Köprü Anasayfa

Çağdaş Kur’an Yorumu

"Bahar 96" 54. Sayı

  • Bediüzzaman'ın Tefsir Anlayışı

    Mûsa Kâzım Yılmaz

    Prof. Dr., Harran Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Dekanı

    Giriş

    Dünyada gerçer vahiy olan bir tek kitap vardır, o da Kur’an’ı Kerim’dir. Nazil olduğu günden beri, onda ne bir eksiklik hissedilmiş, ne de bir ilavede bulunulmuştur. Çünkü Kur’an’ı Kerim’i indiren Allah, onu koruyan da Allah’tır.1

    "Bu hüküm elbetteki sahifelerde vardır; İbrahim ve Musa’nın sahifelerinde"2 ayetinin ifade ettiği gibi gözlerden kaybolarak tarihe karışmış bulunan geçmiş ümmetlerin kültürleri hakkındaki tek doğru kaynağımız yine Kur’an’ı Kerim’dir. Zira Kur’an herşeyin hülasasını bize bildirmiştir. Kur’an’ın nüzulünden sonra gelen nesiller, Kur’an’ı okudukları zaman kendilerini semadan indirilmiş bir sofrada buldular ve Kur’an’ın öngördüğü uygarlığı insanlığa sundular.

    Fakat Kur’an’la şereflenen müslümanlar, hicri 5. asırdan itibaren bu semavi sofradan yeterince istifade edemediler. Kur’an uygarlığını temsil edemediler. Sanki Kur’an’ın canlı olan mesajı bir anda durdurulmuş, toplumsal bir hastalık olan taklid kapıları açılmış, Risalet-i Muhammediye (s.a.v.) adeta besleyici kanalları kurumuş bir nehir, ya da parlaklığı kaybolmuş bir yıldız haline gelmişti.3

    Bilindiği gibi cahiliye dönemi insanları, Kur’an nazil oldukça, onu işitmemek için kulaklarını tıkarlar, onu dinleyenlere engel olmak için de, gürültü yaparlar ve Hz. Peygamberi tekzib ederlerdi. Bu durumdan rahatsız olan Allah Resulü şu şekilde şikayette bulunuyordu: "Ya Rab, kavmim bu Kur’an’ı yalnız bıraktılar, ona iltifat etmediler. İnsanların gelmesini engellediler."4 Denebilir ki, bu ayet günümüz müslümanlarına da bakıyor. Ancak bir farkla ki, günümüz müslümanları, Kur’an’ı huşû ile dinledikleri halde, akılları uyuşmuş, davranışları Kur’an’ın öngördüğü hayat ikliminden uzaklaşmıştır.

    Kur’an’a bağlanan, Kur’an’ı çok süslü kutularda muhafaza eden müslümanlar cahil ve vahşet sahralarında, Kur’an’ın öngördüğü medeniyet ise, kendisine sahip çıkacak birilerini bekliyor… Beş para etmez metaların satıldığı ve teşhir edildiği fuarlarda Kur’an medeniyetini tanıtıcı bir tek panonun bulunmaması müslümanların acı durumunu açıkça göstermektedir. Kur’an’ın bir müfessiri olarak 20. asırda bulunmuş olan Bediüzzaman Said NURSİ, Kur’an’dan uzaklaşan müslümanların tekrar Kur’an’a dönebilmeleri için yapılması gerekenler hususunda açıklamalarda bulunmuştur.

    Kur’an’ın tarifi ve tefsiri:

    Bediüzzaman, ilk önce Kur’an’ı tarif etmekle Kur’an’ı anlatmaya başlar. Risale-i Nur’un bir çok yerinde Kur’an’ın değişik tariflerine yer vermektedir. Bu tariflerde, Kur’an’ın gerçek özelliklerine temas ettiği gibi, tefsir ilminin temel prensiplerine ve müslümanların Kur’an’a nasıl bakmaları gerektiğine de işaret etmiştir. İhlas fışkıran "İşaratü’l-İ’caz" adlı nadide tefsirinin başında zikrettiği tarifte şu önemli noktalara temas etmektedir.

    1. Kur’an şu kâinat kitabının ezeli bir tercümesidir.

    2. Kur’an, gayb ve şehadet kitaplarının müfessiridir.

    3. Ayrıca Kur’an, yerde ve gökte gizli olan esma-i ilahiyenin manevi hazinelerinin keşşafıdır.

    4. Olayların altında gizli bulunan hakikatlerin miftahıdır.

    5. Ayrıca Kur’an, alem-i gaybın alem-i şehadetteki lisanıdır.

    6. Ayrıca Kur’an, alem-i gayb cihetinden gelen ezelî hitapların ve Rahmanî iltifatların hazinesi durumundadır.

    7. Kur’an manevi islam âleminin güneşidir, ahiret âlemlerinin de mukaddes haritasıdır.

    8. İnsaniyet âleminin mürebbisidir ve insaniyet-i kübra olan islamiyetin mâ ve ziyasıdır.

    9. İnsanlığın aradığı gerçek hikmet Kur’an’dadır. Kur’an, insaniyeti saadete sevkeden hakiki bir mürşittir.

    10.Kur’an insanlara bir şeriat kitabı, bir dua, bir hikmet ve ubudiyet kitabı olduğu gibi, aynı zamanda bir zikir, bir fikir ve bir emir ve davet kitabıdır.

    11.Hasılı Kur’an, insanın bütün manevi ihtiyaçlarına cevap verecek bir çok kitabı tazammum eden câmi bir kitab-ı mukaddestir.5

    Bediüzzaman, ufku dar olan bir ferdin anlayışından çıkan bir eserin, böyle çok yönlü bir kitap olan Kur’an’a hakkıyla tefsir olamayacağını vurgulamıştır. Ona göre, Kur’an’ın müfessiri, yüksek bir deha sahibi nafiz bir ictihada malik ve velayet mertebesinde bir zat olmalıdır. Fakat bu zamanda bu özellikleri taşıyan bir şahsın bulunması zor olduğu için, bu özellikler ancak bir şahs-ı manevide bulur.6 Ona göre Kur’an’ı ancak böyle bir şahs-ı manevi tefsir edebilir. Çünkü "cüzde bulunmayan küllde bulunur" Kaidesince, her fertte bulunmayan bu gibi şartlar bir heyette bulunabilir.

    Tefsiri olumsuz yönde etkileyen unsurlar

    Elbetteki Kur’an’ı anlamaya çalışmak her mü’minin en önemli meselesi olmalıdır. Fakat zamanla müminlerle Kur’an arasında kalın bir duvar örülmüştür. Müslümanlar Kur’an’ı okuyorlar fakat anlamıyorlar. Müslümanların bu tavırları onları ehl-i kitabın durumuna düşürmüştür. Allah şöyle buyuruyor: "Onların içinde ümmiler (okur-yazar olmayanlar) vardır ki, kitabı bilmezler, bütün bildikleri bir takım kuruntulardır. Onlar sadece zan içinde bulunurlar."7

    O halde ehl-i kitap için Kur’an’da zikredilen bu hastalığın günümüz müslümanlarının düşüncesinde yerleştiğini söyleyebiliriz. Birkaç asırdır, müslümanlar Kur’an’ı okudukları halde düşünmezler ve anlamaya çalışmazlar. Bu tür ümmilik, ümmet arasında taklide, medeniyet kuramamaya ve Kur’an’ı yanlış anlamaya yolaçmaktadır. Bediüzzaman, ümmetin Kur’an’ı anlamasını olumsuz yönde etkileyen, başka bir ifadeyle, tefsiri olumsuz yönde etkileyen birçok sebep zikretmektedir. Bunları kısaca şu şekilde ele alabiliriz.

    1) İsrailiyat

    Tefsiri olumsuz yönde etkileyen temel unsurların başında İsrailiyat gelir. Bediüzzaman’a göre bir kısım İsrailiyat islam dairesine girmekle, "din" adı altında görünerek fikirleri karıştırmaya başladı. Ümmi olan araplar, islamı kabul edince, bütün kabiliyetlerini islamı öğrenmeye hasretmişlerdi. Arapların hassas olan zevklerine, tabii mizaclarına ilham veren geniş ve sakin olan çevreleriydi. Fıtratlarını terbiye eden de sadece Kur’an’ı Kerim’di.

    Araplar hayatlarına bu minval üzere devam ederken diğer kavimleri islama sokarak onları adeta yutmaya başladılar. Fakat müslüman olan kavimlerin malumatları da netice itibariyle islama girmiş oldu. Aslı ve esası olmayan İsraili haberler, Vehb b. Münebbih ve Kabu’l-Ahbar gibi şahsiyetlerin müslüman olmasıyla, arapların hayalinde ma’kes bulmaya başladı.

    Diğer taraftan israiliyat islamın temel prensipleriyle çelişmediği için mücerred hikayeler şeklinde rivayet edilerek tenkitsiz bir şekilde dinlenmeye başladı. Fakat ne yazık ki, zamanla bu hurafeler hak ve doğru telakki edilerek Kur’an ve sünnetin bazı işaretlerine de kaynak kabul edildiler. Zahirperest bazı alimler de, bir kısım ayet ve hadisleri İsrailiyata tatbik ederek, tefsir ilmine soktular.Halbuki, sahih hadisin dışında hiçbir kaynak Kur’an’ın gerçek tefsiri olamaz. Evet, hükümleri gibi kıssaları dahi mensuh olan ve tahrife uğrayan İncil ve Tevrat Kur’an’a tefsir olamazdı.8

    2) Yunan felsefesi

    Bediüzzaman’a göre, tefsiri olumsuz yönde etkileyen unsurlardan biri de "Yunan Felsefesi"dir. Abbasi Halifesi Me’mmun döneminde Yunan Felsefesiyle ilgili kitaplar iyi niyetle tercüme edilmişti. Ancak temelinde birçok masal ve hurafe bulunan bu felsefe, arapların saf fikirlerine karşınca onları tahkikten taklide sevketti. Bediüzzaman burada arapları kısmen ağır bir dille tenkid etmektedir. Ona göre araplar, ab-ı hayat olan islamı kendi tabii zekalarıyla anlamaya kabil iken, Yunan Felsefesine talebe olmaya tenezzül ettiler. Oysa Yunan Felsefesi, arapların zihinlerini doyuracak ölçüde hurafelerden arınmış değildi.

    Kuşkusuz Yunan hikmeti ile İsrailiyatın İslam kültürüne karışmasından rahatsız olan ve bunu önlemeye gayret eden islam alimleri de vardı. Ancak bunlar teşebbüslerinde muvaffak olamadılar. Sonuçta neler oldu?

    Bu iki kapının açılmasıyla zahirperest bilginler, Kur’an’ın nakliyatını İsrailiyat, akliyatını da Yunan hikmetine tatbik ettiler. Sonuçta, zahirperest bir kısım bilginler Kur’an ve Sünnet ile İsrailiyat arasında münasebet kurmaya çalıştılar. Ayrıca, Kur’an ve Sünnetin gerçek akliyatı ile, sahte olan felsefe arasında bir benzerlik kurdular ve bunları Kur’an ve Sünnete tefsir yaptılar.9

    Bediüzzaman’a göre, eğer İsrailiyatı ve Yunan Felsefesini Kur’an’a tatbik etmekten maksat Kur’an’ın tezkiyesi ise bu abestir. Zira Kur’an aklın ve naklin tezkiyesine muhtaç değildir. Aksine eğer akıl yada nakil Kur’an tarafından tezkiye edilmezse, muteber olmazlar. Çünkü Kur’an’ın manaları süreyya gibidir. Süreyyayı serada değil, semada aramak gerekir. Kur’an’ın manalarını da sadeflerinde aramak lazımdır. Yoksa karmakarışık olan kendi cebinde ararsan bulamazsın.10

    3) Terğib ve terhib

    Bediüzzaman’a göre, Kur’an’ın müslümanlar tarafından yanlış anlaşılmasına sebep olan unsurlardan biri de aşırı terğib ve terhibtir. Bediüzzaman, İslam alimlerini terğib ve terhib konusuna iten asıl sebebin "mübalağa" denilen bir hastalık olduğunu ifade eder. O’na göre mübalağa ihtilalcidir. İnsanın tabiatında varolan mübalağa meyli, hayali hakikat göstermek istidadındadır. Hatta mübalağa karakteriyle iyilik yapmak kötülük yapmaktan farksızdır. Bir ilacı haddinden fazla kullanmak hastalığa yolaçtığı gibi, mübalağalı terğib ve terhibler de dinin yanlış anlaşılmasına vesile olur. Meselâ, gıybeti adam öldürmekle eşit ve ayakta bevletmeyi zina derecesinde göstermek veya bir dirhem tasadduk etmeyi hac ibadetiyle denk tutmak gibi müvazenesiz sözler, adam öldürmeyi ve zinayı hafif göstermek,ayrıca hac ibadetinin kiymetini tenzil etmek demektir.11

    Bediüzzaman bütün bunları gözönünde bulundurarak özetle şöyle der: "O halde müslümanlar herşeyin kıymetine kanaat edip mübalağa yapmamak mecburiyetindedirler. Zira mübalağa kudrete iftiradır. İhsan-ı ilahiden fazla ihsan ihsan değildir. Bir meseleyi ihsan-ı ilahiyle anlatmaya kanaat etmek farzdır. Bir tek hakikat binlerce hayale tercih edilir. Hakikat zengindir; kalbi aydınlatmak için başka şeylere muhtaç değildir. Kur’an’ın tefsiri olan sahih hadisler bize kâfidir. Ayrıca mantığın mizanıyla tartılmış bulunan doğru tarihe de kanaat ederiz. Öyle ise terğib veya terhib için bazı mevzu hadislerin avam tarafından İbni Abbas gibi zatlara isnad edilmesi büyük bir cehalettir."12

    4) Hakikat ve mecaz

    Bediüzzaman’a göre tefsiri olumsuz yönde etkileyen unsurlardan biri de "her hakikatı mecaz her mecazı da hakikat göstermeye çalışmaktır. Çünkü mecaz ilmin elinden cehlin eline düşerse hakikata dönüşür ve hurafelere kapı açar. Öyle ise herşeyin zahirine göre hükmetmemek lazımdır. Araştırmacı, dalgıç gibi olmak mecburiyetindedir. Yani zamanın tesirlerinden kurtulmak, mazinin derinliklerine girmek, mantığın tarazisiyle tartmak böylece herşeyin kaynağına inmek mecburiyetindedir."

    "Her kelimenin hakiki manasının üstünde bir sikkesi bulunmak lazım gelir. O sikkeyi teşhis eden şey ise, şeriatın maksatlarından hasıl olan mücerred hüsündür. Mecaz, anacak belağatın şartları dahilinde kullanılabilir. Değilse mecazı hakikat, hakikatı mecaz göstermek cehaletin güçlenmesine yardımcı olmaktır"13

    Hakikat ve mecazın kullanılması konusunda ifrat ve tefritten kaçınılması gerektiğini ifade eden Bediüzzaman, hakikatın ışık veren bir fitil, mecaz ise ışığı arttıran bir şişe mesabesinde olduğunu vurgulamaktadır. O’na göre Kur’an’ın belağatını örten unsurlardan biri de sırf zahire bakıp manayı gözardı etmektir. Bu zahirperestlere göre, aklen hakikat mümkün ise mecaza gitmemek gerekir. Bunlar mecaza gitseler bile sadece mealini alırlar Bu yüzdendir ki, ayet veya hadislerin tefsir ve tercümeleri onlardaki hüsün ve belağatı göstermez.14

    Bediüzzaman sonuçta şu hükme varıyor:"Herşeyi zahirine hamleden zahirilerin kokmuş mesleklerinin bir sonucu olan tefrit ne ise, her şeye mecaz nazariyle bakıp batiniliği netice veren ifrat da o derece zararlıdır. İfrat ve tefriti kırarak orta yolu gösterecek olan sadece şeriat felsefesi, belağat, mantık ve hikmettir. Hikmetin şerri varsa da, ‘şerr-i kalil için hayr-ı kesiri terketmek şerr-i kesir olduğundan’ Hikmetin terkedilmemesi gerekir."15

    Kalblerin üzerindeki kilitler

    Kuşkusuz günümüz müslümanlarının en büyük sorunu, Kur’an’ı tefekkür edememeleridir.Allah şöyle buyuruyor:" Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalblerinin üzerinde kilitleri mi var ki hiçbir hakikat gönüllerine girmiyor?"16 Peki müslümanlar, kalbleri üzerindeki bu tefekküre engel kilitleri nasıl kıracaklar? Öyle anlaşılıyor ki, günümüz müslümanlarının tefekkür kilidini kıramamalarının en büyük belirtisi, Kur’an’ın emirlerini gözardı edip dinlememeleridir. Deyim yerindeyse, Kur’an bir vadide, müslümanlar başka bir vadide.

    Bediüzzaman bunun sebeplerini hak ve kuvvetin değişken egemenliklerine bağlamaktadır.Ona göre Hicri 5. asırdan itibaren İslam dünyasında hakk değil kuvvet hakim durumdaydı. Bu yüzden o dönemlerde, kişinin kendi mesleğine muhabbet etmesinden çok, başkasının mesleğine husumet etmesi esastı. Hatta o dönemlerden ta 12. Hicri yüzyılın sonlarına kadar mezhep ve meşrebleri yaşatan ekseriyetle ya taassup yada tekfir ve safsataydı. Bu durum o derece ileriydi ki eğer birisi taassubu terkederek ümmetin icma ve tesanüdünü kabul edecek olursa mezhebini veya mesleğini değiştirmek zorunda kalırdı. Oysa şeriatin kabul ettiği şey, taassup yerine hak, safsata yerine bürhan ve başakasını tekfir yerine istişare etmektir.17

    O halde denebilir ki, asırlardır İslam dünyasının çekmekte olduğu sıkıntının asıl sebebi Kur’an’ı ve Sünneti anlamamak, diğer taraftan bu sahada yazılan kitapların Kur’an’ın içindeki hakikatlere perde olmalarıdır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle sıkıntının en büyük sebebi "mehazdeki kudsiyetin" gözardı edilmesidir. O, konuyu özetle şöyle dile getirir:

    "İslamın yüzde doksanını oluşturan zaruri hükümler, Bizzat Kur’an’ın ve onun tefsiri olan sünnetin malıdır. İçtihaddan kaynaklanan hilafi meseler ise, yüzde on nisbetinde olup ikisi arasında kıymet bakımından çok fark vardır. İçtihaddan kaynaklanan hilafi meseleler altın ise, zaruri hükümler birer elmas sütundur. Acaba doksan elmas sütunu on altının himayesine vermek caiz midir? Bilinmelidir ki, halkı, Kur’an’ın emirlerini dinlemeye ve onlara uymaya sevkeden şey, kaynaktaki kudsiyettir. Bu yüzden müçtehidlerin kitapları cam gibi Kur’an’ı göstermeli, gölge olmamalıdır."

    "Eğer zaruriyat-i diniye anlatılırken doğrudan doğruya Kur’an gösterilseydi zihinler tabii olarak kudsiyete intikal ederdi. Müçtehidlerin kitapları birer şeffaf cam tarzında olmak lazım gelirken zamanla ve mukallidlerin hatası yüzünden paslanıp Kur’an’a perde olmuşlardır."18

    Bediüzzaman konuyu daha özlü bir şekilde ifade ederek şöyle der:"Kur’an ayine ister,vekil istemez."19 Peki, halkın nazarını kitaplardan alıp doğrudan doğruya Kur’an’a çevirmenin yolu var mıdır?

    Kur’an’ı öne çıkarmak

    Bediüzzaman hiçbir konuda ümitsiz olmadığı gibi Kur’an’ın öne çıkarılarak, hakikatlarını örten perdelerin kaldırılabilmesi konusunda da ümitsiz değildir. Ona göre halkın nazarını doğrudan doğruya Kur’an’a çevirmenin üç yolu vardır. Birincisi; müelliflerin hakettikleri derin saygıyı tenkid ile kırmak Kur’an’ı görmemize engel olan o perdeyi kaldırmaktır. Bu zülümdür ve insafsızlıktır. İkincisi ise, selef alimlerinin kitaplarında olduğu gibi, şeriat ve fıkıh kitaplarını birer tefsir şekline çevirip içinde Kur’an’ı göstermektir. Meselâ, bir adam İbn-i Hacer’in bir kitabına baktığı zaman,Kur’an’ın ne dediğini anlamak maksadiyle bakmalı, yoksa"İbn-i Hacer ne diyor" diye bakmamalıdır. Üçüncü bir yol ise, ehl-i tarik’in yaptığı gibi, halkın nazarını o perdenin üstüne çıkarıp Kur’an’ı göstermektir.20

    Bediüzzaman bu meseleyi yazdıktan sonra bir gece rüyasında Hz. Peygamber’i (s.a.v.) görür. Rasulüllah(s.a.v.), kendisine Kur’an getirildiği sırada kıyam ederler. Bediüzzaman der ki: "O dakikada şu kıyamın ümmeti irşad için olduğu birden hatırıma geldi Bilahere bu rüyayı sülehay-ı ümmetten bir zata hikâye ettim, şu suretle tabir etti: Bu büyük bir işaret ve beşarettir ki, Kur’an-ı Azimü’ş- Şan layık olduğu mevki-i muallayı bütün cihanda ihraz edecektir."21

    Tefsirin kısımları

    Bediüzzaman Risale-i Nur’un bir çok yerinde tekrar ile "Risale-i Nur Kur’an’ın çok kuvvetli, hakiki bir tefsiridir" der. Risale-i Nur’un bilinen tefsirlerin tarzında bir kitap olmadığını gören bir kısım hocalar ve bazı muhalif insanlar ise " Risale-i Nur bir tefsir değildir" demişlerdir. Bediüzzaman bu itiraza açıklık getirmek için iki kısım tefsir bulunduğunu ifade eder. Özetle şöyle der:

    "Birisi malûm tefsirlerdir ki, Kur’an’ın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin manalarını beyan ve izah ve isbat ederler. İkinci kısım tefsir ise, Kur’an’ın imani olan hakikatlerini kuvvetli hüccetlerle beyan ve izah ve isbat etmektir. Bu kısmın pek çok ehemmiyeti vardır. Zahir malûm tefsirler bu kısmı bazen mücmel bir tarzda dercediyorlar. Fakat Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannid feylesofları susturan bir manevi tefsirdir."22

    Gerçekten de, Kur’an’ın kelimelerini ayrı ayrı inceleyerek lûgat ve ıstılahî manalarını araştıran ve bu şekilde Kur’an cümlelerine mana vermeye çalışan klasik tefsirler pek çoktur. Denebilir ki, çağımızda bu anlamdaki tefsirlere ümmetin ihtiyacı yoktur. Ancak çağın asıl problemi olan iman zaafına Kur’an’dan reçeteler sunan tefsirlere şiddetli ihtiyaç vardır. İşte Risale-i Nur, Kur’an’ı Kerim’in asrımızın ihtiyaçlarına cevap veren ayetlerini tefsir etmiş ve bu konuda makûl çözümler üretmiştir.

    Bediüzzaman "Kur’an’ın bir kısmı diğer bir kısmını tefsir eder"23 düşüncesinden hareketle müfessirleri bu konuda uyarmaktadır. O’na göre Kur’an’a tefsir yazmak kolay değildir. Zira Kur’an’ı tefsir etmek isteyen bir kimse öncelikle Kur’an’ın bir kısmının diğer bir kısmını tefsir ettiğini nazara almalı, Kur’an ayetlerini doğru bir şekilde muvazene ve muhakeme etmelidir. Böyle yapmadığı takdirde Bektaşi’nin durumuna düşmekten kurtulamaz, diyerek Kur’an’ın "kendi kendisini tefsir" özelliğini gözardı eden müfessirleri tatlı bir espiriyle tenkid etmiştir. Rivayete göre Bektaşi, namazı terketmesine mazeret olarak "Kur’an’da ‘LA TAKRABU’S-SALAT’ diyor, ilerisi için de hafız değilim" demiş ve hakikata karşı maskara olmuştur.24

    Bediüzzaman’a göre müfessirler Kur’an’ın hakkını vermelidirler ki, onların tefsirleri Kur’an’ın kıymetini azaltmasın. Diğer taraftan, Kur’an’ı bir biyoloji, ya da bir coğrafya kitabına benzeten ve Kur’an’a yakışmayan bir üslûpla Kur’an’a tefsir yazmaya çalışanları da tenkit ederek özetle şöyle der: "Belağata uygun olmayan bir tarz ile Kur’an’ı tevil etmek doğru değildir. Zira Kur’an’ın manaları hak olduğu gibi, ifade tarzı dahi beliğane ve ulvîdir"25 "Güya serbest herbir ayetin ekser ayetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var. Kur’an içinde binler Kur’an bulunur ki, her bir meşreb sahibine birisini verir."26

    Risale-i Nur Kur’an’ı öne çıkardı mı?

    Bediüzzaman, meslek ve meşrebini azami ihlas üzerine bina etmiştir. Bu duruma göre kendi ifadesiyle, "değil benlik, enaniyet, dünya saltanatı da verilse baki bir mesele-i imaniyeyi o saltanata tercih etmek azami ihlasın iktizasıdır. Meselâ harb içinde, avcı hattında düşmanın top gülleleri arasında Kur’an’ı hakimin tek bir ayetinin, tek bir harfininin, tek bir nüktesini tercih ederek o gülleler içinde Habip kâtibine "Defteri çıkar" diyerek, at üstünde o nükteyi yazdırmış. Demek Kur’an’ın bir harfinin, bir nüktesini, düşmanın güllelerine karşı terketmemiş."27

    İşte Bediüzzaman, Kur’an’ın bir tek harfinin bir tek nüktesi için ölümü göze alan bir müfessir edasiyle Kaynağın kudsiyetini muhafaza etmek için, yazdığı altı bin sayfalık Nur külliyatının Kur’an’a ayna olmasını sağlamaya çalışmıştır. O bütün kitaplarında "mehazdeki kıdsiyetin muhafazası" prensibine bağlı kalmıştır. Kendi ifadesiyle şunları kaydeder: "Ben görüyorum ki, Kur’an’ın hakikatlerine ait bazı kemâlât, o hakikatlere dellallık eden vasıtalara veriliyor. Bu ise yanlıştır. Çünkü mehazin kudsiyeti çok bürhanlar kuvvetinde tesirât gösteriyor. Onunla ahkâmı umuma kabul ettiriyor. Ne vakit dellal ve vekil gölge etse, yani onlara teveccüh edilse o mehazdeki kudsiyetin tesiri kayboluyor"28

    Bu düşünceden hareketle bir çok yerde kendi nefsini ziyadesiyle yererek Kur’an’a ve imana hizmet noktasında kendisinin de sadece bir nefer olduğunu göstermek ve Kur’an’ı öne çıkarmak için azami gayret sarfetmiştir. Bu arada, talebeleri tarafından kendisi hakkında beslenen bütün hüsn-ü zanları bu noktanın hatırı için te’vil etmiştir. Meselâ, kendisinden biyografisini isteyen Yeşil Salih adlı bir şahsa gönderdiği mektupta tevazuun zirvesinde olduğunu gösterir ve şöyle der:

    "Tarihe geçmek ve bu asır alimlerinin içinde kendi şahsımı nesl-i atiye göstermek ve bildirmek ne isterim ve ne de liyakatim var. Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükrederim ki, beni kendime beğendirmemiş, dehşetli kusurlarımı bana göstermiştir. Yalnız bir cihet var ki, Risale-i Nur bu vatana ve bu millete pek büyük menfaati, mahkemelerin ve ehl-i vukufun müttefikan kararlarıyla tahakkuk etmiş. Bu nokta-i nazardan, benim ehemmiyetsiz, bîçare, perişan ve çok kusurlu şahsiyetim değil, belki yanlız Kur’an’ın malı olan Risale-i Nur namına sizin suallerinize cevap için bazı işaretler ederim."29 Bediüzzaman, yine mehazdeki kudsiyetin muhafazası için bugüne kadar hiçbir müellifte görülmeyecek derecede büyük bir tevazu göstererek, telif ettiği Risale-i Nur eserlerinin Kur’an’ın malı olduğunu ifade ediyor. Risale-i Nur’a itiraz eden bir hocanın itirazı sebebiyle yazdığı mektupta özetle şeyle der: "Bu zamanda milyonlar fedakârları bulunan meslek, dehşetli dalâlet hücumuna karşı zâhiren mağlubiyete düştükleri halde, benim gibi yarım ümmi ve daima tarassut altında bulunan bir adam, elbette dalâlete karşı galibane mukavemet eden Risale-i Nur’a sahip olamaz ve onunla iftihar edemez. Belki Risale-i Nur, doğrudan doğruya Kur’an-i hakimin bu zamanda bir mucize-i maneviyesi olarak rahmet-i ilahiye tarafından ihsan edilmiştir. O adam (kendisini kasdediyor), binler arkadaşıyla beraber o hediye-i Kur’an’iyeye el atmışlar. Her nasılsa birinci tercümanlık vazifesi ona düşmüştür. Risale-i Nur’un onun fikrî ve ilmî zekasının eseri olmadığına delil, Risale-i Nur’un öyle parçaları vardır ki, bazı altı saatte, bazı bir saatte, bazı on dakikada yazılan risaleler var."30

    Görülüyor ki, Bediüzzaman yazdığı eserlerin Kur’an’a perde olmaması için ilginç bir üslup ve yeni bir metod takip etmiştir. O’nun bütün amacı kaynağın kudsiyetine perde olmamak, aksine ayine olmaktı. Nitekim Risale-i Nur’daki kuvvetin tesirini soranlara verdiği cevapta özetle şöyle diyor: "Şeref, icaz-ı Kur’an’a ait olduğundan ve bana ait olmadığından bilaperva derim: yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil imandır. Marifet değil şehadettir, şuhuddur. Taklid değil tahkikdir. İltizam değil izandır. Tasavvuf değil hakikattır. Dava değil dava içinde bürhandır. Elhasıl yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa ancak temsilat-i Kur’aniyenin lemaatındandır. Benim hissem yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gayet aczimle tazarruumdur. Dert benimdir, deva Kur’an’ındır."31

    Bediüzzaman Kur’an için yaşadı

    Kur’an’ın bir tek harfinin bir tek nüktesi için şehid olmayı göze alan Bediüzzaman Kur’an için yaşamıştır, denebilir. O "Kur’an’a ait herşey gözeldir, kuymetlidir. Zahiren ne kadar küçük olursa olsun kıymetçe büyüktür"32 düşüncesinden hareketle Kur’an’ı öne çıkarmak, onu yüceltmek ve anlatmak için uzun bir ömür harcamıştır. O adeta Kur’an’ı terennüm etmiştir. Çünkü ona göre Kur’an kâinatın ruhu ve aklı hükmündedir. Kendi ifadesiyle şöyle der:

    "Nasıl ki hayat kainattan süzülmüş bir hülasadır ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş hayatın bir hülasasıdır ve akıl dahi hayatın halis ve safi bir cevheri ve sabit ve müstakil zatıdır. Öyle de, maddi ve manevi hayat-ı Muhammediye (s.a.v.) dahi hayattan süzülmüş en safi hülasasıdır. Belki maddi ve manevi hayat-ı Muhammediye (s.a.v.) – asarının şehadetiyle- hayatı-ı kâinatın hayatıdır ve Risalet-i Muhammediye (s.a.v.) şuur-u kâinatın şuurudu ve nurudur ve vahy-i Kur’an dahi, -hayattar hakikatının şehadetiyle- hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır. Evet, evet, evet… Eğer kâinattan Risalet-i Muhammediye’nin nuru çıksa gitse, kâinat vefat edecek. Eğer Kur’an gitse kâinat divane olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek; belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kiyameti koparacak."33

    Kur’an-ı Kerim’i kâinatın ruhu ve aklı kabul eden bir anlayışla tefsir yazan Bediüzzaman, yazdığı eserlerde Kur’an’a ayine olmakla kalmamış, aynı zamanda Kur’an mücevheratını teşhir eden bir dellal olmuştur.

    Kur’an’a kimler tefsir yazabilir?

    Başta da söylediğimiz gibi, ufku geniş olmayan ferdlerin anlayışından çıkacak bir eser bihakkın Kur’an’a tefsir olamaz. Çünkü bir ferd Kur’an’ın hitaplarına muhatap olan insanların halet-i ruhiyelerine, maddiyatlarına ve cami oldukları ilimlere tek başına vakıf ve ihtisas sahibi olamaz. Öyle ise Kur’an’ın müfessiri, yüksek bir deha sahibi ve nafiz bir içtihada malik, velayet sahibi bir zat olmalıdır. Bu şartlar ise bu zamanda ancak yüksek bir heyetin şahs-ı manevisinde bulunabilir. Yani Kur’an ancak bu yüksek meziyetleri haiz olan bir şahs-ı manevi tefsir edebilir. Denebilir ki, Risale-i Nur böyle bir heyetin tefsiri midir?

    Bediüzzaman bu soruya cevap veriyor. Kendisi Kur’an’ı tefsir edecek yüksek bir heyitin zuhurunu beklerken, birden bire memleketi yıkacak bir zelzelenin arifesinde olduğunu farketmiştir. "Bir şey tamamen elde edilmezse tamamen terkedilmez" düşüncesinden hareket eden Bediüzzaman ümmeti tefsirsiz bırakmamak için giriştiği teşebbüsleri şöyle dile getirir:

    "Böyle bir zamanda acz ve kusurumla birlikte Kur’an’ın bazı hakikatleriyle nazmındaki i’cazına dair bazı işaretleri tek başıma kaydetmeye başladım. Fakat Birinci Harb-i Umuminin patlak vermesiyle Erzurum’un ve Pasinler’in dağ ve derelerine düştük. O kıyametlerde, o dağ ve tepelerde fırsat buldukça kalbime gelenleri birbirine uymayan ibarelerle o dehşetli ve muhtelif hallerde yazıyordum. O zamanlarda, o gibi yerlerde müracaat edilecek tefsirlerin, kitapların bulunması mümkün olmadığından yazdıklarım yalnız şuhûdat-ı kalbiyemden ibaret kaldı. Bununla beraber, "İşaratü’l-İ’caz" adlı eserimi hakiki bir tefsir niyetiyle yazmadım. Ancak alem-i İslamdan ehl-i tahkikin takdirlerine mazhar olduğu takdirde, uzak bir istikbalde yapılacak tefsire bir örnek ve bir me’haz olmak üzere o zamanın insanlarına bir yadigâr maksadiyle yaptım"34

    Daha sonraları savaştan kurtulan Bediüzzaman, cumhuriyetçilerin emriyle hapis ve sürgün hayatına mahkûm edilince arzu ettiği şekilde bir tefsir yazmaya veya yazdırmaya imkûn bulamadı. Fakat Barla’nın dağ ve derelerine düşen Bediüzzaman, kamuoyunun bir tefsir beklediğinin bilincinde olarak Allah’ın lütfûyla ümmet için tefsirlerin bir hülasası olar Risale-i Nur’ları telif etmiş, böylece imana ve Kur’an’a hizmet etmiştir. Ve Risale-i Nur ehl-i tahkikin takdirlerine de mazhar olmuş bir tefsirdir. İkibinin üzerindeki mahkemenin beraat kararları ve bilirkişi raporları, Risale-i Nur’ların büyük takdir topladığının en büyük ifadesidir. Hatta kendisi Afyon mahkemesi müdafaatında, Risale-i Nurların hakiki tefsir türürün en kuvvetlisi ve en kıymetdarı olduğunu, ehl-i dirayet ve dikkat yüzbin insanın buna şahid olduğunu, Mısır, Şam ve Haremeyn-i Şerifeyn’in muhakkik alimlerinin ve İstanbul ve sair yerlerin müdakkik hocalarının Nurları tasdik ettiklerini ifade etmiştir.35

    Bediüzzaman’ın ifadesiyle "Risale-i Nur, hükema ve ulemanın mesleğinde gitmeyip Kur’an’ın bir İ’caz-ı manevisiyle herşeyde bir pencere-i marifet açmış, bir senelik işi bir saatte görür gibi Kur’an’a mahsus bir sırrı anlamıştır ki, bu dehşetli zamanda hadsiz ehl-i ilhadın hücumlarına karşı mağlup olmayıp galebe etmiştir."36

    Dipnotlar

    1. Hicr, 14/9.

    2. A’la,67/18-19.

    3. Kur’an’ın anlaşılmamasının sebepleri hakkında fazla bilgi için bkz. Muhammed Gazali, Kur’an’ı anlamada Yöntem, Tercüme: Dr. Emrullah İşler, Ankara, 1993.

    4. Furkan, 25/30

    5. Tarif için bkz. Bediüzzaman Said Nursi, İşaratü’l İ’caz, s.15, Yeni Asya Neşr., İst., 1994.

    6. İşaratü’l-İ’caz, s.,13.

    7. Bakara, 2/78.

    8. Bediüzzaman, Muhakemet, s.16-17, İst., tarihsiz.

    9. Muhakemat, s. 17-18.

    10. Muhakemat, s. 18.

    11. Muhakemat, s. 27-28.

    12. Muhakemat, s. 21-22.

    13. Muhakemat, s. 22-23.

    14. Muhakemat, s.68.

    15. Muhakemat, s. 22-23

    16. Muhammed, 47/24.

    17. Muhakemat, s. 30-33

    18. Bediüzzaman, Sünûhat (Osmanlıca, Asar-ı Bediiye’nin içinde), s. 135, İst., tarihsiz

    19. Bediüzzaman, Lema’at (Sözler’in sonunda), s. 656.

    20. Sünûhat (Osmanlıca), s. 137.

    21. Sünûhat, a.y.

    22. Bediüzzaman, Şualar, s. 359,435., İst., tarihsiz.

    23. Muhakemat, s. 13; Mesnevi-i Nuriye, s. 126.

    24. Muhakemat, s, 13.

    25. Muhakemat, s. 64.

    26. Bediüzzaman, Sözler, s.124.

    27. Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası, II, 218.

    28. Mektubat, s. 307, Yeni Asya Neşr., İst., 1994.

    29. Emirdağ Lahikası, I, 159.

    30. Bediüzzaman, Kastamonu Lahikası, s. 149.

    31. Bediüzzaman, Barla Lahikası, s. 19. Yeni Asya Neşr., İst., 1994.

    32. Bediüzzaman, Mektubat, s. 273.

    33. Sözler, s. 100.

    34. İşaratü’l-İ’caz, s. 14. Yeni Asya Neşr., İst., 1994.

    35. Şualar, s. 359.

    36. Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye, s.8.