Köprü Anasayfa

İslam ve Sanat

"Yaz 96" 55. Sayı

  • Tabiat, Sanat ve Tevhit

    Mustafa Oral

    Gazi Üniversitesi, İşletme Bölümü Öğrencisi

    Sanat, yaratılanı Yaratan’a nispet ettirebilmenin soyut bir çabasıdır. İslâm’ın tefekkür ufkunda var olan şekliyle eserden müessire doğru yelken açmaktır. Dolayısıyla bizi yaratana götüren etik unsurunun estetike edilmiş halidir diyebiliriz. Tanımları açabiliriz. "Sanat inancın estetik ifadesidir." "Sanat politikadır." "Sanat her şeyi müzik ve şiirle algılamaktır." vb. Bu ifadeler sanatın özel ifadeleri. Genel olarak sanat, hayatı anlamlandırmaya çalışan zekânın -zekâya sır, nefis, kalp, ruh, duyu ve organları da ilave edebiliriz- onu en ilgi çekici, en güzel ifadelerle anlamlandırma çabasıdır. Hayatı bütünüyle anlamlandırmakla kişi hem evrensel bir hakimiyet (Peygamberimiz (sav) gibi) hem evrensel bir dâhi (Şeyh Geylani, İbni Sina gibi) hem evrensel bir kalp coğrafyasına (Bediüzzaman gibi) sahip olması gerekir. Hayat, sanatı bir yaşama biçimi olarak algılandığında bir tarih bir evren değil bütünüyle bir emel bir öngörü bir sezi gerektirir.

    Cemil Meriç "büyük dehalar üç olayda kendilerini gösterir: Din, aşk, şiir." der. Demek ki insanın kendini ve dışındakileri anlamlandırmaya başlaması ve Bediüzzaman’ın ifadesiyle kâinata meydan okumaya başlaması bu üç olay dışında gerçekleşmiyor. Gene Bediüzzaman’ın felsefe, akıl, din üçgeninde verdiği bir cevapta insanı hedefe götüren üç hadise olduğu, felsefenin yerin altını kazarak, aklın yeryüzünde yürüyerek, dinin ise gökyüzünde uçarak yol aldığı ifadeleri de Cemil Meriç’in söz konusu görüşleriyle örtüşüyor. Bu çerçevede Meriç’in şiirini, Bediüzzaman’ın da akıl unsurunu ele alarak sanatı daha iyi tanımlayabiliriz.

    Başlangıçta dediğimiz gibi sanat, insanın kendini ve evreni anlamlandırabilme endişesini taşır. Rainer Maria Rilke, başarısızlık sonunda söylediği "hayatın her duruma hakkı vardır" düşüncesinde olduğu gibi sanat, sadece iyiyi, güzeli, mükemmeli ifade etmez. Bunun dışında kötüyü, çirkini, bîkemâli de asıl şekline yani, iyiye, güzele, mükemmele çevirme vizyonunu benimser. Bu anlamda bakıldığında sanat insan hayatını sistemleştirmeyi benimser. Ve insan hayatını bu üç unsur içinde bir şekil, bir sisteme sokabildiği nispette sanattır. Sanatın alanı, insanın elde etmek istedikleri kadar geniştir. İçinde madde ve otantik olan her şey, davranışlardan sınırsız isteklerin at koşturduğu iç dünyaya kadar yaşanılan ve yaşanılması mümkün olan her şey bir sanat eserinin kaynağı olabilir. Bu açıdan sanat bir yaşam biçimi olarak da algılanabilir. Rilke, "sanat yalnızca bir yaşamaktır" ifadesinde "Sokrat yazan değil yaşayan bir adam"dı ifadesi ile birlikte düşünüldüğünde sanatın insanın benliğinde, dünyasında ne kadar yer kapladığı anlaşılabilir. Sanatkâr her şeye aşkla bakan insandır. Sanat eseri de bu aşktan doğar. Fakat sanatkâr yaşanmışı ifade ederken yaşanan şekliyle değil, yaşanması gereken şekliyle ya da onun arkaplanda kalan bölümleriyle ortaya kor eserini. Tabir-i diğer ile yaşanılanı içselleştirir. Ruhunda ona yeni bir şekil, sistem ve estetik vererek onu etik ya da poetik hale getirir. Salt yaşanan sanatın kaynağı olabilmesi için içselleştirmeye gidilmelidir. Bazıları için yaşanılan dünya, hayat, uyanıkken görülen bir rüyadır sadece. Gözleri vardır görmez, kulakları vardır işitmez. Bu noktadan bakıldığında sanat tevhide açılan kapıdır diyebiliriz. Malum İslâm akaidinde tevhid ilk sırayı işgal eder. Tevhide giden yol, tefekkürden geçer. Risale-i Nur’da bahsedilen acz, fakr, şefkat ve tefekkür mesleğinde özellikle tefekkürün üzerinde durulur. Irwin Edman sanatı ifade ederken, ekin ekip kaldırmanın dahi sanatın kaynağı olabileceğini söyler. Bediüzzaman’ın ekin tarlalarından geçerken beş on dakika nefeslenip ekinleri tefekkür etmesinden; Edman’ın sanatı ile Nursi’nin tefekkürünün temel endişesinin yaratılanı Yaradana nispet ettirmek olduğunu ve bunun nasıl birbiri içine geçtiğini görüyoruz. Bu bağlamda sanat ile tefekkürün, sanat ve tefekkürü hakiki anlamda yapanlar için birbirinin içerisine girmiş daireler olduğunu ifade edebiliriz. Sanatın temelinde bilineni tekrarlamak değil, keşfetmek, sistemleştirmek ve estetiğe oturtmak vardır. Tefekkürün temelinde yaratılan estetiği keşfetme ve Yaratan’ın düşünülmesi vardır ki, bu da sanattaki aynı anlamı ifade eder.

    Sadık Yalsızuçanlar’ın, Rüya Sineması ile ilgili bir tartışmada söylediği şu cümle çok ilginç: "Aynı kaynaktan beslenenlerin aynı şeyleri söylemesi normaldir." Sanatın kaynağı tabiat, tefekkürün kaynağı da tabiat. Hatta Kur’an-ı Kerim, mealen "gözleri vardır görmezler, kulakları vardır işitmezler…" ayetlerinde kâinatta tefekküre medar şeyleri tefekkür etmeyenlere ihtar eder. Sanat da insanlara kâinatta gelişen hadiselerin arkaplanında gelişen hadiseleri ön plana çıkararak tâbilerinin mutluluğunu ahdeder. Batı edebiyatında tecrübe denilen obje yukarıda bahsettiğimiz gibi yaşanılanlar demektir. Ve tüm Batı, sanatını bilinen, yaşanılan ve hayatın farkına varılan boyutu üzerine kurar. Ve yaşanılanın yaşanılmayan tarafını, bilinenin bilinmeyen yönünü ortaya çıkarmaya çalışır. Risale-i Nur terminolojisinde özellikle üzerinde durulan ülfet perdesi, tecrübe terimini karşılar.

    İşârâtü’l İ’caz’ın başında Kur’an’ın anasır-ı esası tespit edildikten sonra fenn-i hikmetle hilkat hükümeti arasındaki muhabereden bahsedilir. Hikmet, yaratılanların yaratılışını, nereden gelip nereye gittiğini, bu dünyada ne işinin olduğunu sorgular. Hikmet yani sanat, bu bakımdan bir soru sorma makamı, hilkat hükümeti de sorulara cevap verilen tabiattır. Bu sorulara en vâzıh cevabı da kaynağını vahiyden alan Peygamberimiz verir. O, cevabında buyuruyor ki; "Ey hikmet, bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelînin kudretiyle yokluk karanlıklarından varlık âlemine çıkarılan mahluklardır…"

    Sanat sadece sanatçılarda varolan sükût ile sükûndan ibaret değildir. Aslında o sükûn altında çok dehşetli ve yoğun bir ihtiras unsuru vardır. Seyyid Nesimi’nin dediği "iki cihan kalbime girdi, bir cihana sığamadım" mısralarında iki cihana sükûn, bir cihana ihtiras ve hayatiyet mücadelesi vardır.

    Sanat, şu yada bu şekilde, her halükârda hayatı az çok yorumlar. Sanat denilince aklımıza nedense hep belirli kavramlar gelir: şiir, heykel, sinema, resim, müzik vs. Halbuki "güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır" şeklinde Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi, bize haz veren yani güzel olan, estetik değere sahip her şey sanat içinde ifadesini bulabilir. İnsan karanlıklı, ademe müptela bir âlemden, dünyaya gönderilmiş tedirgin bir yolcudur. İnsan ruhu, kendini doğduğu andan itibaren mânâ âleminde bir güce nispet etmek isteğiyle dopdoludur. Bunun için mânâyı (gücü) ifade etmek için, maddeye dayanmak zorundadır. Maddeden mânâya giden yolu bulmak mecburiyetindedir. Bu bazda her türlü arayış ve yorumlama çabası onu sanatın kıyılarına bırakabilir, sanat içinde ifadesini bulabilir.

    Aciz, fakir, sonsuz ihtiyaçlara müptela insan ruhu, aslında sanatın asıl adresidir. Tabiat, ruha göre şekil alır. "Şiir (dahi) muhatabın halet-i ruhiyesine göre şekil alır" diyor M. Atilla Maraş. Arif Ay ise sanatın ruhun göstergesi olduğunu ifade eder "Gece Yazıları"nda. İsmet Özel, söz insanın neresinden çıkarsa muhatabının orasına gideceğini söyler. Bu sözler, bize sanatın asıl unsurunun ruh olduğu imajını veriyor. Dolayısıyla sanatın tesiri ruhla ne kadar irtibatlı olduğuna bağlı. Bediüzzaman’ın ifadelerinde mealen bu gerçek şu şekilde ifade olunuyor: "Sözü ruh üfler gibi konuşturmak". "Trajedinin Doğuşu" isimli kitabında Nietzsche, sanatın ruhtan mütevellid iki önemli unsuru olarak: "apollion" yani sükûn unsuru ve "dionysion" yani ihtiras ve hayatiyet unsuru olarak ele alır.

    Plastik Sanatlar

    Nesneleri olduğu gibi değil, ihtiyacımızın olduğu şekilde ve miktarda algılarız. Yani nesneleri plastik olarak, renk, biçim, şekil, hacim gibi özellikleriyle görürüz. Göz, insan gözü olup maddî olduğu halde, tıpkı ruhun şiirden haz duyması gibi göreceği nesneleri o haz ile görebilir. Plastik sanatta hazza doğru gitmek, gözü adi bir kavvat derekesinden çıkarıp, "güzel gören güzel düşünür; güzel düşünen hayatından lezzet alır" prensibiyle gözü doğuştaki saflığına ulaştırmak ve eski saflığını ona iade etmekle olabilecektir. Başta bahsettiğimiz ülfet perdesi gözün önünden kaldırılamadığı müddetçe, gerçek, tam anlamıyla gözümüz önünde in’ikas etmeyecektir. Gözün asıl işlevi, maddenin arka plânında salt bir nazardan kurtularak maddenin iç yapısına yani mânâ-yı harfine bakan tarafını ortaya çıkarmaktır. Plastik sanat deyince ilk akla gelen şüphesiz resimdir. Resimde kullanılan araç ne olursa olsun önemli olan resmin bize verdiği ayrıntı ve çağrışımlardır. Önemli olan neye, ne şekilde bakmamız gerektiğidir. Meselâ; bazı renklerin, biçimlerin, durumların zihnimizde önceden bıraktığı izlenim ve çağrışımlar vardır. Ya da bazı fizyolojik özelliklerin (için dışa yansımış şekliyle fizyoloji) karşısında ve insan üzerinde uyandırdığı izlenimler. Bu çağrışım ve izlenimler kâinattan alıntılanan resimlerde yerini bulmuyorsa sanat adına bundan bir şey bekleyemeyiz. Resimde aslolan tabiatı taklit ile keşfidir.

    Müzik

    Sesler, kulağımıza 20-20.000 arasındaki frekanslarla konuk olurken bir yönüyle anlam yani algı; diğer yönüyle de ritimden haber verir. Kimi ses vardır taş gibi, kimisi rüzgâr gibi, kimide yağmur gibidir. Yağmur gibi ritmini hissedebildiğinizdir müzik. Bediüzzaman, kâinatın her bir nev’inin yaratıcısını tesbih ettiğini belirtir ve bunu musika-i İlahî olarak niteler. Aslında bütün sanatlar duyusal olduğu halde zihnimizde efsane (klasik) olarak kalabilecek en iyi imkânlara sahiptir müzik. Hiç şüphesiz müzik bir tebliğ vasıtası değil telkin vasıtasıdır. Bir şiiri ezberlerken çok zorlanırız, ama o şiir müzik eşliğinde sunulursa o şiiri daha çok anlamlandırabilir ve ezbere alabiliriz. Bu yönüyle müzik, bütün sanatlara çimento görevini görür. Geçmiş asırlarda İslâm toplumlarının ruhî hastalıkların tedavisinde kullandıkları müziği Shakespeare kendisi için daha iyi kavrama aracı olarak kullandı. Yukarıda söylediği gibi yaratılan her şey bir yönüyle Rabbini ifade eder. Şeyh Sadi-i Şirazi’nin şu sözleri Bediüzzaman’ın bahsettiği musika-i İlahî teorisiyle ne kadar örtüşüyor: "Kalbi hüşyâr olan zât atın yürümesinden dahi etkilenir."

    Müziğin evrenselliğine inanıyorum. Nasıl ki Allah birse, müziğin dili de birdir. Daha önce görüştüğüm Budizm dinine mensup bir sinemacı dostum, Müslümanların camisine girdiğinde sıkıldığını, kilise ya da havraya girdiğinde oradaki müzikten huzur bulduğunu söylemişti. Ben de müziğin evrenselliğini ifade ettim ve Mevlevîlerin ney’inin kilisenin müziğinden hiç de geri kalmayacağını iddia ettim. Sadık Yalsızuçanlar, Yusuf İslâm ile yaptığı bir görüşmede Rainer Rilke gibi şairlerin şiirlerini niçin müziğinde kullanmadığını sorduğunda Yusuf İslâm, kendisini sadece Kur’an okulunun ilgilendirdiğini söylüyor. Halbuki Rilke gibi, Eliot gibi şairler, Bediüzzaman’ın bahsettiği musika-i İlahî’yi, tabiatın konuşturulması adı altında şüre döktüler.

    Sanat ve din

    İnsan, Dördüncü Mesele’de ifade edildiği gibi doğduğu andan itibaren dairelerle çevrilmiştir. İnsan, kâinatın fihristesi, kâinat insanın makromize edilmiş şeklidir. Her bir sanat, esma-i İlahiye’nin birine bakar. Esma-i İlâhiye’nin, hassaten Samed isminin ayinesi "kalp"tir. Kalbin aynası ise insan zekâsının tabiatı işlemesi ile hasıl olan sanattır. Allah’ın isim ve sıfatlarını bedeninde eksiksiz olarak aksettirebilen tabiata, dolayısıyla sanata hakim olabilecektir.

    Batı dünyası, geniş anlayışla gayr-i müslimler, sanatta tabiat bilimlerini önplana çıkarırken; doğu dünyası, sosyal bilimleri öngörmüştür. İslâm, sosyal bilimleri yani faydası olanı estetikle süslemiştir. Batıda sadece estetik, doğuda ise hem etik hem de estetik kaynaşmış durumdadır.

    "Benim kitabım hayattır ve Kur’an’dır" derken Bediüzzaman, bir mü’minin sanat anlayışını biraz sonra gelecek şu cümlelerle belirtiyor; "İman bir hüsn-ü mücerreddir ve münezzehtir". Aslında sanatın, özellikle de belâgatın yani edebiyatın en önemli unsuru mücerredlik; maddeyi mânâdan tecrid etmek ve maddeyi mânâ için kullanmaktır.

    Coğrafì keşifler, Rönesans, Reform, Sanayi Devrimi derken maddî alanda insan ilerliyor fakat manevîyâtta büyük bir buhrana giriyordu. Bu manevî şok, başlangıçta belirti vermedi; fakat gün geçtikçe yerini soyuta bırakmaya başladı. İnsan, insaniyet dediğimiz tarafıyla, Allah’ın isim ve sıfatlarının aynası olan kendi varlığının ve kâinatın varlığının farkına varabilir. Ontoloji, zamanımızda sanatın oturtulabildiği en temel öge. İnsanlık çok hızlı sosyal değişim yaşıyor çağımızda. Devletler milletler muharebesi, yerini tabakalar muharebesine terketti. Manevî temelleri sarsılan batı toplumları yukarıda da söylendiği gibi kendini mânâ aleminde soyut bir şeye nispet ettirebilmenin endişesini taşıyor. Bu endişe, yeryüzünde yoğun bir ikame anlayışını getirdi. Başlangıçta yeryüzünde din hakimdi, daha sonraları yerini milliyetçiliğe bıraktı. Artık yeni din milliyetçilikti. Şimdilerde ise milliyetçilik, yerini varlık bilimini sorgulayan sanata bırakıyor. Aslında, sanat da, din de, milliyetçilikte hep vardı. Ama sanat, ahirzamanın (modern zamanlar mı demeliydik) yükselen değeri.

    Manevî bir buhran geçiren batının şaşkınlığını, doğu da yani Müslümanlar da yaşıyor. Sanat diye transfer edilen her türlü değerin karşısında cephesini tam tespit edemiyor. Halbuki İslâm’da sanat, manevî unsurlar olan akıl, sır, ruh, kalp ve benzeri latifelerden çıplak olarak çıkan hakikatlere hüsn-ü mücerred diyebileceğimiz güzel elbiseler giydirme çabası idi. Tabir yerinde ise, İslâm’da sanat denilince akla gelen, evrende var olan güzelliği arttırmak, çirkini güzelleştirmek için makyaj yapmak, onlara İslâm akidelerinin el verdiği yorumlamaları yapmaktı.

    "Sanattan söz eden şiirden söz eder, şiire yönelmeyen sanat yoktur" diyor Delacirion. Bütün sanatların hepsi bir noktada toplanıyor. Sanatın asıl anlamını ahenk, estetik, dolayısıyla şiir oluşturuyor. Resimde şiir, müzikte şiir, sinemada şiir, hikâyede şiir. Evet kâinat bir kemal noktasına gidiyor, o da her şeyde şiirselliği yakalamak.

    Tek başına sanat olarak: edebiyat

    Kâinat bir kemal noktasına gidiyor, her şeyde şiirsellik arıyoruz. Şiir, "Modern çağın gizli dinidir" diyor Eliot Weinberger, ve ekliyor "Tanrı beni haberci olarak gönderdi ve ben başkalaşıp döndüm şiire". Hatta Platon şair gibi kötü ruhlu insanların dilinden bu şiirlerin çıkamayacağına inanır ve bizi de bu şiirleri yazanın Allah olduğuna inandırmaya çalışır. Çağdaş dünya, sorularıyla boğuluyor. Fransa’da yayınlanan Lepol Dergisi, iki bin yılının en büyük probleminin insanın kendisini tanıması olacağını iddia ediyor. Herkes bir arayış, bir panik içinde. Böyle bir durumda Bediüzzaman’ın ifadesiyle "hadd-ı evsatı gösterecek, ifrat ve tefriti kıracak, yalnız felsefe-i şeriatla belâgat ve mantık ve hikmettir." Bugün sanat adı altında "mehasin-i medeniyet denilen emirler şeriatın başka şekle çevrilmiş birer meselesidir." Avrupa’nın bugün gelişmesinin en büyük sebebi şüphesiz Muhakemât’ta ifade edildiği gibi arzu-yu sanattır.

    Allah, peygamberimiz için "Biz, O’na şiir öğretmedik" diyor. Peygamberimiz ise "beyanda sihir vardır", "şiirin bir kısmı şüphesiz ki hikmettir" der. Cenab-ı Hak yine Peygambere der ki: "Biz sana kitabı ve hikmeti verdik". Bediüzzaman’ın "bana şiir verilmedi" cümlesinden de bunun bir vergi işi olduğunu anlıyoruz. Peygamberimiz şair Hasan Sabit için buyurduğu "Cibril seninledir" ifadesiyle Platon ve Eliot’tan farklı olarak şiirin kaynağını işaretler.

    Şiir, aslında bir tesellidir. Şiirseli yakalamış her sanat eseri de bir tesellidir. Cenab-ı Hak Peygamberimizi âyetinde teselli ediyor: "Kalbini sağlamlaştırmak için sana daha önce gelip geçen peygamberlerin hayatlarından hikâyeler anlattım". Hele Molla Cami’nin ifadeleri: "Gönlün tabiatın kımıldanmalarından sarsılırsa gönül sahibi erenlere ait hikâyeleri okuyarak onu yerinde tutmaya çalış."

    Mustafa Özçelik’in dediği gibi "sanata yani şiire gerektiğinden fazla fonksiyon yüklemek doğru değildir." Kur’an üslup olarak asırlardır tartışılıyor. Puşkin "mensur"dur diyor. Nazım diyenler de var. Bir cihetten bakıldığında yani ayetler alt alta gelmediğinden elbetteki nesir. Fakat, bütün mükemmel sanat eserlerinde bulunan şiirsellik Kur’an’da en mükemmel şekliyle vardır. Belâgat olarak güç anlaşılırlık Kur’an’ın bir eksikliği değil "mânâsındaki derin, dakik veyahut kıymettar, veyahut gayr-i me’luf olduğundan güya fehme karşı nazlanmak ve şevki artırmak için kendini göstermemek ve kıymet ve ehemmiyet vermek ister".

    Risale-i Nur’da genelde sanatın, özelde de şiirin sınırları net bir şekilde çizilmiştir. Buna göre İslâm hiçbir zaman estetiği etik’e tercih etmez. Güzel ne kadar güzel de olsa asıl olan faydadır. Çünkü, fayda zaten güzeldir. Sözlere süsleyici kelimeler, işaretler vermek o sözü gerçek mânâsından uzaklaştırmamak şartıyla kabul edilir. Lafızperestlik olarak ifade edilen süslü kelime kullanma, amacını aştığında hastalık suretini alacaktır. Zamanımızda ki şiire baktığımızda zaman zaman böyle hastalıklı söyleyişlere rastlanabiliyor. Bu hastalıktan kurtulmak için "lafza zinet verilmeli, fakat tabiat-ı mânâ istemek şartıyla… ve suret-i mânâya haşmet vermeli fakat mealin iznini almak şartıyla… ve üsluba parlaklık vermeli, fakat maksudun istidadı müsait olmak şartıyla… ve teşbihe revnak vermeli, fakat matlubun münasebetini göze almak ve rızasını tahsil etmek şartıyla… ve hayale cevelan ve şaşaa vermeli, fakat hakikati incitmemek ve ağır gelmemek ve hakikate misal olmak ve hakikatten istimdat etmek şartıyla gerektir."

    Nursi’ye göre "şiirin hikmeti, hariciyâtın nevamisi ve mekayisini temessül etmektir." Yani şiir, dışımızdaki hadiselerin kural ve karşılaştırmalarını yapmak, bunu yazı ile estetik bir şekilde temessül ettirmektir. Bu ciddi bir üslup gerektirir. Üslup ise, üslub-u mücerred denilen şekliyle süslü bir dil ve üslub-u âlî denilen şekliyle yoğun bir dildir.

    İslâm şiirinde kötüye gidiş, üslub-u müzeyyenede yapılan istismarlar neticesi lafzın mânâya tercihiyle gerçekleşti. Bugünkü terimlerle estetik olan poetikaya tercih edildi. Halbuki İslâm kemal-i intizamı, yani estetiği hiç reddetmemiş bilakis poetikaya kuvvet verilmesini istemiştir. İslâm’ın estetik anlayışı, Peygamberimizin şair sahabe Abdullah İbn-i Revaha’ya söylediği gibi şüphesiz boş ve batıl sözü kabul etmez. Anlatım duru, saf ve mücerred olmalıdır. Sezai Karakoç’un değişiyle "bir kültür ansiklopedisi" olan Risale-i Nur’da belâgat ve sanat çok geniş şekliyle ele alınmış fakat keşfedilmeyi, üzerindeki ülfet perdesinin yırtılmasını beklemektedir. Geleceğin gayretli sanatkârlarının, bunların şerh ve izahlarını pratiğe dökeceğini umuyoruz.