Köprü Anasayfa

Ordu, Devlet ve Demokratikleşme

"Güz 96" 56. Sayı

  • Demokrasi Aynasında Ordu ve Devlet

    A. Said Yargıcı

    Araştırmacı-yazar

    Kökünü Yunanca "halk yönetimi" anlamına gelen "demokratia" sözünden alan "demokrasi" mefhumu Yunanistan’da doğmuş ve uzunca bir "emekleme" dönemi geçirmiştir. Eski Yunan site devletleri küçük olduklarından, kurultaylarda toplanan halk, "demokratik hükümeti" doğrudan doğruya yönetebilmekteydi. Yurttaş sayılmayan " köleler ve kadınlar" dışında bütün halkın katılımıyla gerçekleştirilen bu yönetim biçiminde, bugünkü temsilî sistemde olduğu gibi, parlamentolar, kabineler, ya da sürekli devlet memurları yoktu. Memurlar gnellikle bir yıl süre için seçilmekte ve seçimler çok zaman "ad" çekimi yoluyla yapılmaktaydı. Atina’lılar, tartışmalara katılmanın ve kamu işlerini yürütmenin her yurttaşın hakkı ve görevi olduğuna inanmaktaydı.

    Atina demokrasisinin yetiştirdiği en büyük konuşmacı Perikles, "Yönetim azınlığın değil çoğunluğun elinde olduğu için hükümetimizin adına demokrasi denmiştir" diye başladığı bir konuşmasında, yasaların eşit bir biçimde adalet dağıttığından dolayı saygı ile karşılandığını ve uygulayanlara onur verdiğine dikkat çeker ve şöyle devam eder:

    "Kamu yaşantımızda özgürlük tanıdığımız gibi, birbirimizle olan günlük ilişkilerimizde de aynı ruhla hareket ederiz. Her istediğini yaptığı için komşumuza kızmadığımız gibi, ona kötü gözle de bakmayız."1

    Perikles’in alıntı yaptığımız konuşmasının bu kısa bölümünde bile, "yönetimin çoğunluğun elinde bulunması", "kanunların adil tatbik edilmesi" yani "hür yargı", "yaşama hürriyeti" gibi demokrasinin temel özelliklerinden bir kısmını yakalamak zor değildir. Konuşmada belirtilen "herkesin her istediğini yapması ve ona müdahele edilmemesi " ise, Batı demokrasisinin eski Yunandan bugüne taşıdığı ve "Başkasına zarar vermemek şartıyla herkes her istediğini yapmakta özgürdür" ifadesinde kendisini bulan bir prensiptir. Bu prensip fertlere tanıdığı sınırsız hürriyetle her türlü ifratın önünü açmış ve toplumların gelişmesinin zeminlerinden birisi olabilecek mahiyette bulunan demokrasinin " ibahe mezhebi" olduğu fikrini yaygınlaştırmıştır. İlkel de olsa demokratik bir yapıya sahip olan eski Yunan Medeniyetini, Roma medeniyetini içten içe kemirip yıkan, bu yanlış düşüncenin yol açtığı başıboşluk ve sefahet olduğu gibi, günümüzde demokratik toplumları tükenmenin eşiğine getiren de aynı düşüncedir. Bu konu ayrı bir tartışma mevzuu olmasından dolayı, o kapıyı şimdilik kapatıyoruz.

    O gün için bir çok eksikleri bulunan ve bu eksikleri günümüze de taşıyan eski Yunan demokrasisini Batı dünyasının tanıması, İngiltere ile ve 17’inci asırdan itibaren olmuştur. Aradan geçen bu kadar uzun zaman zarfında demokrasi çocuğu hiçbir gelişme emaresi göstermemiş, yalnızca ülkelerin nüfuslarının artmasından dolayı, "doğrudan yönetim" yerine, "temsilî yönetim" şekli ihdas edilmiştir. İngiltere’de parlamento tarafından kabul edilen "Haklar ve Hukuk Bildirileri"nde kişinin "politik", "hukuksal" ve "dinsel" konularda özgürlüğünün önemine dikkat çekilmiştir. Ne gariptir ki bu ülkede, eski Yunan demokrasisinde köle ve kadınların yurttaş sayılmaması ilkesinin tesiriyle olsa gerek, oy hakkının yalnızca "mülk" ve özellikle de "toprak" sahiplerine tanınmış olması gibi bir ayıp, 1928 yılına kadar sürmüştür.2 O halde hem eski Yunan’da hem de İngiltere’de demokrasinin feodal bir karakter taşıdığı söylenebilir. Varlıklı insanların yoksulları ve kendi kendilerini yönetmeleri günümüz demokrasilerinin de bir ayıbı değil midir? Fransa ve ABD demokrasi konusunda İngiltere’yi örnek almış, Yunan demokrasisinin dünyaya yayılmasına yardımcı olmuşlardır.

    Demokrasinin özellikleri

    Merhum Ali Fuat Başgil, demokrasinin "hüriyet, müsavaat ve adalet" gibi üç temel özelliğine dikkat çekmektedir.3 Levent Köker de, İngiltere, Fransa ve ABD’de gelişen demokrasinin, "keyfî yöneticileri denetlemek, keyfî yöneticilerin yerine adil ve rasyonel olanları geçirmek ve kuralların yapımında nüfusun çoğunluğunun da payının olmasını sağlamak" gibi üç özelliği ortaya çıkardığını Batılı bir düşünürden aktarmaktadır.4 Her iki yazarın sıraladığı özelliklerin, Atina’lı konuşmacı Perikles’in sözleriyle paralellik arzetmesi elbette tesadüfî değildir.

    Bunların dışında kişiye değer vermesi, idarecilerin halkın hizmetkârı olması, kişisel eyleme öncelik, hükümet dışı grupların eylemine üstünlük, muhalefete özgürlük tanıması ve yasaların egemenliğine dayanması gibi hususiyetler de demokrasinin muhtevasında zikredilmektedir.5

    Devlet-demokrasi ilişkisi

    Demokrasinin zikretmeye çalıştığımız özellikleri dikkate alındığında aslında demokratik devletin şablonu da ortaya çıkmış olmaktadır. Başka bir deyişle totaliter bir devlette bulunmaması gereken hususlar, demokratik bir devletin temellerini oluşturur. Raymond Aron, "Demokrasi ve Totalitarizm" isimli eserinde, "Totaliter olay, ne gibi bir temele dayanır?" sorusunu sorduktan sonra, beş unsur zikretmektedir.

    1-Totaliter olay, politika faaliyeti tekelini bir partiye tanıyan bir rejimde kendini gösterir.

    2-Tekelci bir partiye bir ideoloji, ruh ve güç verir. Partinin mutlak bir iktidar tanıdığı bu ideoloji dolayısıyla devletin resmî gerçeği de sayılır.

    3-Bu resmî gerçeği yaymak için devlet de kendine kuvvet vasıtaları tekeli ve inandırma vasıtaları tekeli olarak iki tekel tanır. Haberleşme vasıtalarını, radyo-televizyon ve basını devlet ve onu temsil edenler yönetirler.

    4-Ekonomi ve mesleki işlerin çoğu devletin buyruğu altındadır. Ve herhangi bir biçimde bizzat devletin parçası olurlar. Devlet ile ideoloji birbirinden ayrılmaz oldukları için, ekonomik ve mesleki işlerinin çoğu resmî gerçeğin rengini taşır.

    5-Artık her iş devletin işi, her iş ideolojiye bağlı bulunduğundan ekonomik veya mesleki bir işte yapılan bir hata, aynı zamanda ideolojik bir hata olur. Bundan, kişilerce yapılması ihtimali olan bütün hataların politikleştirilmesi, ideolojik bir şekle sokulması ve sonuç olarak hem polisiye hem de ideolojik bir şekle sokulması ve sonuç olarak hem polisiye hem de ideolojik olan bir terör doğar."6

    Hülasa etmek gerekirse, demokratik devlet, hürriyet, müsavaat ve adalet temelleri üzerine yükselen, tekelci bir partiye, resmî bir ideolojiye dayanmayan, elindeki maddî-manevî kuvvetleri resmî ideolojiyi korumak için seferber etmeyen, ideolojik ve polisiye bir terör estirmeyen devlettir.

    Bu ölçüleri vurulduğunda demokrasi ile idare edildiği iddia edilen bir çok devletin, "gizli bir diktatörlükle" yönetildiği gerçeği ile karşılaşılır. Demokrasi-devlet ilişkisi bu özellikler nazara alınarak incelendiğinde ülkemiz açısından da ilginç sonuçlar ortaya çıkmaktadır.

    Resmî gerçek ya da resmî ideoloji

    Ülkemizde parlamentonun ve hükümetin teşkil edilebilmesi için 1946 yılına kadar tek bir parti aday belirleyebiliyordu. Bu yıldan sonra tek parti he-gamonyasının yıkıldığı bilinmektedir. Ancak tek partiye ruh veren ve uzun yıllar devletin bütün kurumlarını ahtapot gibi saran "resmî ideoloji" halen de demokratik olduğu söylenen bir ülkede bir takım menfaat odaklarının zorbalığıyla varlığını sürdürmektedir.

    Türkiye Cumhuriyetinin resmî ideolojisi olan Kemalizmin temel ilkeleri, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın 10 Mayıs 1931 tarihli Büyük Kongresi’nde kabul edilmiş, 1935 Programı’nda önemsiz bazı değişiklikler geçirdikten ve 1937 tarihinde de Teşkilat-ı Esasiye Kanununun ikinci maddesine aktarıldıktan sonra değişmeksizin varlıklarını korumuşlardır. Kemalizmin temel ilkelerinin niteliği, "yalnız bir kaç sene için değil, istikbale de şamil olan tasavvurlarımızın ana hatları" olarak ifade edilmiştir.7

    Bu resmî ideoloji, ülkemizin demokratik olma iddialarını boşa çıkarmaktadır. İşin garip yanı bu ideolojik ilkeler, zaman zaman polisiye teröre dönüşebilen, "ideolojik bir terör" olmasının ötesinde Anayasa’yı bile et-kisi altına almıştır. 1982 Türkiye Cumhuriyeti Anayasa’sının Atatürkçülüğü koruma altına alması, resmî ideolojinin kanun zırhına büründürülmesinden başka bir şey değildir. (Bir görüşe göre Atatürkçülüğün koruma altına alınması, onun bir "tavan" hareketi olmasından ve bir türlü halk tarafından benimsenmemesinden kaynaklanmaktadır.)

    82 Anayasası yalnızca ihtilalciler tarafından yapıldığından değil, resmî ideolojiyle sahip çıkıp koruma altına aldığından dolayı da "antidemokratik" bulunmaktadır. Anayasanın geçici 15’nci maddesi ihtilalcileri koruma ve kollama altına alırken, 58’nci maddede gençliğin korunmasının ancak Atatürk ilke ve inkılaplarıyla mümkün olduğuna dikkat çekilmektedir. 81’nci madde milletvekillerine, "Atatürk ilke ve inkılaplarına" yani "resmî ideolojiye" bağlı kalma yemini etme mecburiyeti getirirken, 103’ncü madde aynı yemini, Cumhurbaşkanına da mecbur kılmaktadır. "İnkılap Kanunlarının Korunması" başlığı altında sunulan 174’üncü maddede ise, inkılap kanunlarının Anayasaya aykırı olduğunun söylenemeceği ifade edilerek yapılacak itirazların önü baştan kesilmekte, devletin demokratikleşmesi engellenmektedir.8

    Diğer taraftan siyasetçilerin demokrasi nutukları attıkları bir ülkede, ilkokuldan üniversiteye kadar eğitimin her kademesinde Atatürkçülüğün zorunlu olarak okutulması, gelişmekte olan taze beyinlerin hür düşünmesini engellemekte bu da ülkemizin kalkınmasına menfî etki yapmaktadır.

    Demokrasinin en mühim özelliklerinden birisinin de halk ekseriyetinin düşünce ve inançlarının kurallara yansıması olduğu düşünülecek olursa, ülkemizin bu konuda ne kadar demokratik ne kadar totaliter olduğu daha iyi anlaşılır.

    Demokrasi aynasında ordu

    Tam bu noktada ülkemizde, totaliter sistemlerin bir özelliğinin daha apaçık görüldüğü dikkatlerden kaçmamalıdır. O da, Raymond Aron’un dediği gibi, devletin resmî gerçeği yaymak için kendine " kuvvet vasıtaları tekeli" tanımasıdır. Bizde bu "kuvvet vasıtaları tekeli"nin en belirgin temsilcisi ordudur. Aslında orduların görevi kanunlarda çizilmektedir. Ve bütün demokratik devletlerde ordular, bir ülkenin dış düşmanlara karşı korunması maksadıyla beslenmektedir. Ülkelerin iç güvenliğini ise polis temin etmektedir. Lakin demokrasisi gelişmemiş, isimden ve resimden ibaret kalmış ve diktatörlük izlerini taşıyan ülkelerde ordu, resmî ideolojinin bekçiliğini yapmaktadır. Bu ülkede dış güçlere karşı ülkeyi savunma görevini bir kenara bırakıp Atatürk ilkelerinin zaafa uğratıldığını bahane eden ordu mensuplarının üç ihtilal yapması, Silahlı Kuvvetler İç Hizmet Tüzüğünde yer alan "Cumhuriyeti Koruma ve Kollama Görevi" maddesinin onlara güç verdiğini göstermektedir. Nitekim her yıl Harp Akademilerinin eğitim-öğretim dönemine başlaması törenlerinde yüksek rütbeli subayların, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Kemalizmin bekçisi olduğunu defalarca vurgulama ihtiyacı hissetmeleri, "kuvvet vasıtaları tekeli"nin bir diktatör ülkeye yakışacak şekilde ne kadar iyi işletildiğini göstermesi bakımından enterasan gelmelidir.

    Ordu ile ilgili bir diğer önemli husus, ordunun kendi içinde ayrı bir devlet olma özelliği taşımasıdır. Dindar subayların "disiplinsizlik" suçlamaları ile ordudan ihracı vesilesiyle gündeme gelen Askerî Şura kararlarının yargı denetimi dışında tutulması devlet içinde devlet benzetmesinin tipik bir örneğini teşkil etmektedir. İhtilallerden sonra yapılan anayasalarda askerlere ayrıcalık tanınması da "demokrasinin musavaat" prensibine uymamaktadır.

    Sivil otoritenin üstünlüğü açısından büyük sıkıntı meydana getiren Anayasa hükümleri, "Milli Savunma" başlığındaki 117 ve 118’inci maddelerde yer almaktadır. Bunlardan birincisinde Genel Kurmay Başkanının Başbakan’a bağlı olduğundan, ikincisinde ise Milli Güvenlik Kurulundan bahsedilmektedir. Demokrasisi gelişmiş Batılı toplumlarda Genel Kurmay Başkanlığı Milli Savunma Bakanlığına bağlıdır. Ülke-mizde olduğu gibi Genel Kurmay Başkanlığının Başbakan’a bağlı olması, Genel Kurmay Başkanını protokolde seçilmişlerin önüne geçirmektedir. Bu da bir ülkenin demokratik olma görüntüsüne halel getirmektedir. Bu sebeble daha demokratik bir Türkiye için, 1920-24, 1949-60 arasında olduğu gibi Genel Kurmay Başkanlığı Milli Savunma Bakanlığına bağlanmalıdır.

    Milli Güvenlik Kurulu askerlerle sivillerin biraraya geldikleri yegâne bir yer olarak görülmüş olsa bile,9 aldığı kararların tavsiye niteliği taşımasına rağmen, sivil idareyi birçok noktada etkilediği bir vakıadır. Bu bakımdan ülke askerî bir yönetimin izlerini taşımaktadır. Bu komitenin varlığı sürdürülse bile, sivillerin gözetim ve kontrolünde, sivillerin ekseriyeti teşkil ettiği bir hale getirilmesi zaruridir.

    Diğer taraftan, demokrasinin en önemli prensiplerinden birisi olan "müsavaat" ilkesi çiğnenerek, İmam-hatip lisesi mezunlarının orduya öğrenci olarak alınmaması, demokrasi yolunda atılan adımların yetersiz kaldığının bir göstergesidir.

    Sonuç ve değerlendirme

    Demokrasi mevcut beşeri sistemler arasında insan hak ve özgürlüklerine en fazla önem veren bir sistemin adıdır. İnsan hak ve özgürlüklerinin enbaşında fikir, din ve vicdan özgürlüğü gelir. Bir devlet, "kuvvet vasıtaları tekelini" kullanarak, bir tavan hareketi olan resmî ideolojisini zorla benimsetme maksadıyla, fikir, din ve vicdan özgürlüğüne pranga vuruyorsa, demokrasi o ülkede rafa kalkmış, bazı karanlık emellerin kamuflajı olmuş demektir. Bu, Raymond Aron’un ifadesiyle bir "ideolojik terör" değilse nedir?

    Dipnotlar

    1. William Ebenstein, Komünizm ve Demokrasi, ts, yy, s.l ve devamı,

    2. William Ebenstein, a.g.e, s.4 ve devamı

    3. Ali Fuat Başgil, Demokrasi Yolunda, Yağmur Yayınları, İst. 1961, s.69,

    4. Levent Köker, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İletişim Yay. İst., 1990, s.44,

    5. William Ebenstein, a.g.e, s.10,

    6. Raymond Aron, Demokrasi ve Totalitarizm, çevr. Vahdi Hatay, Kültür Bakanlığı, Kültür Eserleri: 3, İst., 1976, s.284-285,

    7. Levent Köker, a.g.e, s.71,

    8. Bakınız, 1982 T.C. Anayasası,

    9. Yeni Asya, 31 Ağustos 1991 (Merhum dışişleri eski bakanlarından İhsan Sabri Çalayangil bir mülakatta bu kurulun şart olduğunu söylemiştir.)