendi zaviyemizden bakarsak, ırkları ne olursa olsun aynı dini paylaştığımız insanlarla milli birliğimiz vardır. Bu yaklaşım "ne Arab’ın yüzü, ne Şam’ın şekeri" yaklaşımını lânetler. Ama en az iki rabıta, dil ve vatan bağlamında da bir eşleme yapılabileceği şeklinde anladığımız Bediüzzaman’ın getirdiği bu ek ve daha esnek yaklaşım, dinlerinden kopsalar bile aynı vatan içerisinde aynı dili konuştuğumuz insanlarla bile milli rabıtaya sahip olabileceğimizi göstermektedir. Türkiye için böyle bir millet ve milliyet yaklaşımı, Kafkaslar’dan Uzak Doğu’ya, hatta Afrika’ya kadar çok geniş kitleleri içerisine alabilecek durumdadır. Meşhur Bolşevik ihtilalinden sonra her türlü dar kapsamlı millî tanımlamaları tankların altında ezen Komünizm hareketinin yeni bir "enternasyonel adam" tipi oluşturma çabalarının, 60 yıl gibi kısa bir süre içerisinde bir milyarlık kitleyi dairesine aldığını unutmayalım. Tersinden bu durum, milletini ırk gibi dar bir kapsamda tanımlayanların sonuçta parçalaşmış topluluklar oluşturacağının en açık göstergesidir.

    Irk usuruna dayalı bir millet tanımına yapılan hücum, sathi bakışta haksız gözükür. Çünkü bu unsur en tartışmasız kriterlere sahip bir rabıta olarak karşımızdadır. Oysa ırk gerçekten ileri sürüldüğü gibi bağlayıcı bir unsur olsaydı esasen aynı Ademi’n çocukları olan insanlar arasında bu denli parçalanmalar yaşanmazdı. İnsanlık tarihine baktığımızda insanlar arasındaki ilk ayrılıkların din temelinde doğduğunu görüyoruz. Habil ile Kabil arasındaki ayrılma Allah’a itaat etme veya isyan etme hareketiyle başladı.

    Günümüzdeki şekliyle insan ırkının farklılaşması da Hz. Nuh’un (a.s) oğulları ve kendisiyle birlikte gemiye binen değer mü’minlerin çocuklarından sonra geliştiği söylenir. Ayrıca oluş şekli Tevrat’ta ifade edilen Bâbil şehri toplumlarmın dillerinin farklılaşmasına gerekçe olarak, insanların birbirlerinden ayrılarak yeryüzüne dağılmaları gereği zikredilir.

    Kur’ân-ı Kerim insanlığın şube ve kabilelere ayrılmalarının sebebinin birbirlerini tanımaları ve tanımlamaları gereği olduğunu zikreder. (Hucurât Suresi, 13) Bu gerekçeyi aşarak en geniş şekliyle insan olarak bir olmak varken, diğer insanları dışlar şekilde, ırk olarak bir olmak fıtraten mümkün değildir. Esasen ırkî köken olarak Türkler, Bulgarlar, Macarlar temelde birleştikleri halde bugün arada açık ve kesin bir milli ayırım vardır. Bir başka örnek olarak Sırplar, Hırvatlar, Boşnaklar etnik anlamda temelde Ruslar gibi Slav ırkından gelirler. Konuştukları diller de bazı lehçe farklılıklarıyla birlikte hemen hemen aynıdır. Oysa Boşnak-Sırp çatışmasının boyutları dünya kamuoyunun gözleri önündedir. Ayrılmanın nereden kaynaklandığına dikkat edelim. Aynı ırkî kökenden gelen Hırvat ve Sırplar öteden beri Hıristiyan oldukları ve aynı dili konuştukları halde, mezhepleri farklıdır. Farklı mezhepler bile farklı millî kimliklere sahip olmalarına yetmiştir. Boşnaklar ise başlangıçta "Bogomil" adıyla bilinen ve İslâmın temel inanç sistemine çok benzer özelliklere sahip olan bir dine inanıyorlardı. Bu kimliklerivle bölgede farklı bir milleti oluşturuyorlardı. Osmanlının bölgeyi fethi ve dönemin en savaşçı kavmi Sırpları bölgeden uzaklaştırmasınm ardından Islâmla tanışan Boşnaklar zaten fıtratlarında var olan İslâm inancına toplu halde dehalet ettiler. Osmanlının bölgede bulunduğu dörtyüzyıl boyunca Osmanlı ile gönül birliği içerisinde yaşayan Boşnaklar’ın Islâmî kimlikleri Türk kimliğiyle de özdeşleşiverdi. Zaten Türk kimliği Bediüzzaman’ın ifadesiye, büyük ölçüde Arap kimliğinde olduğu gibi ve diğer bütün kimliklerden farklı olarak Islâmiyetle özdeşleşmiştir. Müslüman olmayan Hun, Uygur veya Göktürk kökeninde birleşen Bulgar veya Macarlar, kendilerini Türk olarak tanımlamazlar. Yani Bediüzzaman’ın ifadesiyle "Müslümanlıktan çıkan Türkler, Türklükten de çıkarlar."

    "Milliyetimiz İslâmiyettir," hükmünü ideal bir gerçeklik olarak savunmakla birlikte, asrının milliyetçilikte çok ileri gittiğini söyleyen Bediüzzaman, milliyetçilikle iştigal edenlerden milliyetçiliği bırakmalarının istenemeyeceğini ifade ederek, müsbet ve menfi fikr-i milliyet şeklinde bir ayırım ortaya koymuş; bu suretle milliyetçiliğin zarar verici karakterlerini, birliği destekleyici bir yöne kanalize ederek izale etmeyi düşünmüştür. Hatta bir anlamda, adını koyduğu müsbet milliyetçiliği "ehvenü’ş-şer" olarak gördüğü söylenebilir. Bir başka tabirle, mevcut ve güçlü bir İslâmî kimlik varken ileri sürülebilecek bütün diğer kimliklerin çok daha sönük ve zayıf olacağını anlatmak istemiş; bu yeni kimliklerin İslâm kimliğinin yerine geçmesini kesinlikle tahrip edici bulduğu gibi; İslâmı, merkezde tutulan bu yeni kimliklere payanda yapmanın da aynı derecede olmasa bile çok ciddi sakıncaları olduğunu vurgulamıştır. Yaşadığı dönemdeki iki tip milliyetçilik yaklaşımına şiddetle karşı çıkarken durumu şöyle tarif eder. Din bağının esasını ve merkeziliğini kabullenmiş bazı Müslümanlar, dinin zaafa düştüğünü, din bağlamında insanların bağlantı ve birliklerinin gerçekleşemez hale geldiğini düşünmüşler ve bunun sonucu olarak dini kendilerince tanımladıkları milliyetle güçlendirmek, desteklemek istemişlerdir. Zanlarınca ırk, dil, vatan gibi unsurlardan oluşturulacak milliyet bağı, temel olan din bağına destek olabilecektir. Öte tarafta görünürde küçük nüansla, fakat esasta büyük farkla ayrılan bir grup vardır ki, bunlar esas tez olarak milliyetçiliği, ama ırkçılık (unsuriyet) merkezli milliyetçiliği sosyal bağlanma biçiminin temeline oturtmak gibi bir ideolojiyi benimsemişler; bu bağlanma biçiminin de yetersizliğinin giderilmesi veya örtülmesi için güçlendirici bir bağ olarak dinin kullanımını yeğlemişlerdir. (Mektûbat, s. 424.)

    Eserinde her iki yaklaşımı ileri sürenlerin düşüncelerinin sakatlığını ortaya koyarken, gerekçelerini şöyle beyan eder: Unsura (ırka) dayalı milliyetçilik unsura yapılan vurgu, şiddeti arasında bir kısım sakıncaları beraberinde getirir. Ne ırkın safi varlığı, ne de üstünlüğü konusunda evrensel kıstaslara dayalı kesin bir çizgi ortaya konamaz. "Unsuriyet toprağı mevhum(dur)" zannî esaslar üzerine bina edilir. Kendilerinin, örneğin Türk olduklarını zannedenler biyofizyolojik özellikleri itibariyle gerçekten Türk olmayabilirler. Cumhuriyetin ilk yıllarında hâkim ulusçuluk anlayışma paralel olarak yapılan kafatası ölçümüne ilişkin hatıralar kitaplarda yer alır. Bir kimsenin kafatasının çevresinin kaç santim olduğuna ve arkasında yumru gibi bir şişkinliğin olup olmadığına bakılarak hangi ırktan olduğuna karar vermek kadar safsata ne olabilir!.. Ancak bunlar yapılmış ve Türkiye yönetimi, ODTÜ’de İnkılap Tarihi dersi veren Gürbüz Tüfekçi’nin yıllar önceki ifadesine göre, Türkçe ve Fransızca yayınlanan bir dergide bu konudaki tespitlere ilişkin istatistikleri bir süre yayınlamıştır.

    Oysa, gerçek anlamda ırklar, tarihî süreç içerisinde birbirine karışmıştır. Kendini bir millet içerisinde tanımlayan insanların atalarının Hazret-i Adem’den beri hangi ırklarla karıştıklarını bilmeleri mümkün değildir. Ayrıca hiçbir ırk cisimsel özelliği sebebiyle üstün olamaz. Irkların ırkî ecdadlarıyla iftihar etmeleri de, ancak onlarm eylemlerinden kaynaklanan tarihî mefahirleri ile mümkün olabilir ki, bu da cismanî olmaktan çok kültürel bir boyuttur. Irkî bağlanma, bu anlamda esassızdır. Ayrıca geçicidir de. Bu geçicilik hem aynı mefahirin nesiller boyunca düz bir çizgide korunamamasından, hem de zaman içerisinde ırkî bağlanmanın anlamsızlığını ortaya koyan kültürel gelişimin düşünme biçimini değiştirmesinden kaynaklanır. Hatta bu geçiciliğin bir başka boyutu da dünyevî boyutu aşamaması ve ebedî hayat birlikteliği ve kardeşliği açısından hiçbir birikim temin edememesidir.

    Üçüncü bir husus, ırkî bağlanmanın "sınırlı ve özel" karakterli oluşudur. Irkın değiştirilemez olduğunu vurgulamıştık. Irka yapılan vurgu, sadece ırkî özdeşleri sahasına çeker ve bu saha dışındaki varlıklardan izale eder. Irk bağı temelinde tanımlanan millet ve milliyetçilik, anlamı biraz mevhum olsa da "Turancılık" düşüncesinde olduğu gibi bir ölçüde vatan sınırlarını aşabilir, ama çok daha güçlü bağlar bulunan başka unsurlardan koparma yanmda aynı coğrafya içerisinde de kopmalara ve müstakil ırkî bütünlüklerin oluşmasına yol açabilir.

    Dördüncü olarak, ırkî vurgu "garazkâr, zulümkâr" yaklaşımları beraberinde getirir. Bağlanmanın temel kriterinin ırk olduğu yerde dinin, ırkın üstünlüğünü kesinlikle reddedişi karşısında dinin vurgu yaptığı "eşitlik, hak, adalet" gibi kriterler geri plâna düşer. Özdeş olunan ırka mensup kişinin değersizliği, farklı ırka mensup kişinin dinî perspektifle var olan değerine tercih ediliverir. Bu yaklaşım karşısında şerefli bir Boşnak’ın hayatı alçak bir Sırp için feda edilir ya da Kürt etnik kökeninden gelmiş canavar bir teröristin intikamı, onun etnik özdeşlerinden alınır. Halbuki mahlukat Allah’ın mabudiyeti karşısında, mahlukiyet noktasında eşit durumdadırlar.

    Bediüzzaman’ın menfî milliyet olarak tanımladığı, ırka vurgu yapan versiyonunun vurgu şiddetine göre doğuracağı sakıncalar bir yana, insanlığın geçmişe nazaran bir dizi değişimler yaşadığını ve bu değişimlerin milliyetçiliği biraz daha yetersiz ve sakıncalı hale getirdiğini söyleyebiliriz.

    Bir yandan darkapsamlı ideolojilerin yıkılması diğer yandan içinde yaşadığımız bilgi çağının bir gereği olarak iletişim kanallarının yaygınlığı ile birlikte meydana gelen kültürel değişim ve etkileşim, ırkî bağlamdaki sınıflaşmaları iyice çözmüştür. Bu çözülme "Bolşevizm, Sosyalizm" hareketleri ile ve bu hareketlerin üretmeye çalıştığı homojen uluslararası insan tipiyle ortaya çıkarken, bugün komünizm ideolojisiyle olmasa bile, modern bir görüntü altında globalleşen "dünya tek tip toplumuna" ulaşma yönünde ilerleyen yeni ortamda gelişmektedir. Geçmiş asırlarda unsura dayalı milliyetçilik karşısında geniş kültürel bağlarla gelişen cereyanlar olmadığından ırkî bütünlüğün milli bir blok olarak hem bütünlüğünü, hem de varlığını koruması daha kolayken, bugün böyle bir bütünlük kendi içerisinde ya daha kolay parçalanacak ya da bazı bölümlerini ırkî kimlikten bağımsız hareket eden cereyanlara kaptıracaktır.

    Beşerî ilişkilerde sermaye ve kuvvetin yerlerini bilgiye terk etmeleri, mantar gibi türeyen enformasyon ağı, cevrecilik örneğinde olduğu gibi ulus-devlet bağlamından kopuk olarak gelişen beşerî eğilim ve gruplaşmalar, kültür tabanlı akımlar etrafında sınıflaşmaya dönük gelişmeler ve nihayet siyasî sınırlar arasırıdaki keskinliklerin kaldırılmaya başlanması gibi gelişmelerin milli kimliği korumayı amaçlayan menfi milliyet anlayışını saf dışı bırakması bir yana; bu anlayış artık ona sahip çıkan toplumları tarihin karanlık çağlarına doğru sürüklemektedir. Çünkü her toplumda az çok mutlaka var olan asabiyet körüklendiğinde, dayatmalara isyan etmeye meyilli küçük unsurlar arasındaki farklılıklar uçuruma dönecek, hatta kopmalar zorlanacak, toplum dünyanın genel gelişiminden izole edilecektir.

    Bir diğer sonuç daha vardır ki, bunun özellikle Türk milleti içirı geçerli olduğunu söyler Bediüzzaman. Türk milleti içinde kabil-i iltiyam olmaz "tedavi edilemez" bir yara çıkacaktır. Bunun sebebi de Türk milletinin asırlar boyunca İslâmın bayraktarlığını yapan ecdadı sayesinde İslâmla özdeşleşmesidir. Bütün dünya Türk ismini aynı zamanda Müslüman olarak algılamakta, hatta özellikle Balkanlarda kendilerini Müslüman olarak tanımlayanlar ısrarla Türk olarak isimlendirilmektedirler.

    Tedavi olmaz yara sosyal bağ olarak dini belirleyenlerle, dinden koparılmış haliyle diğer ek unsurları belirleyenler arasında meydana gelebilecek cepheleşmedir. Kanaatimce Hz. Nursî’nin ikaz ettiği aynı millet içerisinde (etnik anlamda Türkler arasında) meydana gelebilecek bu kopma günümüzde "laik-antilaik" kutuplaşması ifadesiyle kamufle edilmektedir.

    Milliyetçiliği reddetmeyen, ama bunu yine de ihtiyaç duyulan önemli ve yeterince birleştirici yaklaşım olarak görmeyen Bediüzzaman, getirdiği müsbet milliyet yaklaşımı ile milliyetçiliğin bütün sakıncalarının yok edilebilmesi için din bağını temel almak, bu bağda odaklaşmak kaydı ve ırk bağı şiddetle reddedilmek şartıyla, dil ve vatan bağının destekleyici unsurlar olarak kullanılabilmesini önermektedir.

    Öteden beri İslâmî kimlik taşıyan, farklı etnik kökene sahip Türk, Kürt, Arap, Fars gibi unsurlar arasındaki tarihî ilişki ortaya din temelli, kopması güç bir bağ koymuştur. Bu bağın kuvvetine asırlar içerisindeki ilişkiler şahittir. Sözkonusu unsurlar arasındaki kopmaların, uzak ve yakın geçmişte olduğu gibi, bugün de gözlemlenen en belirgin sebebi milli bütünlük anlayışlarıni ırkî yaklaşımla şekillendiren siyasilerin dayatmalarının yansımalarıdır.

    Başkaları ile aynı değerleri taşıyan unsurlara, taşıdıkları ortak değerde birleşmeleri mümkün olmakla birlikte, vurgu ve itibar gösterilen unsurların eşit esneklikte paylaşılmadığı yerde toplumsal birliğin paylaşılması imkânsızlaşır. Türklerin kendilerini Müslüman kimlikleri ile tanımladıkları yerde diğer unsurların nazarında bu, özdeş bir kimlik olarak algılanırken Türk ırkının ırkî özellikleri itibariyle hakimiyetinin öne çıkarıldığı yerde sair ırklar da nazarlarında kaçınılmaz olarak üstünlük psikolojisini canlandıracaklardır. Irk bir yana, paylaşım ve değişim esasına dayanmayan dil, vatan kültür, gelenek gibi bütün hususlarda karşılaşılacak sonuç budur.

    Yapılması gereken şey ırkî bağlaındaki yaklaşımların sözde ve özde tamamen kaldırılması; dil, din ve vatan bağlamında sıcak paylaşım ve değişimlere girilmesine çalışılmasıdır. Karşılıklı olarak aynı dinî değerlerin zaten olduğu gibi paylaşılmasının yanında ortak dillerin dışına taşarak dil öğrenilmesine dönük kültürel değişime kapı açmak ayrıca vatan bağlamında siyasî yakınlıklar kurmak gerekir. Bediüzzaman bu çözümü, bir yandan eğitim dilinin Arapça, Türkçe ve Kürtçeye açık olmasını istediği ve "Medresetü’z-Zehra" adını verdiği milli ve milletler arası boyutlu bir eğitim modelinin uygulanmasını; diğer yandan da İslâm ülkelerinin Amerika Birleşik Devletleri gibi, dış ilişkilerinde düzenleyici olarak federatif bir bağlanmaya girme gayreti içerisinde olmalarını teklif ederek getirmiştir. Onun bu iki teklifi dini bütünlük içerisinde olan toplumların ortak kimliklerinin/birliklerinin tahkimi çerçevesinde dil ve vatan unsurlarının kullanım yolunu tanımlamaktır.

    Bir süre önce kamuoyumuzun tartıştığı "Anayasal vatandaşlık, Türkiye vatandaşlığı" gibi kavramlaştırmalar, aslında Bediüzzaman’ın "İslâm milliyetçiliği" anlayışından uzak olmakla birlikte onun sunduğu ehvenü’ş-şer noktasındaki milliyetçiliğin başka bir ifade ediliş biçimi olabilir. Menfi milliyetçiliğin karşısındaki din, dil, vatan unsurları arasında hiçbirini reddetmemekle birlikte, en az ikisinin birliği ilişkisini esas alan müspet milliyetçilik için ehvenü’ş-şer tabirini kullanırken, bu anlamdaki milli. tanımlamanın en az zararlı tip olarak algılanması gerektiğini kasdetmiyoruz. Aslında Nur Risalelerinde müsbet miliyetçiliğin zararına dair bir vurgu yoktur. Sadece milliyetçilikle iştigal edenlere bu yaklaşım İslâm milliyetçiliğinin yanında bir zararsızlık, hatta bazan bir ölçüde destek formülü olarak sunulmuştur.

    Anayasal vatandaşlık veya Türk yerine Türkiye vatandaşlığı, ırk vurgusunun kaldırılmasını, ulus-devlet modelinin yerine toplum-devlet modelinin getirilmesini ortaya koyan yeni bir sistemin ifadesi olmalıdır. Ancak bu yeni sistemde dine vurgu olmadığı halde, dinin yeri reddedilmemekte, bunun yanında dil ve vatan birliğinin varlığı ima edilmektedir. Üç unsurdan en az ikisinin tanımında gerekli olduğu müsbet milliyetçilik yaklaşımı, dinden soyut haliyle aynı dil ve vatanı paylaşanlar için aynı millet tabirine imkân tanımaktadır. Bu anlamda müsbet milliyetçilik Türkiye vatandaşlığının kapsamı ile örtüşmekte, ancak Türk vatandaşlığı ifadesine model içerisinde yer vermemektedir.

    Ecdadımız Osmanlı, devletini padişah sülalesinin adıyla tanımlarken, zihinlerde etnik kimlikleri olduğu gibi ifade eden, ancak siyasal ilişkilerde etnik kimliklerden arınmış bir düşünme biçimini tercih etmişti. Farklı din, dil ve ırkları aynı çatı altında tutmaya çalışırken Osmanlının bu karakterini tahlil ettiğini bir zamanlar George Bush, rahmetli Turgut Özal’a yaptığı itirafından anladığımız Amerika Birleşik Devletleri "Amerikan vatandaşlığı" gibi bir yaklaşımla toplumu bütünleştirmeyi yeğlemiştir. Sık sık toplum zihnine telkin edilen dünyaya hakim Amerikalılık, Amerikan vatandaşı olma şerefi, İngiliz, Fransız, İrlandalı, Alman gibi beyazlardan ve köle ticareti yoluyla Afrika’dan vaktiyle getirilmiş olan siyahlardan oluşan toplumu, herşeye rağmen bugünlere getirmiştir. Avrupa’da soydaşları gırtlak gırtlağa boğuşurken Amerika, etnik anlamda bütün toplumlardan daha kolay parçalanabilecek insanların oluşturduğu eyaletleri bir arada tutmayı başarmıştır. Ancak uzun süre dinden bağımsız bir anayasal vatandaşlığın da yetersizliğini ABD toplumlarmda yeniden içten içe kaynayan siyah-beyaz cepheleşmesi ortaya koymuştur. Bediüzzaman’ın bizde savaş açanlara söylediği, "Dinsiz bir millet yaşayamaz" sözü, şüphesiz Amerikalılar için de geçerlidir.

    Anayasal vatandaşlık anlayışının bize getireceği milli kimliğin, ırk temelli bütünlüğün getireceği milli kimlikten çok daha bütünleştirici olacağı söylenebilir. Ancak, bizde uzun süre takip edilen yanlış politikaların açtığı yaraların bu yolla sarılabileceğini söylemek zor olduğu gibi; halen farklılığı paylaşmak yerine farklılığı hakim kılmak yaklaşımına oturtulmuş bir ilişkiler biçiminin, farklı renkleri, birbirleri ile kaynaşamadan daha da keskinleştireceği ya da var olan keskinleşme sürecine engel olamayacağı söyleneblir.

    Bizim en önemli hendikaplarımızdan biri öze inmeyi bir türlü beceremememiz, bulduğumuz hakikatleri de slogandan öteye taşmayan, muğlak ve bulanık kavramlar arasında yok etmemizdir. Milliyetçilik de, ne yazık ki laiklik, demokrasi, hukuk devleti, sosyal devlet, eşitlik, Kemalizm gibi kavramlarla aynı akıbete uğramış ve bizi toplum olarak aynı akıbete uğratmıştır. Bütün ilişkilerin anlaşılır ve keskin olmasının tek yolunun, ifadelerin anlaşılır ve keskin olmasından geçtiğini biliyorsunuz.