Köprü Anasayfa

Ordu, Devlet ve Demokratikleşme

"Güz 96" 56. Sayı

  • Ordu ve Siyaset

    Osman Tunç

    Yeni Zemin Dergisi Genel Yayın Yönetmeni

    Cumhuriyet Türkiye’sinde ordu-devlet ilişkisini, ordunun hükümetler üstü erkini, sivil hükümetlerin ise birer gölge güç olduklarını anlayabilmek için herşeyden önce Osmanlı’dan intikal eden buyurgan ve otoriter yapıyı anlamamız gerekir. 1923’ten sonra Türkiye’de estirilen sosyal ve siyasal değişim aşağıdan yukarıya doğru değil, tam tersine yukarıdan aşağıya doğru baskı, şiddet ve zor kullanılarak gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Cumhuriyeti kuran kadronun asker-sivil bürokratlardan oluşması halkın taleplerinin siyasi alana yansımasını engellemiştir. Hatta halktan gelen değişim taleplerinin ya da bu talepleri dillendirenlerin gah “mürteci”, gah “hain” ilan edilmeleriyle kendini ele veren resmi tepkisel tutum bunun en bariz göstergesidir. Üst düzeydeki bir elit-bürokratın sol öğrenci hareketlerine karşı gösterdiği tepkisini “bu ülkeye komünizm getirilecekse onu da biz getiririz, size ne oluyor” biçiminde ifade etmesi, sivil-asker bürokratların halka rağmenci tavırlarını en güzel şekliyle ortaya koymuyor mu? Yine 1949’larda Cumhuriyet Halk Partisi’nin parlamentodaki ateşli konuşmacılarından olan Faik Ahmet Barutçu da aynı tereddütlerini şöyle dile getirmekteydi: “İşi topluma bırakamayız. Çünkü işte o zaman korktuğumuz şeriatçılığın hortlamasına olanak sağlamış oluruz. İşi devlet eliyle düzenlemekte zorunluluk vardır.”

    Cumhuriyeti kuran Mustafa Kemal ve arkadaşları hiç kuşkusuz birer askerdi. Savaş sonrasında genç cumhuriyeti kurmaya çalışırken henüz üniformalarını çıkarmış değillerdi. Böyle bir süreçte kurulan devletin siyasi statüsünü belirleyen gücün asker-sivil bürokratlardan oluşması belki normaldi ama, bu yapının kemikleşerek devam etmesi ve sivil girişimlerin önünde bir engel olarak durması elbetteki bir talihsizlikti. Türkiye’de devleti dönüştürmek isteyenlerin önünde asker-sivil bürokratik yapı aşılması imkansız bir engel olarak durdu. Devleti kuran güç asker-sivil bürokratlardı çünkü . Dolayısıyla siyasal erkin temsilcileri de onlar olacaktı. Türkiye Cumhuriyeti, burjuvazisi olmayan Osmanlı toplumunun bir mirasçısıydı. Orada padişahın siyasal alanını ve gücünü sınırlayacak kimse yoktu. Olsa bile bu halk değildi, siyasi gücü elinde bulunduran bürokratik elitti. İşte bu gelenek yeni devlet kurulurken de devam etti. Ve cumhuriyet bu elit sivil-asker kadronun vesayetinde büyüdü.

    Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde ordu-devlet ilişkilerini, siyasal alan-sivil alan tartışmalarını bir yere oturtmamız için Osmanlı devletinin dayandığı siyasi-askeri yapıyı bilmemiz gerekir ki, bu bizi Osmanlı’nın ilk kuruluş yıllarına kadar götürür. Osmanlı’nın ilk kuruluş yıllarında hükümet güçlenip idari işler düzene sokulunca düzenli ordu düşüncesi doğdu. Bu fikri ortaya atan da Çandarlı Halil’dir. O tarihte Osmanlı tabiiyetine giren hristiyanların hukuk ve vazife açısından müslümanlardan pek farkı bulunmadığından, önce “devşirme kanunu” ihdas edilmiş ve peşinden bin kişilik daimi düzenli bir birlik kurulmuştur. Bu teşkilat Orhan Gazi döneminde kurulduğunda adı geçen sultan Hacı Bektaş Veli’ye giderek onun hayır duasını almak istemiş ve bu yeni teşekküle onun tasvibiyle “yeniçeri” adı verilmiştir. Ordunun “peygamber ocağı” olduğu şeklindeki niteleme de sanırım manevi destek almış olması itibariyle bu olaydan kaynaklanmıştır. Yoksa peygamberin döneminde ve hatta onu takip eden dört halife döneminde herhangi askeri bir teşkilata rastlanmamaktadır.

    Her toplumun belli konularda hiç bir zaman tartışılmaz, gündeme getirilmez tabuları vardır. Monarşilerde monarklar tartışılmaz. Çünkü onlar birer tabudur. Despotizimde despotlar tartışılmaz. Komünist rejimlerde şefler tartışılmazdır. Çünkü bunlar o toplumun tabuları, mitleri olmuşlardır. Tabular ve mitler tartışılmaz. Türkiye’nin de bir takım tabuları ve mitleri vardır ve bunlar tartışılmazdır. Laiklik, ordu, Mustafa Kemal, misak-ı milli vs. bunlar arasındadır.

    Ordu ile ilgili görüş beyan ettiğiniz vakit mayın tarlasına girmiş olursunuz. Çünkü ordu bu toplumun tabularından ve mitlerinden biridir. Tartışılması, onun hakkında görüş beyan edilmesi kimsenin hoşuna gitmez. Bu o kadar güçlü bir mit’tir ki, laikler için de dindarlar için de böyledir. Dindarlara göre ordu dualarla, tekbirlerle, veliler ve şeyhler (toplumun manevi önderleri) tarafından kurulduğu için adeta bir peygamber ocağıdır. Oysa bunun peygamber ocağıyla yakından uzaktan hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü peygamber döneminde bir kurum olarak ordu yoktur. Olmaması da doğaldır. Çünkü devleti elinde tutanların kendilerini ordu gibi silahlı bir güçle korumaları onların yanlışlarına doğru demeyi zorunlu kılacaktır ki, bu islamın mantığına terstir.

    İslam devlet geleneğinde ordunun siyasi bir hüviyet kazanarak devlet erki üzerinde belirleyici bir rol oynaması Emevi hanedanı ile başlar. O zamana kadar geçen süre zarfında ordu diye bir kurum yoktur. Her müslüman cihad zamanında gönüllü birer askerdir. Silahını kuşanır ve İslam kumandanının emrine girer. Peygamberin buyruğuyla savaşa katılır, ya şehit ya gazi olur. Savaş sonrasında ganimetlerden kendine düşen payı alır ve kışlaya değil evine geri döner. Bu statü dört halife döneminde de aynen devam etmiştir. Halife Ömer, askeri bir dehaya sahip olan Halid b. Velid’i üstüste kazanmış olduğu zaferlerden sonra kazandığı şöhretini olası bir siyasal güce dönüştürmesini önlemek babında görevinden azletmesi oldukça anlamlıdır. Hz. Ömer bu yolla askeri gücün kurumlaşmasını önlemek istemiştir. Ne varki çok geçmeden, askeri gücü kendi iktidarlarını korumaya hasreden sultanlar döneminde profesyonel anlamda ordular teşkil edilmiştir. Hatta doğrudan doğruya sultanı koruyan birlikler de oluşturulmuştur. Bu birliklere günümüzdeki özel muhafız alayları anlamında hassa ordusu yahut hassa birlikleri denmektedir. Ortaçağ boyunca Batı’da ve Doğu’da ordu mantığı genel olarak ülke hakimiyeti esasına da-yalıdır. Silahlı gücü kim elinde bulunduruyorsa ülkenin hakimi ve sahibi de odur.

    Osmanlı ordusu ilk dönemlerde daha doğrusu Orhan Gazi devrinin sonlarına kadar Türkmen aşireti birliklerinden oluşmaktaydı. Bu aşiretlerin ileri gelenleri padişaha müracaat ederek savaşta görev alacaklarını arzediyor, savaş kazanıldıktan sonra da elde edilen yeni arazilerden pay alıyorlardı. Ki, bu uygulamaya sonraları “tımar” yahut “zeamet” denilmiştir. Askeri teşkilatın ikinci bir unsuru da tamamen gönüllülerden oluşan “yaya” ve “müsellemlerdi”. Askeri yapı kurumlaşmaya doğru gidince köylü aşiretlerden müteşekkil gönüllülerin yerini bu ücretli askerler almaya başlamıştır. Böylece Orhan Gazi basit beylik kurumları yerine daha güçlü bir hükümet ordusu kurmayı başarmıştır. Eski aşiret askerlerinden de vazgeçilmiş değildir. İhtiyaç anında onlara da başvurulmaktadır. Divana bağlı esas orduyu “sipahiler” ve “azaplar” teşkil ederken, aşiretlerden oluşan “müsellemler” de yedekte tutulmuştur. Dolayısıyla ordu iki ayrı gruptan oluşmaktaydı. Bu ikili yapı ileride birbirine rakip olacak ve biri diğerini ortadan kaldıracaktır. Padişah ordusunun yanı sıra (Hassa Ordusu) üçüncü bir unsur olarak Yeniçeri askerinin ortaya çıkmasıyla yeni bir dönem başlamıştır. Savaşta esir alınan hristiyan çocuklar “Acemi Ocağı” denilen bir yere gönderiliyor, orada terbiye edilip eğitildikten sonra orduya katılıyor. İşte Yeniçeri bölüklerinin insan kadrosu böyle bir uygulama ile elde edilmekteydi. Bunlara aynı zamanda “Kapı kulları” denilmekteydi. Bu deyimle saraya yani padişaha bağlı olan hassa askerleri kastediliyordu.

    Yeniçeri ocağının Osmanlı’nın iç siyasetinde etkin rol olması çok geçmeden başlamıştır. Yeniçeri’nin devletin tepesine ilk müdahalesi Sultan Murad döneminde olmuştur. Sultan Murad, veliahd Mehmed’in ilk culusunda düşmanın Osmanlıyı tehdit etmesi üzerine Edirne’ye gelip yeniden ordunun başına geçerek meşhur Varna Zaferi’ni kazandıktan sonra gene eski inziva ye-rine gitmeye kalkınca, nüfuz ve iktidarın kendilerinden yeni padişahın yakınlarına ve erkanına geçmesine tahammül edemeyen eski padişah taraftarları, Mehmed’in yeni kestirdiği akçenin eksik vezinli olmasını bahane ederek yeniçerileri isyana teşvik etmişler ve eski sultanı yeniden tahta geri getirmeye muvaffak olmuşlardır. Yeniçeri ocağının artık siyasi bir nüfuza sahip olduğunu gösteren ve “Buçuk Tepe İsyanı” diye bilinen bu olay Osmanlı iç siyasetinde de bir dönüm noktası sayılır. Bundan böyle “yeniçeri” (ordu) ne derse o olacaktır.

    Bundan sonra artık siyasi kararların alınmasında yeniçeri ocağı en önemli rolü oynayacak siyasi bir güç odağı olmuştur. Bir padişahı azledip yerine istediğini getirme, istemediği veziri azamın kellesini talep etme vs. gibi en üst düzeydeki siyasi kararlar bu ocağın insiyatifine geçmiştir. Hassa birlikleri geleneği Abbasilerle başlamış, Selçuklularda ve Osmanlılarda doruk noktaya ulaşmıştır. Bundan böyle artık devletin otoritesi profesyonel bir askeri sınıf tarafından korunmuş oluyordu.

    Yakın tarihteki Osmanlı devlet yapısı, gözönünde tutulacak olursa cumhuriyetle birlikte yeniden yapılanma hareketinin özünde büyük bir değişimin olmadığını görüyoruz. Değişmesi gereken askeri yapı özü itibariyle kurumsallığını muhafaza etmiştir. Askeri kurumların sivil iktidarlara bağlanması teşebbüsü uzun sürmemiş, 1924’ten sonra çıkarılan bir kanunla askeri otoritenin en yüksek kademesi sayılan Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti (Bugünkü ifadesiyle, Genel Kurmay Başkanlığı) bağımsızlaştırılmıştır. Yani sivil iktidara bağlı olmaktan kurtulmuştur. Daha sonraki dönemlerde Savunma Bakanlığı’na ve başbakana bağlanan Genel Kurmay 1961 modeliyle başbakana bağlanarak bu statüsünü sürdürmüştür.

    Milli Güvenlik Kurulu, Genel Kurmay Başkanlığı ve Askeri Şura gibi kurumlar sivil otoritenin dışındadır ve bu kurumların almış oldukları kararlar şeklen tavsiye niteliği taşımış olsa bile esasta emir niteliğindedir. Bu kurumların almış oldukları tavsiye kararlarını sivil iktidarlar kolay kolay gözardı edemezler.

    Bu nitelik aslında Osmanlı yönetim mirasının bir uzantısı olarak değerlendirilebilir. Zaten yeni devleti kuran parti askerlerden oluşmuştur. Türkiye’de çeşitli dönemlerde yapılan anayasa çalışmaları da askerlerin denetiminde gerçekleşmiştir. Yani tamamıyla sivil bir anayasa yoktur. 1960’tan başlayarak her on yılda bir üst üste gelen üç askeri darbe (1960-1971-1980) sonrasında askerlerin denetiminde Anayasalar düzenlenmiş ve ülke bu anayasalarla idare edilmiştir.

    Türkiye’de militarist ruh her kademede egemen güç olmaya devam etmektedir. Milli Güvenlik Kurulu’nun görevi 1961 anayasasına göre hükümete sadece bilgi vermek iken, daha sonra gelen uygulamada hükümetler bu kurulun almış olduğu tavsiye kararlarını gözönünde bulundurmak gibi vazgeçilmez bir gelenek ihdas etmiştir. Böylece devlet üstü gizli bir güç oluşmuştur.

    Burada ordunun siyasal bir denetim aracı olduğu ortaya çıkmış oluyor. Bir ülkenin en sivil kurumu olması gereken hukukun belirlenmesinde ordu müdahil olursa, halkın temsilcileri olan seçilmişlerin ülkenin mukadderatı üzerinde fonksiyonel hiçbir rolleri yoksa eğer, orada demokrasiden, halkın iradesine dayalı yönetimden bahsetmek de abes- tir. Ordunun asıl görevi ülkeyi dıştan gelen tehlikelere karşı korumak ve kollamak iken Türkiye’de her on yılda bir sivil iktidarlara müdahale ederek onları hizaya getirmiştir. “Cumhuriyeti koruma ve kollama” adı altında yapılan müdahalelerle dış düşmanın yanısıra bir, iç düşman ihdas edilmiştir. Zinde güçler halkın ve ülkenin üzerindeki hegemonyalarını yitirmemek için rejimi vesayetleri altında tutmuşlardır. Rejimi koruma rolünü kendilerine biçen bu zinde güçlerin asıl korkusu kendi saltanatlarıdır. Ordunun sivil yönetimler üzerindeki hegemonyasının mantığında mevhum bir iç düşman vardır. Böylece Türkiye’de sivil rejim askeri rejimin vesayeti altına girmiş oluyor. Oysa medeni hiçbir ülkede asker rejimin bekçisi değildir. Dıştan gelecek müdahalelere karşı halkını koruma noktasın da ordu vatanın bekçisidir. Bediüzzaman Said Nursi’nin tabiriyle asker neferatının siyasete karışması ve sivil alana müdahalesi devlet ve milletçe müthiş zararlar doğurmuştur. Bu aslında ordunun varolan gücünü ve prestijini de zedeler. Onun için Türkiye’nin güçlü hükümetlere demiyorum ama güçlü iktidarlara ihtiyacı vardır. Toplumu dönüştürecek kurumları yeniden dizayn edebilecek iktidarlar ancak bu boşluğu doldurabilir.

    Hükümetler şimdiye kadar ordunun yeniden dizayn edilmesi ve yeni bir silahlı kuvvetler konsepti oluşturması yolunda ciddi bir adım atmış değillerdir. 70 yıllık ordu düzeni anlayışı aynen devam etmektedir. Hatta anayasada olsun diğer yasalarda olsun ordunun sivil iktidarlar üstündeki etkisi azaltılacağına, getirilen yeni kurumlarla bu yapı ve otorite pekiştirilmiştir. Yani kısmen sivil otoriteye bağımlı olan yapı giderek bağımsızlaştırılmış ve sivil otorite neredeyse askeri güce bağlanmıştır. Ya da en azından bir takım askeri kurum ve kuruluşlar sivil iktidarın etki alanı dışında tutulmaktadır. Örneğin, Milli Güvenlik Kurulu’nun almış olduğu tavsiye kararları birer emir niteliğindedir. Genel Kurmay Başkanlığı ve Askeri Şura gibi organlarda da durum farklı değildir.

    Ordunun her halukârda siyasetin dışına çekilmesi, siyasetin dışında kalması gerektiği gibi, sayısal olarak kemiyete dayalı ordu mantığından profesyonel ordu anlayışına geçmek de artık bir zarurettir. Demokratik ülkelerin tümünde izlenen seyir de budur. Gerçi Türkiye gibi ordunun yapılandırdığı devlet geleneğine sahip bir ülkede bunu aşmak zordur ama yapılması gereken de budur.