Köprü Anasayfa

Bilim ve Din

"Kış 96" 53. Sayı

  • Postmodern Bağlamda Bilim - Din İlişkisi

    İbrahim Özdemir

    A.Ü. İlahiyat Fakültesi, Felsefe Tarihi Anabilim Dalı, Arş. Gör.

    Ne bilimbelli bir bilim felsefesinin lekelindedir, ne de insan ve doğa ve de uçsuz bucaksızevren. anlaşılması için bilimin tekelinde olmak zorundadır! Yaşananınanlaşılıp açıklanması için (adına bilimsel diyelim, demeyelim) sayısız yollarvardır. İyi ki de vardır, bu, insanın önüne açılmış ne büyük bir olanaktır.
    Ahmet İNAM1

    I. Giriş

    "Postmodern durum" olaraktanımlanan günümüzde, bilimin içinde bulunduğu durumu yukarıdaki alıntı çokgüzel özetliyor. Bu kısa ve anlamlı ifadeler hakim modern pozitivist bilimanlayışının temel varsayımını eleştirdiği gibi, aynı zamanda bilimsel yöntemdışındaki hakikati ve gerçekliği tanıma ve keşfetmenin bütünyollarını/yöntemlerini de selamlıyor. Bilindiği gibi, modern zamanlardaki hakimbilim anlayışı belli bir "felsefe" geleneğinin, yani pozitivist felsefenintekelindeydi. Pozitivizmin dışında kalan her şey, din de dahil, bilim dışıydı,bilimsel değildi, saçmaydı ve değersizdi. En azından sübjektif damgasıyladamgalanıp, ileri süren kişiyle sınırlı tutuluyordu. Sonuç olarak, bilimselbilginin dışındaki tüm yöntemler ve gerçeklikle ilgili açıklama ve iddialarınbilimsel değeri yoktu. İçinde yaşadığımız kâinatın anlaşılıp yorumlanması içinçok yol yoktu. Tek yol vardı ve bu da esas olarak deney ve gözleme dayanan,objektif olduğunu iddia eden bilimsel yöntemdi.

    Ancak içinde bulunduğumuz ve neolduğunu da tam olarak tanımlayamadığımız postmodern durumda bütün bunlardeğişmeye başladı. Bilim -bunun pozitif bilim anlayışı olarak okunmasıgerekir-sarsılmaz tahtından indirildi. Yirminci yüzyılda tahtlarından indirilentüm totaliter, monist ve çoğulculuğa yer tanımayan iktidarlar gibi bilim de butekçi ve kendi dışındaki yöntemlere izin vermeyen tahtından indirildi.Postmodern bağlamda sorgulanan, eleştirilen ve yeniden yorumlanan biliminkendisinden ziyade pozitivist yorumuydu. Bu bilim anlayışına olan eleştiri vetavrı bizatihi bilime karşı bir tavır olarak değerlendirmemek ve bilimdüşmanlığı olarak algılamamak gerekmektedir. Zira ısrarla vurgulanan bilimintekçi ve monist yaklaşımının artık savunulamayacağıydı. Ahmet İnam’ınvurguladığı gibi:

    "Bilimde de aynı araştırmanesnesine yönelmiş bir yığın model. farklı anlama ve kavrama yolları vardır(örneğin fizikte). Hele sosyolojide. psikolojide kuramların, modellerinbolluğunu yaşıyoruz. Felsefeyi ise hiç sormayın. Bunlara bir de sanatın,folklorun, dinlerin, mitolojilerin anlama biçimlerini ekleyin; bu denli enginanlama ummanında, olanca genişliğiyle önümüze açılan mana ufkunda yaşamayaçabalayan insana, `bilimsellik budur, farklı düşünürsen bilim düşmanı olursun’demek, hangi psikolojinin, hangi ideolojinin sonucudur? Nasıl bir inançtır kio, yaşama sevincimizi, bilimi gönlümüzce yaşamayı (korkmayalım:Gönül,matematige, mantığa, ciddiyete, hele gözleme, deneye hiç de karşı değildir!)anlamayı önlüyor. Bizi ufuksuz, dar bir bilim anlayışıyla bırakıp, bilime atgözlüğüyle bakmaya zorluyor! Bu hakkı nereden buluyorlar? Akıl, mantık, gözlem,deney, öndeyi (prediction) gibi kavramlarla geliştirdikleri bakış biçimi, bakışbiçimlerinden biridir; her bakış gibi, eksik ve özürlüdür. Farklı bakışlarlazenginleştirilmesi, eleştirilmesi, değiştirilmesi, beslenmesi, belki deyıkılması gereklidir. BİLİME OLAN TAVRIMIZIN DEĞİŞMESİ zorunluğu var."2

     Görüldüğü gibi içinde bulunduğumuz vepostmodern durum olarak tanımlanan zaman diliminde son üç asırdır hakim olanbütün değer ve kurumlar, bilim, felsefe, sanat, din, mitoloji, şiir, edebiyat,mimari vs. yeniden sorgulanmakta ve her şey adeta yeniden anlamlandırılmakta,daha doğrusu yeniden keşfedilmeye çalışılmaktadır. Bu yeni durumun beraberindegetirdiği en büyük tehlike ise, çok aşırı bir rölativizmi, yani izafiyeti.ihtiva etmesidir. En büyük meziyeti ise, şimdiye kadar kendilerine kendilerinisavunma hakkı bile tanınmayan bir çok disiplin ve alana hoş görü ile bakması veonlarla diyaloga girmesidir. İşte bu bağlamda bilim-din ilişkisi yenidengündeme gelmiş modern insan -postmodern demeliydim-adeta kendini ve diniyeniden keşfetmeye başlamıştır. Bütün dünyada dini değerlerin yenidenyükselmeye başladıgı gözlemlenmektedir. Harvard Üniversitesinden SamuelHuntington’un vurguladığı gibi: "Modern dünyada din, insanları motive edenve harekete geçiren merkezi bir güçtür, belki de asıl merkezi güç" halinegelmiştir.3

    Dinin yeniden keşfedilmesi, kâinat veinsanın kâinattaki yeriyle ilgili yorumu ve bakış açısının bir zenginlik olduğukabul edilmektedir. Böylece bilim nasıl gerekliği ve kâinat anlamanın "biryolu, bir dili" ise. din de aynı şekilde, diğer yollar gibi bir yol veanlatım biçimi olarak görülmektedir. Hatta diğer bakış açılarını da kapsayanbir yönü olduğu bile ileri sürülmektedir. Böylece bilim ile din arasında birçatışma olmadığı gibi, aslında böyle bir çatışmaya gerek de yoktur. Zira herikisinin alanları ve kullandıkları dil ve yöntemler farklıdır. Bütün bunlarinsanın postmodern denjlen durumda ulaştığı yeni kanaatlerdir. Ancak bukanaatler tüm modern kültür ve dünya görüşünün sorgulanmasını veeleştirilmesini de beraberinde getirmiştir. Öyle ise postmodern denilen bu yenisöylemin veya postmodernizmin en büyük temsilcilerinden J. Lyotard’un"postmodern durum"4 olarak adlandırdığı bu yeni dönemin temelözellikleri nelerdir?

    Aslında bu soruyu cevaplamak hiç dekolay değildir. Zira postmodern denilen durum hâlâ oldukça yeni bir süreçtir vene olduğu da tam olarak ortaya konulamamaktadır. Ancak postmodernizmin neolmadığından hareketle bazı tanımlamalar getirilmeye çalışılmıştır. Bununlaberaber, postmodernizm genellikle modernizmin sınırlılığını, sığlığını vetekdüzeliğini eleştirerek ortaya çıktığından şu nitelikleri onu anlamamızı kolaylaştırabilir:

     1. "Ruhun diyalektiği, işçilerinkurtuluşu, sınıfsız toplum, insanlığın ilerlemesi, kalkınma, aydınlanma… gibibüyük öyküler (masallar)* içeren açıklama biçimlerine karşı çıkılması.

     2. Homojen bir toplum ancak baskı yoluylakurtulabileceği için böy’le hir toplum ideali taşıyan tüm yaklaşımlara karşımücadele verilmelidir.

     3. Hiç kimsenin elinde toplumun bütünündezaman ve mekandan bağımsız olarak, ne olup bittiğini kavrayacak ve aktaracak nebir teori, ne de dil söz konusudur. Çünkü dil ile toplum iç içedir. Öznenesneden, kişi toplumdan soyutlanarak algılanamaz.

    4. Tüm insanları kapsayacak metadilveya metaanlatılar yoktur.

    5. Küçük anlatılar büyük anlatılaratercih edilmelidir; doğruluk/yanlışlık ayrımı yerine küçük/büyük anlatı ölçütünegöre değerlendire yapılmalıdır.

    6. Anlatıların cazibelerine kapılaraktarih felsefesi ve devlet politikası yapılması tehlikelidir.**

    7.İnsanlığın kurtuluşu için büyükanlatılar üretmek yerine yerel değerlerle sınırlı anlatılarla yerel ölçeklimücadeleler yapılmalıdır.

     8. Evrensel değerleri yakalamak uğrunaözgünlükler ve özgüllükleri yok etmemek için yerel değerler peşinde koşulmalı,insan ve toplumların benzeşen yönlerinden ziyade farklılaşan özellikleri bilimekonu edilmelidir.

     9. İnsanlara yol gösterecek tek bir soyut akılkategorisi işlevsel değildir. Akıl da, deneyim de tek tek insanlarla anlamkazanır. Bu yüzden tümel akıl kategorisi arkasına saklanarak totalitersöylemler üretilmemelidir.

    10. Empirisizm ve rasyonalizminyaptığı gibi gerçekliğin bilgisi nihaî özlere ve temellere indirgenemez. Buyüzden indirgemeciliğe, özcülüğe ve temelciliğe karşı direnmek gerekir.Doğrular ulaşılan değil, üretilen kategorilerdir. Bu nedenle hiçbir anlayışyahut yaklaşım bu kategorileri kendi tekeline alamaz.

    11. Farklı bilgi yahut bilimönerileri, onlara sahip çıkan insanlar tarafından kendilerine yüklenenanlamlara göre değer kazanırlar. Bunun dışında ölçüt aramak beyhude birçabadır."5

    Bu kısa girişle vurgulamak istediğimiznokta şudur: Modern zamanlarda pozitivist felsefe ve bilim anlayışınınetkisiyle hakim olan bilim-din ayrımı geçerliliğini yitirmiştir. Daha doğrusubilimin, pozitivistlerin pek sevdikleri tabiriyle "bilimsel bilginin"kendini hakikati aramanın tek geçerli yolu olduğuyla ilgili tezi büyükeleştirilere uğramış, bunun yerine daha insancıl ve tekçi olmaya yeni bilimanlayışları geliştirilmeye başlanmıştır. Bir çok bilimde baş gösteren"alternatif" anlayışlarının ve arayışlarının temel esprisi de budur.Yine kaybolmaya başlayan birçok medeniyet, gelenek ve kültürün tekrarcanlanması ve kendini yeniden üretmeye başlaması da bu sürecin en belirginözelliklerinden birisidir. Geleneğin yeniden keşfedilmesi ve insanın yorumgücünü ve hayatını zenginleştirmesinin bir kaynağı olarak görülmesi de bu çerçevededeğerlendirilmelidir. Bu açıklamalardan sonra bilim-din ilişkisinin tarihigelişimine bakmak ve bazı tespitler yapmak yararlı olacaktır. Zira bizim butespit ve değerlendirmelerimizin postmodern bir zamanda yapıldığıunutulmamalıdır.

    II. Bilim-Din İlişkisinin Tarihsel Görünümü

    Bilim-din ilişkisinin tarihi seyrinebakıldığında, modern zamanlarda hakim olan bilim-din ayrımının tüm zamanlariçin geçerli olmadığı görülür. Bunu Kadim Yunan ve bundan önceki medeniyetlerdegörmek mümkündür. Hatta bu kadim medeniyetlerde çoğunlukla bilim adamıyla dinadamının aynı kişi olduğu, daha doğrusu örtüştüğü görülür.

    İnsanoğlu varolduğundan berietrafındaki alemi tanımak istemiştir. Bu insanın fıtri bir özelliği olup, hâlâdevanı etmektedir. İnsanın kendini ve kendi dışındaki her şeyi, yani bütünalemi anlama, tanıma serüveni hâlâ bütün canlılığıyla devam etmektedir.Bediüzzaman’ın "Merak ilmin hocasıdır" diye tanımladığı bu süreçteinsan, hem kendini, hem de kendi etrafındaki alemi, içindeki canlı-cansız bütünmahlukatıyla, merak etmiş ve anlamaya çalışmıştır. İnsandaki bu fıtrî eğilimifelsefe tarihinde çok etkileyici ve veciz bir şekilde ifade edenlerden biri hiçşüphesiz Aydınlanma Felsefesinin öncülerinden Alman filozofu I. Kant’tır(1724-1804). Bu fitrî eğilimi şöyle tanımlıyor:

    "Üzerinde düşündükçe iki şey,aklımı gittikçe yenilenen ve artan bir hayret ve takdirle doldurmaktadır:Birincisi, üzerimdeki yıldızlarla dolu muhteşem gök kubbe; ikincisi, bizzatkendi içimdeki ahlaki vicdan (moral law)… Bunlardan birincisi, benim en yakınçevrem olan duyular dünyasında işgal ettiğim hemen kendi etrafımdan başlayıpdünya içinde dünyalar, sistem içinde sistemlerin sınırsız büyüklüğünde ve bütünbunların düzenli hareketlerinin sonsuz zamanlarında bulunduğum bağlamına,başlangıçlarından devamlarına kadar uzanmaktadır. İkincisi ise, benimgörünmeyen benliğimden ve şahsiyetimden başlayıp gerçek bir sonsuzluğa sahip:ancak, sadece tecrübe sınırları içerisinde bilinebilen bir dünya içerisindekibeni sergilemektedir. Yine bunlardan… birincisi, hayvani bir varlık olarakbenim önemimi adeta ortadan kaldırmakta, ve bu yön itibariyle bu gezegendenaldığı maddeyi yine ona iade etmektedir… Ancak bunun aksine ikincisi ise,ahlaki vicdanın, bütün hayvani varlık düzeyinden ve hatta bütün duyusalyaşantıdan bağımsız olarak ortaya koyduğu bir hayatın sergilediği şahsiyetiminsahip olduğu fikri yön itibariyle benim önemimi sonsuz bir şekildeartırmaktadır."6

    Ancak insanın hem kendisini, hem dekendi dışındaki alemi anlama şekli ve düzeyinin her insan veya insan topluluğuiçin çok farklı olduğu/olacağı açıktır. Burada önemli olan daha önceleri sadecegünlük hayatını sürdürmede muhtaç olduğu şeyleri temin için çevresini tanımayave ondan yararlanmaya başlayan insan, daha sonraları çok sofistike yöntemlergeliştirmiştir. Fakat burada daha önemli olan nokta insanın, sadece günlükhayatını sürdürmek için muhtaç olduğu şeyleri temin etmekle kendinisınırlamamasıdır. Başka bir ifadeyle, insanın, ayrıca ve özellikle, hemetrafındaki alemi ve hem kendisinin bu alemdeki konumunu tanımlamayaçalışmasıdır. Alem nedir? İnsan nedir? Nasıl var olmuşlardır? Bunlarınbirbiriyle ilişkisi? vb. sorular insan zihnini hep meşgul etmiştir.

     İşte kadim medeniyetlere baktığımızda insanınşöyle veya böyle bu sorulara cevap verdiği ve vermeye çalıştığını görüyoruz.İnsanın bu sorulara cevap bulma ve etrafından başlayarak alemi belli ve anlamlıbir şekilde anlama çabasını bilim alarak nitelersek, bu işlevi yerinegetirenlerin genellikle aynı zamanda din adamları olduğunu görülür. Bilim vedinin bu sıkı ilişkisinin en iyi örneklerini eski Mısır, Babil, Hint ve Kildanmedeniyetlerinde gözlemlemek mümkündür. Bu medeniyetlerde insanın Tanrıbilgisine ulaşması mümkündü. Zira Tanrı’nın alemi insanın anlayabileceği şekildeyarattığına inanılıyordu. İnsan Tanrı’nın bu eserini anlayabilirdi. İnsan bubilgiye ekseriya, özellikle şirkle kirlenmemiş monist din anlayışların hakimolduğu zamanlarda, Tanrı’nın eserlerini, yani tabiatı inceleyerek vegözlemleyerek ulaşabiliyordu. Zira tanrı tüm alemdeki birlik ve düzenin teksağlayıcısı olarak görülüyordu. Bundan dolayı "bu kadim medeniyetlerin dinadamları ve dini liderleri aynı zamanda onların bilim adamları vefilozoflarıydı."7

    Kadim medeniyetlerdeki bu din ve aynızamanda bilim adamları, alemi inandıkları tek bir Tanrı’nın eseri olarakgörüyorlardı. Dolayısıyla tabiattaki her şeyi de onun eseri olarak görüyor veçok önem veriyorlardı. Kâinatı Tanrı’nın bir eseri olarak görmeleri, onlarkâinattaki her şeyi çok dikkatle gözlemlemeye, yıldızların hareketini takipetmeye ve bu hareketleri düzenli olarak kaydetmeye kadar götürdü. Bu bilimadamlarını alemi ve bu alemdeki olayları anlamaya sevk eden temel muharrikinbir Tanrı’ya ve onun bu alemi belli bir düzende yarattığı veya bu alemde hükümsüren düzenin sorumlusu ve devam ettiricisi olduğuna olan imanları olduğugörülmektedir. Yine onları harekete geçiren ve kâinatı anlamaya,anlamlandırmaya çalışmalarını motive eden en temel muharrik bu alemin birnedeni, bir müsebbibi olması gerektiğine olan kuvvetli inançlarıydı. Newtonkonusundaki çalışmalarıyla tanınan Frank E. Manuel’e göre pozitivist olarakbilinmesine rağmen,.Newton’un bilimsel faaliyetlerinin ve merakının arkasındada aynı muharrik vardı. Bu alemin bir müsebbibi yani bu aleme var edenbirisinin varlığına olan kuvvetli iman ve bu alemin sahip olduğu düzen vemükemmellikle kendi yaratıcısını bize tanıtabileceğinin varsayılması.8 BunuNewton’un General Scholiumi"daki şu ifadelerinde açık ve net olarak görmekmümkündür. Newton, bu alemdeki sistemi ve bu sistemin Yaratıcısını şöyletanımlar:

    "Güneş, gezegenler ve kuyrukluyıldızların bu muhteşem sistemi ancak zeka ve güç sahibi bir varlığın izni vehakimiyeti ile olabilir. Eğer sabit yıldızlar benzer sistemlerin merkezi iseler,bunlar da yine bir varlığın izniyledir. Hepsi O’nun hakimiyeti altındadırlar…Bu Varlık her şeyi, dünyanın ruhu olarak değil. belki hepsinin sahibi (Rabbi)olarak yönetir; bu hakimiyetinden dolayı da O, alışıldığı gibi " Rab", "Tanrı " Pantakrator veya " Alemin Rabbi " olarakçağırılır……."9

    Bu teze göre bilimin ortaya çıkmasınınarkasındaki asıl neden tek bir tanrıya olan inançtır. Bu inanç, bilim adamınınbilimsel çabasının motivasyonunu ve meşruiyyet zeminini oluşturmaktadır. Ziraancak böyle bir inançla alemin varlığı, alemin belli bir şekilde yaratıldığı vevar edildiği açıklanabilir. Ayrıca bu yaratışta da bir kaos ve düzensizlikolmadığından bu alemin bilgisi ve bu bilgilerin belli şekilde formüle edilmesimümkün olmaktadır. Tanrı’ya inanmayan bilim adamları bile böyle bir düzeninolduğunu varsayım olarak kabul etmektedirler. Onların yaptığı sadece bu düzeninbir sahibi ve yaratıcısı olup-olmadığını sorgulamıyorlar veya sorgulamayıdışlıyorlar. Manuel’e göre çok tanrıya tapan, yani çok tanrıcı kavimlerinbilime ilgisiz kalmalarının temel nedeni de budur. Bu kavimler kâinatta birdüzen olduğuna ve bu düzenin bir sahibi olduğuna inanmadıklarından, böyle birdüzen arayışına da ihtiyaç duymamışladır. Sadece günlük hayatlarını idameettirmek için çok kaba sayılabilecek bazı aletler dışında da bir şeygeliştirememişlerdir. Bununla beraber, tek tanrıya inanan monoteist kadim kavimve medeniyetlerin iki tür bilim geliştirdiklerini görüyoruz: Astronomi vekimya. Astronomi bilimi, tapınaklarını adeta kâinatın küçük bir misali olarakdekore eden, eski Mısır ve -Kildan din adamlarının çalışmalarıyla ortayaçıkmıştır. Bu medeniyetlerin makrokozmosla ilgili tuttukları kayıtlar dahasonra kadim Yunan’a geçmiştir. Bunlar da aynı şekilde yıldızların kayıtlarınıtutmaya devam etmişlerdir. Bundan dolayı eski Mısırda tapınakların, yukarıda daifade edildiği gibi alemin küçük bir misali olarak tasarlanmasıyla, tüm aleminTanrı’ya ibadet etmek için bir tapınak olduğu fikri ortaya çıkmıştır. Bütünbunları göz önüne alınca bir kere daha görüyoruz ki, kadim medeniyet vetopluluklarda bilim adamları din adamlarıyla özdeşleşmekte ve tabiatınsırlarını anlama ve böylece Tanrı’yı tanıma ve ona ibadet etme görevini bu dinadamları yüklenmiş bulunmaktadırlar. Böylece Hint, Babil ve Mısırmedeniyetlerinde bilimle uğraşanların ve ilk bilim temsilcilerinin aynı zamandabu toplumların din adamlarını olduğunu görüyoruz. Bundan dolayı, EskiYunanlılar Mısır’a astronomi ve felsefe öğrenmeye gittikleri zaman, doğrucamanastırlara ve din adamlarına gitmişlerdir.10

     Modern bilimin temelinde yatan düşünceWhitehead’a göre ortaçağın Tanrıya ve. Tanrı’nın bu alemi bizimanlayabileceğimiz bir düzen(order) dahilinde yarattığına olan derin inançtır.Ona göre böyle bir inanç olmadığı takdirde bilim adamlarının o sonsuz, yorucuve inanılmaz çabalarını anlamak mümkün değildir. Buna göre bütün araştırmalarınve bilimsel çabaların temelinde. tabiatta var olduğuna inanılan bir düzen venizam varsayımı ve inancı yatmaktadır. Whitehead’e göre de bu inancın temelindede bir olan Tanrı’ya olan iman yatmaktadır.11 P.Hazard’da bu konuda Whitehead’aparalel görüşler ileri sürmektedir. Ona göre de Aydınlanma çağının başlangıcınıoluşturan l7.yüzyılın ikinci yarısına kadar (1650) "Avrupada eğitim görmüşkişilerin çoğunun kültürel ufkuna sorgulanmaz iki otorite kaynağı hakimolmuştur: Kutsal kitaplar ve klasikler."12

    Çağımızın en önemli bilim adamlarındanve 200 yıldan fazladır süren Newton fiziğinin hakimiyetini atom ve atom altıalemle ilgili bilimsel çalışmalarıyla aşan Einstein da kâinatın yapısıylailgili şu kanaatini ve hayranlığını belirtmekten çekinmemiştir: "bilimse!düşünce alanında başarılı ilerlemeler elde eden herkes, varlıgın yapısındakiakla uygunluk karşısında derin bir saygı duymaktadır. Anlama yoluyla kişiselumut ve arzuların çalkantılarından çok geniş ölçüde kurtulmayı başarmakta vevarlıkta cisimleşen aklın büyüklüğü önünde alçak gönüllü bir tutumkazanabilmektedir. Bu akıl, en derin yanlarıyla insanın kavrayamayacağı birşeydir. Ancak böyle bir tutum, bana göre kelimenin en yüksek anlamında dindir."13

    Bilim-din ayrımının anlamsızlığı vegeçersizliğiyle ilgili çağdaş bir örnek ise Nobel ödülü alan ilk Müslüman bilimadamı ünvanına sahip Prof. Abdüsselam’dır. Dünyanın önde gelen teorik fizikçilerindenolan bu değerli ilim adamı Kur’an’ı her zaman yanında taşıdığını ve adetaonunla yaşamını anlamlandırdıgını vurgulayarak şöyle diyor: "Kur’anbenimle kozmolojiden, fizikten. biyolojiden ve tıptan alınan misallerle, tabiatkanunları üzerindeki ilahî in’ikasların, bütün insanlığa hitap eden delillerolduğuna dikkat çekerek konuşuyor." Daha sonra konuyla ilgili olarak;develerin nasıl yaratıldığını, göklerin nasıl yükseltildiğini, dağların nasıldikildiğini, arzın nasıl yayıldığını, gece ve gündüzün birbiri ardındangeçişini nazarlara sunan ayetlerden örnekler veren Abdüsselam; "Bunlarıher okuyuşumuzda tabiat ve Kur’an’ın irtibatını, bütünlüğünü görürüz"diyerek şu sonuca ulaşıyor: "İlimler, Allah’ın yarattıklarının ifadesidir."14Bu çağdaş bilim adamı bütün bilimsel çabalarının altında yatan temel kabul vevarsayımı ise şöyle ifade ediyor: "Kâinatın güzellik, simetri, ahenk veintizam içinde, kargaşaya yer verilmeden Allah tarafından yaratıldığınıdüşünmek belki de benim İslam mirasımdan geliyor olabilir. Bu yüzden, benimilim anlayışımda İslam’ın büyük rolü var. Allah’ın hikmetini keşfetmeyeçalışıyoruz. Elbette ki çoğu zaman tam manasıyla muvaffak olamıyoruz, ama bazenhakikatin küçük bir parçasını görmekle büyük bir memnuniyet ve tatmin duyuyoruz."15

    Prof. Abdüsselam bu inancını Nobeltöreninde yaptığı konuşmasında da dile getirmiş ve konuşmasına şu ayetlerlebaşlamıştır: "Rahman(ın) yarattığında bir intizamsızlık göremezsin. Gözünüona çevir; orada bir yarık ve noksan görebilir misin? Sonra gözünü tekrartekrar çevir. Sonunda güz. hakir ve zelil olarak sana döner. O (göz),yorulmuştur."16 Bu ayetleri okuduktan sonra ise kendi kanaatini şöyleifade eder: "Netice olarak bu. bütün fizikçilerin inancıdır; araştırmamızderinleştikçe hayranlık ve heyecanımız artar, gözlerimiz daha fazlakamaşır."17 Görüldüğü gibi mekanik fiziğin kurucusu olan Newton ile yineçağdaş fiziğin öncülerinden Einstein, Abdüsselam ve filozof Whitehead’in, bilimadamının bilimsel çabalarının arkasındaki temel muharrikle ilgili görüşleribüyük bir benzerlik göstermektedir. Buna göre bilim-din ayrımı manasız olmakta,bilim-din çatışması ise sunileşmektedir. Bu görüş, bilim felsefesininterkettiği teori-bağımsız pozitivist anlayıştan tamamen farklıdır. Bu anlayışınözellikle 1960’lı yıllardan sonra oluşmaya başlayan ve bilimin buluş, işleyişve gelişmesiyle klasik pozitivist anlayışın tamamen değişmesine neden olan yenibilim felsefesi anlayışına uygun olduğu görülmektedir. Bu yeni anlayışa görebilim teori-bağımlıdır. Belli bir dünya görüşü, belli bir teori, veya Kuhn’unifadesiyle paradigma içerisinde oluşur ve gelişir. Daha doğrusu bilimiyönlendiren böyle; bir paradigmadır. Bilgi sosyolojisinin ortaya koyduğu gibibilim ve bilimsel faaliyetler boşlukta oluşmaz. Belli bir sosyal ilişkiler vebelli bir paradigma çerçevesinde gelişir. Aslında bilimin teori bağımlı olduğu,yani belli bir paradigma içerisinde geliştiğini ilk defa tutarlı ve yeni birşekilde ortaya koyan Kuhn’dur.18 Bununla beraber Kuhn’un şimdilerde klasikleşenbu görüşleri, ilk ortaya atıldığında poztivist felsefe taraftarlarınca saçma,çelişkili ve yanlış olmakla suçlanmıştır.19

    Bununla beraber bu anlayışıngörmezlikten gelindiği de ayrı bir gerçek. Örneğin bazı önde gelen felsefe veBilim Tarihi kitaplarında bilimdin ilişkisinin göz ardı edilmekte ve adeta dinîetki ve katkı dışlanarak yok sayılmaktadır. Bunu konuyla ilgili bazı kitaplarıniçindekiler kısmına şöyle bir göz atmakla görmek mümkündür. Örneğin Prof. Dr.Macit Gökberk’in Felsefe Tarihi20 felsefevi antik Yunan’da başlatır ve yineçağdaş batı felsefesiyle bitirir. İslam Felsefesi, diğer bir çok batılı olmayanfelsefe gelenekleri ve ekolleri gibi, görmezden gelinir veva felsefe olarakkabul edilmez. Bununla beraber, örneğin, ateist olarak bilinen ve niçin inanmadığınıdürüst bir şekilde ve argumanlarıyla açıklayan İngiliz filozof BertraudRussel’ın felsefe tarihiyle ilgili kitabının adı Batı Felsefe Tarihi olmasınarağmen, kadim Yunan Felsefesinin Batıya gelişini anlatırken 12 sayfa İslamFelsefesine yer verir. Çok kısa ve özlü de olsa onu görmezlikten gelmez. Bugerçeği batılı başka tarihçiler de vurgulamaktadırlar. Briffault aynı gerçeğişöyle ifade eder:

    "… Yunanlılar sistematize etmişlerdir,inceleme yapmışlardır ve teoriler kurmuşlardır, ama sabır isteyen detaylı veuzun vadeli müşahede ve deneyci yaklaşım gibi şeylerin hepsi Grek mizacınayabancı kalmıştır. İlim diye adlandırdığımız hadise, Avrupa’ya Araplarca(Müslümanlarca) getirilen deney, gözlem ve ölçüm metotları neticesindedoğmuştur.[Modern] ilim. İslam medeniyetinin dünyaya en önemliarmağanıdır…"21

    Büyük bilim tarihçisi George Sarton da aynıdüşüncededir. Yani Batı biliminin oluşmasında Müslümanların katkısını açıkçavurgular: "Ortaçağın temel, fakat bir o kadar da az bilinen başarısı,deney ruhunun uyandırılmasıdır ki, bu her şeyden önce 12. yüzyıla kadarMüslümanlar sayesinde oldu.,"22 Çağdaş filozoflardan Garaudy’in tespitleride aynı istikamettedir. Ona göre "Yaygın görüşlerin tersine Rönesans, l6.yüzyılda İtalya’da değil, yüzyıllar önce Kurtuba’da başlamıştır. Deneye dayananilmin ilkelerini Bacon burada öğrenmiştir. Hayatın anlam ve gaye taşıdığıuyumlu bir dünyada, nesnelerin anlamını ve Allah’la olan ilişkilerini yansıtanirfan gene buradan yayıldı."23 Görüldüğü gibi Batı biliminin oluşumunda veşekillenmesinde Müslümanların, dolayısıyla semavi bir dinin katkısı batılıbilim adamlarınca bile ifade edilmekte ve vurgulanmaktadır. Çağımızınyetiştirdiği önde gelen filozoflarından olan A.N. Whitehead kadim Yunan’ınAvrupa’nın anası olduğu ve bugünkü düşüncelerimizin kökleri için Yunankültürüne bakmamız gerektiğini belirtmesine rağmen, Pagan, Çin, Hıristiyan veİslam (Whitehea Muhammedilik diyor) medeniyetlerinin canlılığını ve dünyamedeniyetine katkılarını ayrıca vurgular.24 Zira İslam Felsefesini ve biliminigörmezden geldiğiniz takdirde kadim Yunan felsefesinin batıya geçişini veyabaşka bir ifade ile batının kadim Yunan kültürünü keşfedişini açıklayamazsınız.Aynı durum, Bilim Tarihi iGin de geçerli olduğu söylenebilir.

    Yine bilim tarihiyle ilgili çokpopüler bir kitap olan Cemal Yıldırım’ın Bilim Tarihi’nde bilimin ortayaçıkmasında dinin/dinlerin rolü vurgulanmadığı gibi, adeta bilim sadece kadimYunan’da ve Batıda gelişmiş bir fenomenmiş gibi bir espri kitabahakimdir.25 Yine adı geçen kitapta İslam bilim tarihinden veya diğer alternatifbilim geleneklerinden bir şey bulamazsınız. Bunun çeşitli nedenlerisayılabilirse de; ülkemizin batı kültür ve değerlerini eleştirel olarak değilde, bir toptan kabul ve medeniyet algılaması olarak kabullenmesinin belirleyicibir neden olarak görülmesi temel sebeptir. Halbuki bilimin gelişmesine farklıbakan ve bilimin gelişmesine katkıda bulunan diğer kültürleri de gözönüne alanbilim tarihçilerimiz de bulunmaktadır. Örneğin Prof.Dr. Sevim Tekeli’ye göre:"…Batı dünyasının zaferi. Yunan-İslam dünyası biliminin Batıyageçişidir. Doğu kültürü ile batı kültürünün karşı karşıya gelişi yeni birAvrupanın doğmasının nedeni olmuştur."26

    Yine, felsefe ve bilim söz konusu olduğundadinin dışlanması gerektiğini ileri süren konuyla ilgili bir diğer önemli birfelsefecimizin tespitleri ise şöyle:

    "Gerçi bir filozofun ortayaattığı fikirleri anlamak ve onların neden başka şekilde değil de, bu şekildeortaya konduğunu kavramak zaruridir. Fakat burada bilgi kabiliyetine sahip olantaraf üzerinde durulmalıdır. Mesela Descartes’ta konstruktif olanla bilgikabiliyetine sahip olan taraflar birbirinden ayırt edilmeli ve sadece bilgitarafı ele alınmalıdır. İmdi bugün Descartes’in ‘idee’leri tasnif problemi ileTanrı’yı dış dünyayı ispata çalışması gibi problemler, artık her türlü görüş vebilgiden mahrum olan bir konstruksiyon olarak terk edilmelidir."27

    Bilgi Sosyolojisi’nin ortaya koyduğu gibi, birfilozofu veya bilim adamını objektif ve bir bütün olarak anlamanın yolu onungörüşlerini bir bütün olarak ve yetiştiği ortamdan kopartmadan anlamayaçalışmaktır. Hatta bu filozofun yetiştiği ortama zemin hazırlayan arkaplan vekültürel değerler de göz önüne alınmalıdır. Zira bütün bunlardan koparılan birkişi, artık gerçekten o kişi midir değil midir bilinemez. Bununla beraberMengüşoğlu dinin iyice dışlanması taraftarıdır:

    "Dinin verdiği bilgi, ilmi ve felsefimanasında bir bilgi değildir; hatta bu bilgi ilmi ve felsefi bilgi tarafındanreddedilmek zorundadır. Zira ilmi ve felsefeyi, dogma’lara dayanan bilgi vedogma’lara dayanan inanma, hiç bir surette ilgilendirmez."28

    Burada haklı olarak şu sorulabilir:Descartes’in felsefesinde Tanrıyı çekip atınca, geriye ne kalır? Yani geriyekalan sisteme Descartes’in felsefesi denebilir mi? Zira Descartes bütün dışalemin, yani tabiatın varlığını Tanrı kavramıyla temellendiriyor. Ayrıca buradaşu sorulabilir: Bir filozofun görüşlerini seçmeci bir tavırla ele alıp, işimizegeleni alıp, gelmeyeni görmezden gelmek veya atmak ne derece bilimsel veobjektif (eğer böyle bir şey varsa) olur? Aslında Mengüşoğlu’nun tavrından dagörüldüğü gibi. objektiflik mümkün değildir. Mutlak manasında mümkün değildir.Zira Mengüşoglu Descartes’i anlamaya çalışırken onu kendi ön kabulleri vevarsayımları çerçevesinde, yani kendi kişisel veya ideolojik bakış açısıylaanlamaya çalışmaktadır. Bu nedenle de kendisine hoş gelmeyen veya bakış açısınauygun düşmeyen yönlerini de seçmeci bir tavırla dışlamaktadır. Tabiî olan dabudur. Yani kişinin kendi varsayımları, kendi "paradigma"sı dışındagerçekliği ve diğer şeyleri anlaması ve anlamlandırması mümkün değildir. Bunadaha önce işaret etmiştik. Ancak, ilginç olanı ise, bizden bu tavrın objektif,bilimsel ve felsefı geçerli ve doğruluğu tartışılmayan tek görüş olduğununkabul edilmesinin beklenmesidir.

    Aynı olayın bir başka yansıması ise, İslambiliminin Batıya geçmesi sürecinde yaşanmıştır. Batılı araştırıcılarMüslümanların elinde gelişen ve boy veren bilimi elde etmek istediklerindeEndülüs’ün medreselerine gitmişlerdir. Müslüman bilim adamlarının önünde dizçökerek, bu bilimi öğrenmişler; daha sonra bu birikimlerini kendi ülkelerinegötürmüşlerdir. Burada,vurgulanması gereken diğer önemli bir nokta ise,Müslüman bilim adamları için de bilim ve din hiç bir zaman bir çatışma vebirbirini inkâr ve yok etmeye dönüşmemiştir. Tıpkı daha öncede Prof. Abdüsselamörneğinde işaret ettiğimiz gibi, Müslüman bilim adamları Kur’anî öğretinin birsonucu olarak kâinatın Allah tarafından yaratıldığına inanıyorlardı. Buöğretinin temel varsayımına göre bu yaratılışta en ufak bir düzensizlik vebozukluk yoktu. (Bkz.: Mülk suresi:l-4. ayetler.) Üstelik Kur’an onları ısrarlakâinatı, afâk ve enfüsü araştırmaya davet ediyordu: "Bakmazlar mıdevelere, nasıl yaratılmış; gökler, nasıl kaldırılmış; dağlara, nasıl dikilmiş;yeryüzüne nasıl yayılmış"; "Muhakkak ki, göklerin ve yerinyaratılışında, gecenin ve gündüzün birbiri ardından gelişinde akıl sahipleriiçin ibretler vardır."; "Ey akıl sahipleri, ibret alın."29

    Ayrıca bir Müslümanın günlük ibadetlerini yapabilmesi için de tabiatta her gün cereyan eden olayları dikkatle takip etmesi gerekiyordu. Günde beş vakit kılınan namazın, zamanı ve özellikle güneşin hareketleriyle çok yakından ilgili olduğu görülmektedir. Yine Cuma namazı, bayram namazları ve oruç da Müslümana bu bilinci vermektedir. Tüm bunlar bir bütün olarak göz önüne alındığında, Müslümanların bütün bilimlerde kısa bir zamanda büyük başarılar elde etmelerinin nedenleri daha iyi anlaşılabilir. Burada asıl altı çizilmesi gereken nokta, bu gün bazılarının hatta bazı Müslümanların bile yanlış anladığı gibi, bu bilim adamları hiç bir zaman bilimsel çalışmalarını dinin dışında veya dini olmayan bir olgu olarak görmemişlerdir. Yani bilim başka, din başka, ibadet başka gibi ikici ve düalist bir anlayışa sahip olmamışlardır. Bundan dolayı İslam bilim tarihi bir bütün olarak e1e alındığında, Müslüman bilim adamlarının bilimi ve bilimsel faaliyetlerini Allah’ın yarattığı alemi anlamanın ve tanımanın bir parçası olarak gördükleri görülmektedir.30 Kur’an ve Sünnet bağlamında düşünüldüğünde bu bilimsel çabanın ibadet olarak temellendirildiği bile görülmektedir. Burada vurgulanması gereken diğer önemli bir nokta da, modern zamanlarda ortaya çıkan, daha doğrusu bilimi donduran ve kendi tekellerine alan Ortaçağ Kilise anlayışına tepki olarak, bilim adamları sınıfının din adamları sınıfı yanında türemesi olgusudur. Bu olgu Kartezyen dualizmle meşru bir zemin bulmuş ve daha sonra üzerinde durulacağı gibi bilim-din, bilim adamı-din adamı ikiciliğini getirmiştir. Bu bağlamda vurgulamak istediğimiz ise, İslam bilim anlayışında ve felsefe tarihinde, bildiğimiz kadarıyla, böyle bir ayrıma rastlanmamasıdır. Böylece Müslüman bilim adamının şahsiyetinde bir bölünme’ ve parçalanma meydana gelmemiştir. Batıdaki bu gelişmenin, İslam dünyasında yaşanmamasının bir nedeni, Hıristiyanlık ve İslam arasındaki temel bazı farklardan kaynaklanmış olmalıdır. Zira Kilise ve Din adamları aynı zamanda Hz. İsa’yı ve Tanrı’yı temsil etmekte ve kendilerine bu yüzden büyük bir rüçhaniyet bahşetmektedirler. İslâm’da ise herkesin Allah’ın huzurunda eşit olduğu ve tek üstünlük mikyasının da takva olduğu malumdur.***

    Bu bağlamda diğer önemli bir nokta ise,Avrupalılar Müslümanlardan bilim öğrenmeye geldiklerinde bunların büyükçoğunluğunun yine din adamları olduğudur. Ancak daha sonraları Hıristiyanlığınkendi içinde geçirdiği gelişimin bir sonucu olarak Kilise bilimi kontrolünealmıştır. Kilisenin daha doğrusu Hıristiyanlığın gelişen bilim anlayışıylabağdaşmayan yönleri onaya çıktıkça, kilise bu dogmalarını korumayı, bilimi bunagöre,tevil etmeyi tercih etmiştir. Buna muhalefet eden bilim adamlarını enşiddetli şekilde cezalandırmaktan çekinmemiştir. Sonuçta kurulan Engizisyonmahkemeleri dünya tarihinde bilim, özgürlük ve hür düşüncenin en büyük engelive yok edicisi olarak tarihteki yerini almıştır. Bilim ve araştırma ve kendinihakikate adamanın timsali olarak Kiliseye ve Engizisyona meydana okuyan İtalyanfilozof G. Bruno’un yakılan bedeni, doğal olarak bilimin daha sonraki gelişiminiköklü şekilde etkilemiştir. Daha sonraki bilim adamları bilimsel çabalarını vebilimi kiliseden uzak tutmaya ve kiliseyle bir çatışmaya girmemeye gayretetmişlerdir. Daha doğrusu, gerek yöntem, gerekse kullandıkları terminoloji i1ekiliseden kopmuşlardır. Burada altı ·çizilmesi gereken önemli nokta, dinin,yâni Hıristiyanlığın kurumlaşmış şekli olan kilise ve onun temsilcilerinin rededilmesi hadisesidir. Yoksa bir çok filozof ve bilim adamı kişisel olaraktanrıya inanmaya devam etmişlerdir. Yukarıda Whitehead’ın altını çizdiği gibiaslında bunların bilimsel faaliyetlerini motive eden böyle bir inançtır. Böylebir inanç olmaksızın bilim adamlarının o sonsuz ve yorucu çalışmalarınıanlamlandırmak ve açıklamak gerçekten güçtür. Yine Galileo, kilisenin resmi öğretisiyleuyuşmadığı için kilise tarafından aforoz edilmiş ve bu nedenle dünyanındönüşüyle ilgili teorisinden vazgeçmiş; ancak mahkemeden dışarı çıkarkenayağını yere vurarak: "Ama yine dönüyor." demekten kendinialamamıştır. Ancak bu aforoz, bilimin gelişmesine büyük bir darbe vurmuştur.Örneğin bunun bir sonucu olarak Kopernik (1473-1543) On The Revolutions of theHeavenly Spheres adlı bilimsel devrimin en önemli metinlerinden biri olankitabını hayatta iken yayınlamayı göze alamamış ve ölümünden sonra yayımlanmasınıvasiyet etmiştir.31 Ancak bütün bunlar 17. yüzyıldan itibaren değişmeye vebilim güçlenmeye başlamıştır. Daha doğrusu 17. yüzyıl bilimsel devrimlerin asrıolmuştur.

    III. 17. Yüzyıl ve Bilimsel Devrimler

    17. yüzyılda felsefe ve bilim alanındakiçalışmaların sonucu yeni bir çağ başlamıştır. Bilimsel devrimler çağı olarakadlandırılan bu yeni dönemi karanlık Batı orta çağından ayırmak için Modern Çağolarak da isimlendirilmiştir. Burada karanlık-Batı Orta çağı ayrımına dikkatedilmelidir. Zira bu kavramda öyle bir şekilde kullanılmaktadır ki, adeta aynıdönemde bütün dünya karanlıklar içindeymiş gibi gösterilmeye çalışılmaktadır.Böylece de modern çağın ve onun getirdiği değerlerin sadece Batı medeniyetininbir ürünü ve batıda geliştiği vurgulanmaktadır. Bu dönemin getirdiği yenideğerler ayrıca tanışılabilirse de, burada açık olan bir tarihsel gerçeklik varki onu görmezden gelemeyiz. O da şudur: Batıda Ortaçağ veya Karanlık Çağ olaraktanımlanan zaman diliminde İslam medeniyetine bakıldığında, bu medeniyetin enparlak dönemini yaşadığı görülür. Russel’ın kitabında yer verdiği ve görmezdengelemediği dönem de bu dönemdir. Ancak nedense hâlâ bazılarınca konukarıştırılmakta veya kavram karmaşasıyla daha objektif değerlendirmelerinyapılması adeta imkânsız hale getirilmektedir.

    Bununla beraber bilimsel devrimler birdenbireonaya çıkmış bir olgu olmayıp, daha önce de işaret ettiğimiz gibi belli birbilimsel zeminin ve ortamın bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu yeni döneminoluşmasında ve şekillenmesinde en büyük katkıyı ise Galileo, Kopernik, Kepler,Bacon, Descartes, Newton vb. düşünürler yapmışlardır.

    Aslında modern bilim ve modern çağkavramlaştırması, daha önceki dönemden köklü bir farklılaşmayı ve ayrışmayıgöstermektedir. Artık başta bilim olmak üzere, insan kâinat, toplum ve bunlarınbirbirleriyle olan karmaşık ilişkileri yeniden ve yeni referanslara göretanımlanmıştır. Açık olan ise, bu yeni referansın artık ortaçağın kilise ve dinotoritesine dayanan referansları tamamen reddetmesi veya en azından bunlarıyeni dönemin kıstaslarına göre tanımlamasıdır. Örneğin bu yeni çağın bilimfelsefesinin temel amâcı Bacon’in ifade ettiği gibi bilgi=kuvvet anlayışınınhakim olmasıdır. Yani bundan sonra bilimin amacı daha önceki dönemde olduğugibi tamamen spekülatif. teorik ve kişisel entelektüellik değil. belki insanınve insanın günlük yaşamına faydalı sonuçlar ortaya koymaktır. İnsan-tabiatmücadelesinde insana güç sağlamaktır. Böylece bilim ve teknoloji mecz edilmişve bunun sonucu ise bilindiği gibi sanayi devrimi olmuştur. Halbuki gerek kadimYunan’da ve gerekse ortaçağda bilimin amacı teknoloji (zanaat) dan tamamenfarklıydı ve bu anlamıyla da teknolojiyi küçümsüyordu.

    Bu dönemin diğer önemli bir filozofu. dahadoğrusu modern felsefenin babası olan Descartes ise bu yeni dönemin temelmetafiziğini inşa etmiştir. Buna göre insan beden ve ruh’tan oluşan birvarlıktır. Kartezyen düalizm olarak da anılan bu görüşe göre bu iki cevherbirbirinden tamamen farklıdır ve insanın temel niteliği ve özü ise onundüşünmesidir, yani ruhudur. "Düşünüyorum, öyleyse varım." ifadesindeözetlenen bu yeni anlayış, böylece her şeyin merkezi ve başlangıç noktasıolarak "düşünün ben"i almıştır. Tanrı’nın ve kâinatın varlığı bu"ben"in varlığından sonra gelmektedir. Descartes Tanrı,yı inkâretmiyor, ancak onun varlığının ispatı kendi varlığının ispatından sonrageliyor.32 Bununla beraber Descartes’in Tanrı’nın varlığını insana göre ikincilbir konuma koyması ve Tanrı-tabiat ilişkisini bu çerçevede temellendirmesi,daha sonra daha değişik bir mecra takip etti ve tanrının tamamen unutulmasınakadar gitti. Aslında bu o kadar da kolay bir soru değildi. Hegel bile kâinatıve diyalektik sistemini açıklayabilmek için kendisinin mutlak ruh/zihin dediğibir referansa ihtiyaç duymuştu. Newton ise, onunla ilgili y,eni araştırmalarınortaya koyduklarına bakılırsa, bütün mekanik fiziğini Tanrı-tabiat ilişkisinikavramak için olduğunu ifade ediyordu. Başka bir ifade ile, "doğa veTanrının iradesinin doğasıyla ilgili olan sorun Descartes tarafından serbestçe,ancak Newton ve Hegel tarafından ciddi olarak ele alınmıştır. Tanrının yeri hemNewton ve hem de Hegel’in sistemlerinde dışlanmayarak, gerekli şekilde elealınmıştır. Bununla beraber Descartes, Newton ve Hegel dönemini kapsayan insan,Tanrı ve doğa ilişkileriyle ilgili çok derin bir vurgu değişimi vardır".33

    Bu vurgu değişimi Batı medeniyetinindaha sonraki gelişmesine damgasını vurmuştur.. Bununla beraber bütün bu sürecinkendi içinde bazı güçlükleri bulunmaktaydı. Mekanik bir alem anlayışını ancakNewton ve 1690’ların sonlarındaki Newtoncular tasarlayabildiler. Ancak bunlarRoyal Society ve Anglikan Kilisesinin resmi kurumu içerisinde bu anlayışımatematiksel ve deneysel olarak ele alabilen mekanik bir alem anlayışınıtasarlayabildiler. İşin ilginç yanı, bütün bunlara rağmen, oldukça muhafâzakârbir Tanrı kavramını korumalarıydı. Bu yeni Tanrı kavramı sadece yeni mekanikdoğa felsefesini yasallaştırmakla kalmıyor, aynı zamanda Francis Bacon ve IsaacNewton tarafından başlatılan bilimsel geleneğin yerleşip, kuvvetlenmesine deyardım ediyordu. Robert Boyle, Henry Oldenbourg (Royal Society’nin sekreteri)ve Newton’un kendisinden tutunda Anglikan Kilisesi Newtoncularına (RichardBentley, William Whiston ve Samuel Clarke gibi) kadar hepsi bu yeni bilimgeleneğini hem desteklediler, hem de Anglikan Hıristiyanlığının Tanrı kavramınıdesteklemek için bu yeni bilim geleneğini kullandılar.34 Newton ve Whinston’unArian ve Unitaran olmaları. onları Oğul ve Ruhul Kudus’suz bir Tanrı’nınvarlıgını desteklemekten alıkoyamadı. İngiltere ve Avrupa’daki bilimsel ve aynızamanda teolojik topluluğun en büyük muhalifleri Hobbes ve Spinoza’ydı.Cambridge’teki Henry More ve genç Newton’un tesirindeki Neo-Platonistler ilkinKartezyen olmalarına rağmen, Newton’un kendi gelişiminin sürecinde budurumlarını değiştirdiler. Bununla beraber vurgulanmasında fayda var: Bilimdedevrim ve dinde muhafazakarlık gibi ilginç bir düşünce için sadece İngiltere’deelverişli bir ortam vardı. Bu durum gerçekten müstesnaydı ve sadece Newton veNewtoncuların degil birçok seçkin kişinin abalarının sonucuydu.35 Prof.

    Gazo’ya göre, "Descartes,özellikle, halk söz konusu olunca, Tanrı anlayışında dürüst değildi. Tanrıyı,onun dışında epistemolojik olarak hiç bir şeyin mümkün olmadığı durumlarda bircankurtaran yeleği gibi kullanmıştır." Gazo’ya göre: "Newton ve HegelUluhiyeti (Deity) ele alırken daha dürüsttüler. En azından Newton’un Arianism’ikonusunda görüldüğü gibi daha diplomatiklerdi. (…) Hegel’in Mutlak Zihni(Mind) ve Newton’un da Pantakrator’u, bir dünya sistemi ve Wissenschafçevresindeki ince değişimleri anlayabilmek için bir ölçüt göreviyapacaklardır."36 Bununla beraber, insan ve Tanrı arasındaki kopma henüzne Newton’un sisteminde ne de Hegel’in Wissenchaft’ın da meydana gelmemişti.Ancak Kant tarafından yeni bir konum kazandırılmış; Marx, Feuerbach, Darıvin veNictzsche tarafından da bu ilişki koparılmıştı. Bu anlamda konuyla ilgiliolarak Karl Löwith’in 19. yüzyıl Avrupa düşüncesiyle ilgili değerlendirmeleridoğrudur: Tanrı ve insan arasındaki klasik düzenin yıkılması Newton ve bilimseldevrimler tarafından başlatılmamıştı. Aksine seküler bir bağlamda oluşturulmuşve teolojinin temel inançlarıyla bağdaşmayan doktrinlerin eliyle olmuştur.37 Buolguya yukarıda işaret etmiştik.

    Bununla beraber Hegel kendi zamanınınteolojik. felsefi ve aynı zamanda bilimsel durumunu kuşatan en önemli sorununfarkına varmıştı: Tabiatın ikiliği. "Differenzschrift"inde şöylediyordu: "Felsefeye olan ihtiyacın kaynağı (tabiatın) ikiliğidir."

    Hegel’in uzun vadedeki amacı bu ikiliği mutlakzihin anlamında birleştirmekti. Hegel’de, Newton’da olmayan bir yabancılaşmarengi bulunmaktadır. Bununla beraber, Principia ve General Scholinı’daki dünyasistemleri arasındaki manevi sürtüşme açıktır. Her ikisi de teoloji, felsefe vedin arasındaki karşılaşma safhasının düzenlenmesindeki etkilerinden dolayıövgüye değer. Descartes ‘in kendi zamanının lisanıyla net olarak açıkladığınıNewton matematik kavramlarla formüle etmiş ve Hegel’e de bir çözüm sunabilme görevikalmıştı. Fakat Tanrı hâlâ atılmamıştı. Bununla beraber, ikilik sorunugöstermektedir ki, Tanrı sonunu öyle karmaşık bir hale sokulmuştur ki günümüzdebile tamamen bir sonuca ulaşılamamıştır.

    Bilim-din ilişkisini daha iyianlayabilmek için aslında Newton bizim için en uygun örnek olabilir. Nasıl kiBacon bu yeni dönemin bilim felsefesinin, Descartes de metafizik temeliniatmışsa, Newton da bu yeni dönemin en parlak  bilimi olan ve daha sonra bütün bilimlerce örnek alınan ve 300 yılayakındır zihinlerimizi ve dünya görüşümüzü etkileyen mekanik fiziğintemellerini atarak, 2000 yıldır süren Arsito’cu fizik anlayışını ortadankaldırmıştır.

    Ayrıca Newton, pozitivist, amprist,deneyci ve doğrulamacı bilim adamlığının klasik örneği olarak takdimedilmiştir. Böylece, büyük pozitivist, fizikçi, daha doğrusu modern fiziğinkurucusu olan Newton, her türlü dini ve gizemli (occult qualites), vahiy veUluhiyetten soyutlanmıştır. Newton’un bugün tüm dünyada tanınan bu klasikimajını Ernst Mach’a borçluyuz. Viyana Çevresi felsefi ekolünün önde gelenotoritelerinden olan fizikçi Mach’ın 19. yüzyılın bitiminde fiziğin tarihiyleilgili yazdığı meşhur kitabının takdim ettiği Newton’un pozitivist imajıbudur.38

    Ancak pozitivist felsefeye yöneltilen büyük eleştirilereve meydan okumalara şahit olduğumuz son zamanlarda yapılan yeni araştırmalardaha önce sahip olduğumuz bir çok varsayım ve ön kabullerimizi değiştirmemizgerektiğini gösterdiği gibi, Newton’la ilgili bildiklerimizin de yetersiz.,yanlış en azından eksik oldugunu ortaya koydu. Bu araştırmalar açık bir şekildegöstermiştir ki, pozitivist Mach ve taraftarlarının bize sunduğu ve biziminanmamızı istediği Newton imajı yanlıştır. Bu durumda araştırmacılar Newton’unbilimini dini bağlamda yeniden ortaya koymak, yeniden yorumlamak ve yenidenbiçimlendirmek zorunda kalmışlardır.39

    Newton’la ilgili bu araştırmalarınortaya koyduğu sonuçlar, sadece Newton’la ilgili kanaatlerimizi değiştirmeklekalmamış, aynı zamanda bilim anlayışı, bilimsel devrimlerin yapısı ve yorumuylailgili tüm klasik anlayışları da etkilemiştir. Bundan dolayı Newton’cu biliminiçinde şekillendiği ortamın, daha doğrusu dini bağlamın aşılması için çokdetaylı çalışmalar yapılmıştır.40 Bu çalışmaların bir sonucu olarak birzamanların büyülü ve görkemli pozitivist anlayışı cazibesini yitirmiş, yerinidaha makul, hoşgörülü ve kendi sınırlarını bilen bir bilim anlayışınabırakmıştır.

    Kısaca burada vurgulamak istenen, Modernzamanlarda bilim ve din arasındaki ilişkinin önemini kavrayabilmek, dinin bukonudaki belirleyici rolünü (eğer böyle bir rolü varsa) ortaya koyabilmek içinNewtoncu bilim anlayışının yeni verilerin ışığında ele alınması gerekmektedir.Zira bazı araştırmacıların yeni verilerin ışığında ortaya attığı görüşleregöre, daha sonraları fizik olarak adlandırılan Newtoncu doğa bilimininşekillenmesinde, dini görüşlerin çok ciddi etkileri bulunmaktadır. Bu, aynızamanda, batı dünyasındaki bilimsel devrimi daha derinlemesine değerlendirme veonun metafizik temellerini, Burtt’un kavramlaştırmasını ku1lanırsak, imkânınıda bizlere verecektir.

    IV. Newton ve Din41

    Yukarıda vurguladığımız gibi, Newtonpozitivist bilim anlayışının prototipi olarak bilinmektedir. Bundan dolayı da,onun dinle ilgili görüşlerinin üzerinde pek durulmamıştır. Halbuki konuylailgili yapılan son araştırmalar Newton’un kendi bilim anlayışını dini birçerçevede temellendirdiğini ortaya koymuşlardır. Başka bir ifadeyle, Newton’ukâinatı tanımaya ve onun kanularını keşfetmeye sevkeden temel muharrik onundini inançlardır. Aslında bu anlayış, bilim felsefesinde hakim olmaya başlayanyeni bilim yorumuyla da uyum içindededir.

    Newton alıcısını bilmediğimiz,1690’daki bir mektubunda şöyle yazmaktadır: "Bir Tanrı’yla ilgilibilgilerimize vahiyden başka yol olmadığıyla ilgili görüşünüze gelince, evetböyle bir yol doğanın yapısıdır."42

    Newton bu mektubunda, daha sonra R. Bentley’eyazdığı mektuplarında da tekrarladığı, üç kavramı birleştirmektedir: Vahiy,Uluhiyet ve Doğanın yapısının sistematik olarak ardarda gelmesi. Vahyinsistematik kavramını doğanın yapısında açıkça görmek önemlidir. Başka birifadeyle, vurgu yapının sistematik oluşu fikri üzerine olmalıdır. Bunun,olayların oldukça Spinozacı bir açıdan, yani vahiy ve uluhiyetin (tabiattaki)çatının kaynağı olduğu, şeklinde ele alınmasıyla karıştırılmaması gerektiğinibelirtmeye gerek yoktur. Doğanın yapısı bizatihi Tanrı veya Uluhiyetlekarıştırılmamalıdır. Çünkü doğanın yapısı matematik, mekanik ve geometrininsınırları içerisinde kavrayabileceğimiz bir sistemdir. Newton, doğafelsefesinin matematik ilkelerinden söz etmektedir. Başka bir ifade ile, dünyasistemi doğanın kuvvetlerini ve olaylarını kavramamızı sağlayan matematikilkeler vasıtasıyla anlaşılır.

    Ancak, doğadaki bu işleyişlerle ilgilikavrayış da sadece vahiy vasıtasıyladır. Bu ince ayrılıklar, meşhurClark-Leibniz mektuplaşmalarında açıklandığı gibi, Leibniz hesabına birçokyanlış anlamalara sebep olmuştur. Uzay bir Sensorium olarak degil de,kuvvetlerin madde üzerine etki yaptığı bir yapı olarak anlaşılmalıdır.

    Yine, Newton 10 Aralık 1692 tarihindeBendey’e yazdığı bir mektubunda teolojik konularla ilgili tutumuyla ilgilişüpheleri şöylece gidermektedir. (Newton’un "sistem" ve"ilkeler" i kullanmasında çok tutarlı olduğuna dikkat edilmelidir.

    "Sistemimiz hakkındaki Kitabımıyazdığımda, bir gözümü daima Uluhiyete İnanan insanların inançlarıyla uyuşacakilkelerde tuttum. (Yazdıklarımın) bu gaye için faydalı olduğunu görmenin banaverdiği sevinci başka hiçbir şey veremez."43

    "Doğanın yapısı"yla ilgilimektubuyla elbette ki tutarlı olan bu alıntı, birçok yorumcu tarafındanNewton’un dini tavrını belirlemede kullanılmıştır. Bununla beraber, hemencecikanlaşılması gereken sistem ve ilkeler kavramlarının mantıki kullanımlarıdır. Builkeler, Descartes’ı ima ederek, felsefi değildirler; belki doğalarımatematiksel olup, doğanın yapısını ve sistemini açıklarlar.

    Pantokratora dönersek: Newton, GeneralScholiumi’da defalarca sistem kavramını vurgular. Yukarıda Newton’un bilimanlaşının arkaplanında bulunan temel varsayım ve inançlara işaret ederkenalıntıladığımız şu ifadeler aynı zamanda Newton’cu sistemi ve bu sisteminYaratıcısını şöyle tanımlar:

    "Güneş, gezegenler ve kuyrukluyıldızların bu muhteşem sistemi ancak zeka ve güç sahibi bir varlığın izni vehakimiyeti ile olabilir. Eğer sabit yıldızlar benzer sistemlerin merkeziiseler, bunlar da yine bir varlığın izniyledir. Hepsi Onun hakimiyetialtındadırlar… Bu Varlık her şeyi, dünyanın ruhu olarak değil, belki hepsininsahibi (Rabbi) olarak yönetir; bu hakimiyetinden dolayı da O alışıldığı gibi" Rab ", "Tanrı" Pantakrator veya " Alemin Rabbi" olarak çağrılır……."44

    Böylece bu alemin hakimi kendiİradesiyle bu dünya sisteminin en iyi şekilde nasıl çalışacağı konusunda en iyikararı verir. Bundan dolayı, Leibniz’in yaptığı gibi, Pantokrator’u sadece arasıra saati kuran, tamir eden ve ayarlayan bir saatçi olarak düşünmek yanıltıcıolur. Newton’un ifadesiyle Pantokrator kendini açıklamak zorunda değildir. Zirainsan Pantokrator’un sistemini, matematik ilkeler anlamında ancak vahiyaracılığıyla anlayabilir. Newton, spekülasyona yol açacağından, başka dünyasistemlerinin imkânı sorununu açık bırakır. Bilindiği gibi Newton hipotezlerdenhoşlanmamaktadır. Newton’un durumu John.Lock’la tamamen uyuşmaktadır. Lock’un Essay’indeişaret ettiği gibi, insanın yeryüzünde yeterli bir hayat sürebilmesi için Tanrıyeterli olan her şeyi yaratmıştır.45 İnsan bu dünyadaki durumuyla yetinmelidir.Lira Tanrı insana bu dünyadaki yetenekleri ölçüsünde makul bir hayat sürebilmekiçin yeterli zekayı ihsan etmiştir. Bu şekilde ele alınınca Newton ve Lock’unepistemolojileri mutedil ve aynı zamanda zekicedir. Çünkü her ikisi de kendifelsefi ve dini varsayımlarıyla ters düşmeyecek uygun bir epistemolojitasarlamışlardır.

    Newton’un sistem ve ilkelerlekarşılıklı oynaması Hegel’in diyalektiğine oldukça yaklaşmaktadır. Gerçekten deHegel’in ilkeleri öznelden nesnele, mutlak Zihin veya Ruha, diyalektik hareketşeklinde açıklanmıştır. Bununla beraber, dünya ve dünyadaki olayların ilkelerve sistemlerle anlaşılabileceğiyle ilgili temel düşünce ortak bir zeminoluşturmakta, Hegel ve Newton bu konuda elbette uyuşmaktalar. İnsan, rasyonelolan dünyayı ve Tanrının ilahi düzenini tanımak, kavramak ve anlamak içinilkelerini keşfetmeli ve onları ancak bu ilkeler vasıtasıyla keşfedilebilensistemin yapısına uygulamalıdır. Dairesel bir epistemoloji şekli Hegel veNewton’ca kabul edilebilmektedir. Bu anlamda her ikisi de üstün sistematikdüşünürlerdir.

    Newton’un, Principia’nın 1713 tarihli ikincibaskısının General Scholim’una eklediği Lord Ruler olarak Tanrı veyaPantakrator kavramı Bentley’in sorularına bir cevaptı. Anglikan kilise adamı,klasik bilimci ve Trinity College’ın 1700-1740 yıllarında müdürlüğünü yapanBentley, Newton’un mekanik doğa felsefesini Hıristiyan Uluhiyet anlayışıylanasıl bağdaştırdığını araştırıyordu. Bentley mütevazı bir eleştirmen ve dahasonrada Newtorı un bir dostu ve destekleyicisi olarak, Newton ‘un sistemininmatematiksel ilkelerini bilmediğinden üstadına danışıyordu. Bentley 1692tarihinde Boyle seminercilerinin ilki olarak davet edildiğinde, Newton’la olanbu danışmalarından da istifade ederek: ateizm, teizm, Hobbisizm ve imansızlarakarşı imanı savunuyordu. Gerçekten de daha sonraları William Whiston ve SamuelClarke tarafından da verilen Boyle seminerleri devlet ve kilise adamlarıüzerinde çok olumlu etkiler yaptı. Newton’un tutumunun doğruluğu ve sağlamlağı,Boyle seminerlerinde neşredildiği şekliyle, Anglikan kilise liderleri arasındabüyük bir kabul gördü. 1690’larda Kartezyencilik yok olmaya yüz tutmuştu. BuKıta Avrupası, özellikle de Leydn Üniversitesi ve kimyacı Boerhaave’in köklü veağırlıklı olarak Newton tarafında olduğu Hollanda, için geçerliydi. Bununlaberaber, bu durumda kaderin bir cilvesi de bulunmaktadır: Bir yüzyıl sonrakifelsefelerce seküler nedenlerle sömürülecek olan Newton’cu sistem, 1690’larınustaları ve Newton’cuları tarafından imanı korumak için kullanılıyordu.46

    Newton’un yazılarında göz önünealınması gereken bir ayrılık var: Bu da doğa biliminin, deneyciliğin,doğrulamanın ve mantıkî dalların bilimsel yöntemi bağlamında bir doğa biliminisavunmak ve bir bütün olarak bilimsel etkinliğin meşruiyyetidir. ÖzellikleDescartes’ın dualist anlayışını ve programını toptan ve eleştirmeden kabul edençağdaş zihinler, doğayı araştırma ve inceleme projesinin bütününde dinîbağlamdaki bir yasallığın gözden çıkarılması eğilimindeler. Kısaca ifadeedersek, eğer çağdaş bilim yapmak istiyorsan, bütün dinî inanç veduyarlılıklarını bırakmak zorundasın. İşte Kartezyenciliğin eleştirilmedenkabulü. Halbuki dünyanın Descartes tarafından res cogitans ve res extensaolarak ikiye bölündüğünü çok iyi biliyoruz. Buna rağmen, Descartes içindünyanın yapısının kaynağı ve hayatî aracı hâlâ Hıristiyanlığın Uluhiyetiydi.Descartes epistemoloji anlayışını geliştirirken, Uluhiyeti bilimsel projeylebağdaştırmada zorluklarla karşılaşmıştı. O da alçak gönüllükle Uluhiyeti"ahlâki olarak iyi Tanrı" bağlamında ele aldı. Ahlâki olarak iyi birTanrı kavramına sahip olmanın anlamı, Onunla ilgili olarak endişelenmemen vekendi işine bakmandı. Newton böyle değildi. Newton faal olarak Tanrısını takipetti. Newton ‘un bir bilim adamı olarak Descartes hakkındaki fikri çok iyideğildi. Hatta Fransız düşünürü küçümsüyordu. Descartes ahlâk olarak iyiTanrısında, epistemolojik bir yasallık bulurken, Newton ise dünya sisteminiPantakrator kavramı bağlamında yasallaştırmıştı. ". .. Tek olan Tanrı:ezeli, ebedi, her yerde hazır, alim-i mutlak, kadir-i mutlak, her şeyinyaratıcısı, hakim-i mutlak, adil-i mutlak, mutlak iyi (hayr-mahz) olupmukaddestir."47

    Newton bu satırları yazarken dürüst veciddiydi. Bununla beraber Descartes için aynı şey söylenemez. Özellikte hasdostlarına yazdığı mektuplarında.48 Böylece Newtorı’cu bilim bir yanda doğanınkuvvetlerini tanımlayacak şekilde madde, uzay, zaman ve hareket halindekicisimlerle ilgili ciddi bir yöntem yerleştirmiş; öte yandan da o, ilahi birbağlamı varsayarak ve hatta doğa felsefesinin matematiksel ilkelerinimeşrulaştırmak için Bentley tarafından açıklama yapmaya davet edilmiştir.Newton ise Pantakrator kavramıyla cevap vermiştir.

    Doğa kanunlarını veya doğal fenomeni sistemlibir şekilde tanımlama ve anlamak için karmaşık sembolik ve matematiksel bir dilgeliştirme ayrı bir şeydir; bunun yasallığını kanıtlamaya çalışma ise dahabaşka bir şeydir. Sadece hesaplamalar yapan ve yaptıkları hesaplamalarınbaşarılı olduğu ortaya çıkınca da işlerinin orada bittiğini ileri sürenlerinolduğu doğrudur. Örneğin uzay gemisinin aya, ileride başka bir gezegene, inmesigibi. Yine de böyle bir teşebbüs nasıl meşru olur?

    Yasallık hakkında açık olmanınözellikle de içinde bulunduğumuz ve Post-modernizm diye adlandırılan dönemdeçok zaruri olduğu açıktır. Zira yasallık, eldeki bir proje, program ve fikrinrasyonel olarak değerlendirilirken, argumanın iyi temellendirilmesi ve iyişekillendirilmesi demektir. Newton bu olgunun farkındaydı. Üstelik. yasallıksüreci çağdaş bilim bağlamında bir sekülerizm çıkaracağı ve bundan dolayı daTanrısız bir disiplin ve halkın meydana geleceği anlamına gelmez. Newton’cubilimde durumun böyle olmadığını açıkça ifâde edebiliriz.

    V. Aydınlanma Perspektifinde Bilim-Dinİlişkisi:

    Bilim-Din söz konusu olduğunda enradikal ayrışım hiç şüphesiz aydınlanma ile başlar. Daha önce de ifadeettiğimiz Kartezyen felsefenin düalist anlayışı, daha sonra öyle bir şekildeyorumlanır ki. objektif ve maddi olmayan her şey sübjektif olarak algılanarak,bilimin dışında bırakılır. Daha doğrusu bu tür sübjektif olarak adlandırılanherşeyin objektif bilimin yönetmelerinin dışında tutulur. Aslında Descartes,inher şeyi "düşünce" ile temellendirmesi ve bunun "ben" yaniinsan merkezli bir metafiziğe dönüşmesi, ardında her şeyi yeniden yorumlayan vebu yorumunda da her türlü metafizik ve manevi alanı dışlayan bir anlayış doğdu.18. yüzyılda iyice güçlenen bu akımın tek ölçütü ve referansı insandı, yaniinsanın aklı ve rasyonel düşünceydi. Kabaca aydınlanma, yani bir yandan insanınaydınlanması: her şeyin nedenini kendi aklıyla temellendirmeye cesareti: diğeryandan da sebep-sonuç ilişkisi içinde bütün tabiat olaylarını aydınlatma böylebir adlandırmayı beraberinde getiriyordu. Başka bir ifade ile. varlığı ve dünyahayatını (worId-life), politik yapıyı akıl ile temellendirme, akıl dışında birreferans aramamak en belirgin özellik olarak karşımıza çıkıyor. Tarihte ilk kezinsan kendini ve kendi dışındaki alemi anlama ve anlamlandırmada tek referansve ölçüt olarak kendisini, yani kendi aklını esas alıyor ve ona güveniyordu.Böylece akıl dışında kalan tüm geleneksel referans ve otoriteleri bir kenarabırakıyordu.

    Aydınlamacılar, Newton’cu mekaniğinsağladığı imkânlarla kâinatı keşfederken her tür manevî, gizil (mitik) vekutsalı dışlamış ve aklı tek ölçü olarak almıştı. Akıl ise,bilgi için deney vegözlemi esas alıyordu. Deney ve gözlem sonucu biriken bilgiler, tabiatın tümsırlarını çözecek ve insanın tabiatla olan mücadelesi zaferle bitecekti. Buaynı zamanda sefalet, açlık, hastalık, savaş. esaret kölelik vb. her türolumsuzluğun da sonu olacaktı. İnsanlık uzun zamandır diğer bir dünyada aradığıcenneti yer yüzünde ve kendi elleriyle kuracaktı. Yeryüzü cennetinde mutlu vemüreffeh bir şekilde yaşayan insanın artık eskimiş ve köhnemiş (!) düşüncelere,metafizik fikirlere ve dinlere ihtiyacı kalmadığından bütün bunlar kendiliğindenortadan kalkacaktı. Aydınlanma projesinin öngördüğü dünya böyle bir dünyaydı.Aslında bilime ve insan aklına olan inancı, ilerlemeci kalkınma anlayışını veaydınlanmanın diğer tüm özelliklerini aydınlanmanın önde gelen ve popülertemsilcilerinden biri sayılan Condercet’in (1743-1794) düşüncelerinde bulmakmümkündür. Fransız filozof şöyle diyor:

    "(…..) Böylece artık yeryüzündegüneşin, akıllarından başka efendi tanımayan hür insanları, yalnız onlarıaydınlatacağı gün geleceğidir; o gün zorbalar, esirler, papazlarla, kalınkafalı, iki yüzlü yardakçıları yalnız tarihin ve tiyatronun malı olacaktır: bualanda artık yalnız kurbanlarına veya aldattıklarına acımak, taşkıncahareketlerinin korkunçluğunu göstererek faydalı bir uyanıklık içinde bulunmak,tekrar ortaya çıkmaya yeltenirse, hurafenin, tiranlığın ilk tohumlarını tanıyıpbunlardan korunmayı bilmek için onlar üzerinde durulacaktır.49

    "Oldukça büyük ümitler verenilerlemelerden çıkacak gerçek iyiliklerin, doğrudan doğruya insan soyununmükemmelleşmesinden başka bir sınırı olamaz. çünkü türlü eşitlik çeşitleri, bumükemmelleşmeyi ihtiyaçlarımızı giderek daha tam bir hürriyetle birleştirdikçebu eşitlik daha gerçek olacak, insanların saadetini doğrudan doğruyailgilendiren her şeyi kucaklamaya daha elverişli bir hale gelecektir. Ancak bumükemmelleşmenin yürüyüşünü, kanunlarını gözden geçirmekledir ki, ümitlerimizingenişliğini. sınırlarını bilebiliriz.50

    "O zaman gittikçe daha çok daralan birtoprak parçası, pek faydalı yahut daha yüksek değerli bir sürü yiyeceklerverebilecektir; daha geniş rahatlıklar, daha az bir yoğaltımla eldeedilebilecektir; aynı endüstri mahsulü pek az hammaddenin karşılığı olacak,yahut daha sürekli olarak kullanılır hale gelecektir. Her toprak için birçokihtiyaçları karşılayan mahsuller arasından, daha az emekle. daha az gerçekyoğaltım isteyen daha büyük bir kalabalığı doyuranları seçilecektir. Böylecehiçbir fedakârlığa katlanmadan yoğaltımda elde tutma, hesaplı ku1lanmavasıtaları, türlü maddeleri yeniden üretme, hazırlama, mahsullerini işlemesanatındaki ilerlemelerin yolunu tutacaktır.

    "Böylece aynı toprak parçası birçokfertleri beslemekle kalmayacak, ama bu fertlerden her biri daha az emekletopragı. daha verimli bir hale getirecek, ihtiyaçlarını iyice giderebilecektir.51

    "Bu bilimlerdeki ilerlemelerinneticesi olan konulardaki, kamu kurumlarındaki mükemmelleşmesinin, her insanınortak menfaatini, bütün insanların ortak menfaatiyle uzlaştırmak, birleştirmekgibi bir neticesi olmayacak mıdır? sosyal sanatın gayesi, bu gözle görünürkarşıtlığı ortadan kaldırmak değil midir? Anayasası, kanunları, tabiatın, aklıngörüşüyle açıktan açığa uzlaşan memleket erdemin kolayca elde edildiği, onu biryana atmak heveslerinin binde bir, pek zayıf ölçüde görüldüğü memleket değilmidir?

    "En sonra bir nazariye üzerinedayanarak, sağlam, faydalı sanatlardaki ilerlemeler, yahut siyasetbilimlerindeki hakikatler üzerine temellenen doğru bir kanun sistemininilerlemeleri, insanları insanlığa, iyiliğe, adalete hazırlamıyor mu?52

    "Bilimlerdeki ilerlemeler,öğretme sanatındaki ilerlemeleri sağlar, bunlar da neticede yine bilimlerdekiilerlemelere hız verirler; hiç arasız tazelenen bu karşılıklı tesir, insan soyumükemmelleşmesinin en canlı, en kudretli sebeplerinden biri sayılmalıdır.Bugün, okullarımızdan çıkan bir delikanlı, Newton’un derin araştırmalarlaöğrendiğinden, yahut dehasiyle bulduğundan daha fazla şey bilir; hesap aletinio zaman bilinmeyen bir kolaylıkla kullanmayı bilir. Aynı gözlem bir takımfarklarla, bütün bilimler için doğrudur. Bilimlerin her biri genişledikçe,sayıları pek çok artan hakikatlerin tanıtlarını küçücük bir alana sıkıştırıpkavramayı kolaylaştıran vasıtalar da o kadar mükemmelleşir. Böylece bilimleriny,eni ilerlemelerine rağmen, eşit dehalı insanlar, hayatlarının aynı devrinde,zamanlarındaki bilimin en yüksek noktasına erişmekle kalmayacak, her neslinaynı kafa kuvvetiyle, aynı dikkatle, aynı zaman içinde öğrenebileceği şeyler,zorunlu olarak aratacak, her bilimin asıl kısmı, yani bütün insanların erişebileceğikısmı gittikçe genişleyerek, günlük hayatta kendisini idare etmek, aklını tambir serbestlikle kullanmak için her insana lazım olan şeyleri daha tam birşekilde içine alacaktır.53

    (….) bütün zincirlerinden sıyrılmış,ilerlemelerine düşman olanların boyunduruğundan olduğu gibi tesadüfünboyunduruğundan da kurtulmuş olan insan soyunun bir tablosu, hakikat, erdem,saadet yolunda yürüyerek, yeryüzünü bugüne bugün kirleten, sık sık dakendisinin kurbanı olduğu yanılmalardan, cinayetlerden haksızlıklardanfeylesofu kurtarıp yüreğine su serpen bir manzara gösteriyor. Feylesof, butabloyu temaşa etmekle akıl ilerlemeleri ile hürriyetli koruma uğrundakiçabalarının mükâfatını buluyor. Artık bu ilerlemeleri insan alınyazısınınsonsuz zincirine bağlamaya cesaret ediyor; bununla da erdemin gerçekkarşılığını kaderciliğin, peşin yargıları ve esirliği getirerek uğursuz birkarşı kuvvetle bir daha yıkamayacağı sürekli bir iyiliğin hazzını duyuyor. Butemaşa, onun için kendisini kovalayanların asla akıllarına gelmeyen birsığınaktır, orada hem tabiatın değerliliği içinde, hem hakları içinde yerinialmış olduğunu düşünerek, açgözlülüğün, korkunun, kıskançlığın insanı sarsıpahlakını bozduğunu unutuyor; böylece aklının yaratabildiği, beslediği insanlıksevgisinin en saf sevinçlerle bezediği bir cennet içinde, gerçekten soydaşlariyle birlikte yaşıyor.54

    Condercet ve diğer aydınlanmacıların hayalettikleri dünya böyleydi. Bu dünyada haksızlıklar, eşitsizlikler, sömürü,kölelik, açlık. sefalet, hastalıklar, alçaklıklar, hurafeler, her türlü batılinançlar, kısacası insanı mutsuz eden her şey yok olacaktı. Bütün bunlarıyapacak sihirli formül bilimde mevcuttu. Yegane ve tek değer bilim ve akıldı.Bunlardan başka bir şeye ihtiyaç duymadan tüm bu sorunların üstesinden gelinecekti.

    Aydınlanma ve modernitenin temel ve merkezikavramının akıl olduğu görülmektedir. İnsanoğlu geleneklerin, mitolojilerin vedinlerin dayattığı tüm hayat, örgütlenme ve yorumlama şekillerindenkurtularak/özgürleşerek, tüm eylemlerini aklın rehberliği ve otoritesineterketmiştir. Aydınlanmanın bu temel tezi çağdaş bir sosyolog tarafından daşöyle tanımlanmıştır:

    "En iddialı biçimiyle modernlikdüşüncesi, insanın yaptığıyla bir olduğunun, dolayısıyla da, bilim, teknolojiya da yönetimin daha etkili kıldığı üretim, toplumun yasayla örgütlenmesi veçıkarların, ama aynı zamanda da, tüm kısıtlamalardan kurtulma isteğininharekete geçirdiği kişisel yaşam arasında bir denklik ilişkisinin olmasıgerektiğinin olumlanmasıdır. Bilimsel bir kültürle hem düzenli. hem de özgürbireylerden oluşan toplum arasındaki bu denklik neye dayanır? Tabii ki aklınutkusuna. İnsanın eylemiyle dünyanın düzeni arasındaki bu denkliği ancak akılkurabilir. Pek çok dinsel düşünce de bu denkliğin peşinde koşmuş ama vahiyedayalı tektanrılı dinlere özgü erekçilik tarafından felce uğratılmıştır. Bilimive bilimin uygulamalarını harekete geçiren akıldır; toplumsal yaşamın bireyselya da ortak gereksinimlere uyarlanmasını sağlayan da, keyfiliğin ve şiddetinyerine hukuk devleti ve piyasa düzenini koyan. akıldır. İnsanlık, aklınyasalarına uygun olarak hareket etmekle hem bolluğa, hem özgürlüğe, hem deeşitliğe doğru ilerler."55

    Görüldüğü gibi, Condercet, Comte vediğer bir çok modern düşünürün savunduğu aydınlanma ve modernite projeleribirbirine benzemektedir. Aklı esas alan, ilerlemeci ve sonuçta insanlığayeryüzünde bir cenneti vaad eden bu projenin vaadleri hâlâ gerçekleşmeyibekliyor. Ancak bu ütopya hiç bir zaman tam gerçekleşmedi. Daha doğrusu sadecedünya nüfusunun %20’i kadarını oluşturan kuzey ülkeleri için gerçekleşti. Gerikalan %80 için durum aynen belki daha vahim olarak devam ediyor. Başka birifade i(e, dünyanın kaynaklarının %80’ini, dünya nüfusunun %20’sinin oluşturanbir azınlık hoyratça tüketiyor. Bu düzenin devamı için ise"diğerleri" olarak tanımladığı medeniyet, ülke, azınlık vetopluluklar arasında çatışma ve sürtüşmeleri teşvikte görüyor. Bunun en iyigöstergesi, bütün ilerlemelere rağmen (eğer gerçekten bir ilerleme varsa)savaşların son bulmaması ve hâlâ en kârlı sektörün silah sanayii sektörü olmasıgösteriyor.56

    Aydınlanma projesinin başarısızlığınınveya eksikliklerinin en iyi göstergesi ise 21. yüzyıla girmeye hazırlananinsanlığın içinde bulunduğu durumdur. İnsanlığın bilim, teknoloji ve daha çokmaddi güç ile bütün sorunların üstesinden geleceği; böylece her tür hastalığıntedavi edileceği, fukaralık ve yoksulluğun ortadan kalkacağı, doğalfelaketlerin önleneceği, insanların daha mutlu ve müreffeh olacaklarınainanılıyordu. Ancak dünyadaki tahıl üretiminin iki katına çıkmasına rağmen,yine de açlığın ve açlıktan ölümlerin önü alınamamıştır. FAO (Dünya GıdaTeşkilatı) `nun 1990 tarihli raporları tahıl üretimindeki artışın nüfusartışından yüzde elli daha fazla olduğunu ortaya koyuyor. Buna rağmen butahılın adaletsiz dağıtımı yer kürede yaşayan nüfusun beşte birinin sürekliolarak gereğinden az beslenmesine yol açıyor.

    1990 verilerine göre, 5 milyarinsandan 1 milyarı bu durumda, sürekli açlık çekiyor. Yılda 24 milyon bebeknormalin altında bir ağırlıkta doğarken, 5 yaşının altında 204 milyon çocukağır yetersiz beslenme belirtileri gösteriyor. Her yıl çoğu çocuk 13 milyonkişi açlıktan ölüyor. Bu, günde açlıktan 35 bin insanın ölmesi demek.57

    Bütün bu ve benzeri sorunlardan dolayıinsanlık yeni bir yüzyıla büyük umutlar yerine büyük endişeler ve sorunlarlagirmektedir. dünyanın birçok köşesinde hâlâ savaşlar sürmekte, başta çocuk vekadınlar olmak üzere insanlar ölmekte ve öldürülmektedir. Bunlara ek olarakyetersiz beslenme ve açlıktan ölenlerin sayısı da azımsanacak gibi değil. Vebütün bunlara ek olarak. sadece doğayı değil, tüm insanlığın geleceğini tehditeden çevre sorunları karşımıza çıkmaktadır. Yok olan ormanlar, çölleşen dünya,nesli tükenen hayvanlar, delinen ozon tabakası ve buna bağlı olarak kansertürlerinin ve bu hastalığa yakalananların sayısındaki artış… Ve daha bir çoksorunla yeni bir yüzyılın eşiğindeyiz.

    Durumun daha iyi bir değerlendirmesiniyapabilmek için, öncelikle içinde yaşadığımız ve çok dramatik olaylara şahitolan 20. yüzyıla bakmak ve ibret almak durumundayız. Çöken imparatorluklara,tekrar tekrar değişen rejimlere, işgallere, ihtilallere. milyonlarınöldürülmesine, dağılan ailelere ve göçlere ve daha bunlar gibi nice felaketlere;ahit oldu bu yüzyıl. Savaştan olumsuz olarak etkilenen, yuvalarını,yurtlarını, özgürlüklerini ve her şeylerini yitiren insanların sayısı isemilyonlarla ifade ediliyor… Konuyla ilgili olarak yeni yayınlanan bir kitap20. Yüzyılda yaşanan dehşeti bütün boyutlarıyla gösteriyor. Carter dönemininUlusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski Kontrolderı Çıkmış Dünya adlı sonkitabında mega ölümler yüzyılı olarak adlandırdığı 20. Yüzyıldaki ölümlerinbilançosunu çıkarıyor. Buna göre son beş yılına girdiğimiz yüzyılda ölen insansayısı, insanlık tarihinde Şimdiye kadar yaşanan bütün savaşlar, toplumsalkarışıklıklar ve dini katliamlarda ölenlerin toplamından yüksek: Tam 175 milyonsöndürülmüş hayat.

    Brzezinski kitabında 20. Yüzyıl insanının çokçarpıcı bir paradoksuna da değiniyor. Bilim ve özellikle de tıp alanındayaşanan gelişmelerin bir yandan insan ömrünü uzatmaya çalıştığına tanıkoluyoruz. Diğer yandan bilimsel gelişmelerin ahlaki seviyeye yansımamış olmasınedeniyle politika, bu yüzyılın en büyük düş kırıklığı olarak çıkıyorkarşımıza. Tüm beklentilerin aksine Yirminci Yüzyıl insanoğlunun gördüğü enkanlı ve nefret dolu yüzyılı oluyor. Katliam eylemi sistemleşiyor ve iğrenç birpolitika olarak dünya sahnesindeki yerini alıyor.

    Çünkü tarih en büyük siyasi mücadelelere buyüzyıl içinde tanık oluyor ve çağımızın en büyük iki zulmünü ortaya çıkarıyor:Bu zulümlerden birincisi iki adet uzun, kanlı ve son derece yıkıcı geçmiş dünyasavaşı ve bunlarla bağlantılı olan ve ölü sayılarının on binlerle ifadeedildiği 30 civarında yerel ve iç savaş. İkincisi ise, zorlayıcı ve dayatmacıütopyalar diye tanımlayabileceğimiz diktatörlük girişimleri. İşte budayatmacılığın ve totaliter yönetimlerin söz verdikleri cennet uğrunaişledikleri cinayetler:

    Hitler’in cinayetleri: Toplam 17milyon ölü.

    Stalin’in cinayetleri: Toplam 25milyon ölü.

    Mao’nun cinayetleri: Toplam 29 milyon ölü. (Burakamlar tahmini olup kesin rakamların bunların üzerinde olduğu ilerisürülmektedir.)

    Ayrıca milliyetçilik ve ideoloji adınaölenlerin 33 milyonu, I8-30 yaş arasındaki genç insanlar. Birinci DünyaSavaşında R.5 milyon, II. Dünya Savaşında ise yaklaşık 19 milyon genç askerhayatını kaybetti.

    · Kasıtlı soykırımların dışında kalan vesavaşın normal akışı içinde ölen sivil sayısı ise I Birinci Dünya Savaşında 13milyon; İkinci Dünya Savaşında da 20 milyon civarında çocuk, kadın ve yaşlı…

    · İkinci Dünya Savaşından önceki Çin-Japonsavaşında 20 milyon sivil öldü.

    · Diğer çatışmalarda da 6 milyon insandaha öldü. Bu savaşlar arasında Meksika savaşları, İspanya iç savaşı,Hindistan-Pakistan savaşı, Kore savaşı, Vietnam savaşı, İran-Irak savaşısayılabilir.58

    Hala sürmekte olan savaş ve çatışmalar.örneğin bir Bosna-Hersek, Ruanda, Çeçenistan, Keşmir vb. dramlar yeni biryüzyıla girerken insanlık iEin bir yüzkarası olmaya devam ediyor. Almanya’dabir grup bilim adamının yaptığı bir araştırma şu anda dünyanın 41 yerindesavaşların devam ettiğini ortaya koymuştur. Hamburg Üniversitesi SavaşSebeplerini Araştırma Grubu Başkanı Prof. Dr. Klaus Jürgen Gantzel, I1. DünyaSavaşından sonra meydana gelen savaş sayısının 187’ye ulaştığını belirterek,1994 yılı içinde dünyanın 41 ülkesinde savaş yaşandığını söylemiş ve busavaşlarda 6.5 milyondan fazla insanın öldüğünü ifade etmiştir.

    Bunlara bir de günümüzün en büyük sorunlarından birisi olan çevre sorunlarını da eklemek gerekmektedir. Zira çevre sorunları ne aydınlanmacı düşünürlerin ve ne de bilim adamların önceden tahmin edemedikleri boyutlara ulaşmış ve bu gün global bir durum arz etmektedir. Kasım 1992’de içlerinde Nobel Ödülü kazanmış 100 bilim adamının bulunduğu 1500 bilim adamı düzenledikleri bir konferansta, eğer böyle gider ve hiçbir ciddi tedbir alınmazsa yakın bir gelecekte biyosferin onarılamaz şekilde tahrip olacağını bütün dünyaya ilan etmişlerdir.59 Zira dünyamızın içinde bulunduğu durumu gösteren aşağıdaki veriler bizi bekleyen felaketin büyüklüğünü göstermek için yeterlidir.

    Son 25 yılda Afrika’nın tahıl üretimi %28azaldı.

    1900 yılından bu yana Etiyopya’dakiormanların %90’ı tükenmiş. Bunun sonucu olarak, her yıl 1 milyar ton toprak kayıpgidiyor.

    Ülkemizde ise her yıl 500 milyon ton verimlitoprak erozyon ve diğer nedenlerle yok olmaktadır. . Her yıl atılabilir çocukbezi için 1 milyon ağaç kesilmektedir.

    Akdeniz’e yılda 650 bin ton petroltürevleri,120 bin ton mineral yağ, 60 bin ton deterjan, 100 bin ton civa, 38bin ton kurşun, 21 ton çinko. 320 bin ton fosfor ve 800 bin ton azotakıtılmakta ve bunların sonucu olarak Akdeniz yavaş yavaş ölmektedir.

    Körfez savaşı sonrası Basra Körfezi,ne dökülen8-10 milyon varil petrolün körfezdeki canlılar üzerindeki etkileriningiderilmesi 180 yıl sürecektir. 

    Dünyadaki akarsuların %10’u kirli veokyanuslara her yıl 6,.5 milyon ton çöp dökülüyor.

    25-30 yıl önce Marmara Denizinde 125 tür balıkavlanırken. bugün bu sayının 10’lara kadar düştüğü görülmektedir.

    10 yıl önce Afrika’da 1.5 milyon filyaşamaktaydı. Ancak fildişi ticareti yapanların, fildişi elde etmek amacıyla bufilleri vahşice avlamaya başlamasıyla ve bugün sadece geriye 750 bin filkalmıştır.

    Son yüzyılda yaklaşık 30 bin bitki türününhemen hemen hepsi yok olmuştur. 2000 yılına kadar dünya üzerinde yaşayantürlerin %1520’sinin ölüp kaybolacağı tahmin edilmektedir.

    Yine gezegenimizdeki hayvan ve bitkitürlerinden günde 3 canlı türünün nesli tükenmektedir. On yıl sonrası içinyapılan tahminler, saatte 3 canlı türün tükeneceğini göstermekte ve 2000 yılınavardığımızda, dünyadaki türlerin %20’sinin tamamen yok olacağı ilerisürülmektedir.

    Saatte 3000 dönüm. dakikada ise 50 dönüm ormançeşitli şekillerde yok edilmektedir.

    Tropikal ormanların % 80’inin 2000 yılındaortadan kalkmış olacaktır. Bu ormanlarla beraber 750 çeşit ağaç, 1500 çeşitçiçekli bitki, 125 tür memeli hayvan, 400 çeşit kuş, 100 çeşit sürüngen, 60çeşit su hayvanı ,150 çeşit kelebek ve sayısız böcek türünün de ortadan kalkmışolacaktır. Dahası böylesine tahrip edilen tropikal ormanlardaki 1400 çeşitbitki kanser için gerekli ilaç hammaddesinin %70’ini sağlamaktadır.60

    Bu liste uzatılabilir. Ancak amacımız için bukadarı yeterlidir. Postmodern durum olarak adlandırılan günümüzde insanınmanevi ve kutsal değerleri yeniden keşfınden bahsediliyorsa, bunun nedenlerininçok iyi irdelenmesi gerekmektedir. Bilim ve teknolojideki bütün gelişmelererağmen, iletişim teknolojisinin dünyayı küçük bir köy haline getirmesi busorunların çözümünde yetersiz kalmıştır. Dahası bu sorunların temelinde hakimbilim ve teknoloji anlayışının temel belirleyicisi olan materyalist dünyagörüşlerinin olduğu bir çok düşünür tarafından ileri sürülmektedir. Çağımızınen önde düşünürlerinden sayılan Martin Hidegger hayatının son yirmi yılınımodern teknolojiyi ve ardındaki ideolojiyi anlamaya adamıştır. Bu teknolojininardındaki belirleyici gücü ve hayatımızı nasıl kuşattığını gördükten sonra ise:"Bizi ancak Allah kurtarabilir"61 demekten kendini alamamıştır.

    Burada klasik pozitivizmin en büyük ve popülertemsilcisi Auguste Comte’un (179818.57) ileri sürdüğü temel teze de değinmekgerekir. Zira din-bilim ayrımının bilimin mutlak galibiyetiyle biteceğini ilerisürenlerin başında Comte gelmektedir. Bu felsefenin en belirgin ve bütün farklıekollerince hemen hemen paylaşılan temel tezi: Bilimin olgulara, sadeceolgulara dayanmasıdır. Bizim dışımızda, deney ve gözlem konusu olabilen olgulardışında kalan, şeylerin bilinmesi mümkün değildir, gerekli de değildir.Gözümüzün önünde olup biten olayları açıklamak için bilinmeyen, gizemci(occult) nitelemelere ve açıklamalara ihtiyaç yoktur. Daha doğrusu bu türiddialar reddedilmelidir. Olgular sadece diğer olgularla açıklanmalıdır.Olguların dışında onları etkileyen veya yönlendiren herhangi bir neden deyoktur. Bütün bunlar ve bunlarla ilgili iddialar bilim dışıdır. Bundan dolayıpozitivist felsefe her tür metafiziği ve metafizikle ilgili bilgiyireddetmiştir. Bu sonuç ona göre insanlık tarihinin ilerlemeci ilerleyişinindoğal bir sonucudur. Zira Comte’a göre insanlık tarihi sürekli bir ilerlemeşeklinde cereyan etmiştir. Aslında tarihin bu ilerlemeci yorumu bütünaydınlanmacı filozofların ortak bir iddiasıdır. İşte. Comte’a göre bu anlayışınzorunlu bir soncu olarak insanlık üç önemli dönemden geçmiştir. Buna Comte’unünlü üç hal kanunu denilmektedir: Birinci hal teolojik dönemdir. Bu dönemintemel niteliği insanın tabiattaki olayları anlamak ve açıklamak için teolojikbir neden araması ve bütün bu olup bitenleri bir yaratıcı kavramıyla açıklamayaçalışmasıdır. Bu anlayışa göre bütün bu olup bitenlerin arkasında bizimgörmediğimiz bir yaratıcı bulunmaktadır. İkinci dönemde ise insan biryaratıcıya izafe ile açıkladığı bu olayları bazı metafizik kavramlaştırmalarlaaçıklamaya çalıştığından bu döneme metafızik dönem denilmektedir. Üçüncü dönemolayların deney ve gözlemle çözümlendiği pozitif dönemdir. Bu yeni döneminzorunlu bir sonucu olanak bilim, bundan önceki teolojik ve metafizik tümtartışmaları bir kenara bırakacak, onları yadsıyacak ve olayları açıklamak içinsadece ve sadece deney ve gözlemle yetinecektir.62

    Gerçekten de 19. yüzyıldan miras kalan hufelsefe anlayışı bütün batı düşüncesini ve zihinse1 yapısını etkilemiş; bilimideğerlerden ayırdığı gibi, bütün metafizik değerlere de savaş açarak onlarıbilimin dünyasından çıkarmıştır. Schumacher bu gerçeği vurgularken"Mantığımız, l9.yüzyıldan miras kalmış bir dizi hayal ürünü ve yaşamızedeleyici, olağanüstü fikirlere bağlanan kör ve mantıksız bir imanın sisperdesi ardında kalmıştır. Bundan daha doğru bir imana dönmek mantığımızın enönde gelen görevi olmalıdır."63 Ayrıca ona göre "l9.yüzyılın öndegelen fikirleri, metafiziği ortadan kaldırdıklarını iddia ededursunlar, kendilerikötü, zalim ve yaşamı yıkıcı türden bir metafizik oluşturmaktadırlar."64Yine ona göre "Hepside 19. yüzyıldan kök almalarına karşın. görebildiğinikadarıyla bugünün "egitilmiş" kişilerinin zihinlerine hala egemendurumda" olan bu fikirler şunlardır:

    1. Evrim fikri: Bir tür doğal veotomatik süreç içinde, alt düzeyde biçimlerden sürekli olarak daha üst düzeydebiçimlerin geliştiği Son yüzyıl bu fikrin gerçeğin tüm yanlarına istisnasızuygulandığına tanık olmuştur.

    2. Rekabet ve doğal seçim fikri: Çevreyeen iyi uyanın hayatta işleyişini açıklamayı amaçlar.

    3. İnsan yaşamının din, felsefe. sanatvs. gibi Marks’ın "insan beynindeki fantazmagoriler" dediği tümyüksek düzeydekiler"den başka bir şey olmadıkları, ekonomik çıkarlarıntebdil-i kıyafet içinde sürdürülmesi için kurulmuş bir üstyapı oluşturduklarıve insan tarihinin tümüyle sınıf kavgalarının tarihi olduğu fıkri.

    4. İnsan yaşamının yüksek düzeyligörüntülerinin Marksist yorumlanış biçimiyle rekabet eden Freudcu yorumlayışise, bu görüntüleri bilinçaltı zihnin karanlık kıpırdanışlarına indirgeyerekçocukluk ve ilk ergenlik devrelerinde doyumsuz kalan, ana( yada babaya) yönelikcinsel arzuların sonucu olarak açıklar.

    5. Görecelik (relativizm) fikri tümmutlakları yadsıyarak, tüm kıstas ve standartları eriterek, pragmacılıktagörüldüğü gibi doğruluk fikrini ortadan kaldırmakta ve matematiği bileetkilemektedir. Bertrand Russel bu bilim dalını "neden bahsettiğimizi yada söylediğimizin doğru olup olmadığını hiç bir zaman bilmediğimiz konu"olarak tanımlamıştır.

    6. Son olarak bir de pozitivizm fıkrivardır ki geçerli bilgilerin ancak doğal bilimlerin yöntemleriyle eldeedilebileceğini ve dolayısıyla genel olarak gözlenebilir gerçeklere dayalıolmayan hiçbir bilginin gerçek olmadığını ileri sürer. Başka bir deyişle,pozitivizm yalnızca "know-how"la ilgilidir ve ne türde olursa olsun.anlam veya amaçlar hakkında nesnel (objektif) bilgi edinme olasılığınıreddeder.65

    Yeri gelmişken kendini objektif,bağımsız ve yaptığı işin sonuçlarından sorumlu görmeyen pozitivist bilimadamının durumunu da kısaca vurgulamak gerekmektedir. Robert Jungk pozitivistbilim adamının tipik bir örneği olarak 20.yüzyılın önde gelen atom bilimadamlarını veriyor. Bu aynı zamanda know-how’un know-what’a üstünlüğünün de birgöstergesidir. Öncelikle Jungk şu soruyu sorar: "Neden bilim adamlarınınne yaptıklarıyla ilgileniyoruz da, onların ne olduklarıylailgilenmiyoruz?" Ona göre, eğer bugün atom ve hidrojen bombası gibicanavarlar bizzat bilim adamlarının eliyle yetiştirilmişse, bunun en büyüknedeni uyduruk ve doğal olmayan düalist bir ayırımdır. Başka bir ifade ile,bilimin değerden ve bilim adamının kişiliğinden ayrı olarak düşünülmesi ve hertürlü değerden bağımsız olduğuna inanılmasıdır. Aslında bövle bir inancınkendisi bir değer ifade etmektedir. Jungk, Los Angeles caddelerinden birindeünlü bir matematikçiyle olan karşılaşmasını örnek vererek pozitivist geleneğintipik bir örneği olan bu kişiyle ilgili gözlemini şöyle anlatır:

    "Yüzü tıpkı bir meleğin güzelliğiniandıran bir gülümsemeye gark olmuştu. Adeta iç dünyası bir ahenkler dünyasıüzerine sabitleşmişti. Gerçekte ise, daha sonra bana söylediğine göre, o anhidrojen bombasının bir diğer çeşidinin yapımı için çok gerekli olan birmatematik probleminin üzerinde düşünüyormuş. …bu adam şimdiye kadar yapımınave geliştirilmesine (matematik bilgisiyle) yardımcı olduğu bombalarınpatlamalarını hiç seyretmemişti. Davet edilmesine rağmen Hiroşima veNagazaki’yi hiçbir zaman ziyaret etmemişti… Ona göre nükleer silahların geliştirilmesiiçin yapılan araştırmalar tamamen saf matematikti ve kan, zehir ve yıkımlahiçbir ilişkisi yoktu. Bütün söylediği ise, bunların kendi işiolmadığıydı."66

    Pozitivist felsefe anlayışınıngünümüzdeki tüm bu yansımaları beraberinde bu felsefe geleneğinin eleştirisinide getirdi. Böylece bu felsefe anlayışının başta bilim-din ayrımı olmak üzeretüm temel tezleri ciddi şeklide eleştirildi ve eski gücünü kaybetmeye başladı.Din, sanat, felsefe. edebiyat vb. beşeri tüm alanlar yeniden keşfedilmeyebaşlandı. Böylece tıpkı başlangıçta olduğu gibi bilim ve din birbirininkarşıtı, birbirin reddeden ve yok etmeye çalışan iki zıt kutup olarak değil de,belki gerçekliği anlamının iki farklı ve birbirini bütünleyen yönü olaraktekrar bir araya gelerek tüm bu sorunların üstesinden gelmede işbirliğiyapacaklardır. Sadece bilim ve din de değil; sanat, edebiyat ve diğer tüminsani olan, yani insana ait ve insan tarafından üretilen tüm çabalar el eleverecektir. Daha çoğulcu, daha hoşgörülü ve birbirinin sınırlarını ve sınırlılıklarınıbilerek, birbirini yok etmeye çalışmadan beraber yaşamayı öğreneceklerdir.Bilim felsefesindeki bu durum, değer bağımsız bilim yerine değer bağımlı birbilim anlayışının uç vermesine zemin hazırlamıştır. Bugün bilim derken, klasikve neo-pozitivistlerin hu kavrama yükledikleri anlamın değişime uğradığı veyeni bir anlam kümesinin oluştuğu görülmektedir.

    VI. Sonuç

    Bu yazımızda bilim-din ilişkisinintarihi seyrini vurgulamak ve özellikle postmodern durum veya kısaca postmodernolarak tanımlanmaya başlanan günümüzde bu ilişkinin görünümünü onaya koymayaçalıştık. Gördük ki, 17. yüzyılla başlayan, aydınlanma ile de zirveye ulaşanbilimin pozitivist yorumunun sadece dini değil, tüm diğer insan etkinliklerinidışlayan yorumu artık geçerliliğini korumamakta, daha doğrusu koruyamamaktadır.Bu anlayışa göre bilim, daha öncede işaret ettiğimiz gibi:. toplum üstü,kültürler üstü, insan üstü bir kavram, Bilim, bu anlayışta, doğayı, insanı,birey ve toplum olarak inceleyip, şaşmaz, kesin, yasalar ortaya koyan birçabadır. Bilim adamları, insan üstü varlıklardır: ileri sürdükleri hepdoğrudur."67 Şimdilerde bu bilim anlayışının yerine daha mütevazi,sınırlarını bilen, insanın diğer etkinliklerini ve ürünlerini dışlamayan birbilim anlayışı oluşturulmaya çalışılıyor. Hayatı anlayan, hayatızenginleştiren, sadece insanlara değil, tüm canlılara ve hatta cansızvarlıklara saygı duyan, duyması beklenen bir bilim anlayışı.

    Ülkemizde bilimin pozitivist yorumununtarihi Tanzimat döneminin başlangıcına (1839) kadar uzatılabilir. TanzimatFermanının getirdiği sonuçlardan biri de mektep-medrese ayrımının ortayaçıkması ve devletin ağırlığını devletin ve milletin bekasını gördüğü mekteptenyana koymasıdır. Şerif Mardin’in çok veciz bir şekilde tanımladığı gibi,68 1860’lıyıllardan itibaren iyice kendini hissettiren bu ikilik, mektebin medresekarşısında güçlenmesiyle devam etmiştir. Modern bilimlerin ve teknolojininöğretildiği mektepler çağdaş ruhu yakaladıklarını, ülkenin tüm sorunlarınımüspet bilimle çözeceklerine inanarak istikbale bakarken; medrese, çözümü birtürlü yenileyemediği ve "yaşanan güne" taşıyamadığı özlem dolu birmazide aramıştır. Mektep-medrese arasındaki gerginlik ve sürtüşme Osmanlı’nınson dönemlerinde mektepliler lehinde gelişirken, Cumhuriyetin kuruluşuylabirlikte yeni bir safhaya girmiştir. Cumhuriyeti kuran mektepli kadrolar, kendiiçlerinde bulunan ve gerek memleketin kurtarılmasında, gerekse cumhuriyetinkuruluşunda güç birliği ettikleri ve beraber çalıştıkları medreselilerle tekraranlaşmazlığa düşmüşlerdir. Yeni Cumhuriyetin temelleri mekteplilerinbenimsediği müspet bilim esasları üzerine mi kurulacak, yoksa gelenekselanlayışta bazı değişiklikler yapılsa da ana yapı aynen devam mı edecek? Bütünbu tartışmalara mektebi temsil eden zihniyet, Tevhid-i Tedrisat kanunuyla birnokta koydu. "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir" sloganıyla da yenibir dönemin başladığı ilan edildi. Bu yeni dönemde her şey pozitif bilimanlayışıyla çözülecek ve kısa zamanda "muasır medeniyet" seviyesineçıkılacaktı.

    Günümüz İslam ülkelerinde hâlâhararetle sürdürülen modernlik-gelenekçilik tartışmalarının tarihi böylebaşlamıştır. Tek farkla ki, "muasır medeniyet" seviyesine çıkmakamacıyla gelenekle tüm bağlarını kesen seküler anlayış bir türlü bu amacına ulaşamadığıgibi, ülkenin mevcut durumu da beklendiği gibi olmadı. Üstelik günümüzgelenekçileri tüm bu deneyimlerin ışığında pozitif bilim yorumunu ve getirdiğisonuçları daha iyi tanıma konumunda oldukları gibi, geleneği anlama vedeğerlendirmekonusunda da hatırı sayılır bir birikime sahiptirler.

    Aslında Bediüzzaman Said Nursi"Aklın nuru funun-u medeniyedir; vicdanın ziyası ulumu diniyedir. İftirakettikleri vakit birinden tassup, diğerinden hile ve şüphe tevellüd eder"69ifadesiyle bu düalist anlayışı aşmaya çalışmıştır. Böylece İslam Dünyagörüşünün temel ilkesi olan tevhid’e dayalı bir bilim anlayışı geliştirmeyeçalışmıştır. Bu anlayışa göre, bilimin temel ölçütü olan aklilik ve akıl iledoğrulanabilirlik ile, bütün manevi ve metafizik değerlerin merkezi olarak görülenkalp arasında bir birlik temin edilmeye, böylece bütüncül bir bakış açısı ilerisürülmüştür. Bunun en iyi göstergesi de Bediüzzaman Said Nursi’nin bütüneserlerinde ısrarla kâinattaki düzen, nizam, hiyerarşi, güzellik ve estetikboyutu vurgulayarak; kâinatın akıl tarafından anlaşılabilecek ve bilimadamlarınca formüle edilebilecek olan yapısı yanında, daima Allah’ın esma-ulhüsnasını ve sıfatlarını hatırlatarak ve vurgulayarak, aklın ulaştığı bilimi budeğerler çerçevesinde temellendirmesidir. Böylece, elde edilen tüm bilimselsonuçlar tevhid ilkesinin bütüncülüğü çerçevesinde meydana gelmekte veBediüzzaman’a göre akıl-kalp ittifakının ortaya koyduğu bu ürün ise Kur’antarafından hikmet olarak tanımlanmaktadır. Bu bağlamda, Bediüzzaman’a göre bilgininkaynağı kâinatın yapısındaki düzen ve intizamdır. Bu nedenle kâinatı bir kitababenzetir ve bu metaforu sıklıkla kullanır. Bir örnek vermek gerekirse:"Sani-i Zülcelal’in alem-i ekberindeki san’atı o derece manidardır ki, osanat bir kitap suretinde tezahür edip kâinatı bir kitap-ı kebir hükmünegetirdiğinden akl-ı beşer hakiki fenn-i hikmet kütüphanesini ondan aldı ve onagöre yazdı."70 O’na göre İslami bir bilim anlayışını, pozitivist vemateryalist anlayıştan ayıran temel ölçüt te budur: Birincisi kâinatı bir kitapgibi okurken, hiçbir zaman o kitabın yazarını unutmaz. Daha doğrusu yazarınbüyüklüğünü kitabı vasıtasıyla anlamaya çalışır. Kitapla ilgili bilgisi artıkçada yazara karşı kendini daha sorumlu ve bağımlı hisseder. İkincisi ise sadecekitabı inceler ve okur. Yazarıyla ilgilenmediği gibi, ona karşı herhangi birilişki kurmayı ve saygıyı da gereksiz sayar Bunu bilim adamlığı ve bilimlebağdaştırmaz.71

    Bugün Ahmet İnam’ın "gönül"ü hesabakatan bilim arayışı ile, Skolimowski, Schumacher ve MaxweI’in bilginin veinsanın ne olduğunu anlamaya çalışan ve "hikmet" olarakadlandırdıkları yeni bir bilim anlayışının eşiğindeyiz.72 Maxwell’in dediğigibi, bugün gerek kendimiz, gerekse dış alemle ilgili çok şey biliyoruz. Tekbilmediğimiz ise, "bilgi"nin ne olduğu ve bu bilgiyi nasılkullanacağımız. Maxwell’e göre amacı güç elde etmek, böylece insanı ve doğayıkontrol altına almak olan, kendisinden başka her şeyi devre dışı bırakan bilimanlayışını terk ettik. Zihinlerimizde devrim yaparak, hayatın bütünlüğünüyakalamaya ve anlamaya dayanan; gücü değil kâinattaki dengeyi esas alan böylecedaha hoşgörülü ve hayatı zenginleştirici (maddi-manevi) bir bilim anlayışıoluşmaktadır. Bu gün tüm dünyada, birçok eski bilimsel gelenekler yenidentartışılmakta ve geliştirilmeye çalışılmaktadır. Bazı Müslüman aydınların sonyıllarda ileri sürdükleri "Bilginin İslamileştirilmesi", "İslamibilgi" vb. tartışmalarının temel esprisi de sanırız burada aranmalıdır.73

    Dipnotlar

    * Burada vurgulanması gereken önemli birnokta da şu olmalıdır: Bugün dilimize daha çok "anlatı" olarakçevrilen İngilizce "narrative" kelimesinin anlamı daha doğru bir ifadeylemasaldır. Postmodernistler bu kelimeyi ısrarla kullanarak daha önceki modernsöylem veya söylemlerin sadece birer masal olduğunu, bütün cazibesinin deanlatanların gücünden kaynaklandığını vurgulamak isterler. Ancak bunun yerinekullanılan "anlatı" kelimesi bu manayı tam olarak karşılamıyor diyedüşünüyorum. Bu açıdan bakılınca modern zamanlarda ortaya atılan ilerleme.aydınlanma, tüm insanların kardeşligi, feminizm, marksizm vs. gibi tümsöylemler birer masal olarak nitelenmiştir. Bu masalların kendilerini merkezealarak, diğer tüm söylem ve alternatif düşünce biçimlerini sınırlamaları, hattayasaklamaları onları meşru olmamakla suçlamaları bu masal nitelemesiyle çokanlamlı bir şekilde eleştirilmektedir.

    ** Burada özellikle materyalist tarihyorumu ve bunun sonucu oluşturulan Marksist yönetimlerin asrımızda neden olduğuzalim. totaliter rejimler ve insanlara dayatılan tüm dikta ve monist rejimlervurgulanmaktadır. Kendi dışlarında hiç bir alternatif kabul etmeyen vekendilerini tek ve üstelik yegane rejim olarak takdim eden bu sistemlerinsanlığa çok pahalıya mal olmuştur. Yine aynı şekilde ülkemizdeki siyasigelişmenin tekçi ve monist yapısı hatırlanmalı, kendi dışındaki bütünalternatifleri dışlayan ve hatta bazen "düşman" olarak tanımlayan buzihniyetin temel referansları modernitenin tekçi anlayışıyla örtüşmektedir.Ancak bütün dünyada bu zihniyet ve düşünüş biçiminin değiştiği, değişmekzorunda kaldığı gibi, bizdeki bu durumun daha fazla devam etmesi mümküngörünmemektedir. Belki de yaşanmakta olan tıkanmanın temel neden/nedenleriburada aranmalıdır.

    *** Konuylailgili ilginç bir gözlemimi nakletmek istiyorum. 9-13 Aralık 1994 tarihlerindeAnkara’da yapılan uluslararası bir Sempozyuma yerli ve yabancı bir çok bilimadamı katılmıştı. Sempozyumun konusu "İslam ve Çogulculuk" olmasınaragmen, İlahiyat Fakültelerinden bilim adamları davet edilmemişti. A.Ü. SiyasalBilgiler Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. İlber Ortaylı tebliğinisunarken İslami konularda da detaylı ve doyurucu bilgiler verdi. Ancak oradahazır bulunan bir katolik din adamı konuşma sonunda kalkarak "keşkeİslamdan ve dinden bahsedilen böyle bir toplantıya İlahiyatçılar ve dinadamları da davet edilseydi" türünden bir şeyler söyledi. Ancak sayınOrtaylı buna şiddetli tepki gösterdi ve böyle bir ayrımın Hrisitiyanlık içingeçerli olduğunu, İslam ve hatta Yahudilik için bilim adamı-din adamı ayrımıyapmanın yanlış olduğunu vurguladı. Daha sonra bu konuyla ilgili bazı örneklerverdi. Din-bilim ve din adamı-bilim adamı ayrımın Hıristiyanlıgın özündenkaynaklandığını özlü bir biçimde ortaya koydu. Katolik papazın hiçbir cevapvermemeyi tercih ettigi görüldü.

    1. Ahmet İnam, "Bu Kitap İçin BirSöz", Bilim Dedikleri, Alain Chalmers, çeviri, H. Arslan, Vadi Yayınları,Ankara 1990, s. 9.

    2. Ahmet İnam, a.g.e.. s. 9-10. Sayın İnam’ın pozitivistbilim anlayışına getirdiği bu eleştiri ilginç olduğu kadar önemlidir de.Kendisinin de içinde yetiştiği pozitivist geleneğe ülkemizde en ciddieleştiriler Sayın İnam’dan gelmiştir. Hatta bu konuda öncülük ettiği bile önesürülebilir. Gerek ODTÜ Felsefe bölümünde verdiği derslerinde, gerek çeşitlitebliğ ve yazılarında konuyu peşitli boyutlarıyla gündeme getirmiş ve eleştirelbir ortamın doğmasına yol açmıştır. Bkz.: Ahmet İnam, "BilimiEleştirmek", Felsefe Dünyası, sayı:5, Ekim 1992.s.2-15; Ahmet İnam."Yaşamaya Açılan Felsefe Penceresi," Felsefe Dünyası, sayı: 6, Aralık1992. s. 11-23; Ahmet İnam, "Tekk? Buyutlu Bilim Anlayışına Karşı",Teknoloji Benim Neyim Oluyor? içinde, Alamuk Yayınları, Ankara, 1993, s.172-175. Ayrıca Pozitivist bilim anlayışının en önemli ve yıkıcıeleştirınenlerinden biri olarak kabul edilen Paul Feyerabend’in ıtgainst,Medhod ( Yönteme Hayır, Ara Yayıncılık, İstanbul 1989) kitabı da sa ın İnamtarafından dan dilimize kazandırılmıştır. Bunu takiben Feyerabend’in diğerönemli kitapları da başka çevirmenler tarafından dilimize aktarılmış; ayrıca bilimve bilim telsefesi tartışmalarıyla ilgili önemli sayılabilecek miktarda kitapyine dilimize çevrilmiştir. Burada ayrıca dikkat edilmesi gereken bir kavram dagönül’dür. Yazarın da altını çizdiği bu kavram, özellikle pozitivist bilimanlayışından gelen yazar için Gok önemli olup, yazar münhasıran bu kavramlailgili görüşlerini çeşitli yazılarında açıklamıştır. Bkz.: Ahmet İnam,"Teknoloji Gönül Bağı", Teknoloji Benim Neyim Oluyor?, içinde, s.9-46; "Aşk, Bilişim ve Teknoloji", a.g.e., içinde, s. 46-58.

    3. SamuelHuntington, "The Clash of Civilizations?", (Medeniyetler Savaşımı?) Foreing Affairs, Summer 1993. Adı geçen makalenin Türkçe tercümesi veilgili tartışmalar için Bkz.: Medeniyetler Çatışması, derleyen: Murat Yılmaz,Vadi yayınları, Ankara 1995.

    4. Bkz.: J.L. Lyotard, Postmodern Durum. çev. A.Çiğdem, Ara Yayıncılık, İstanbul l990.

    5. Ömer Demir, Bilim Felsefesi, Ağaç Yayıncılık, İstanbul,1992, s. 93-94. Postmodernizm ve ilgili tartışına ve literatür için bkz.:Posmodernism versus Modernism, derleyen: Mehmet Küçük, Vadi Yayınları, İstanbul1992; Ömer Naci Soykan, "Postmodern Tartışmanın Neresindeyiz?",Türkiye’de Felsefe Manzaraları, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1993. s.116-l50;Ernst Wolf-Gazo. "Postmodernizmin Aydınlanmayı Eleştirisi" çev: ŞefikDeniz. İslami Araştırmalar, c. 6. no: l. 1992, s 1-16: Mustafa Armağan,"Postmodernlik ve Din Ya da İkinci Sekülarizasyon" Yeni Dergi,sayı:5-6, 1995, s.118-121; Ziyaüddin Serdar, "Total Recall. PostmodernistDüşüncede Yabancılar. `ötekiler’ ve Amenzi", çev: N. Öztürk. Yeni Dergi,s.121-134. (Bu makale postmodernizm ve modernizmle ilgili yayınlanan sonkitaplardan dördünü ele alarak eleştirel bir bakışla degerlendirmektedir. Bukitaplar: Richard Rorty, Contengency. Irony and Jolidarity, CambridgeUniversity Press, Cambridge, 1989 David Harvey, The Condintion ofPostmodernity, Basil Blackwell, Oxford, 1989; John R. Gibbons (ed.),Contemporory Politacal Culture: Polilics in a Posımodern Age, SagePublications, London; Andrew Ross, Universal Abondon? The Politics ofPostmodernism, Edinburgh University Press, Edinburgh, 1989; Ziyaüddin Serdar,Terminatör-l: Modernite Postmodernizm ve "öteki". pev: Naim Öztürk.Yeni Dergi, 7-8. 1995, s. 103117. (Bu deneme dört yeni kitabı, yani AnthonyGiddens, The Consequences of Modernity, Cambridge, Polity Press, 1990; LeszekKolakowsmy, Modernity and Endless Trial, Chicago, IL, University of ChicagoPress, 1990; Francis Fukuyama, The End of History and The Last Man, Landon,Hamish Hamilton, 1992; Norman Denzin, Images of Postmodern Soceity, London,Sage Pubbications, 1991 inceleyerek modern ve postmodernle ilgili tartışmalarıbir müslüman entellektüelin gözüyle ele alıyor.

    6. I. Kant, Critique ofPratical Reason, İngilizce Çeviri: Lewis White Beck (Indianapolis: Bobs-MerrillEducational Publishing, 1978; 14. baskı) 166; (Alparslan Açıkgenç, BilgiFelsefesi, s. 22-23’ten alıntılanmıştır.)

    7. Frank E. Manuel, The Religion of Isaac Newton, OxfordUniversity Press, 1974, s. 43.

    8. A.g.e., s. 43.

    9. Newton, Principia, Kitap,III, (General Scholium), Newton’s Philosophy of Nature, içinde (ed.) H.S.Thayer, New York: Hafner Publ. 1965), 42f.

    10. Manuel, a.g.e

    11. A.N. Whitehead,Science and ıhe Modern Wor/d, The Macmillian Company, New York 1926, s.17-2Felsefe tarihindeki bilim-din tartışmaları ve bunun felsefi bir değerlendirmesiiçin bkz.: E. Boutroux, Çağdı FelseJede llim ve Din, pev: Hasan Kâtipoğlu, MEBYayınları, fstanbul 1988.

    12. Norman Hampson Aydınlanma Çağı,lstabul,1991, s. 15-16. Konuyla ilgili olarak diğer bir görüş ise şöyledi"Medeniyetin asıl kültürel temellerini ne modern bilimin, ne de modernekonominin doğuşunda bulabiliriz. Bu temellerin başlıca kaynağı Hıristiyanahlakını geçici dünyaya sokmak ve kendini hazza vermiş bir cemiyet güzellik vefazileti bir araya getirmek üzere kısmen başarılan çabalardır. U. John Net; SanayileşmeninKülli Temelleri, Ankara, I970. s. I98. Protestanlık ile bilimin gelişmesiarasındaki yakın ilgiye dikkat çeken daha kapsamlı bir eser ve ilgiliargumanlar için bkz.: C. Hill, Puritanism, Capita/sm and Scientifrc Revolution:Past aı Present, Merton.1964.

    13. A. Einstein, Science and Religion, ScienceNews Letter, September, I940, s. 182. (italikler eklenmiştir)

    14. Prof.Abdüsselam, İdealler ve Gerçekler, çev: Senai Demirci-Mesut Toplayıcı, YeniAsya Yayınları, İstanbul I987, s.ll.

    15. Prof Abdüsselam, a.g.e. s. 11-12

    16.Mülk suresi. 1-4.

    17. Prof Abdüsselam. a.g.e. 12.

    18. T. Kuhn, BilimselDevrimlerin Yapısı, çev: Nülifer Kuyaş, Alan Yayıncılık, 2.baskı, 1982. Kuhn’ungörüşlerinin bir değerlendirmesi ve özelliklede pozitivist bilim anlayışının eleştirisiiçin bkz.: Richard .I. Bernstein, Beyond Objectivism and Relativism: Science.Hermeneutic.s, and Praxis. Universitiy of Pennsylvania Press. Philadelphia,1983 (özellikle 2. bölüm).

    19. Örneğin bkz.: D. Shapere, "The Structure ufScientific Revolutioıns", Philosophical Review 73 (1964);38394; I.Scheffler, Science and Subjectivity (Indianapolis:Bobbs-Merrill. 1967); I.Lakatos-A. Musgrave. Bilginin Gelişimi ve Bilginin Gelişimişle İlgiliTeorilerin Eleştirisi. Paradigma. İstanbul, I992. Barıy Barnes, BilimselBilginin Sosyolojisi, çev: Hüsamettin Arslan, Vadi Yayıncılık. Ankara, 1990;Hüsamettin Arslan, Epistemik Cemaat, Bir Bilim Sosyolojisi Denemesi, Paradigma.İstanbul. I992.

    20. Bkz.: Macit Gökberk. Felsefe Tarihi, Remiz Kitapevi,6.Basım, lstanbul, 1990. Gökberk’e göre, "bugün bildiğimiz anlamdakifelsefeyi ilk olarak ortaya koyan, yaratan eski Yunanlılar olmuştur." s.11Böylece diğer felsefe gelenekleri Gökberk’in felsefe tanımına uymadıkları içindışlanmış oluyorlar. Postmodernistler bütün bu tekçi anlayışları eliştirmekteve bu tür anlayışların insanlık tarihini fakirleştirdiğini ve tekdüze birkonuma indirgediğini ileri sürmektedirler.

    21. Briffault, Making of Humanity,Prof. Abdüsselam, İdealler ve Gerçekler, s. 42’den naklen.

    22. Bkz.: ProfAbdüsselam. a.g.e. s. 43.

    23. Roger Garaudy, "İslam ve İlim", İslam veBilim, Seha Neşriyat, İstanbul, 1993, içinde s. 51.

    24. A.N. Whitehcad, Scienceand the Modern World, The Macmillian Company, New York, 1926, s. 8-10. BirçokBatılı yazar ve bilim adamı ortaçağdan kalan bir ön yargıyla, İslam’ı semavibir din olarak değil de, Hz. Muhammed tarafından kurulan beşeri bir din olaraktanımlamaktadırlar. Bilindiği gibi Vatikan’ın son zamanlarda bu görüştenvazgeçtiği ve İslam’ın da semavi bir din olduğu, Kur’ân’ın da Allah’ın vahyiolduğu doğrultusunda açıklamalar yaptığı görülmektedir.

    25. Bkz. CemalYıldırım, Bilim Tarihi, Remzi Kitapevi, 4. Baskı, İstanbul, 1994.

    26. SevimTekeli, Modern Bilimin Doğuşunda Bizansın Etkisi, Ankara, 1975, s. 41-42.Ayrıca aynı konuyla ilgili olarak bkz.: Aydın Sayılı, Ortaçağ Bilim veTefekküründe Türklerin Yeri, TKD, Nisan, 1986, Ankara; Hilmi Ziya Ülken, İslamDüşüncesi, İstanbul, 1946.

    27. Takiyuddin Mengüşoğlu, Felsefeye Giriş, s. 327,İstanbul, 1958.

    28. Mengüşoğlu, a.g.e., s. 309, ikinci dipnot

    29. Bkz.: 88:17-20; 3:190; 59:2. ayetler.

    30. Bkz.: S. Hüseyin Nasr, Islamic Science, (AnIllustrated Study) Londra: World of Islam Festival Publishing ompany, 1976, (buönemli eser İslam ve İlim, adıyla İnsan Yayınları tarafından yayınlanmıştır);Prof. Abdüsselam, İdealler ve Gerçekler; Nakip al-Attas,; Prof Dr. AlparslanAçıkgen, Bilgi FelseJesi, Insan Yayınları, İstanbul 1992; Prof. Dr. MehmetBayraktar, Bilim ve Teknoloji Tarihi, TDV Yayınları, Ankara 1989; İslamiBilimde Melodoloji Sorunu,(ed.) Mehmet Paçacı, Fecr Yayınevi, Ankara, 1991; Fuat Seıgin, "Müslümanların İlimler tarihindeki Yeri", İslam ve Bilim, Seha Neşriyat, İstanbul,1993, içinde s. 191 (adı geçen İslam ve Bilim kitabında konuyla ilgili pok degerli makaleler bulunmaktadır.)

    31. Kilisenin sebep oldugu bu hataların ideolojiktamiri ise üç yüz elli yıl sonra mümkün olmuştur, 9 Mayıs 1983’te Vatikan’dayapılan özel bir merasimde papa II. John Paul şu tarihi açıklamayı yapmıştır:"Galileo hadisesi sırasında ve daha sonrasında Kilise, kazandıgıtecrübeyle daha isabetli bir tutuma kavuştu. Kilise de bizzat tecrübe vedüşünceyle ögreniyor ve şimdi araştırmaya hürriyet tanıması gerektigini dahaiyi anlıyor. (…) İnsanlar gerçeğe ancak araştımalar vasıtasıyla varır. (… )Kilise bu yüzden ilim ve din arasında çelişme olmadığı kanaatineulaşmıştır…"

    32. Bkz. Descartes, Rene, Discourse on Method,Philosophical Works of Descartes trans. Haldane, E., Ross, G.R.T., DoverPublications, Inc., 195i, vol., I, s. 100-101; (Türkçe tercümesi: Descartes,Metod Üzerine Konuşma, MEB Yayınları, çeviri: Mehmet Karasan); ayrıca Kartezyendualizimin etkilere ve konuyla ilgili daha kapsamlı bilgi ve tartışmalar bkz.:John Cottingham, (ed.and tr.) The Lettersof Descartes, (Oxford UniversityPress, 1981), F. Copleston, A History of Philosophy, vol. IV, Image Books;1963, s. 95. Fritjof Capra, Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası, çev: MustafaArmagan, İnsan Yayınları, İstanbul,1994;1 leisenberg, Werner, " TheDevelopment of Philosophical Ideas Since Descartes in Comparison with the NewSituation in Quantum Theory." Physics and Philosophy. Penguin Books, 1989,içinde s. 64-R0; Richard Kennigton, "R. Descartes" Hisiory ofPolitical Philosophy, (eds.,) L. Strauss and .I. Cropsey, University of ChieagoPress, 1963 içinde s. 391; Hannah Arendt The Human Condition (Chicago:University of Chicago. Press, 1973), s. ?77. Jacob Needleman, A Sense of theCosmos: The Encounter of Modern Science and Ancieni Truıh. Doubleday, New York,1975, s.l-3; Grene, Marjorie, "Animal Mechanism and the Cartesian Visionof Nature;’ Physics, Philosophy and the Scientifıc Community,içinde (eds.,)Kostas Gavroglu, John Stachel, M.W. Wartofsky, Kluwer Academic Pub. 1975,Boston. s. 193; Zimmerınan, Michael, "`rechnological Culture and ‘rlıe Endof Philosophy", in Research in Philosophy and Technology, JAI Press lnc.,1979, c., 2, s. 139; Benhabib, Seyla, "Epistemologies of Postmodernism: Arejoinder to Jean François Lyotard," FeminismlPostmodernism, iGinde (eds.)Linda .I. Nicholson, Routledge. London, 1990. s. I09; Blumenberg, Hans, TheLegitimacy of the Modern Age, trans. Robert M. Wallace, MIT Press,Massachusetts, I983.

    33. Karşılaştır: R.S.W,estfall, Science and Religion inthe 17th CenturyEngland, (Michigan University Press,l973); M.C.Jacob, TheNeıvtonian and the English Revolution, (Comell University Press,l976); ayrıca,Gary Gutting (ed.) Paradigms and Revoluüons, (Notre Dame UniversityPress,l980); John Cottingham, (ed.and tr.) The Leilersof Descartes, (OxfordUniversity Press,l981), and Emil Fackenheim, The Religious Dimension in Hegel’sThought, (Toronto llniversity Press,l970)

    34. Bkz.: H.Purver. rhe RoyalSociety, (London: Routledge, 1967). Dou las Bush, Science and En lish Poet(Oxford University Press, 1967).

    35. Erns-Wolf Gazo. "DinBağlamında Newton’un Bilim Analıyışı," pev: İbrahim Özdemir, lslamiAraŞtırmalar c. 6. sayı, 4. s. 279-80.

    36. Bkz.: V. Hösle, Hegel’s System,(Hamburg: Meiner Verlag,1986).

    37. Özellikle bkz. Karl Löwith, From Hegel toNietzsche, New York: Doubleday, 1969), and The Meaning of History, ChicagoUniversity Press, 1952), Loren Eisely, Darwins Century, (New York: Doubleday,1965).

    38. Ernst Mach, The Science of Mechanics, Chicago University Press,1919. (Mengüşoglu’nun yukarıda zikredilen görüşleriyle karşılaştırınız.)

    39.Konuyla ilgili daha geniş bilgi için bkz: Frank Manuel, The Religion of IsaacNewlon, (Isaac Newton’un Din Anlayışı), Oxford Universtiy Press, 1974.

    40. Bu baglamdaE.A. Burtt, The Metaphysical Foundations of Modern Science, New York: Anchorpb. Doubleday, 1955; Hans Blumenberg, The Legitimacy of Modern Age, MITPress, 1986, çalışmaları çok önemlidir. Özellikle Burtt’un kitabı modeın biliminmetafızik temellerini kapsayıcı ve köklü bir şekilde sorgulayan ilk eser olmasıbakımından bugün klasik hale gelmiştir. Bu çalışmadan sonra pozitivist bilimfelsefesiyle ilgili büyük bir endişe ve şüphe başlamış, sonuçta bu anlayış terkedilmeye başlanmıştır. Daha sonraları oıtaya çıkan ve bilim felsefesinde büyükdegişikliklere neden olana Karl Popper, Thomas Kuhn, Paul Feyeraber, M. Polanyive dier bilim felsefecileri hep bu yeni ortamda fıkirlerini geliştirmişlerdir.Bu nedenle tüm bu yeni fıkirlerin filizlenmesine ve şekillenmesinde Burtt’unkatkısı inkâr edilemeı. Zaten adı geçen kişilerin kullandığı literatürebakıldığında da bunu gömıek mümkündür.)

    41. Newton’un din anlayışı ve buanlayışın onun bilimsel yönünün, hatta bilimsel anlayışındaki yansımasıylailgili bu kısmı büyük ölçüde değerli hocam Prof. Gazo’nun tarafımızdançevirilen "Din Balamında Newton’un Bilim Analıyışı," çev: İbrahimÖzdemir, İslami Araştırmalar, c. 6, sayı: 4. s. 279-80. makalesinden özetliyorve hocamı şükranla anıyorum”

    42. Bkz.:. M.W. Turnbull, et. al., eds. TheCorrespondence of Newton, (Cambridge University Press,l959-1977), vol.3, 393;John Locke Newton’la ilgili yaptıgı bir tartışmanın ardından şöyle demiştir:"Newton sadece matematikteki ustalıgından dolayı degil, aynı zamandailahiyattaki başarısı ve Kutsal Kitapla ilgili geniş bilgisinden dolayı dagerçekten çok degerli bir insandır. Onun çapında çok az kişi tanıyorum. Bkz.Lord Peter King, The Gife and Letters of John Lock, (New Edition, London,1858),s. 263.

    43. Tumbull, a.g.e., c. 3, 233f.

    44. Newton, Pnncipia, Kitap III,(Generzl Scholium), Newton’s Philosophy of Nature, ed.) H.S. Thayer, içinde(New York: Hafner Publ.1965), 42f

    45. Ernest Wolf-GAZO, "Whitehead andLocke’s Concept of Power", Whitehead and Other Philosophers, içinde (ed.)E. Wolf GAZO, Special Issue, Process Studies, vol. 14, 1985.

    46. Voltaire vediğer filozoflar Newton’un gizini (myth) politik nedenlerle sömürmüşlerdir.Bununla beraber Newton, bir Deist değil, gerçek bir mümindi. Bkz.: Carl Becker,The Heavenly City of The 18th Century Philosophers, (Cornell University Press,1975), and Peter Gay, The Englightenment, (New York: knpt, 1969).

    47.Karşılaştır: Newton, H. S. Thayer.

    48. Karşılaştır: Cottingham, a.g.e.

    49.Condercet, İnsan Zekasının İlerlemeleri Üzerinde Tarihi Bir Tablo Taslağı,Milli Eğitim Bakanlığı, Dünya Edebiyatından Tercümeler, Tercüme: Oğuz Peltek,Ankara, 1945, s. 77. (italikler Eklenmiştir)

    50. Condercent, a.g.e., s. 84-85.

    51. Condercent, a.g.e., s. 88-89.

    52. Condercent, a.g.e., s. 96.

    53. Condercent,a.g.e., s. 101.

    54. Condercent, a.g.e., s. 109. (italikler eklenmiştir).Condercent için ayrıca bkz.: B. Russel, Batı Felsefesi Tarihi, çev. MuammerSencer, c. III, Kitaş Yayınları, İstanbul, 1970, s. 405-415.

    55. AlainTouraine, Modernliğin Eleştirisi, çev: Hülya Tutân, Yapı Kredi Yayınları,İstanbul,1992, s.13

    56. Konuyla ilgili detaylı bir karşılaştırma için bkz.:Jean-Marc I.eblond, "Ideolgy of/in Contemporaıy Physics," TheRadicalisation of Science, (ed.) H. Rose ve J. Rose. içinde, s 136-198.

    57. İbrahimÖzdemir-Münir Yükselmiş, Çevre Sorunları ve İslam, DİB Yayınları, Ankara,1995, s. 16. Dünya Emek Enstitüsü’nün 16 Ekim I995 tarihinde Dünya Gıda Gününedeniyle New York’ta düzenlediği basın toplantısı konumuzla ilgili en sondurumu şöye özetliyor: Dünya ulusları her yıl silahlanma için 767 milyâr dolarharcamaktadırlar. Bu da, dünya nüfusunun en yoksul kesimin oluşturan %46’inintoplam gelirinden daha fazla bir yekün teşkil etmektedir. UNICEF verilerine göreise, tek bir B-52 bombardıman uçagı için harcanacak parayla 147 milyon çocuguhastalıklara karşı aşılatmanın mümkün olacağı görülmektedir. Açlık felaketisadece az gelişmiş toplumlara özgü bir olgu degildi. Dünyanın en önde gelenülkelerinden sa ılan ABD’de bile 4 milyon çocuğun aç yaşadığı ifade edilmiştir.Dünyadaki aç insan sayısı 800 milyon olup bunun 100 milyonunun aç kalmasınınedeni iç savaş ve yerel çalışmalardır. zengin iş adamlarının servetleritoplamının, dünya nüfusunun %45’inin gelirine eşdeğer olduğu vurgulandı. Bununanlamı ise, 354 zenginin serveti 2 milyar 350 milyon yoksulun gelirine eşittir(Bu verileri bize ulaştıran ve bazı konularda değerli katkılarda bulunanarkadaşım Mustafa Parıldı’ya teşekkür ederim.)

    58. İbrahim Özdemir, a.g.e., s.13-14

    59. Time, 6 Eylül 1993, s. 45.

    60. İbrahim Özdemir, a.g.e., s. 20-21.

    61. Henkryk Skolimowski, Eco Philosophy, Ideas in Progress, Lodon, 1981, s. 114.

    62. Bkz. David Pepper, The Roots of Modern Environmentalism, Croom Helm,London, 1984, s. 61.

    63. E.F. Schumacher, Küçük Güzeldir, s. 68.

    64. Schumacher,a.g.e., s. 67.

    65. Schumacher, a.g.e., s. 64-65.

    66. Robert Jungk, BrighterThan a Thousand Suns, Harmondsworth: Penguin, 1982, s. 13-14.

    67. Ahmet İnam,"Bilimi Eleştirmek", Felsefe Dünyası, sayı: 5, Ekim 1992, s. 3.

    68.Şerif Mardin, Said Nursi Olayı: Modern Türkiye’de Din ve Toplumsal Değişme,İletişim Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 1992, s. 21-40; bkz. İbrahim Özdemir,"Bediüzzaman Said Nursi Olayı: Şerif Mardin’in kitabıyla ilgili birdeğerlendirme", Yeni Dergi, sayı:4, 1994, s. 26.

    69. Bediüzzaman SaidNursi, Münazarat, Yeni Asya Neşriyat. İstanbul 1991, s. 127

    70. BediüzzamanSaid Nursi, Mektubat, 1958, İstanbul, s. 239. Bilim adamını motive eden temelvarsayımlardan dinin rolüyle ilgili olarak yukarıda zikrettiğimiz ve modernbilimin ortaya çıkmasında büyük emeği geçen şahsiyetlerin görüşleriyledesteklemeye çalıştığımız iddianın Bedüizzaman tarafından da desteklendiğigörülmektedir. Hatta başka bir eserinde aynı konuyla ilgili olarak. " çokilim ve fenler vardır ki, adetlerin telkiniyle, vukuatın talimiyle ve zamanla,muhitin yardımıyla husule gelir." Bediüzzaman Said Nursi, İşarat’ül-İ’caz.İstanbul. I959. s. 117. Yine O’na göre Kur’an’da Peygamberler’in mu’cizelerininzikredilmesinde bilc, bunların benzerlerinin yapılması ve ortaya konması ipininsanları vı; özellikle bilim adanılarına teşvik vardır. Bu mu’cizelerinsanların ulaşabileceği nihai hedefleri gösterdiğinden bilim adamlarına büyükbir teşvik ve motivasyon sağlamaktadır.Bkz.