Köprü Anasayfa

Ordu, Devlet ve Demokratikleşme

"Güz 96" 56. Sayı

  • Toplum, Ordu ve Demokrasi Üzerine Bir Kaç Söz

    Onur Erdem

    Türkiye Cumhuriyetinin siyasal tarihinde, kuruluşundan günümüze kadar, hemen bütün konularda, özellikle ordu-siyaset ilişkileri üzerine düşüncelerini açıklayanlar günübirlik düşünce örgüsünde gezinmeyi tercih ettiler. Siyasi süreç uzun boylu, geniş bir siyasal tasavvur ile ele alınamadı. Herşeyin herşeye bağlı oluş keyfiyeti sosyal olaylarda da geçerlidir. Türkiye ayrı düşünülemez. Toplumun bir parçası ve onun gidiş yönüne paralel bir yön tayin eden bir unsur olarak düşünmek gerekir. Asıl olarak Türkiye toplumunun ne siyasî ne de iktisadî bir sorunu vardır. Temel sorun varoluşu hangi alanda tanımlayacağı ile ilgilidir.

    Osmanlı toplumunun son dönemlerinde batılılaşma toplumun elit kesimini darda bırakan bir hareket olarak karşımıza çıkar. Kendi değerlerinin kayba uğrayacağı korkusu ile toplumun öncü kesimi yelpazenin bir orta noktasında anlaşalım düşüncesini benimser. Mevcut sistemin değişmesi-değişmemesi arasında mekik dokuduğundan birtakım ittifak arayışlarına giren anlamda “sivil kanat”ta olup bitenler ordu faktörünün müdahalesini ön plana çıkarır.

    Osmanlılarda değişme temayüllerinin ordudan hareketle başlatılması dış faktörlere göre yapılmış tanımlamaların günün şartları nazara alındığında bunların zorunlu, kendilerini dayatan tanımlamalar olduğu düşünülebilir. Yinede değişimin ordudan başlamış olmasının asıl sebebini aramak zorundayız. Zira olup bitenler, değişimin yapılış biçiminin üstten başlanarak yapılmış olması Osmanlı tarihsel süreci mantığı ile uyum içindedir. Bütünsel değişim üstten yapılır, ve toplum da bunları benimsemek durumunda kalır. Kimilerince sosyoloji biliminin kurucusu İbn-i Haldun yaklaşımına göre devletler çöküş dönemlerinde askerî unsurunu ön plana çıkarırlar. Bu teorik yaklaşım değişimin askerî olandan başlayıp askeri olan ile sınırlı tutulması Osmanlı son dönemi için, olgusal tarih bakımından bir çerçeve oluşturur gibidir. Esas olarak dünya toplumlarının bir potada karışmaya başladığı bir çağda batıyı kabullenmek ya da kabullenmemek arasındaki sınırın çok belirsiz olduğunu düşünmemiz gerekiyor. Temelde birey ve çok sonralarında da toplum sorunu olması

    gereken İslam kültürünü amel ve itikadını kendi iç ve dış valıklarına içkin hale getirememiş bireylerden bir salgın halinde yayılan batının varoluş biçimine karşı koymalarını istemek yanlış bir mantık dizgesinde olmak anlamına gelir. Eğer batılılaşmaktan murad; batının kendi acıları sonucu ulaştığı tıpkı hayat gibi her yöne akabilen bir mantık örgüsüne sahip olmak ise, bu zaten istenilmesi gerek bir şeydir ve Türkiye Cumhuriyeti devleti kurucuları bunu hiç istemediler.

    1826 sonrasında askerî sınıfın değişimine en yatkın kurum olarak görülmesi, değişimin belli bir düzeyde amaçlandığı anlamına gelir. Bu temayül Yeni Türkiye devletinin kuruluşuna kadar sürer. T.C. devletinin kuruluşundan bu güne kadar askerî sınıf birşeylerin değişmemesi için varolagelen temel bir unsur olarak orta yerde durur. Dünya devletlerinin yapılarında meydana gelen temel değişiklikler T.C. devletinin askerî yapısını değiştirmez. Bugün için askeri demokratik tavrı benimseyememiş bazı kesimlerce ordunun kışkırtılmış olması, bu kurumun bu ülkede bazı şeylerin değişimini engelleyen bir bekçi fonksiyonu ifa etmeye devam ettiğini gösterir.

    1908’den sonra sivil kadroların etkinliği azalmış ordunun müdahale faktörü ön sıraya yerleşmiştir. T.C.nin kuruluşu aşamasında askerî sınıfa mensup şahıslar askerî görevlerinden ayrılıp milletvekili olma yolunu seçtiler. Bu, askerî müdahale anlayışının sivil bir görünüm içinde devam etmesi anlamına geliyordu.

    1900’lerin başından itibaren kendilerini tanımlayamamış melodram bir anlayışa sahip aydınlar hakperest aydınlar karşısında geniş tasavvurdan yoksun çok kolay tepkisel tavır alan sözümona aydınlardan oluşur. Bunlar toplumun gittitçe demokrat bir davranış tarzına yaklaşmasını kendi varoluşları bakımından tehlikeli sayarlar. Fikirden yoksun olduklarından kaba kuvvete göz kırpmak bunların temel adetidir. Farklı varolma tarzlarının yanyana ve karşıt durabildiği sosyal yanının adı olan demokrasiyi benimsemezler ama demokrasi lafını da kimseye bırakmazlar. Bu “sivil kanat” ordunun değişime müdahele gücünü ön planda tutan önemli unsurlardan biridir. Bir diğeri ise, Ordunun kapalı bir alan oluşturarak sivillerle olacak muhtemel iletişimin yolunu kesmesidir. İnsanlar birbirlerini anlamayınca birbirlerinden nefret edip düşmanlık beslemeye başlarlar.

    Türkiye’de hürriyetler tepeden “bahşedilmiş” olduğundan verilmiş mücadele ve çekilmiş acılardan söz etme imkânı yoktur. Dolayısıyla bir dönem için verilmiş haklar bir başka dönemde geri alınabilmiştir. Bu işleyiş sürgit devam ettiğinden halkın insiyatif sahibi olmak gibi bir keyfiyetten söz etmek imkânı yoktur. Esas olarak halkın insiyatif sahibi olması devlet sahipleri tarafından istenir bir şey değildir. Zaman zaman öfkenin doruklaşması ile tepkisel bir tavır takınıp tercihlerini iradelerine göre kullanan halkın ne kadar tehlikeli olabileceği bilinen bir şeydir. Dolayısıyla devlet sahiplerince sürekli akılda tutulması gereken şey halkın hiç bir zaman insiyatif sahibi kılınmaması gerçeğidir. Türkiye’de halkın aydınlara nazaran daha esnek olabildiği değişik zamanlarda yapılan seçimler incelenirse anlaşılır. Aydınlar ise paradoksal bir şekilde hep aynı şeyleri oldukça katı bir tarzda savunagelmişlerdir.

    Devletin doğuş sürecine uygulanan başlangıçta daha çok demokratik daha az askerî-teorik çerçeveyi fazla karikatürize bir noktaya kaçmadan tersinden T.C. Devletine uygulayabiliriz. Kuruluşundan tarihsel an diyebileceğimiz on yıllar boyunca daha çok askerî daha az demokratik bir görünüm arzetti. 1980’ler daha çok askerî vasfın ağır bastığı yıllar olarak zihinlerde kaldı. Bugün için devletin demokratik vasfının ağır bastığı bir intibaya sahip olsak bile bu artık bir askerî darbenin olmayacağı anlamına gelmez. Darbenin karşısındaki en büyük seti, adını toplum olarak koyduğumuz bütünsel yapının diğer unsurlarının ve katmanlarının “darbe” düşüncesine karşı gergin ve uyanık bir ruh hali içinde olması keyfiyeti oluşturur. Aslında darbe olgularıyla içiçe geçen yaşanmış tecrübe eğer tarihten ders almak diye bir şey varsa, böyle bir uyanık ruh hali içinde olmayı yeterince sağlıyor. Bugün için siyasal partilerde kısmî de olsa vücut bulmuş “demokratik” anlayış ve tutum Türkiye toplumunun daha iyi olana gidişinin müjdesini verir gibidir.