Köprü Anasayfa

Bilim ve Din

"Kış 96" 53. Sayı

  • Bilim ve Din

    Editör

    Bilim ve din ikilisi arasındaki ilişkinin uzunca bir zamandır (yaklaşık bir yıldır) —adı konulmamış olsa bile— Müslüman ve özellikle Hıristiyan düşünürlerin fikir dünyasında önemli bir yer işgal ettiğini görüyoruz.

    Bilim-din ilişkisi problemin dünya kamuoyunda genellikle bir çatışma biçiminde yansıdığı da bir gerçek. Aslında, bilim Kâinatta var olan düzenin bir görüntüsü olarak cereyan eden kanunların, insanın muhakeme kabiliyetine yansımış bir ifade biçimidir ve mutlak manada vahiy kaynaklı "din" ile çatışması gerçek değil "vehmî"dir. Fakat hem İslam Alemi hem de "ecnebi" kamuoyunda varlığı tartışmasız olan sözkonusu çatışma zannı, bir yandan İslam toplumunu medeni kalkınma nimetlerinden mahrum ederken, diğer yandan yabancıları ahiret saadetinden alıkoymuştur.

    Yanlış bir zanla müslümanlar tarafından yabancı ve Batı menşe’li olarak ve İslamiyetin zahirine uygun düşmeyen hükümler taşıdığı kabul edilen bilim ve felsefî düşünce (Hikmet-i Cedîde ve Fünûn-u Müsbete), İslam toplumunun kalkınmasına yeteri kadar katkıda bulunamamıştır. İslamiyetin nazariyat ve muhakematı ile derinlemesine ilgilenmeyen ve İslamı müslümanların telakki ve davranışlarında bir yar aldığı kadarıyla değerlendirerek kendi dinleri ile yaptıkları yanlış bir kıyas’tan kaynaklanan peşin bir hükümle bakan Avrupalı düşünürler, "İslam"ın da "bilimle" çatıştığı, ve bilimin temellerinde yer alan "akılcılık" ve "nedensellik" ilkeleri ile zaten bağdaşamayacağı zannıyla Avrupa kamuoyunu, İslamiyetin kazandıracağı ebedi saadetten mahrum bıraktılar.

    İslam toplumlarındaki geri kalmışlığın "eğitim ve bilim" ile aşılacağını keşfeden düşünür ve devlet adamları, 19. yüzyılın başlarından itibaren eğitimin modernleşmesi yönünde önemli adımlar atarak yeni fen’leri ve bilimsel düşünceyi İslam toplumuna kazandıracak tedbirler aldılar. Ancak onların bir kısmı aynı Avrupalılar gibi İslamın bilim ile çatışmakta olduğu teziyle hareket ettikleri için "bilim" adına İslamiyetten uzaklaşmayı tercih ettiler. Hatta aşırı uçta yer alan bir grup, ateist olduklarını ilan etmekle birlikte, "bilim dini"ne inandıklarını söyleyerek dinin yerine "bilim"i ikame etmeye çalıştılar. Diğer bir kısmı bilim ile dinin uzlaşan yönlerini ortaya koymaya çabalarken dinin hükümlerini mutlak bilim ve akıl ile açıklama mecburiyetini taşıyan tezleri ile İslamiyeti "bilim" ekseni etrafında "dünyevî" bir din durumuna düşürmek zorunda kaldılar. Gerçi islamiyete göre "akıl ile nakil tearuz ettikleri vakit akıl tercih, nakil tevil olunur" idi, lâkin "o akıli akıl olsa gerek" istisnasını da ya bilmiyorlar veya kendi akıllarınının "mutlak akıl" olduğuna inanıyorlardı.

    Sonuçta bu üç durum da İslamiyet ve bilim arasındaki ilişkiyi karmaşıklaştırmıştı ve bu durumda sağlıklı bir tesbit yapmak mümkün olmamıştı. Halbuki Bediüzzaman Muhâkemat’ında ikisinin de yerini tesbit etmişti: İslamiyet ve fenler arasındaki çatışma ve muhalefet tamamen gerçek dışı ve zanna dayalı idi. Çünkü ona göre fenler İslamiyetin veledi ve hizmetkârı, İslamiyet peder ve reis idi. Çünkü İslamiyet muhakemeyi, fenleri ve hikmeti muhafaza etmiş, insanları araştırmaya, düşünmeye, öğrenmeye ve akıl etmeye teşvik etmişti. Diğer yandan Bediüzzaman, kanunları, tabiatı, sebepleri gerçek tesir sahibi kabul ederek aklı esas alan bilimin, dinin yerine ikame edilme gayretlerini boşa çıkarmak için elinden geleni yapmıştır. Tabiat, asbab ve kanunlar Cenab-ı Hakk’ın isimlerinin tecellilerinden başka bir şey değildi; ve hakiki tesirleri olmamakla birlikte Cenab-ı Hakk’ı tanıtan birer vasıta idiler.

    Biz de Köprü’nün bu sayısını sözünü ettiğimiz tartışmalara bir nebze ışık tutabilmek için "Bilim ve Din" konusuna ayırdık. Çalışmalarda konuyla ilgili geniş bir bibliyografya bulacaksınız. Ayrıca konu ilgili olarak Risale-i Nur’da atıf yapılan şahsiyetlerden Hüccet’ül İslam İmam-ı Gazzalî ve Fahreddin-i Râzi üzerine "portre" çalışması ve yine Risale-i Nur anlayışının bina edildiği önemli terimlerden "kanun" üzerine bir "terim" çalışmasına yer verdik.