Köprü Anasayfa

İslam ve Sanat

"Yaz 96" 55. Sayı

  • Kâinat Rahlesinde Bir Gezinti

    Taha Çağlaroğlu

    Şair, yazar

    Hakikati aramak veifadelendirmek için yola koyulan sanatçı, Allah’ın nurunun gölgesi olan varlıkaleminin ortasında ışıyan sanatının gerçek manada mevcut olmadığını, yalnızcabir ayna olduğunu ayrımsadığı oranda sonsuza doğru atılım gerçekleştirir.Kendisini uyaran hayret, ruhsal bir ahenk kurdukça sanatçı, eseriyle birliktearadan çıkar, perde değil ayna olur. Bu anlamda insanın sanatı, gerçek anlamdayoktur. Yaratılan yaratamaz. Birtakım sanat eserleri ortaya koyan sanatçı,"Ben kendi ilmimle, kendi iktidarımla kazandım" manasında eserinebakarsa gölgeye yapışmış, yani aynanın bekasına ilanı aşk etmiş olur.

    Kâinatın bütün hakikatleriesma-i İlahiyeye dayanmaktadır. Kâinattaki sanatlara nasıl Allah hesabınabakmamız ve "Ne güzel" değil de "Ne güzel yapılmış" dememizgerekiyorsa, Picasso’nun tabiriyle bize "hakikati gösteren bir yalan"olan sanata da, esas itibariyle sanatçı adına değil, sanatçıya duyguyu,düşünceyi, aklı, mahareti lütfeden Allah’ı hesaba katarak bakmalıyız. Sanatçıene tağutunu "kasden veya bizzat nazarı ehemmiyete"(Mesnevi-i Nuriye)alıyorsa, kendisini "yaratıcı", eserini "yaratı" olarakgörüyorsa, nemrutluk ve firavunluk yolunu açmaktadır. Çünkü ene tağutu"gölgevari bir ayine"(Mesnevi-i Nuriye) gibidir. Bu aynayı hakikatzanneden, ve batıda Aydınlanma’dan sonraki dönemde "Tanrı"sınıöldüren Avrupa yeni idoller bularak bilimsel alanda bilim adamını, sanatsalalanda sanatçıyı peygamber ilan etti. Bilim dini ve sanat dini de modernliğininsanlığa armağan ettiği iki yeni "din"di. "Edebiyat, kutsalınbittiği yerde başlar." söylemi de böyle bir zihniyete koşuttu. Oysasanatçı kendini malik itikad etse "Her şey kendine maliktir "demeyemecburdu. (Sözler, 30. Söz)

    Bu çalışmamızda Risale-iNur’dan hareketle güzellik, sanat, felsefe, edebî türler gibi konularıirdelemeye çalıştık. Metnin, risalelerdeki ilgili tüm bahisleri ele alıpderinlemesine işleme gibi bir iddiası yoktur. Yalnızca küçük değinileryapılmıştır.

    Felsefi zemin

    Bu bölümde Risale-i Nur’dageçen felsefe bahislerinden yola çıkılarak dine meydan okuyan felsefe ile onunkarşısında yer alan Kur’an ve dine itaat eden felsefe karşılaştırılacaktır.

    Risale-i Nur’un birçok yerindefelsefeden söz edilmekte, bazen yalnızca "felsefe" lafzızikredilmekte, bazen de "diyanetle barışık olmayan felsefe","diyanet silsilesine itaat etmeyen felsefe", "dinsizfelsefe" gibi ibareler kullanılmaktadır.

    Bediüzzaman sadece."felsefe" dediğinde görebildiğimiz kadarıyla diyanetle barışık olmayan,sersemleşmiş dinsiz felsefeyi kastetmiş, bu felsefenin esaslarını Kur’an’îderslerle çürütmüştür.

    Sözler’de (30.Söz) insanlıkalemindeki iki büyük cereyandan bahseden Bediüzzaman, bunları "silsile-inübüvvet ve diyanet" ve "silsile-i felsefe ve hikmet’ şeklindeaçıklamıştır. Bu iki ırmak ne zaman birleşmişse "ne vakit silsile-ifelsefe silsile-i diyanete dehalet edip itaat ederek hizmet etmişse",insanlık mutluluğun çağıltısıyla dolmuştur. Ne vakit ayrılmışlarsa "hayırve nur" aydınlık tarafa, "şerler ve dâlaletler" felsefe tarafınatoplanmıştır.

    12.Söz’ün başında "Kimehikmet verilmişse, işte ona pek çok hayır verilmiştir" (Bakara,269)ayetinin tefsiri yapılırken güzel bir temsili hikayenin "dürbünü" ileKur’an’daki hikmet ile "ilmi hikmet dedikleri felsefe"karşılaştırılır. Kâinat kitabının manalarını okuyan Kur’an ve onun şakirtlerikarşısında bu kitaptaki harflerin nakışlarından, vaziyetlerinden söz edenfelsefe vardır. "Çok iyi bir mühendis, güzel bir tasvirci, mahir birkimyager, sarraf bir cevherci" olan filozof, bu kitabın manasına hiçilişmez. Bediüzzaman, felsefenin halis bir tilmizinin bir firavun olduğunu,menfaati için en hasis şeye ibadet eden bir firavunu zelil olduğunu söyler.Vahyin karşısına dikilen bu felsefe yolcusu, bir lezzet için sonsuz bir zilletikabul eden bir "mütemerrid"dir, "cebbar bir mağrur"dur,"cebbar-ı hodfuruş"tur, "dessas bir hodgam"dır.

    Kur’an’ın gerçek bir şakirdiise bir kuldur. Ancak en büyük, en güçlü varlıklara boyun eğmez, onlara ibadetetmeye tenezzül etmez. Cenneti bile ibadetinin gayesi yapmaz. Alçak gönüllüdür,halim selimdir. Fakir ve zayıf olduğu halde uhrevî servetle zengindir. Allah’ınuçsuz bucaksız kudretine dayandığı için güçlüdür. Onun rızası için çalışıryalnızca.

    İşte insanın kişisel hayatıaçısından iki öğrencinin, iki yolcunun farkları.

    Hikmet-i felsefenin ve hikmet-iKur’aniye’nin, insanın sosyal hayatına nasıl yansıdığını, ona nasıl bir terbiyeverdiğini de anlatır Bediüzzaman.

    Felsefe hikmeti kuvvetedayanır. Hedefi çıkar elde etmektir. Hayat ilkesi çarpışmaktır, kavgadır. Menfimilliyetçidir, ırkçılık damarını tahrik eder. Nefsin heveslerini tatmin eder,insanlığın ihtiyaçlarını çoğaltarak tüketimci bir yaşam biçimine sürükler.İnsan, bu ihtiyaçlarını karşılamak için dünyevileşmektedir. Tecavüz eder,başkasını yutmakla beslenir. Bu yüzden de insanlığın mutluluğunu yok etmiştir.

    Hikmet-i Kur’aniye ise, Hakkıkabul eder. Fazilet vardır onda. Temel ilke, Yaratıcının rızasını kazanmaktır.Yardımlaşma düsturuna dayanır. Yakınları, komşuları, yoksulları düşündürür.Din, sınıf, vatan bağını kabul eder. Amacı, insanın yücelmesi, ulvi duygularladonatılmasıdır. Birleşmeyi, dayânışmayı, birbirinin imdadına koşmayı ilkeedinmiştir. Uhuvvete yöneltir. Nefsi kontrol altına alır. Her iki dünyadakimutluluğu netice verir. Bu dünyada dahi "manevî bir cennet" hayatıkazandırır.

    Bediüzzaman, Hutbe-i Şamiye’deRisale-i Nur’un niçin mağlup olmadığını açıklarken bu eserin farklılığınınaltını çizmektedir bu bağlamda. İmanın bu dünyada dahi bir cennet hayatıkazandırdığını, küfrün ruhun cehennemi olduğunu, günahlarda ve dalalette zevkve mutluluk değil, bir zevk içinde binler elem bulunduğunu, işte Risale-iNur’un bu gerçeği gösterdiğini, kanıtladığını söylemektedir.

    "Sersemleşmiş, hakikatinyolunu şaşırmış" felsefenin kainatı tahkir ettiğini belirtir Bediüzzaman.Çünkü kainata baktığında "Ne güzel yapılmış" yerine "Negüzeldir" diyen bu dinsiz felsefe "hakikatsiz bir safsata"dır.

    Felsefenin "bütünharikulâde olan mucizâtı kudreti" (13.Söz) "âdet perdesi" içindesaklandığına işaret eden Bediüzzaman, onun sadece "kemali fıtrattan sukuteden nadir fertleri" nazara verdiğini söyler. Üç ayaklı veya iki başlıinsan felsefe için harikulâdedir, fakat uzuvları normal olan bir kimse sankiolağanüstü değildir, kudret mucizesi değildir. Bu tespitiyle önemli bir hususuvurgulayan Bediüzzaman sanat eserlerinin, hatta genel anlamda medyanınişlevine, kainata bakış tarzına yeni bir ufuk açmaktadır.

    Divan-ı Harbi Örfi’de geçen"Elif-ba okumayan çocuğa felsefe dersi verilmez" ifadesi de, benzerönemli bir eğitim ilkesi ortaya koymaktadır.

    Risale-i Nur’da, kutsala savaşaçan, dine direnen felsefe silsilesinin bir zakkum ağacı sureti alarak etrafına"şirk ve dalalet zulümatı" dağıttığı ifade edilir. Ve şöyle denir:"Hatta kuvve-i akliye dalında dehriyyun, maddiyyun, tabiiyyun meyvelerinibeşer aklının eline vermiş. Ve kuvve-i gadabiye dalında Nemrudları,Firavunları, Şeddadları beşerin başına atmış. Ve kuvve-i şeheviye-i behimiyedalında aliheleri, sanemleri ve uluhiyet dava edenleri semere vermiş,yetiştirmiş." (30.Söz) Bu ifadelerin dipnotunda da tabiatın perdesi ileAllah’ın nurunu görmeyen insanın her şeye bir uluhiyet verip, kendi başınamusallat ettiği belirtilmektedir. Burada geçen "her şeye bir uluhiyetverme" hususu üzerinde önemle durulmalıdır. Türk ve dünya edebiyatındaböyle bir anlayışın pek çok edebî eserde açıkça veya gizliden işlendiğinigörmekteyiz. Eneyi kendi kendine delalet eden, anlamı kendinde olan, kendihesabına çalışan bir unsur olarak gören, eneye "mânâ-yı ismiyle"bakan maddeci anlayış, insana ve diğer varlıklara "uluhiyet" isnadetmektedir. Eflatun, Aristo, İbni Sina ve Farabi gibi adamların"İnsaniyetin gayetü’lgâyâtı teşebbühü bilvâciptir, yani Vacibü’l Vücudabenzemektir" şeklinde "Firavunâne" bir hüküm verdiklerini söyleyenBediüzzaman, onların enaniyeti kamçılayarak kulluk yolunu perdelediklerini,tabiata saplanarak şirkten tümüyle çıkamadıklarını ve şükrün geniş kapısınıbulamadıklarını vurgular.

    Uzun ve karanlıklı sonsuzlukyolculuğunda "zad ve zahire, ışık ve burak ancak Kur’an’ın evamiriniimtisal ve nevahisinden içtinab" (7.Söz) ile elde edilebilir. Böyle biryolda fen ve felsefenin, sanat ve hikmetin beş para etmeyeceğini söyleyenBediüzzaman, onların ışıklarının kabir kapısına kadar gidebileceğini belirtir.Bu ifadelerde "fen, felsefe, sanat, hikmet" kelimelerinin önündeherhangi bir sıfat kullanılmaz. İlk bakışta bunların toptan reddedildiğizehabına kapılınabilir. Ancak Risale-i Nur’un bir bütün olarakdeğerlendirilmesi durumunda burada kastedilenin Kur’an’la barışık olmayan"fen, felsefe, sanat ve hikmet" olduğunu anlarız. Onların ışıklarıyok değildir. Vardır, fakat kabir kapısına kadardır. Dünyevîdir, sekülerdir.Ayrıca bunların Kur’an’a mukabil bir anlamda kullanılmaları, sanırım bilimi vesanatı dinin yerine ikame etmeye çalışan bir zihniyete de gönderme yapmakta veonu eleştirmektedir. Risale-i Nur’un pek çok yerinde Kur’an’a aykırı felsefesorgulanmış, onun karşısına daima Kur’anî bir söylemle çıkılmıştır. Felsefeibaresinin geçmediği pek çok metinde de Kur’an’ın ruhuna uygun bir kâinattablosu çizilmiştir. Meselâ siyah bir gözlüğü takan adamın, her şeyi siyah veçirkin gördüğü belirtilir İşârâtü’l İ’caz’da. Ve basiret gözü nifaklaperdelenince, kalp küfürle peçelenince bütün eşyanın çirkin ve kötü göründüğüde. Bu durum, tüm insanlara, hatta kainata karşı bir buğz ve düşmanlığa nedenolur.

    Bediüzzaman’ın Batı düşüncesinekarşı sorgulayıcı duyarlığını bütün alanlarda görmekteyiz. 17. Lem’ada geçen"ecnebilerin fünunu tabiiyetleri" ve Avrupa’nın "batıl efkârı"ifadeleri Batıdan gelen bütün fikirlere, bilimlere karşı eleştirel bir bakışıtaşımaktadır. Yine 12. Lem’ada geçen "insafsız ve haksız coğrafya,""sersem ve sermest ve sarhoş kozmoğrafya" ibarelerinde modernfeylesof" ve "serseri kozmoğrafya" sözleri de bir tavır koymanınsesi. Kur’an semalarına "cin fikirli feylesofların felsefesiyle"çıkılamayacağını söyler Bediüzzaman. Ayetlerin yıldızlarına hakiki hikmetinmiracıyla, iman ve İslamiyet’in kanatlarıyla çıkılabileceğini vurgular.

    "Hiçbir şey yoktur ki O’nutesbih etmesin. (İsra Suresi, 44) ayeti ışığında her şeyin, her canlının,Yaratıcısına baktığını söyleyen Bediüzzaman felsefenin "Her bir zîhayatınneticesi kendine bakar veyahut insanın menafiine aittir." anlayışınınyanlışlığını ortaya koyar. Felsefenin, Allah’ı aciz vasıtalara ve sebepleremuhtaç göstermesini, sebeplere ve vasıtalara Rububiyette bir nevi ortaklıkverip, Halık-ı Zülcelal’e "aklı evvel" namında bir mahluku vermesini,adeta Yaratıcının mülkünü sebep ve aracılara paylaştırmasını, böylece büyük birşirke yol açmasını tenkit eder.

    "Hayat bir cidaldir."ilkesiyle kâinata bakan felsefenin karşısına nübüvvetin "hayatıiçtimaiyedeki düsturî neticelerinden ve şems ve kamerden tut, tâ nebatathayvanatın imdadına ve hayvanat insanın imdadına, hatta zerratı taamiyehüceyratı bedenin imdadına ve muavenetine koşturulan düstur-u teavün, kanun-ukerem, namus-u ikram" anlayışıyla çıkar Bediüzzaman. Böylece hayatın birmücadele olduğunu iddia eden felsefenin karşısına dikilir. "Hayat bir cidaldir."düşüncesini "eblehâne" bulur. Kuşkusuz, burada sözü edilen mücadele,iman-küfür mücadelesi bağlamında değildir.

    Felsefenin "Galebe edendebir kuvvet var. ", "Kuvvette hak vardır." anlayışı doğrultusundazulmü manen alkışladığını, zalimleri cesaretlendirdiğini, cebbarları uluhiyetdavasına yönelttiğini söyler Bediüzzaman. Burada zulmü "manen"alkışlamak hususuna vurgu yapmalıyız. Ve devamla şöyle denir bu konuda:"Hem masnudaki güzelliği ve nakıştaki hüsnü masnua ve nakşa mal edip Sanive Nakkaşın mücerred ve mukaddes cemalinin cilvesine nispet etmeyerek "Negüzel yapılmış." yerine "Ne güzeldir." der; perestişe layık birsanem hükmüne getirir." (Sözler, 30. Söz)

    Okuduğumuz bu cümlelerde Avrupaedebiyatının ve ondan tereşşuh etmiş edebiyatın kâinata bakış açısı nazaraveriliyor. Her şeyi kendi hesabına çalışan bir varlık olarak algılayan Batıkaynaklı edebiyatın ruhu tahlil ediliyor. Varlığın güzelliklerini bir"sanem" hükmüne getiren böyle bir anlayışın uzantılarına birtakımMüslüman sanatçıların eserlerinde de rastlamaktayız maalesef.

    Nübüvvetçizgisindeki/anlayışındaki eneyi 30.Söz’de tarif ederken onun kendisini"abd" bildiğinden, başkasına hizmet ettiğinden söz eder Bediüzzaman.Enenin varlığı, başka birisinin varlığı sayesinde vardır. Görevi ise"kendi Halık’ının sıfat ve şuunatına mikyas ve mizan olarak şuurkarâne birhizmet"tir. Peygamberler ve onların açtığı ışıklı yolda yürüyenler eneyeböyle bakmışlar, bütün mülkü Allah’a teslim etmişler, O’nun mülkünde,Rububiyetinde ve Uluhiyetinde ortağı, benzeri olmadığını, herhangi biryardımcıya, bir vezire ihtiyaç duymadığını ifade etmişlerdir.

    İşte böylece dinle barışıkolmayan felsefeyi çeşitli yönlerden sorgulayan Bediüzzaman, onun karşısına"hikmet-i Kur’aniyeye"yi çıkarmıştır. Yine 30. Söz’de felsefeninİslam dünyasındaki olumsuz etkilerine değinilmiştir. İbni Sina ve Farabi gibidahilerin o mesleğe girdiklerinden dolayı adi bir mü’min derecesini ancakkazanabildiklerini söyleyen Bediüzzaman, İmam-ı Gazali’nin bu şahıslara odereceyi bile vermediğini de hatırlatır. Ayrıca Mutezile imamlarının"zîneti sûrîsine meftun olup" o mesleğe ciddi temas edip, aklı hâkimittihaz etmelerinden dolayı ancak "fasık, müptedi bir mü’min"derecesine çıkabildiklerine işaret eder, Bu arada ünlü İslam sanatçılarındanEbü’l Ala-i Maarri ve Ömer Hayyam’dan söz eder. Burada yapılan iki nitelemeyevurgu yapmak istiyorum: "Bedbinlikle maruf’ ve "yetimane anlayışlamesuf’. Maarri için birinci, Hayyam için ikinci sıfatı kullanan Bediüzzaman,Müslüman sanatçının eserini verirken nelere dikkat etmesi gerektiğine işaretetmekte ve sanat anlayışımızın temel ilkeleri konusunda da bir açıklama yapmışolmaktadır. Maarri ve Hayyam gibi sanatçıların "o mesleğin nefs-i emmareyiokşayan zevkiyle zevklenmesi sebebiyle" ehli hakikat ve kemalden "sille-itahkir ve tekfir" yediklerini de kaydeder Bediüzzaman.

    Felsefecilerin bir grubununCenabı Hakk’a "mûcib-i bizzat" dediklerini belirten Bediüzzaman, bugrubun bütün kâinatın sonsuz tanıklıklarını yalanladığını söyler. Tüm varlıklarAllah’ın iradesini gösterdikleri halde "kör olası felsefe"nin gözü,bu hakikati görmemektedir.

    Lemeat’ta "Fatiha’nınahirinde işaret olunan üç yolun beyanı" başlığı altında üç yoldan bahsedenBediüzzaman, burada felsefe yolunda gidenlerin ancak yüzde birinin kurtulduğunaişaret eder.

    Felsefe ve hikmet-i insaniyekâinat kitabının yalnızca nakış ve harflerinden söz etmekte, anlamına önemvermemektedir. Bediüzzaman Kur’an’ın gerçek hikmeti ders verdiğini, kâinatkitabının anlamlarını öğrettiğini, "sarhoş felsefe" gibi harflerinnakışlarını anlatarak insanların vaktini mâlâyaniyatta sarf ettirmediğinivurgular.

    Bir zamanlar felsefe ilimlerinipek yanlış olarak "maden-i tekemmül ve medar-ı tenevvür" zannederekİslamî ilimlerle birlikte onları da havsalasına doldurduğunu söyleyenBediüzzaman, daha sonra Kur’an’daki "hikmet-i kudsiye"nin imdadayetiştiğini ve o "felsefi meselelerin kirlerini" yıkayıptemizlediğini söyler.(26.Lem’a) Aynı yerde geçen "hikmet-i ecnebiye veyafünûn-u medeniye namı altındaki kısmen dalalet, kısmen mâlâyaniyâtmeseleleri" ifadesi bize Batıdan gelen felsefeyi, hikmeti ve bilimisorgulaması itibariyle önemlidir. Bunlar ruhu kirletmekte, kalbi hasta etmekte,nefsi şımartmaktadır. Risale-i Nur’un başından sonuna adı ister konulsun, isterkonulmasın, felsefe densin ya da denmesin, Kur’an’la barışık olmayanfelsefenin, Batı biliminin, medeniyetinin, pozitivizmin, aydınlanmafelsefesinin, materyalizmin vb. sorgulanması ve tenkidi vardır. Bunlarınkarşısına Kur’anî bir medeniyet tablosu çıkarılmıştır.

    Felsefi zemin bahsiyle ilgiliolarak Emirdağ Lahikası’ndaki (1.cilt, s.158) bir açıklama, Risalelerdekifelsefe bahislerini daha iyi anlamamızı sağlamaktadır: "Risale-i Nur’unşiddetli tokat vurduğu ve hücum ettiği felsefe ise, mutlak değildir, belki muzırkısmınadır. Çünkü felsefenin hayatı içtimaiye-i beşeriyeye ve ahlâk ve kemâlâtıinsaniyeye ve sanatın terakkiyâtına hizmet eden felsefe ve hikmet kısmı ise,Kur’an ile barışıktır, belki Kur’an’ın hikmetine hâdimdir, muaraza edemez. Bukısma Risale-i Nur ilişmiyor.

    İkinci kısım felsefe, dalaleteve ilhada ve tabiat bataklığına düşürmeye vesile olduğu gibi, sefahet velehviyat ile gaflet ve dalaleti netice verdiğinden ve sihir gibi harikalarıyla,Kur’an’ın mucizekâr hakikatleri ile muaraza ettiği için Risale-i Nur eksereczalarında mizanlarla ve kuvvetli ve bürhanlı muvazenelerle felsefenin yoldançıkmış bu kısmına ilişiyor, tokatlıyor, müstakîm menfaattar felsefeyeilişmiyor."

    Bu ifadelerden zararlıfelsefenin özellikleri anlaşıldığı gibi, Kur’an’la barışık felsefenin de temelilkeleri ortaya çıkmaktadır. Kur’an’la barışık olan bu felsefe, insanlığınsosyal hayatına, ahlâkına, insanî olgunlaşmaya, Kur’an’ın hikmetine hizmetetmektedir. Doğru olanı gösterir, faydalıdır.

    Hüzün

    Yukio Mişima’nın Vatanseverlikadlı öyküsü, bana risalelerdeki felsefi bahisleri hatırlatmıştır hep. YazOrtasında Ölüm’ün bu ilginç öyküsü, materyalist felsefenin insanın kişiselhayatına yansıyan yönünü, maneviyatsızlık psikolojisini ve hüzün farkınıgöstermesi itibariyle kayda değer.

    Öyküyü okuyanlar bilirler:İntihar etmeye karar veren bir teğmen vardır burada. Karısı Reiko da aynıkararı vermiştir. Bilikte öleceklerdir. Bilinmesi gereken bir başka nokta dahavardır. Mişima, bu öyküsünü beş yıl sonra sinemaya uyarlamış, filmin yönetmenliğiniyapmış, ayrıca filmde oyuncu olarak görev yapmıştır. 25 Kasım 1970’te dekendisini öldürmüştür yazar.

    17.Lem’a’da her bir canlınınfelsefe şakirtlerinin nazarında "zalimlerin hücumuna maruz, miskin birermusibetzede" olduğunu belirten Bediüzzaman, onlar için dünyanın bir"matemhane-i umumiye" olduğunu, dünyadaki sadaların "ölümlerden,elemlerden gelen vaveylâlar" olduğunu söyler. Felsefe şakirdi; kalbindebir dayanak noktası bulamadığı için "zatında gayet aciz bir cebbarıhodfüruş"tur. O şakirt, "hevesatı nefsaniyeyi tatmin ve hamiyet vefedakârlık perdesi altında kendi menfaati nefsini arayan ve hırs ve gururunuteskin etmeye çalışan" bir dessastır.

    Mişima’nın öyküsündeki teğmende, en yakın çalışma arkadaşlarının isyancıların arasında olduğunu öğrendi.Birliklerin kısa bir süre sonra birbirleriyle savaşacaklarını haber aldı. Bununüzerine evinde harakiri yaparak kendisini öldürdü. Karısı Reiko da hemenardından bir hançerle intihar etti. Teğmenin veda notunda bir tek cümle vardı:"Yaşasın İmparatorluk Kuvvetleri!" Bu ifadeleri okuyuncaBediüzzaman’ın "hamiyet ve fedakârlık perdesi altında kendi menfaat-inefsini arayan" tespitini hatırlıyorum. Teğmen de sözde hamiyetperverlikediyor, İmparatorluk Kuvvetleri’ni yüceltiyordu. Üstelik canına kıyıyordu.Ancak hırsını ve gururunu da teskin ediyordu. Mişima, teğmen ve karısının ölümanlarını "Bu kahraman ve kutsanmış çiftin son dakikaları, tanrıları bileağlatabilecek dakikalardı." diye tasvir ediyor. Buradaki"kahraman" ve "kutsanmış" sıfatları aslında "cebbar-ıhodfüruş" olan bu insanların bir felsefe şakirdi tarafından ortaya konmuşnitelemeler. Karısına "bir gün sonrayı düşünmemesi" gerektiğinitelkin eden teğmen, bir gün harakiri yapacağını söyler karısına; karısı da onaeşlik etmek istediğini belirtir. Bu çiftin ölmeden önce ilişkide bulunmaları,içki içmeleri ise, bu insanların kalp lâtifelerini nasıl hunharcaöldürdüklerinin göstergesidir. Kalbinde bir dayanak noktası bulunmayan,ölümsüzlüğe inanmayan, hiçlik karanlıklarında boğulan kimse için ölümün anlamı,ancak yokluktur. Teğmenin ölüm isteği ile ten hazlarının yoğunlaşmasını"yoğun bir özgürlük" olarak niteleyen yazar, hangi özgürlükten sözediyordu? Sanırım, Ölü Ozanlar Derneği’nde de canına kıyan bir gencin bueylemi, cesurca ve soyluca bir davranış olarak telkin ediliyordu. Teğmeninverdiği ölüm kararı "yüreklilik açısından bir savaşa gitmekle eşdeğerde"miydi? "Ülkesi için" canını veren teğmen, aslında"hevesâtı nefsaniye’yi tatmin etmiyor muydu? Bu nasıl bir hüzündü?

    Ve ölüm sahneleri; "…Teğmen,gözlerini karısına dikmiş, atmaca gibi bakıyordu…. Kılıcın, karnının solyanına iyice derinden dalmasını sağlamayı amaçlıyordu. Korkunç çığlığı odanınsessizliğini parçaladı. Kılıcın on onbeş santimlik ucu etin içine gömülmüş,avcunun içindeki bezle sarılı kısım da karnına dayanmıştı…. Kılıcı sağ elindetutan teğmen, karnını kesmeye başladı…. Mide, sandığı kadar kolaykesilmiyordu… " Böylece devam ediyordu ürkünç sahneler. Evet,"miskin musibetzede"lerle karşı karşıyaydık. Dünya onlar için genelbir yas yeriydi. İşittiğimiz sesler, ölümlerden ve elemlerden geleniniltilerdi. Acıma duygularımız tahrik ediliyordu. "Zarara kendi rızasıylagiren"e merhamet edilebilir miydi? Kader risalesindeki dağa gitmek isteyençocuk hastalandığında ve düştüğünde kime suç isnad edebilirdi? Teğmen ve karısıReiko, acınmaya müstahak olmadıkları halde, yazarın bizde uyandırmak istediğiduygu, takdirdir, merhamettir, böylesine bir hareketi alkışlamamızdır. Yetimânehüzünlerle donanmamızdır. Mişima, kahramanının yolundan yürüdü gittikaranlıklara, uçurumlara.

    Şimdi Sözler’e dönelim:"Avrupazâde edebse, fakdü’l ahbaptan, sahipsizlikten neş’et eden gamlı birhüznü veriyor; ulvî hüznü veremez. Zira sağır tabiat, hem de kör bir kuvvettenmülhemâne aldığı bir hissi hüznü gamdâr, âlemi bir vahşetzâr tanır; başka çeşitgöstermez. O sûrette gösterir, hem de mahzunu tutar; sahipsiz de olarakyabanîler içinde koyar; hiçbir ümit bırakmaz.

    Kur’an’ın edebi ise, öyle birhüzün verirki, âşıkâne hüzündür, yetimâne değildir. Firâku’lahbaptan gelir;fakdül’lahbaptan gelmez. "(Lemeât) Ayrıca 25.Söz’de bu ikinci hüzünden sözedilirken "Ahbap var. Firakında müştakâne bir hüzün verir. İşte şu hüzünhidayeteda, nurefşan Kur’an’ın verdiği hüzündür." denilmiştir.

    "Vatanseverlik" adlıöyküde teğmenin hüzünlerini bu izahlar ışığında daha iyi değerlendiriyorum. O,yabancılar içindeydi, hiçbir ümit kalmamıştı. İnsan kâinat ortasındayapayalnızdı, böylece varlık meydanına fırlatılıp atılmıştı. Sahipsizliktenneş’et eden bir hüzündü.

    Hüzün bahsinde üzerindeduracağımız bir başka eser, Guy de Maupassant’ın "Mezar" adlı öyküsü.Bu öyküdeki avukat Courbataille, sevdiği kadının bir hastalıktan dolayı gençyaşta ölümü karşısında çok sarsılmış ve onu bir kez daha görebilmek içinmezarını açmaya karar vermişti. Genç kadının cesedini mezardan çıkarırken demezarlık bekçisi tarafından yakalanan Courbataille, mahkemede sevgisininserüvenini anlatır: "Ölünce duyduğum o şiddetli ümitsizlik öylesinesersemleştirdi ki, artık düşünemiyordum. …. O zaman aklıma şu sabit fikirtakıldı: Onu bir daha göremeyeceğim. Bütün bir gün bunu düşününce cinnetgeçiriyor insan! Düşününüz! Dünya yüzünde ona benzer bir ikincisi olmayan birvarlık, taptığınız bir varlık var…. Ve bu varlık birden kayboluyor! Sadecesizin bakımınızdan kaybolmuyor, ebediyen yok oluyor. Öldü. Bu kelimeyi anlıyormusunuz? Hiç, hiç, hiçbir zaman, hiçbir yerde bu varlık olmayacak artık….Yirmi yıl var oldu, daha fazla değil ve ebediyen, ebediyen, ebediyen yokoldu!"

    Sevgilisini bir dahagöremeyeceğine inandığı ve onu son bir kez daha görmek için mezarı açtığınısöyleyen Courbataille tabutu açtığında sevgilisinin yüzünün mor, şişmiş vekorkunç olduğunu görür. Ölünün ağzından kara bir su akmıştır. İşteCourbataille’in bu hüznünü şöyle açıklıyor Bediüzzaman: "Yaniahbapsızlıktan, sahipsizlikten gelen karanlıklı bir hüzündür ki, dalâletalûd,tabiatperest, gafletpişe olan medeniyetin edebiyatının verdiği hüzündür."Ben bu karanlıklı hüznü ürkünç hüzün diye tanımlıyorum kendimce. Sevgilisinebir daha kavuşamayacağına inanmaktadır avukat. Onu "metresim" olaraknitelendirmesi de, bize "gayri meşru bir muhabbetin neticesinin tam birazap olduğunu"da hatırlattı. Burada üzerinde durulması gereken bir başkanokta da kadın ve erkek arasındaki sevginin mahiyetidir. Bediüzzaman’ıdinleyelim:"Hem refika-i hayatını rahmeti İlâhiye’nin munis, lâtif birhediyesi olduğu cihetiyle sev ve muhabbet et. Fakat çabuk bozulan hüsnüsûretine muhabbetini bağlama. Belki kadının en cazibedâr, en tatlı güzelliği,kadınlığa mahsus bir letâfet ve nezâket içindeki hüsnü sîretidir."32.Söz’de bu konuya değinen Bediüzzaman, leziz taamları, meyveleri, anayı,babayı, çocukları, eşi, dost ve ahbapları, enbiya ve evliyayı, hayatı,gençliği, baharı, güzel şeyleri dünyayı sevmekle ilgili bir soruya "Tâdâdettiğin sevdiklerini ‘sevme’ demiyoruz. Belki onları ‘Cenab-ı Hakkın hesabınave O’nun muhabbeti namına sev’ deriz" şeklinde bir cevap vermiş vebunların açıklamasını yapmıştır ilerideki satırlarda.

    10.Söz’de ahiret akidesinininsan hayatı üzerindeki tesirlerini ele alan Bediüzzaman, konumuzla ilgiliolarak derki: "Herkesin hanesi küçük bir dünyasıdır. Ve o hane ve ailehayatının hayatı ve saadeti ise, samimi ve ciddi ve vefadarane hürmet ve hakikive şefkatli ve fedakârane merhamet ile olabilir. Ve bu hakiki hürmet ve samimimerhamet ise ebedî bir arkadaşlık ve daimî bir refakat ve sermedi birberaberlik ve hadsiz bir zamanda ve hudutsuz bir hayatta birbiriyle pederane,ferzendane, kardeşane, arkadaşane münasebetlerin bulunmak fikriyle, akidesiyleolabilir. Meselâ der; `Bu haremim, ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta daimîbir refika-i hayatımdır."

    Yukarıdaki ifadelerde vurguyapacağımız nokta sevginin "ebedî bir arkadaşlık", "daimi birrefakat" olarak değerlendirilmesidir. Araya ölümün girmesi, bunu değiştirmez.Ölümden sonra buluşma olacak ve "firak" sona erecektir. Müslüman’ınhüznü "ebediyen yok oldu" düşüncesinden doğan bir hüzün değil,ayrılıktan neş’et eden bir hüzündür. Mevlânâ’nın Mesnevî’sinin başında cüdayihâ(ayrılıklar) kelimesinin kullanılmasını bu bağlamda düşünüyorum. Nahifiçevirisiyle ilk beyti hatırlayalım: "Dinle neyden kim hikâyetetmede/Ayrılıklardan şikâyet etmede" Ney’in şikâyeti, sızlanmasıhiçlikten, yokluktan, sahipsizlikten, fakdü’lahbaptan değildi. Ney, ayrılıktanşikâyet ediyordu. Çünkü inanan insan için ölüm bile ayrılığın adıdır. Ölümle budünyadaki sevdiklerimizden sadece ayrılıyoruz. Bizden önce ölenler de bizdenayrılırlar. Buluşmak üzere bırakır giderler bizleri veya biz onları bırakırız.Ayrıca ölüm, sevgili Peygamberimize (a.s.m.), bizden önce vefat eden güzelinsanlara, "yüzde doksan dokuz ahbaba" kavuşma anlamını taşır. Böylebir hüzün mahbubane hüzündür. Sezai Karakoç’un "Sürgün Ülkeden BaşkentlerBaşkentine" adlı şiirini de bu manada düşünüyorum. Evet insan bu dünyada süreklibir ayrılığı, hasreti yaşamaktadır. Fani olan onu hakiki anlamda tatminetmemekte ve insan, Allah diyarına, ebed memleketine iştiyak duymakta, orayıözlemektedir. Yunus "mülki bekadan gelmişem", Erzurumlu İbrahim Hakkı"can ellerinden gelmişim" derken işte bu sonsuzluk ülkesinianlatıyor, Yunus "ben dost kokusun almışam" derken, oraya duyduğuhasreti ifade ediyordu. İnsanın dünya gurbetindeki ıstırabı, ancak ölümle sonbuluyordu. Bu gurbetin ve sonsuza duyulan fıtrî özlemin farkında olabilmesiiçin insana uyarılarda bulunur Yaratıcı. "Dünyaya pek çok meftun vemüptela olduğu halde dünyadan nefret ve âlem-i bekaya geçmek için, eseri rahmetolarak iştiyakengiz bir halet" (17. Söz) verilir insana. Bu haleti neticeveren vecihlerden nümûne olarak beşini anar Bediüzzaman. Örneğin bunlardanbirini şöyle açıklar: "İhtiyarlık mevsimiyle dünyevî, güzel ve câzibedarşeyler üstünde fena ve zevalin damgasını ve acı manasını göstererek, o insanıdünyadan ürkütüp, faniye bedel, bir bâkî matlubu arattırıyor." Bir diğerinide şöylece belirtir: "İnsanın alâka peyda ettiği bütün ahbaplardan yüzdedoksan dokuzu, dünyadan gidip diğer bir âleme yerleştikleri için, o ciddimuhabbet saikasıyla o ahbabın gittiği yere bir iştiyak ihsan edip, mevt veeceli mesrurane karşılattırıyor." Burada geçen "iştiyak"kelimesi, bu konuda anahtar kavram olarak kullanılabilir.

    Risale-i Nur’a göre, inananiçin mutlak yalnızlık yoktur. Müslüman sanatçı da böyle bir yalnızlığınürkünçlüğüne düşmemelidir. Yalnızlık ve kimsesizlik vahşetini dindiren deAllah’a ve meleklere olan imandır. "Madem Rahîm bir Halık’ımız var; bizimiçin gurbet olamaz. Madem O var; bizim için her şey var. Madem O var;melaikeleri de var. Öyle ise bu dünya boş değil; hâli dağlar, boş sahralarCenâb-ı Hakk’ın ibadıyla doludur. Zîşuur ibadından başka, O’nun nuruyla, O’nunhesabıyla taşı da, ağacı da birer mûnis arkadaş hükmüne geçer, lisanı hâl ilebizimle konuşabilirler ve eğlendirirler." (26.Lem’a)

    Güzellik

    Batı Medeniyetinin iğrenç birsavaşla günahlarını kustuğu İkinci Dünya Savaşı ortalığı kasıp kavururken ünlüİngiliz kadın romancı Virginia Woolf, eşi Leonard Woolf’a hitaben şu satırlarıyazmıştı 1941’de canına kıymadan önce: "Çıldıracağım, bu tüyler ürperticigünlerde yaşamımı sürdüremeyeceğim gibi bir duygu var içimde. Seslerişitiyorum. Yoğun çalışma yapamıyorum. Bu duyguyu mutluluğumu sana borçluyum.Sen, iyilikten hiç geri kalmadın. Varlığımı sürdürerek senin yaşamınıbozmamalıyım."

    Güya bu intihar, bir özverianlamı taşımaktadır. Woolf’ün varlığını sürdürerek eşinin "yaşamınıbozmaması", hiç de inandırıcı bir cesaretin ve özverinin tezahürüdeğildir. Yazar, "tüyler ürpertici günler" derken, belki deintiharının bir boyutunu açıklamaktadır. Bu cinayetle ayrıca "korkuazabı"nı sona erdirmiştir. 14. Söz’ün deprem bahislerinde "korkuazabı"ndan söz eder Bediüzzaman, depremin manevi bir musibetiniaçıklarken.

    Müslüman olmayan birçoksanatçının intiharına tanık oldu çağımız. Bu yazarların intiharlarına birçokgerekçe bulunuyordu. Bazen de onlar sanatçı oldukları için, intiharları birölçüde yüceltiliyordu. Oysa Sanat ve İntihar’da Ali Göçer’in belirttiği gibi"Hiçbir edim, sanatçıya, edebiyatçıya ait olduğu için ne yüceltilebilir,ne de yerilebilir"di. "Bir insan olarak herkes için geçerli olangenel ölçü içinde değerlendirebilir onların edimleri de."

    Şimdi de İşârâtü’l İ’caz’danbir metin alıntılayalım: "Her şeyin biri mülk, diğeri melekût, yani biridış, diğeri iç olmak üzere iki ciheti vardır. Mülk ciheti bazı şeylerdegüzeldir, bazı şeylerde de çirkin görünür ayinenin arka yüzü gibi. Melekûtciheti ise, her şeyde güzeldir ve şeffaftır ayinenin dış yüzü gibi. Öyle iseçirkin görünen şeyin yaratılışı, çirkin değildir, güzeldir; ve aynı zamanda ogibi çirkinlerin yaratılışı, mehasini ikmal içindir. Öyle ise çirkinin de birnevi güzelliği vardır."

    Alıntıladığımız bu metindeBediüzzaman "çirkinin de bir nevi güzelliği"ne işaret ederken,kâinattaki manzarayı, olayları çirkin gören ve intihar eden sanatçıların veyagenel olarak tüm insanların ölümlerine ve felsefelerine de bir yorumgetirmektedir. Çirkinlik adına aklınıza ne gelirse gelsin tüm bunlar,"mehasini ikmal" içindi. Hani vitrinlerde satılacak eşyaların, teşhiredilen güzel malların yanına odun, dal gibi aykırı şeyler konur ya. Buaykırılıklar içinde esas malzeme daha güzel görünür. Çünkü "güzelingüzelliğini artıran, çirkinin çirkinliğidir. "(Mesnevi-i Nuriye) Bir deRisale-i Nur’da geçen bir örneğe yer verelim. "Tabiatları latif, ince velatif sanatlara meftun bazı insanlar, bilhassa has bahçelerinde pek güzelhendesevârî bir şekilde, şekilleri, arkları, havuzları, şadırvanlarıyaptırmakla, bahçelerine pek muntazam bir manzara verirler. Ve o letafetin, ogüzelliğin derecesini göstermek için bazı çirkin kaya, kaba, gayri muntazammağara ve dağ heykelleri gibi şeyleri de ilave ediyorlar ki, onlarınçirkinligiyle, adem-i intizamıyla bahçenin güzelliği, letafeti fazlacaparlasın."(Mesnevi-i Nuriye)

    Her şey, ancak zıddıylabilindiğinden çirkin ve kaba şeyler, güzelliği artırmaktadır. Göz, sanatlarıgörüp de "basiret Sâni’i görmezse" asıl çirkinlik söz konusuolmaktadır. İman nurunun kulaktaki zarı ışıklandırdığı zaman kulağın"kâinattan gelen manevi nidaları" işiteceğini, hatta rüzgârların,bulutların, denizdeki dalgaların, yağmurların, kuşların vesaire varlıklarıntesbihatlarını, kelamlarını duyacağını söyleyen Bediüzzaman, kâinatın sanki"İlahî bir musiki dairesi" olduğunu, türlü türlü âvazların,terennümlerin kalplere "hüzünleri ve Rabbanî aşkları intibâ’ ettirerekkalpleri, ruhları "nuranî âlemlere" götüreceğini söyler. Bunun tersiolduğunda, yani kulak küfürle tıkandığında "o leziz, manevî, yükseksavtlardan" mahrum kalır insan. İşte Woolf da bu "sesler"denmahrum kalmıştır. O lezzetleri "îrâs eden âvazlar, matem seslerineinkılâp" etmiştir. "Kalpte o ulvî hüzünler yerine, ahbabın fıkdanıylaebedî yetimlikler, mâlikin ademiyle nihayetsiz vahşetsiz ve sonsuzgurbetler" hâsıl olmuştur. İşte Müslüman sanatçının kâinata bakışı, nazarıve niyeti. Kâinata böyle bakan, onu böyle dinleyen insan için"çirkin" nedir? İnsan ancak Marifetullah ve Muhabbetullahtaki zevkeulaşarak "dünyanın vahşeti mutlakasından ve insanın kâinattaki gurbetimutlakasından" (Mektûbât) kurtulabilir. 29.Mektup’ta geçen bu ifadedeki"gurbeti mutlaka" ibaresine dikkat çekmek istiyorum.

    Gözün nuru da iman nuruyla ışıklanırsave kavîleşirse bütün kâinat "gül ve reyhanlar ile müzeyyen bircennet" (İşârâtü’l İ’caz) şeklinde görünür. "Gözün göz bebeği de balarısı gibi, bütün kâinat safhalarında menkuş gül ve çiçek gibi delillerinden,bürhanlarından alacağı ibret, fikret, ünsiyet gibi usâre ve şiralarındanvicdanda o tatlı imanlı balları yapar. Burada geçen "ibret, fikret,ünsiyet” kavramları Müslüman sanatçının dünyaya bakışına ve onu yansıtmasınabir ufuk da getirmektedir sanırım. İmanın öyle bir derecesi vardır ki, insan oimanla "bütün kâinatı bir Kur’an gibi okuyabilecek" (Sikke-i TasdikiGaybî) dereceye gelir. Oysa göz küfür karanlığıyla kör olursa bu koca dünya bir"hapishane şekline" (İşârâtü’l İ’caz) girer, "bütün hakaik-ıkevniyye nazarından gizlenir, kâinat ondan tevahhuş eder", kalbi hüzün vekederle dolar.

    Ebede müştak olan, daima birşeyler arayan, insan "başkentler başkenti"ne mi yöneliyordu farkındaolmaksızın veya ayrımına vararak? Fıtratındaki sonsuzluk meyline cevap mıarıyordu? Necip Fazıl "Biricik meselem sonsuza varmak" derken buhasrete, bu coşkuya mı işaret ediyordu? Cahit Sıtkı "Gün eksilmesinpenceremden" derken bunun için mi "her mihnet"i kabul ediyordu?Bediüzzaman "Kim kendi uyanık vicdanını dinlese ‘ebed, ebed’ sesiniişitecektir" yargısıyla buna mı işaret ediyordu?

    "Mutlak hayırdan hayır,Cemil-i Mutlaktan güzellik" gelir(Sözler) diyen Bediüzzaman, Allah’tanabes bir şey gelmeyeceğini belirtir. Her şey ya "hakikaten" güzeldir,ya bizzat güzeldir veya sonuçları açısından güzeldir.

    Risale-i Nur’da "O, herşeyi en güzel şekilde yarattı."(Secde, 7) ayetinin tefsiri yapılırken"Bir kısım hadiseler var ki zahirî çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirîperde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var."(Sözler, 18.Söz) denilmiştir. Bu ifadeler Müslüman sanatçı için önemli ölçülergetirmektedir. Hayatta zahiren çirkin olan olaylar, durumlar edebî esereyüzeysel anlamıyla aktarılmamalıdır. Nokta-i nazar daima ahiret olmalıdır. Aksihalde sanat eseri yetimane hüzün verme tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır.

    Şu sözlere de kulak verelim:"Her muhibbi dine ve aşıkı hakikate lazımdır ki: Her şeyin kıymetinekanaat etmek ve mücazefe ve tecavüz etmemektir. Zira mücazefe kudreteiftiradır." (Muhakemât) Bahsin devamında yaradılıştaki kemal ve güzelliğekanaatsizliğin ve bunları istihfaf etmenin İmamı Gazzali’ye "Daire-iimkânda daha ahsen yoktur." sözünün söylettiğine işaret edilmektedir. İştedünyadaki çirkinlik ve intizamsızlıklar, dünya bahçesinin güzelliğine, düzenine"bir süs" olmak üzere Allah tarafından "kasten"yapılmıştır. Bunu da "pek yüksek, geniş, şairane bir hayal ile dünyanın obahçe manzarasını nazar altına alabilen adam görebilir." 24. Mektup’tainsanın hiçbir zaman şikâyete hakkı olmadığını harika bir tarzda izah edenBediüzzaman, Hastalar Risalesi olan 25.Lem’a’nın bir devasında da şunlarısöyler: "Sen açlıkla O’nun Rezzak ismini tanıdığın gibi, Şâfî ismini dehastalığınla bil. Elemler, musibetler, bir kısım esmasının ahkâmınıgösterdikleri için, onlarda, hikmetten lem’alar ve rahmetten şualar ve o şuaâtiçinde çok güzellikler bulunuyor. Eğer perde açılsa, tevahhuş ve nefret ettiğinhastalık perdesi arkasında sevimli, güzel manaları bulursun."

    Şimdi edebî eserleri, genelanlamda tüm sanat eserlerini, yetimane feryatlarla dolduran, kaderi tenkiteden, insanı dünyanın ortasına fırlatılmış bir yaratık, başıboş bir mahlukolarak betimleyen sanatçıları düşünüyorum. Balıkçılar’daki babanın uzakta biryeri gösterip gülmesini, yüzündeki muzlim, boğuk şikayetleri, intiharıkutsayanları… Bir takım Müslüman sanatçıların eserlerinde de bu durumarastlamaktayız. Bediüzzaman bir yerde "fena ve fani" bir adamın"güzel ve bâkî" (16.Mektup) sözünden bahsederken bir ölçü de vermişolmaktadır Öyleyse Müslüman sanatçıların Müslüman olmayan eserleri olabildiğigibi, İslam çizgisi dışarısındaki sanatçıların da evrensel boyutlarıyakalayabilmiş, insanî olana ulaşabilmiş, Müslüman’ca eserleri vardır. Demek kimihenge iyi vurmak, yazılan yazıları, sanat eserlerini altındaki imzalara göredeğil de, temel ilkelere göre irdelemek gerekmektedir.

    Yine 17. Mektup’ta teessürlerinve ümitsizlikle yoğrulmuş teellümlerin önüne geçmek, bunların yıkıcıetkilerinden kurtulmak için üç gerekçe gösterilir: Dünyanın ebedî olmaması,insanın dünyada sonsuza dek kalmaması ve ayrılığın sonsuz olmaması. 10. Söz’dede güz mevsiminde bahar ve yaz âleminin güzel mahlukatının tahribatının"idam" değil, vazifelerinden "terhis" olduğu kaydedilir.Hem de yeni vazifedar memurlara böylece yer hazırlanmaktadır. Oysa MehmetRauf’un Eylül’ünde şu ifadeleri hatırlıyorduk: "Evet, her şey çürüyor, herşey… İnsanlar çürümeyecekler mi? Eylülde sanki bahara hasret çeken üzgün birtazelik, sanki üzerine çöken kışın, kendini mahvetmek isteyen sonbahara rağmendevam etmek, yine bahar olmak mücadelesi vardır: fakat bunun muhtaç olduğuşeylerden mahrumdur ve kendisinde de dayanma gücü kalmamıştır, tabiat da bunuanlamış gibi acı bir düşünceyle üstüne çöken ıssızlığın, matemin altındaezilerek durur. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, ne kadar dayanabilirse dayansınkışın gâlip geleceği, artık şeyin, her ümidin bittiğini, buna tahammül lâzımgeldiğini anlamaktan doğan bir takatsizlik ile ağlar. Ne renk, ne de güzelkoku. İşte yapraklar ölüyor. Rüzgâr insafsız, yağmur inatçı, her şey çürüyor,oh! Her şey çürüyor…" İşte yetimâne idam sahneleri.

    25. Lem’a’da "Güzelinayinesi güzeldir. Güzelin mehasinlerini gösteren ayine güzelleşir. O ayineninbaşına o güzelden ne gelse güzel olduğu gibi, hayatın başına dahi ne gelsehakikat noktasında güzeldir." diyen Bediüzzaman, Müslüman sanatçınıneserini ortaya koyarken dikkat etmesi gereken temel ilkelerden bazılarını daifade etmektedir. Bu bağlamda Zweig’in, London’un, Hemingway’in intiharlarınınasıl değerlendirmemiz lazım geldiğini de anlıyoruz.

    Sanatın kaynağı

    Sait Faik Abasıyanık, HaritadaBir Nokta adlı öyküsünde haksızlığa uğrayan bir adamdan söz eder. Bu mazlumadamın başına gelenleri hikaye eden yazar, öykünün sonunu şöyle bağlar:"Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da birhırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümübekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalemkağıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçükdeğnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum.Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım." Kuşkusuz hersanat eseri, bir haksızlığı söz konusu etmez, bir zulümden etkilenerek kalemealınmaz; ama yukarıdaki metin sanat eserinin kaynağı konusunda bize az çok birfikir vermektedir. "Hüsün, elbette bir aşık ister." (15.Söz) diyenBediüzzaman, bu sözüyle bence eser ve okuyucu (dinleyici, izleyici) bağlamınada dikkat çekmektedir.

    Asâ-yı Musa’da geçen şuifadeler, güzel sanatların insan fıtratının doğal bir meyvesi olduğuna işaretetmektedir: "Her insan, kıymetli bir sözünü ve fiilini bakileştirmek içiniştiyakla kitabet ve şiir, hatta sinema ile hıfzına çalışır. Hususan ofiillerin Cennette baki meyveleri bulunsa, daha ziyade merak eder. Sanatıntemelinde "kıymetli bir sözü ve fili bakîleştirmek" düşüncesi/eğilimivardır. Sait Faik, nasıl bir zulmü belgelemek, bir anlamda ona karşı koymakiçin öyküsünü yazmışsa, diğer bir sanatçı da bir şehir yalnızlığını, birşefkatin derinliğine, kimsesizliğin duyarlılığını, bir sevginin şiiriniyazmıştır. Pek çok konu da yoğun bir biçimde iç içe örülebilir. Metindezikredilen "şiir, kitabet, sinema" kelimeleri sanırım bütün güzelsanatları kapsayan kelimelerdir.

    Sanat eserinde kıymetli bir sözve fiil kayda geçirilir, tutanaklara yazılır. "Kıymetli bir söz vefiil" ifadesi, çok zengin bir muhtevaya sahiptir. Bu muhteva "insanıAllah’tan koparmayan" bir özellik gösterir göstermelidir. Ancak bumuhtevayı menkıbe ve kıssa olarak düşünmemeliyiz yalnızca. Her şeye ahiretnoktasından bakan Bediüzzaman, ikinci cümlede o fillerin "cennetteki bakimeyveleri"nden söz etmektedir. Cümlenin başındaki "hususan"kelimesi kuşkusuz rastgele kullanılmış bir kelime değildir. Hayatın zorlukları,musibetleri, tehlikeleri, endişeleri, hüzünleri cennette baki meyveler verecekmidir? Cennetteki baki meyveleri netice veren fiilleri hayatın her anınayaymak, onları korumak, tutanaklara geçirmek kolay mıdır?

    11. Söz’de geçen "Hercemal ve kemal sahibi, kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesisırrınca" ifadeleri de bize sanatçının ruh halini anlatması itibariylekayda değer.

    İnsandaki sanat eğilimininkökenini fıtrî açıdan anlatır Bediüzzaman: "Hüner sahibi her sanatkâr,sanatını teşhir etmekle ve sanatının tasavvur ettiği tarzda işlemesiyle veistediği neticeleri vermesiyle iftihar eder." (30.Lema) Yine 30.Lema’dakişu ifadeler sanatın kaynağı açısından bize bir fikir vermektedir:"Malumdur ki, her bir cemal sahibi, kendi hünerini teşhir ve ilan etmeklenazar-ı dikkati celb etmek ister ve sever. Ve hüneri gizli kalmış bir güzelhakikat ve güzel bir mana, meydana çıkmak ve müşterileri bulmak ister ve sever."Bu esaslı kaideler "her şeyde" derecesine göre hükmünüsürdürdüğünden ele aldığımız sanat konusunda da elbette geçerlidir.

    Yukarıdaki ifadelerde geçen "iftihar"kelimesi üzerinde iyice durulmalıdır. "Kader, nefsi gururdan,kurtarır." diyen Bediüzzaman, "iftihar" kelimesiyle bir içyaşantıya, iç zenginliğe, ruhun sesine, insandaki sonsuzluk duygusununtelezzüzüne, hünerini göstermek iştiyakına işaret etmektedir. Burada üçaşamanın nazara verildiğine de dikkat etmeliyiz: Sanatı teşhir etmek, sanatınsanatçının istediği sonuçların alınması. Ayrıca "nazar-ı dikkati celbetmek" ve "müşterileri bulmak" isteği, herkesin sanatduyarlılığına sahip olmadığını, ancak bir "acının bir acıylagörüştüğünü", şiiri seçen "cins kulakların" birbirleriniduyabildiğini mustariplerin birbirlerini bulduğunu belirtir. Ahmet Haşim,"yanmakta bu sâgârdan içenler" derken sanki böyle bir mânâ âlemine işaretediyordu. Fuzulî "bu alev"den içmiş, Mecnun "bu iksir" iledüşmüştü.

    Herkes kendi hünerini, güzelbulduğu duygu veya düşüncesini ebedîleştirmek istediği halde, niçin herkes birsanatçı, bir öykücü, bir şair değildi? İsmet Özel, haksızlık karşısındasusmakla bir güzellik karşısında duyarsız kalmayı aynı bağlamda düşünmüyormuydu? Tüm insanlar sürekli olarak güzelliklere ve haksızlıklara tanık olduğunagöre, herkesin bu konulardaki duygulanıp, bunları ifade etmesi gerekmiyormuydu? Ne ki durum böyle değildi. Herkes sanatçı olmuyordu. Sanatçı içindevolkanlar taşıyacak, "içindeki binlerce mahşeri bir senteze dönüştürecek,paramparça bir kalp taşıyacak, ümmetin ve insanlığın ıstırabını çekecek,insanlara umut taşıyacak, bunları "güzel" bir biçimde ifadeedecektir. Demek ki sanatçı duygulanma açısından ifrat bir noktada olaninsandır. Hasan el-Emrani’nin belirttiği gibi "edebiyat, Rabbanîhakikatlerin tecelli edebilmesi için, eşyanın zahirî görüntüsünün ötelerinigösteren acip bir ayna mesabesindedir." Bunu tüm güzel sanatlara teşmiletmek mümkündür. Sanatçı "hevaî, hevâperestane, vâhî hevesperverâneelfaz"dan (25.Söz) kaçınarak ötelerin aynası olmaya çalışmalıdır.

    Edebî türler ve diğerleri

    Kelâmın yüksek (etkili) vegüzel olması yönünden dört asıl unsuru ele alır Bediüzzaman: Mütekellim, muhatap,maksat, makam. (25.Söz) Ediplerin yanlış olarak yalnızca makam’ı göstererek,sadece söz’ü nazara verdiklerini, oysa sözde "Kim söylemiş? Kime söylemiş?Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?" hususlarının göz önünde tutulmasıgerektiğini söyler. Sanatçı "bal arısının ve hayvanatın ilhamatından tut,ta avamı nasın ve havassı beşeriyenin ilhamatına kadar ve âvâmı melâikeninilhamatından ta havassı kerrûbiyyûnun ilhamatına kadar bütün ilhamat, bir nevikelimatı Rabbaniyedir." hakikatinin bilincinde olacak, ancak Kur’an’layarışmaya kalkışmayacaktır. 3. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu’na"Risale-i Nur’un Poetik Özelliği" adlı tebliğiyle katılan MuhsinKalkışım, şiirle ilgili beş ilkeyi şöyle belirlemiştir: "1. Şiir,Kur’an’ın yerini almamalıdır. 2. Şiirin mahiyeti, harici aleme ayna olmak,tabiata benzemek ve onu taklit etmektir. 3. Şiir, ‘mücerred güzellik’iyansıtmalıdır. 4. Şiirde hayal, daima hakikate bağlı olmalıdır. 5. Şiirde esasolan vezin ve kafiye değil, iç ahenktir."

    Muhakemat’ta "Hilkati alemdemaksudu bizzat ve galibi mutlak, yalnız hüsün ve hayır ve hak vekemaldir." ifadeleriyle Müslüman sanatçının bâtılı tasvir, yetimane hüzün,ümitsizlik gibi konularda nasıl bir yola ve anlatım biçimine başvuracağıkonusunda genel ölçütler verilmektedir. Yine Muhakemât’ta sanatçının tabiataöğrencilik etmesi gerektiğini şöyle ifade etmektedir Bediüzzaman: "Hem desanatı hayaliyesiyle tabiata şakirtlik etmek gerektir. Tâ tabiatın kavaninionun sanatında in’ikas edebilsin." Demek ki bir sanat esereni tabiattakiahenk, düzen, yerli yerindelik, letafet yansıyabilmeli, tabiatın muhteşemnizamı orada in’ikas edebilmelidir. Özü bulamayanın kabukla meşgul olduğunu,hakikati tanımayanın hayallere saptığını, mübalağanın temelinde de yaradılışıngüzelliğini, azametini, yüceliğini görememenin yattığını söyler. Sanat eserindeaşırılıklardan kaçınılmalı, hayalperest olunmamalıdır. İfrat ve tefritin çareside dört şeydir: Felsefe-i şeriat, belâgat, mantık, hikmet. (Muhakemât)

    Belâgatın temelinde ise istiareve mecaz vardır. "Esâlîb-i Arap’ta tecelli eden hüccetullahın miftahı,yalnız istiare ve mecaz üzerine müesses ve asli i’caz olan belâgattir."(Muhakemât) İslamiyet’in esasının sıdk, küfrün esasının kizb olduğunubelirterek (İşârâtü’l İ’caz) Müslüman sanatçıya bir ölçü daha vermektedirBediüzzaman.

    Risale-i Nur’un birçok yerindeşiire, şaire ve şairliğe değinilmiştir. Mektûbât’tan bir metin alıntıyalım:"Sonra senin yazdığın ‘Bak kitab-ı kâinatın safha-i renginine…’ ila ahirolan rengin ve zengin şiir hatırıma geldi. O şiir ile semanın yüzündekiyıldızlara baktım. ‘Keşke şair olsaydım, bunu tekmil etseydim’ dedim." (4.Mektup)

    Bu metindeki "rengin vezengin" sıfatları, Bediüzzaman’ın şiir düşüncesini yansıtan iki kelimeolması hasebiyle dikkat çekmektedir. Bu iki sıfatla, şiirde ahenge, iç ritme,içerik zenginliğine önem verdiğini belirtmiş olmaktadır Üstad. Onun semanınyüzündeki yıldızlara "o şiir ile bakması" da manidardır. Buradaşiirin mahiyeti, telkin gücü ve hikmeti ifade etmesi düşünülmelidir. Yıldızlaraşiirle bakması, Bediüzzaman’ın şiire değer verdiğinin de kesin birgöstergesidir. "Şiirde söz cümlesindedir. İyisi iyi bir söz gibi güzel,kötüsü de kötü bir söz gibi çirkindir."(Kütüb-ü Sitte, 8.cilt, 182) gibihadisleri de hatırlıyor, bazı şiirlerin iyi ve hikmetli, bazı şiirlerin de kötüolduğuna hükmediyoruz. Şair olmak arzusu hisseden Bediüzzaman, yukarıdakimetnin sonraki cümlelerinde şiire ve nazma istidadının olmadığınıbelirtmektedir.

    Hz. Peygamber bir şairdeğildir. Vahiyle şiir karşılaştırılamaz, şiir vahyin yerini alamaz, onunlayarışamaz, Vahiy Allah kelâmıdır, şiir beşer sözüdür. "Biz peygambere şiiröğretmedik: bu, ona yaraşmaz da" (Yasin, 69) ayeti bu hakikate işaretetmektedir. "Kur’an-ı Hakîm, nihayetsiz parlak, yüksek hakikatleri câmiolduğundan şiirin hayalâtından müstağnidir." (13.Söz) diyen Bediüzzaman,ayetlerle şiirin farkını vurgulamakta, ayetle şiirin mukayese edilemeyeceğinivurgulamaktadır. Yine 13. Söz’de aynı konuyla ilgili olarak şunları söyler."Şiirin şe’ni, küçük ve sönük hakikatleri, büyük ve parlak hayallerlesüslendirip beğendirmek ister. Halbuki Kur’an’ın hakikatleri o kadar büyük,âlî, parlak ve revnaktardır ki, en büyük ve parlak hayal o hakikatlere nispetedilirse küçük ve sönük kalır."

    Evet, şiir dahil hiçbir beşerkelamı ayetlere nispet edilemez. "Sair kelâmların Kur’an’ın âyâtınanispeti, şişelerdeki görünen yıldızların küçücük akisleriyle yıldızların aynınanispeti gibidir. Evet, her biri birer hakikati sâbiteyi tasvir eden, gösterenKur’an’ın kelimatı nerede; beşerin, fikri ve duygularının ayineciklerinde,kelimatıyla tersîm ettikleri manalar nerede?" (25.Söz) Kur’an’ınkelimeleri, melekler gibi canlı kelimelerdir.

    Sözler’deki Lemeat’ın başındanazım ve kafiyeyi bilmediğini söyleyen Bediüzzaman, Lemeat’ta "en âlîhakikatlere en müşevveş bir libas" giydirdiğini, daha iyisini bilmediği veyalnız manayı düşündüğü için bu eserin böyle ortaya çıktığını ayrıca böyle birbiçimi ihtiyar ederek "cesedi libasa göre yontmakla rendeleyen"şairleri böylelikle eleştirdiğini belirtir. Burada cesedi libasa göre yontan,yani biçimsel öğelere kendilerini kaptırarak, anlamı ikinci plana iten şairlertenkit edilmektedir. Demek ki şiirde anlam ön plandadır.

    Sonraki "İfade-iMeram" bölümünde sahabelerin savaşlarına dair bir destanın hoşuna gittiğini,kendisinin de onun tarzı nazmını benimsediğini, böylece Lemeat’ta "nazmabenzer bir nesir" ortaya çıktığını söyleyen Bediüzzaman, vezin içinkesinlikle "tekellüf" yapmadığını vurgular. "kafiyede tevakkufedilmesin. Külâh püskülsüz olur; vezin de kafiyesiz olur; nazım da kaidesizolur." diyerek modern dönemin insanına en uygun düşen şiirin deözelliklerini ortaya koyar. Lafız ve nazmın sanatça cazibedar olması halindenazarları kendisiyle meşgul edeceğini de bu düşüncelerinin gerekçesi olarak söylerBediüzzaman. Bu yüzden "Nazarı manadan çevirmemek için perişan olması dahaiyidir." (Sözler)

    Zeval ile acılanan kavuşmalarınkeder ve meraka değmediğini, lezzetin zeval bulmasının elem olduğunu, hattabunu tasavvur etmenin bile insana üzüntü verdiğini belirten Bediüzzaman bazışiir kitaplarını ve şiirleri bu açıdan da eleştirir: "Bütün mecazîaşıkların divanları, yani aşknameleri olan manzum kitapları, şu tasavvuruzevalden gelen elemden birer feryattır. Her birinin bütün divanı eş’arınınruhunu eğer sıksan, elemkârâne birer feryat damlar." (17.Söz)

    Bediüzzaman şiirin kıymetli veşirin bir ifade vasıtası olduğuna inanır. Onu bir ‘nimet’ olarak telâkki eder.Nazmı sevdiği halde bu nimet’in kendisine verilmediğini, şiirin kendisineverilmemesinin büyük bir ihsan olduğunu sonradan anladığını söyler. "Şiirise, çendan kıymettar, şirin bir vasıta-ı ifadedir. Fakat şiirde hayalhükmettiği için hakikate karışır, hakikatlerin suretini değiştirir. Bazenhakikat birbirine geçer. Halis, hak ve mahzı hakikat olan Kur’an-ı Hakim’inhizmetinde istikbalde bulunacağımız mukadder olduğundan kader-i İlahî birinayet olarak bize şiir kapısını açmadı." (Barla Lahikası) ifadelerindede, Risale-i Nur’un bir Kur’an tefsiri olması yönünden şiir konusudeğerlendirilmektedir. "Biz Peygamber’e şiir öğretmedik." ayetininsırrının da buna baktığını söylerken (Barla Lahikası) bu hakikate işaretetmektedir. Yoksa edebî bir tür olarak şiire karşı değildir. Aksine şiiri şirinbir anlatım vasıtası olarak görmektedir. Aynı konuya Mesnevi-i Nuriye’de dedeğinen Bediüzzaman "Ayetlerin bahsettikleri hakikatler, şiirlerinbahsettikleri hayalattan pek vâsi ve pek yüksektir." der.

    Risale-i Nur’da şiire dair bazısözler Üstad’ın şiir düşüncesini anlamamızda bize bir fikir vermektedir.Meselâ: "Bu şiiri güzel gösteren, içindeki hayalin hakikate bir derecemüşabehetidir."(Muhakemât) "Bu hakikate işaret eden şu hakikatlişiire bak." (Mektubât) gibi ifadeler, şiirde hakikatin öneminivurgulamaktadır.

    Muhakemât’ta retorikkonularının ele alındığı Unsuru’l Belâgat bölümü vardır. Burada üsluptan şiire,kafiyeden soyut güzelliğe kadar pek çok hususta fikir serdedilmiştir.Bediüzzaman’a göre lafızperestlik, suretperestlik, üslubperestlik,teşbihperestlik, hayalperestlik, kafiyeperestlik bir hastalıktır. Bunların ileridemânâyı kendine feda edecek derecede bir maraz olacağına inanmaktadır Üstad. Birzarafet nüktesi için, kafiyenin hatırı için birçok edebiyatçı edepsizliketmektedir. Söz, süslü olmalıdır, ancak anlam korunmalıdır. Mânânın suretinehaşmet verilmelidir, fakat meâlin izni alınmalıdır. Üslup parlak olmalıdır, amamaksadın istidadı müsait olmalıdır. Teşbihe revnak verilmelidir, ancak matlubunmünasebetiyle uyumlu olmalı, amacın rızası tahsil edilmelidir. Hayale cevelanve şaşaa verilmeli, fakat hakikati incitmemek, ona ağır gelmemek, hakikatemisal olmak ve hakikatten yardım dilemek şartıyla.

    Retoriğin hayat düğümünü, başkabir deyişle beyanın felsefesini veyahut şiirin hikmetini, dış âleminyasalarının ve ölçülerinin temessülünde (benzeşme) arayan Bediüzzaman,dışarıdaki hakikatlerin "şairane olan maneviyât ve ahvalde"yerleştirilmesi gerektiğini söyler.(Muhakemât) Ve aynadan söz eder. Hilkatin vetabiatın öğrencisi olan sanatçı, kendi sanatında hariçten "in’ikas edenhakikatin şualarını temessül eder."(Muhakemât) Bu aynanın mutlakahakikatin derûnuna bağlı kalması ve bizi sonsuz olana, eşyanın ötesindekigerçeğe ulaştırması gerekir, Ancak aynadaki güneşle hakiki güneşin mahiyetleribilinmezse, insan aynadaki güneşte boğulabilir. Aynanın ölmesiyle güneşinölmediğini, aynanın kırılmasıyla güneşin yok olmadığını anlayabilen insan,bütün sevgisini gökteki güneşe çevirir. İnsanın kalbi, hüviyeti ve mahiyeti debirer aynadır. İnsandaki sonsuzluk sevgisi ve arzusu da Allah’a yönelmekiçindir. Öyleyse şair de böyle bir bağın kurulmasına çalışmalıdır. Şair, Şuarasûresinin sonunda sözü edilen "her vadide hayran ve şaşkın dolaşan"şairlerden olmamak için hayalperestlikten kaçınmalı, "doğru ve yanlış, iyive kötü her konuya dalarak, her vadide yürüyerek, ifadelerini hayret ve aşklabürüyerek"(Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 5.cilt) etkiliolmaya çalışmamalı, "yapmayacağı" şeyleri söylememelidir. Yani"her bir hayalde bir dane-i hakikat bulunması şarttır."(Muhakemât)Şuara Sûresinin sonunda "iman edip iyi ameller işleyenler, Allah’ı çokzikredenler ve kendilerine zulmedildikten sonra öclerini alanlar"biçiminde nitelendirilen şairler, öncekilerden bu vasıflarıyla ayırtedilmektedirler. Bediüzzaman şairlerin "hayalen yaptıkları hayret vemuhabbet secdeleri"nin dalâlet olduğuna işaret ederek bunun tehlikesinibelirtmektedir.

    Şiirin ve genel anlamda sanatınamacı, soyut güzelliktir. Her güzelliğin kaynağı hüsnü mücerrettir. Hüsnümücerret ise "mezâyâ ve letâif denilen belagat çiçeklerininbostanıdır."(Muhakemât) Çiçeklerin bostanı, yaradılış cennetlerinin nazlıvarlıkları olan, çiçeklere perestiş eden ve "şair denilenbülbüllerin" nağmeleridir. Bülbüllerin nağmelerine ruhanî ahenk veren şeyde, mananın nazmıdır. Mananın nazmını esas alan Bediüzzaman, "safiyeyikafiyeye feda" eden bir şiir anlayışının karşısındadır.

    Risale-i Nur’da şiir dışındakiedebî türlere dair çeşitli düşünceler de yer almış, bunlar eleştirel bir tarzdagenel manada ele alınmıştır. Bediüzzaman’ın karşısına dikildiği, tenkit ettiğiedebiyat "Avrupa’dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat"tır. (Sözler,Lemeat) Benim bu ifadeden anladığım mana, hem Avrupa edebiyatı, hem de isterAmerika’da, İster Japonya’da, isterse Türkiye’de olsun, Avrupa’dan "tereşşuhetmiş" edebiyattır. Kuşkusuz, Bediüzzaman genel bir çerçeve çizmiş, budairenin içerisine küfrün, dalâletin, maddeci felsefenin "karanlıklı"dünyasını alarak isabetli tahliller yapmıştır. Doğuda ve Batıda bu çercevenindışına taşan, arayan, bulmaya çalışan sanatçılar da vardır. Tarkovsky’nin,Goethe’nin, Krusowa’nın, Rijke’nin vb. kimi eserlerini bu çerçevenin dışındadüşünebiliriz.

    Bediüzzaman’ın eleştirdiği"Avrupa’dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat", "romanvârî"bir nazara sahiptir. Bu romanvârî nazarlar Kur’an’ın yüce güzelliklerini onunhaşmetinin neziyetlerini göremez ve tadamaz. Buradaki "romanvârînazar" ibaresi üzerinde durulmalıdır. "Tanrı’yı öldüren", vahyitanımayan, hiçlik karanlıklarında boğulan, kutsalı reddeden, ölümün haksızlıkolduğuna inanan, her şeyi ve yaşamayı saçma bulan, varlığın başıboş olduğunakanaat getiren bir nazardır bu.

    Edebiyatta üç cevelan meydanıolduğunu vurgulayan Bediüzzaman bunları "aşkla hüsün", "hamasetve şehamet" ve "tasvir-i hakikat" olarak açıklar. Fakat "yabaniedeb", hamaset noktasında hakperestlik yapmaz, hatta zalim kimseleringaddarlıklarını alkışlayarak kuvvetperestlik duygusu aşılar.

    Güzellik ve aşk noktasında isebu edebiyat, hakiki aşkı bilmez ve şehvetli bir zevki nefislere zerk eder.

    Gerçeği betimlemek isterken dekâinata Allah’ın sanatı olarak bakmaz bu edebiyat; tabiatı tasvirle yetinir. Buyüzden salt tabiat aşkını telkin eder, kalpte maddeperestlik duygusunuyerleştirir ve kendisini bundan kolayca kurtaramaz.

    Dalâletin insanda oluşturduğuruh ıstıraplarına bu edepsizlenmiş edeb (müsekkin, hem münevvim) hakiki faydavermez. Bediüzzaman, sinema ve tiyatroyu da roman kategorisine sokar söylemiitibariyle: "Tek bir ilacı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitap gibi birhayyı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat! Meyyit hayat veremez. Hemtiyatro gibi tenâsühvârî, mazi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevîromanlarıyla hiç de utanmaz." Burada roman, sinema ve tiyatronun"ilaç" olarak sunulması ve batı âleminde (ve kısmen bizde) bilinçliveya bilinçsiz bu şekilde algılanması sorununa parmak basan Bediüzzaman,sanırım hikmetsiz bir sanatın karşısına çıkmanın yanı sıra sanatın dinin yerinialma çabasına da bir eleştiri getirmektedir. Oysa Sezai Karakoç’un deyişiyle"Din dindir; sanat sanattır; ikisinin ilişkisi olsa da."(EdebiyatYazıları I) Adı geçen sanatları ibadetin yerine ikame etmek mümkün müdür? İmanve ibadet olmayınca, bunların yerine insanı eğlendirecek, meşgul edecek,teellümlerden kurtaracak bir şeyler gerekmiştir ve bu "ilaç"bulunmuştur. Oysa "Tanrı’dan izin alması gereklidir sanatçının. Bu daalçakgönüllülükle olur. Tanrı’ya teslim olmayan, eşyayı teslim alamaz."(S.Karakoç, Edebiyat Yazıları I) Sanatını böyle veren sanatçının yanı sıra, okurveya seyirci de böyle bir atmosferde okumaya/izlemeye koyulmalıdır.

    Bu edebiyat beşerin ağzına"yalancı bir dil" koymuş, insanın yüzüne "fasık bir göz"takmış, dünyaya "âşüfte fistanı" giydirmiştir. Şayet güneşi gösterseonu "sarı saçlı güzel bir aktrisi" hatırlatarak tasvir eder. Böylebir anlayışın amacı, sefahetin kötü, zararlı olduğunu göstermek, bununinsanlara yakışmadığını telkin etmektir. Ne ki sefahet öyle anlatılır ki"ağız suyu akıtır, akıl hâkil kalamaz."

    Cemil Meriç Sosyoloji Notlarıve Konferanslar’da Fransız edebiyatından söz ederken şöyle bir değini yapar:"Manon Lescaut, bir aşk hikâyesidir. Tabiî bütün bunları yaparken yazarlaraynı vesileye sığınmaktadırlar. Rezillikleri, iğrençlikleri, zaafları neşretmeksuretiyle insanlığı bunlardan iğrendirmek ve böylece ahlâka sevk etmek. 18. asrınsonuna kadar Fransız hikâyesi aşağı yukarı bu düzeyde." Cemil Meriç’invurgu yaptığı hususun sonraki yüzyıllarda hem Batı edebiyatında, hem de Türkedebiyatında yaygın olduğunu söyleyebiliriz. Yazarlarının niyetinibilemeyebiliriz ama, Peyami Safa’nın Sözde Kızlar’ında, Matmazel Noraliya’nınKoltuğu’nda, Castillo’nun Karar Gecesi’nde, Ömer Seyfeddin’in pek çok öyküsündevb. böyle tasvirlere rastlıyoruz. Oysa Bediüzzaman’ın Lemeat’ın bir başkayerinde belirttiği gibi, batıl şeyleri güzel tasvir etmek, safi zihinleriyaralamakta, bozmaktadır. Çünkü batılın anlatılması "iştihayıkabartmakta", "hevesi tehyîc" etmektedir.

    "Avrupazâde edeb"insana ahbapsızlıktan, sahipsizlikten kaynaklanan gamlı bir hüzün vermekte,kâinatı bir vahşet yeri olarak sunmaktadır nazarımıza. Mahzun bir kimseyiyabancılar içinde sahipsiz olarak gösterir. Hem mahzundan yana bir tavırsergiler, hem de tüm ümit kapılarını kapatır. Böylece ilhada kadar gider. Bu"yabanî edeb"in verdiği şevkle nefis, heyecana düşer, heves yayılır.Böyle bir edebiyat ruha ferah veremez.

    Kur’an’daki edeb ise hevayıkarıştırmaz, insanı aldatmaz. Bu edeb insana "hakperestlik hissi, hüsn-ümücerred aşkı, cemalperestlik zevki, hakikatperestlik şevki" (Lemeat)verir. Yani Müslüman sanatçı, sefahet sahneleri sergileyip iştihayı kabartmak,ten hazlarını tehyic etmek yerine hakperestlik duygusu aşılar. Soyut güzelliği,cemâlperestlik zevkini telkin eder. Kâinattaki görkemli güzelliğe Yaratıcıhesabına bakar. Hakikate doğru çeker. Haksızlık karşısında susmamayı, tepkigöstermeyi aşılar, uyarır. Kâinata "tabiat cihetinde" bakmaz.

    Sanem ve sûret konusunda daRisale-i Nur’da geçen bahisler, hem resim sanatı, hem de putlaştırılan roman(öykü, tiyatro, sinema) kahramanları hususunda bize ışık tutmaktadır:"Sanemperestliği şiddetle Kur’an men ettiği gibi; sanemperestliğin birnevî taklidi olan sûretperestliği de men eder. Medeniyet ise, sûretleri kendimehasininden sayıp, Kur’an’a muaraza etmek istemiş. Halbuki gölgeli, gölgesizsûretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riya-i mütecessid veya bir heves-imütecessimdir ki; beşeri zulme ve riyaya ve hevaya, hevesi kamçılayıp teşvikeder." (25.Söz) Buradaki "gölgeli sûret" ifadesinden heykel,anıt, hatta resim anlaşılabilir belki. Ama "gölgesiz sûret" nedemektir? Bir takım insanların veya insan duygularının roman, öykü, tiyatro,hatta şiir gibi türlerde putlaştırılması hatırıma geliyor hemen. Söz gelimi dulbir kadının veya bir genç kızın, bedensel isteklerine cevap aramalarındaki"masumluk" Yazar, bu duyguları öylesine anlatır ki, okuyucu neredeysebu "masum" duyguların, bu "insanî" hissiyatın doyumu içinyapılan meşru olmayan davranışlara hak verir. Böylesine "ayartmaya"çalışır okuru yazar. Veya hayattaki zorluklar karşısında intihara karar verenve bu niyetini gerçekleştiren birinin intiharını alkışlar. Böylece heva veheves kamçılanır. Fallaci’nin Bir İnsan’ı, Tolstoy’un Anna Karenina’sı,Flaubert’in Bovary’si vb. böyle anlatılmamış mıdır? Alıntıladığımız metninsonraki cümlelerinde "sağ kadınların küçük cenazeleri hükmünde olansûretlerine hevesperverâne bakmak, derinden derine, hissiyâtı ulviyeyiinsaniyeyi sarsar, tahrip eder." diyen Bediüzzaman, bu tür eserlerintasvir ve telkinlerinin insan ruhunda yıkımlar yaptığını da ihsas ettirmektedirbence. Harama bir nazar kalpteki kaç latifenin ölmesine sebep olmaktadır?

    Bu konuyla irtibatlı olduğunusandığım tiplemelere de değinmek isterim. Risale-i Nur’daki temsilî hikâyelerdeve mukayeselerde yapılan olumlu ve olumsuz nitelemeler bize bir fikirverebilir. Olumsuz nitelemelere birkaç örnek: "İnsafsız ve dikkatsiz veimanı zayıf, felsefesi kavî, hodbin, münekkit adam" (24.Söz);"hodbin, hodgâm, hodendiş, bedbin" (2.Söz); "bedbaht"(3.Söz); "mağrur, nefsi firavunlaşmış, ayyaş" (6.Söz); "ahlâksızve serseri (8.Söz); "akılları bozulmuş, kalpleri sönmüş" (11.Söz);"bîçare, müflis felsefî" (33.Söz); "maddiyat karanlığında, evhamzulümâtında, boğucu şübehât içinde çırpınan gafil" (33. Söz)

    Olumlu nitelemelere de birkaçörnek verelim: "Hudabin, hudaperest ve hakendiş, güzel ahlâklı" (2.Söz);"bahtiyar" (3.Söz); "vazifeperver" (5.Söz); "aklıbaşında olan" (6.Söz); "güzel huylu" (8.Söz); "emin"(10. Söz).

    Batı sanatına ve edebiyatınakarşı eleştirel bir söylem getiren Bediüzzaman, bu edebiyatı Batı uygarlığınınbir parçası, bir sonucu olarak görür. Buraya Sözler’den bir alıntı yapalım:"Hem, nasıl medeniyeti hâzıra, hikmeti Kur’an’ın ilmî ve amelî İ’cazınakarşı mağlup oluyor; öyle de medeniyetin edebiyat ve belağatı da Kur’an’ın edepve belagatına karşı nisbeti, öksüz bir yetimin muzlim bir hüzün ile ümitsizağlayışı; hem süfli bir vaziyette sarhoş bir ayyaşın velvele-i gınasının (şarkıdemektir) nisbeti ile ulvi bir aşığın muvakkat bir iftiraktan müştakane,ümitkârane bir hüzün ile gınâsı (şarkısı); hem, zafer veya harbe ve ulvîfedakârlıklara sevk etmek için teşvikkârane kasâid-i vataniyeye nisbetigibidir. Çünkü edep ve belâgat, tesiri üslûp itibariyle ya hüzün verir, ya neşeverir. Hüzün ise iki kısımdır: Ya fakdü’lahbaptan gelir, yani ahbapsızlıktan,sahipsizlikten gelen karanlıklı bir hüzündür ki, dâlaletâlûd, tabiatperest,gafletpîşe olan medeniyetin edebiyatının verdiği hüzündür. İkinci hüzün,fırakü’lahbaptan gelir. Yani ahbap var; firakında müştakâne bir hüzün verir.İşte şu hüzün, hidayetedâ, nurefşan Kur’an’ın verdiği hüzündür. Amma neşe ise,o da iki kısımdır: Birincisi nefsi hevesata teşvik eder; o da tiyatrocu,sinemacı, romancı medeniyetin edebiyatının şe’nidir. İkinci neşe nefsi susturupruhu, kalbi, aklı, sırrı, maaliyata, vatanı aslilerine, makarr-ı ebedilerine,ahbab-ı uhrevîlerine yetişmek için lâtif ve edebli mâsumâne bir teşviktir ki; oda Cennet ve saadet-i ebediyeye ve rü’yet-i Cemalullaha beşeri sevk eden veşevke getiren Kur’an-ı Mu’cizü’l Beyan’ın verdiği neşedir.” (25. Söz)

    Çok kuşatıcı bir düşünselderinlikle böyle bir tahlil ve karşılaştırma yapan Bediüzzaman, genel anlamdaBatı medeniyetini "tiyatrocu, sinemacı, romancı medeniyet" diyevasıflandırmaktadır. Kanaatimce Üstad burada adı geçen sanat türlerine cephealmamakta, bu tür eserler vererek çevreye "yetimane hüzün" saçan,"tabiatperest" bir anlayışı telkin eden, insanı"gafletpîşe" uçurumlara atan, nefsi "hevesat"a teşvik edensanatçıları sorgulamaktadır. İman boşluğunu sanatla doldurmaya çalışan böylebir anlayışın karşısına, İlahî ilkelerle çıkarak beşeri asıl vatana, uhrevîdostlara, rü’yet-i Cemalullaha yönlendiren, insana bu konudaki ihtiyacınıhissettiren eserlerin anlamını ve işlevini vurgulamaktadır.

    Cemil Meriç Bu Ülke’sinderomandan söz ederken şunları söyler: "Divan Edebiyatında roman yok. Niçinolsun? Batının ilk romanlarından biri ‘Topal Şeytan’. Kahraman, evlerin damınıaçar, bizi yatak odalarına sokar. Roman, başlangıcından itibaren bir ifşadır.Osmanlının ne yaraları vardır, ne yaralarını teşhir etmek hastalığı. Hikâyelerya bir cengâveri ebedileştirir, ya ‘hisse alınacak bir kıssa’dır."

    Orhan Pamuk’un Sessiz Ev’indekiDr. Selahattin’in çığlıkları, Bediüzzaman’ın "öksüz bir yetimin muzlim birhüzün ile ümitsiz" ağlayışlarını hatırlatıyor bana: "Hiçlik! Hiçlikdenen bir şey var, ve bu zavallı savaş ölüleri, şimdi, bu hiçliğin dipdirikuyusuna düşüp gittiler… Allah ve cennet ve cehennem olmadığına göre, ölümdensonra yalnızca hiçbir şey var: Hiçlik dediğimiz şey var yalnızca. Bomboş birhiçlik! Ölümden sonra hayat yoksa, ölenlerin hayatı bütünüyle geriye hiçbir şeykalmamacasına, ölümle birlikte yok olur gider…. Ölümden sonra, bu kimsesizhiçliğe içinden bir daha çıkamayacağın bir karanlık denizinin dibine iner gibiineceksin: Geri dönüşü olmayan bir sessiz kimsesizlikte boğulacaksın….Hiçliğin acımasız, buz gibi çamurunda yapayalnız yok olup gideceksin…"

    Küfür, insan ruhuna manevî bircehennem hayatı yaşatır böylece: "Evet madem Allah var ve ilmi ihata eder;elbette adem, idam, hiçlik, mahv, fena hakikat noktasında ehli imanındünyasında yoktur. Ve kafirlerin dünyaları ademle, firakla, hiçlikle, fanilikledoludur. Nasıl ki iman ölüm vaktinde insanı idamı ebediden kurtarıyor; öyle deherkesin hususî dünyasını dahi idamdan ve hiçlik karanlıklarındankurtarır."(25.Söz)

    Son söz yerine

    Buraya kadar Risale-i Nureserlerini esas alarak sanatın hayatla ilişkisini en genel hatlarla belirlemeyeçalıştık. Bediüzzaman Said Nursi’nin mü’minler, Müslümanlar için ifade ettiğiilkeleri, bakış açısını biz Müslüman sanatçı için de düşündük ve bu eserlereestetik bir nazarla bakmaya çaba gösterdik. "Tek başına bir İslam kültürükülliyatı" (Sezai Karakoç, İslam’ın Dirilişi) olan Risale-i Nur, birestetik kitabı değildir kuşkusuz. İslam ilkelerini yeni bir üslûpla sunmakta,Kur’an’a ayinedarlık yapmaktadır. Belki bu yüzden "Risale-i Nurestetiği" gibi bir ifade yanlış olabilir. Ancak Risale-i Nur’dan sanata veestetiğe dair düşünceler çıkarılabileceği gibi, yazılacak yeni sanateserlerine, yapılacak yeni filmlere buradan bir estetik yansıyabilir.

    Sanat öncelikle bir yetenek,bir duyarlılık işidir. Bu yetenek, bu güzel "kâbiliyet-i ruhiye"(32.Söz), bu güzel zihin, bu güzel ilim güzel sanatların ortaya çıkmasınısağlıyor. Tüm bunlar Allah tarafından bağışlanıyor. Sanatçıya da aramak vekeşfetmek görevi düşüyor. Ruhun manevî güzelliği, güzel ve büyük bir"insan" olan âlemle bakışınca "can üfleniyor" kelâma. Vesanatçı "nevi insanın en büyük, en ehemmiyetli, en layık ve umumî olanbeka duası"nın (10.Söz) bir başka anlamda kabulü için kıymetli bir sözünüveya fiilini ebedileştirmek için kolları sıvıyor. Ayrı bir dilden aynı ruhlarakonuşuyor. "Şairâne bir fikir ve kalp sahibi" (25.Söz) olarakbakıyor, yazıyor ve yapıyor. Tüm yeteneğinin Allah’ın bir lütfu olduğununbilinci içinde, Allah karşısındaki küçüklüğünün ayrımına vararak, müsekkin vemünevvim değil de, bir uyarıcı olarak diz çöküyor rahlesine.