Köprü Anasayfa

İslam ve Sanat

"Yaz 96" 55. Sayı

  • İslam ve Batı Kültüründe Şeytanın Farklı Konumları - I

    Mustafa Armağan

    İzlenim Dergisi Genel Yayın Yönetmeni

    Şeytan (daemon) ya da daha genel olarak konuşmak gerekirse "kötülük" (evil), düşünce tarihinde şahit olunan en ilginç konulardan birisidir. Aşağı yukarı bütün dinlerde de önemli bir yer işgal eden bu konu önemli bir problemi de beraberinde getiriyor. Tanrı dünyayı iyilik olsun diye, yani insanları iyiliğe çağırmak için yarattı; onları yaratmasında bir iyilik, bir hayır var. Fakat kötülüğü niçin yarattı; İyilik olsun diye cevaplanabilir bu soru. Ama insanların iyiliğe yöneltilmesi için yarattığı bu dünyada, kötülük diye ahengi bozan, dejenere eden, huzursuzluğa yol açan bir unsur da ortaya çıkmış olmadı mı?

    Felsefe ve ilahiyatta "teodise problemi" (the problem of theodicy) denilen çok önemli bir probleme de kapı açan bir soru bu; yani Allah Kadir-i mutlaktır ve iyiliği sonsuz olandır. En yüce iyilik sahibi olan O’ dur. İyi ama bu dünyada kötülükler de var! Ya bu kötülükleri önlemeye gücü yetmiyor. O zaman Kadir-i Mutlaklık vasfı tehlikeye giriyor. Yok gücü yetiyor da önlemiyorsa o zaman da mutlak hayır sahibi olması özelliği zayıflıyor. Kötülüğü önlemiyorsa demek ki onu istiyor; dolayısıyla iyiliğinin mutlaklığında bir zaaf söz konusudur. Bu mesele dinler tarihi içerisinde ve özellikle de Hıristiyanlık içerisinde yoğun biçimde tartışılmış, Leibniz’den başlayarak modern Batı felsefesi içinde de çok kritik tartışmalara sebep olmuştur. Kötülük konusunun, özetle dinlerin ve felsefenin temel problemlerinden birisi olarak karşımıza çıktığını görüyoruz. Diğer teolojik problemlerden kader ve irade özgürlüğü meselesi gibi normal muhakeme ile halledilemeyen ve rasyonel düzeyde de halledilmesi mümkün olmayan problemlerden birisidir kötülük. Dinler, iyilik üzerine kurulu olduklarını ve insanları iyiliğe götüreceklerini söylüyor ama bu arada kötülük diye bir unsurun varlığını da kabul ediyor. Burada şöyle bir durumla karşı karşıya bulunuyoruz: "Dinler" deyince tek bir stereotipten söz etmiyoruz. Dinler içerisinde bazı farklılaşmalar söz konusu. Kimisi kötülük konusunu çok fazla öne çıkartıp öğretilerini eksenine yerleştirirken kimisi onu bağımlı bir değişken konumunda tutuyor. Kimi dinler ise kötülüğün bağımsız değişken olarak iyiliğin Tanrı’nın karşısında özerk bir varlık alanına sahip olduğunu savunuyorlar. Dolayısıyla bu dinlerde "şeytan" diye kötülüğün timsali bir varlık ortaya çıkıyor. Söylediğim dinlere Zerdüştlük çok bariz bir örnek. Zerdüştlük’te, biliyorsunuz Ehrimen ve Hürmüz adlı iki tanrı, daha doğrusu tanrının ikiye bölünmüş parçaları rakip, çatışan güçler olarak resmedilmiştir. Birisi iyilik Tanrısı, diğeri kötülük Tanrısını sembolize eden bu iki güçten Hürmüz (Ahura Mazda) Işık Tanrısı, Ehrimen (Angra Mainyu) Karanlık Tanrısıdır. Bütün dünyadaki hadiseler bu iki Tanrı’nın üstün gelme mücadelelerinin, savaşlarının ürünü olan çatışma ve gerilimlerden oluşuyor. Hiç birisi ebediyyen diğerine üstünlük kuramıyor. Birisi belki geçici bir süre egemenlik kazanıyor, fakat bu egemenliği bir süre sonra rakibine kaptırıyor. Yalnız Zerdüştlük’te ileriye yönelik olarak Işık Tanrısı’nın, Hürmüz’ün dünyada egemen olabileceğine, ilelebed bu çatışmanın sürüp gitmeyeceğine ilişkin bir öngörü var ama normal Zerdüştlüğün dünyayı açıklayışında bu iki kutuplu telakkinin baskın olduğunu görüyoruz. Bir iyilik-kötülük; aydınlık-karanlık dikotomisi, çatışması belirgin bir şekilde var. Tanrı’nın iyilik ve kötülük sıfatları eşitlenmiş ve iki ayrı güce bölünmüş durumda. Buna benzer bir şeyi Maniheizm’de de görüyoruz. Kısmen Yahudilikten, Yahudi gnostisizminden de sızan bazı etkiler dolayısıyla Hıristiyan öğretisi içerisine kötülüğün egemen bir öğe olduğu fikri sirayet ediyor. Şeytan aslında İnciller’de sanıldığından çok daha önemli bir role sahip. Hz. İsa’nın Kadisiye Çölü’nde imtihan edilmesi kıssası anlatılır İnciller’de. İblis çölde Hz. İsa’ya musallat olur. Onu açlıkla, susuzlukla veya kendisine eziyet verdirmekle çeşitli şekillerde imtihan eder. Hz. İsa kendisine kanmadıkça imtihanlarını zorlaştırır ve sonunda tepelik bir yere gelirler. Oradan aşağısı uçurum ve bir vadidir; vadiden bütün dünya şehirleri gözükmektedir. Orada İblis Hz. İsa’ya şunu söylüyor: "Sana yeryüzünün krallığ’ını vereyim (dikkatinizi çekerim, bunu Hz. İsa’ya söyleyen şeytan), yeter ki bana tabi ol." O zaman Hz. İsa şöyle diyor (asla bizim Peygamberimizden beklenemeyecek bir söz): "Benim krallığım göktedir." Burada bir şey dikkatimizi çekiyor. Bu bir bakıma dünyanın şeytana teslim edilmesi, onun bu dünyadaki hükümranlığının zımnen tanınmasıdır. Zaten Hıristiyan literatürüne baktığımızda dünyanın "şeytanın krallığı" diye tanımlandığını görürüz.

    Bu, gerek folklor içerisinden, yani Batı kültürünün putperest kökenleri içerisinden, antik Yunan’daki daemonlardan, büyük ölçüde de Zerdüştî düalizmden gelen bir halita. Fakat ben tabii ki asıl İncil’in böyle olduğunu söylemek istemiyorum. Özerk "şeytan" kavramının İncil’e bu kadar derinliğine sirayet etmiş olması, aslında İncillerin tedvini ve "Hak İnciller"in tesbiti sırasında gerçekleşmiş bir inhiraf olsa gerek. (Kuşkusuz bu düalizmin İncillere kadar sirayetinde Hıristiyan egnostisizminin de rolü teslim edilmelidir.)

    Doktrinde bu kadar önemli ve Hz. İsa’ya karşı bir rakip ve düşman güç olarak karşımıza çıkınca şeytanı ister istemez politik olarak da kullanılabilir "yararlı" bir kavram olarak görmeye başlıyoruz. Hıristiyanlar tarafından, önce Yahudiler Hz. İsa’yı öldürdüler diye şeytan olarak ilan edildi. Sonra Romalılar şeytan oldu, daha sonra da Müslümanlar. İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında Hitler, daha sonra da Sovyetler Birliği Batının "Sahte şeytanları" rolünü üstlendiler. Aslında Sovyetler Birliği’nin çöküşünün Batı basınında karikatürize edilişlerine dikkat ettiğimizde eski şeytan motifinin Batılıların elinde siyasi bir kullanıma nasıl yansıtıldığının güncel örneklerini görüyoruz.

    Şimdi yine Müslümanlar Batının "mâşerî şuurunda" tekrar canlanan bir kadim bir arkatip olarak şeytan şeklinde görülmeye başlandılar. Demek ki, teolojik düzeyde "Tanrı’nın düşmanı" addedilen şeytan, Hıristiyanlık tarihi içerisinde yalnızca bir teolojik varsayım olmaktan çıkmış, aynı zamanda politik olarak, hatta toplumsal olarak da düşman kabul edilen kişilere atfedilen bir özellik, bir yafta haline gelmiştir. Hıristiyanlık içerisinde şeytanın görece kudretine yapılan bu ağır vurgu, dünyayı Tanrı-merkezli kabul eden ve Tanrı’nın bir parçası olarak dünyanın da egemenliğinin Tanrı tarafından kuşatıldığını, onun egemenliğinde bulunan tek alana ait olduğunu kabul eden tevhidî bakışıyla taban tabana zıtlık arzediyor. Başta bir ayrım yapmıştım. Kötülüğe bağımsız bir alan tanıyan dinler (Hıristiyanlık, Zerdüştlük vs) ve bunun karşısında onu doktrinin deusotiosis’i (âtıl tanrı) kılan İslam. İslam şeytanın yaratılması hadisesine tâli ve adeta iyiliğin ortaya çıkması için gerçekleştirilmiş bir oyun şeklinde yaklaşıyor. Kötülük unsurunun bağımlı değişken şeklinde daha tâli bir konumda bırakılmasını gerektiriyor İslam’daki tevhid anlayışı. Kur’an-ı Kerim’de sık sık "şeytanın oyununun zayıf’ olduğu, onun ancak "doğru yolun üzerindeki bir pusu" mesabesinde bulunduğu, onun "Allah’ın istemediği hiç bir şeyi yapamayacağı" gibi vurgularla karşılaşıyoruz. Bu, tabi ki şeytanın varlığını reddetmek anlamında değildir. Aksine onun varlığını kabul edip daha üstün bir varlığa tâbi olduğunu vurgulamaktır. Şuna inanır Hıristiyanlar: Şeytan İsa’yı imtihan etti, İsa da onun isteğini kabul etmedi, şeytan bundan büyük bir hınç duydu. Daha sonra bir fırsatını bulup Yahuda İskaryot adlı hain havarinin ruhunu zaptederek İsa’nın yerini ihbar etti. Çarmıha gerildiğinde son bir tebessümünden bahsedilir İsa’nın. Çarmıhta acı çekerken gülümseyişini şuna bağlıyorlar: Şeytan karşısına gelip gözüne görünmüş ve "Benim dediğimi yapmadın, intikamımı işte böyle aldım senden", tarzında böbürlenmiş, İsa da ünlü acı gülümsemesi ile ona cevap vermiş. Demek ki, burada Tanrı’nın oğlu olarak kabul edilen İsa bir şeytanla çatışıyor ve şeytan sonunda onu bu dünyadan kovana kadar mücadele ediyor ve bunu da sonunda başararak yeryüzünün hükümdarı olduğunu tescil ediyor!

    Öte yandan İslamiyet’e baktığımızda bambaşka bir tablo ile karşılaşıyoruz. Muhyiddin-i Arabi’nin Şeceretü’l-Kevn adlı eserinde Muaz bin Cebel’den naklettiği bir hadiste ilginç bir hadise cereyan eder. Bu hadise, Hz. İsa ile şeytanın çatışmasında görülen Hıristiyanî bakış açısı ile karşı örnek olarak İslam’ın kötülük konusuna nasıl baktığını ortaya çıkartacak çarpıcı bir misal olması açısından ilginçtir.

    Bir gün Peygamber Efendimiz’in (sav) bulunduğu kalabalıkça bir mecliste sohbet ediliyorken bir ara Peygamberimiz ashabına şöyle diyor; "Şimdi buraya birisi gelecek onun kim olduğunu biliyor musunuz? O İblistir. Sormak istediğiniz bir şey varsa geldiğinde sorun. Size ne isterseniz açıklayacaktır." Biraz sonra bir insan kılığında İblis içeri girer. (İnsan kılığında gelmesi de ilginçtir. Zira Hıristiyan resminde şeytan yarı insan, yarı hayvan şeklinde, boynuzlu, kuyruklu, gözleri ateş saçan gayri insanî bir figür olarak tasvir edilmiştir. Hadiste insan şeklinde zikredilmiş olması, İslam’da şeytanın daha ehlileştirilmiş ve versiyonunun yer aldığını bir kere daha göstermektedir.) İblis geliyor, Peygamber Efendimiz’in dizinin dibinde oturuyor ve ona "İnsanları nasıl tuzaklarına düşürürsün?" tarzında sorular soruluyor. (Kur’an-ı Kerim’de şeytan, "Ben sadece vesvese veririm. Şu anda sizinle benim durumlarımız arasında bir fark yok, ben de sizin gibiyim" diye güçsüzlüğünü itiraf eder.) Bütün sırlarını bir bir anlatır. En sonunda Peygamber Efendimiz İblis’e şu beklenmedik suali soruyor; "Tevbe etmen mümkün değil mi? Eğer tövbe edersen sana şefaat ederim." İblis de takdir-i İlahî’nin böyle olmasını istediğini, zaten var olma sebebinin bunu gerektirdiğini beyan ederek bu görevden vazgeçmesi noktasında kendisinin elinde bir şey olmadığını vurguluyor.

    Biraz önce İncil’de geçen İsa ile şeytanın çatışmasında adeta eşit güçlerin mücadelesi gibi bir durum olduğunu görmüştük. Burada ise tam tersine bir tâbimetbû ilişkisi ile karşı karşıyayız. Şeytana tövbe teklif eden, ona şefaat edeceğini söyleyen bir peygamber ve "elimde bir şey yok" diyen "zavallı" şeytan arasındaki konuşma; şeytan, itiraf eden, özür dileyen bir varlık kısacası. İns ve cinnin Peygamberi olması hasebiyle Peygamberimiz (şeytan da bazı alimlere göre cinnîlerden kabul edildiği için) bir bakıma onların üzerinde bir otorite konumunda karşımıza çıkıyor. Yani şeytanın peygamberi aldatması, onun ayağını kaydırması, onu imtihan edip bazı istemediği şeyleri yapmaya zorlaması gibi bir durum mevzubahis değildir İslam’da. Mevzubahis olabileceği her durumda ise hemen Allah’ın direkt müdahalesi devreye giriyor ve Hz. Peygamber anında uyarılıyor; tıpkı meşhur büyülenme olayında olduğu gibi.

    Zannediyorum bir şey belirginleşmiş oldu: Kötülük unsurunun doktrinlerinde görece etkisiz ve tâli bir konumda bulunduğu dinler ile şeytanın özerk ve bağımsız bir değişken olduğu dinler arasında belirgin bir eksen farlılığı var. Bu konu, Hıristiyanlıkla İslam arasındaki temel farklılığı ortaya çıkarması açısından da önemlidir. Bir başka şey açısından da önemli: Batı kültürüyle İslam kültüründeki temel dinamikler bu noktadan itibaren farklılaşıyor. Bu farklılaşma, aslında bugüne kadar gelen, bizi belirleyen farklılıkları da besleyen bir mahiyet arzediyor. Burada bir parantez açarak Şerif Mardin’in bir yazısından kısa bir parça okumak istiyorum. Zaten benim bu konulara ilgimi çeken de büyük ölçüde Şerif Mardin’in "Aydınlar Konusunda Ülgener ve Bir İzah Denemesi" (Toplum ve Bilim, sayı;24, Kış 1994) adlı yazısı oldu. Bu yazıda şöyle diyor Mardin: "İnsanın daemon tarafı (yani şeytanî tarafı) geleneksel kültürümüzde olduğu kadar belki de bu sebepten çağdaş kültürümüzde de örtülü kalmıştır. Daemon insanı bir dalga gibi kaplama potansiveli taşıyan herhangi bir tabii değerdir. Çağdaş Türk edebiyatının bir tür fakirliğinin de gizi buradadır. Eşkiya menkıbelerinde daemon (yani şeytan) bir başka (öteki) olarak görülebildiğinden bu gibi anlatımlarda ustayız fakat daemonun iç serüvenlerinin anlatılmasında daima yüzeyde kalmaya mahkumuz. Çünkü yazarın kültür dağarcığında kendi içinde daemonu anlamasına yarayacak açıklıklar mevcut değildir."

    Şunu söylemeye çalışıyor Şerif Mardin: Kötülük bir kültürde insanın zihninde bir parçalanmaya sebep olmayacak şekilde konumlandırılmışsa, eğer çatışma insanın iç dünyasında bir parçalanma meydan getirecek bir "açıklık" (kendisiyle öteki arasındaki mesafe gibi bir bakıma) ortaya çıkarmıyorsa Batı kültüründe gördüğümüz anlamda trajedi dediğimiz psikolojik gerilimlerin anlatılmasını üstlenen eserlerin ortaya çıkması bizim kültürümüzde söz konusu olamaz. Bu ikili karşıtlıklardaki gel-gitlerden bir başka değere yükselmesini sağlayacak olan trajedideki dinamik de bu "açıklığın" bulunmaması sebebiyle ortadan kalkmış oluyor. Goethe’nin Faust’unda, birinci kitapta Mephistopheles (şeytanın bir başka ismi) Faust’u kendisine tâbi etmek için uğraşır ve sonunda onunla bir anlaşma imzalar. (Avrupa kültüründe şeytanla yapılan bu anlaşmaların Ortaçağdan beri çok yaygın bir teamül olduğunu biliyoruz. Şeytanla anlaşma yapıp ruhunu şeytana satanlar arasında önde gelen Hıristiyan azizleri de vardır.) Ruhunu kendisine satması karşılığında Mephistophelesonun her dediğini yapacaktır. Böyle bir anlaşma sonucunda beraberce hareket ederler. Fakat sevgilisi Margarethe zindanda ölümüne doğru kendisini sevdiğini söyler ve Faust’ta değişiklik başlar. İşte tam bu noktada Mephistopheles ile olan anlaşmasını bozar. Daha önce ona tâbi olmuştu, şimdi ise tamamen zıt kutba sürüklendi. Anlaşma karşılığında sattığı değerlerden olan sevginin, çoraklaşmış ruhuna yağmur gibi çiselemesiyle birlikte bir başka kutba sürüklenmiş; bu kötülükten vazgeçmesi ve sevgilisinin de ölmesinin arkasından başka bir değere yükselmiş oldu. İyi ile kötü arasındaki bu gerginlik, bu salınım sonucunda bir üst değere yükselme, Batı trajedisinde insanın gel-gitler neticesinde elde ettiği "artı" değer olarak karşımıza çıkıyor. Trajedinin bir anlamı da böyle bir değerin seyredenlerin ruhunda ortaya çıkmasını sağlamaktır.

    Buna mukabil İslam kültürüne dönersek, Ahmed Eflakî Dede’nin Menâkıbu’l-Arifin’inde Mevlânâ ile Selahaddin Zerkûbî arasında geçen bir karşılaşma öyküsü anlatılır. Hadise şöyle cereyan eder; Konya’da Zerkûblar Çarşısı diye halen bilinen bir çarşı vardır. Mevlânâ kuyumcuların altın işlediği bu çarşıdan geçerken bir çekiç sesinin "remel" veznindeki ritminden etkileniyor; vuran kişi öyle bir tempoyla çekici altına indiriyor ki; Mevlânâ kendisini kaybediyor ve semâ etmeye başlıyor çarşının ortasında. Çekiç sesinin geldiği dükkânın sahibi de Selahaddin Zerkûbî. Dışarıya çıkıyor, Mevlânâ’nın bu şekilde semâ ettiğini görünce çıraklarına dönüyor, "Vurmaya devam edin", diyor. Sürekli, ritmi bozmadan çekiç seslerini devam ettirmek için ne kadar altını varsa getirip önlerine döküyor ve dükkândaki bütün altınlar paramparça olana kadar da dövdürmeye devam ediyor. Bu arada bir dışarıya çıkıyor bir içeriye giriyor, Mevlânâ ve dükkânı arasında mekik dokuyor. Onun bu fedakârlığını gören Mevlânâ kendisini müritliğe kabul ediyor. Zerkûbî bu noktada da durmuyor ve yeni bir hamleyle bu sefer altınları paramparça olmuş bulunan dükkânındaki bütün eşyaları yağmaya açıyor, "Dileyen dilediğini alsın" diyor. İşte kendisine verilen bir ödüle bir başka aksiyonla cevap vermenin eşsiz örneklerinden birisi.

    Burada şöyle bir denklem görüyoruz: Altınlarının toz haline gelmesiyle yaptığı fedakârlık> ödül> ödül karşısındaki feragat> daha makbul bir ödüllendirme> bu ödüllendirilmeyi de reddetme> ve onun da ötesine geçmeye çalışma. Buradan şu sonucu çıkartabiliriz: Eğer varsa bizim trajedimizin dinamiği, kötülükle iyilik arasında değil, iyiliğin katları arasında bir yükselişte yatıyor. Bir psikolojik sıkışma, gerilim, en azından zorda kalması söz konusu değil insanın. Her adımda Allah’ın her nimetine, ödülüne insanın başka feragatla mukabele etmesi söz konusu; en sonunda da Mevlânâ’nın onu müritlikten dostluk makamına çıkartması ile ödüllendiriliyor…

    Hıristiyan ve Batı kültüründe olduğu gibi iyi ve kötü arasındaki med-cezir sonucunda insanı her ikisi de olmayan bir üst değere yükseltmek yerine "mutlak iyiliğe" bağlamayı gaye edinen eserlerdir tasavvuf klasikleri. Bir nokta doğrusu bana son derece önemli görünüyor: Batı ve İslam kültürleri arasında teolojik düzeydeki farklılaşmanın da ötesine geçen bir farklılaşma var burada. Bu belki kültürümüzde mesela niçin roman yazılmadığının da bir açıklaması olabilir. Buna Yeşilçam filmlerini de örnek gösterebiliriz. Mesela Orson Wells’in Yurttaş Kane isimli filminde filmin kahramanı Kane, çok ilginç bir tercihle karşı karşıya kalır. Amerika’da başkanlığa soyunan Kane, seçim kampanyasını tam kazanacağına yakın -ki tüm göstergeler onun kazanacağını söylüyor- bir gazeteci bir zamanlar yaşadığı aşk skandalını ortaya çıkartacağını söyleyerek başkanlıktan çekilmesini istiyor. Kane uzun bir tereddüt ve sıkıntı döneminden sonra ailesini de karşısına alma pahasına ne olursa olsun mücadeleye devam kararını alıyor.

    Oysa Yeşilçam filmlerinde insanın her şeyini kaybedeceği, bir anda her şeyini ontolojik boyutta riske sokacağı böyle bir karar vermesi rastlanan bir durum değildir. En iyi durumda, melodramlar imdada yetişir ve sonunda ya kahraman veya kötü adam ölür ve düğüm çözülür, herkes rahatlar. Bu gerilimler Şerif Mardin’in dediği gibi hiç bir zaman iç dünyamıza çok fazla yansımadan, belirli yüzeysel dalgalanmalarla devam eder ve çok fazla derinleşmeden de biter.

    Not: Bilim ve Sanat Vakfı’nda 13 Nisan 1995 tarihinde ders olarak sunulmuştur.