Köprü Anasayfa

Ordu, Devlet ve Demokratikleşme

"Güz 96" 56. Sayı

  • Türk-İslam Tarihinin Konjonktürel Yorumu

    Bünyamin Duran

    Doç. Dr. Dumlupınar Üniversitesi, Bilecik İİB Fakültesi Öğretim Üyesi

    İslam tarihi geriden bir kuşbakışı ile incelendiğinde gelişim sürecinin doğrusal ve bir düzlem üzerinde değil, helozenik bir salınım şeklinde olduğu görülür. "Fazilet Dönemi" diyebileceğimiz dönemden "Çöküntü Dönemi" arasında İslam toplumu sürekli salınır. Sözü edilen dönemlerde toplumsal sosyo-ekonomik formasyon da dönemlere paralel olarak değişir ve farklı nitelikler alır. Burada önemli olan nokta, tarihin hangi dinamikler tarafından böyle belirlendiğidir. Tarihi yapan dinamikleri merak edip araştıran birçok düşünür olayı çeşitli boyutlarıyla geniş ölçüde aydınlatmışlardır. Bunlardan burada özellikle İbn-i Haldun’u, Hegel’i, Weber’i, Toynbee’yi, Marx’ı ve Bediüzzaman’ı zikredebiliriz. İlginçtir ki, gerek zaman ve mekan, gerekse referans kaynakları bakımından birbirinden son derece farklı olan bu düşünürler tarihi yapan güçlerin niteliği konusunda ciddi bir kesişme ve örtüşme içerisindedirler.

    Tarihi yapan dinamik olarak tüm tezlerin odaklandığı kurum benim “Öncü Azınlık” dediğim kurumdur. Bu kuruma İbn-i Haldun “Asabiye”, Hegel “Büyük Adamlar”, Toynbee “Yaratıcı Azınlık” adını vermektedir. Gerek derecede bir "özlem"le donanarak belli hedefleri elde etme amacıyla organize olmakta ve o hedefe doğru bütün fiziki ve sosyal-siyasal çevrenin dayatması ve tasallutu, gerek "aklın hilesi"nin kandırması, gerek üretim araçlarının zorlaması yoluyla olsun çeşitli neden ve faktörlerden dolayı insan soyunun belli bir kısmı ileri varlığıyla abanmaktadır. Bu "öncü güç" sanki bir doğa gücü etkinliğinde önüne dikilen tüm engelleri aşarak büyük ölçekli dönüşüm ve devrimleri gerçekleştirmektedir.

    Öncü Azınlık’ın ortaya çıkışı normal şartlar altında kendi kendine ve birdenbire değil, olağanüstü şartlar altında, zamanla ve dış şartların dayatmasıyla olmaktadır. Bediüzzaman’ın çeşitli yaklaşımlarına dayanarak bu sosyal yasayı şöyle anlatabiliriz: İnsan bilindiği gibi "Allah’ın halifesi" olması niteliğiyle çok önemli bir potansiyel enerji ve istidada sahiptir. Potansiyel kabiliyeti son derece yüksektir. Bilkuvve olarak hırsın, intikamın, özlemin, aşkın, sevginin, fedakârlığın, sadakatin, ümidin, ha-yalin, isyanın, itaatın… maksimum seviyelerine sahiptir. Ancak bütün bu sıfatlar insanda potansiyel olarak vardır. Bu duyguların kinetik hale gelmesi, bazı dışsal faktörlerin dayatması ve "tasallutu"yla mümkündür. Bu tasallut, ya fiziki çevreden, ya da sosyal-siyasal çevreden gelebilir. Tasallutun niteliği ve şiddeti, "öncü azınlık"da ciddi reaksiyonlara, tepkilere yol açarak, gizli duyguların su yüzüne çıkması ve giderek keskinleşmesine yol açar. Şayet dışsal çevrenin meydan okuması öncü kesimde kin ve nefret duygularının yoğunlaşması ve keskinleşmesine neden oluyorsa, o toplumda sürekli ve şiddetli çatışma, terör ve çalkantılar yaşanır. Meydan okuma, ahlakî boyutta ise, yani egemen kesim, siyasi gücü toplumsal ahlakın yozlaştırılması, leşleştirilmesi ve kokuşturulması amacıyla kullanıyor, ahlakî yapı erozyona uğratılıyorsa, "fıtraten mazbut" olan öncü kesim bu meydan okumaya karşı ileri derecede ahlakî ve kültürel yapıya sahip çıkarak, kendi hayatlarında son derece mazbut bir hayat tarzı kurarak tepki gösterirler. Benzer tepkiler ekonomik, siyasal ve kültürel meydan okumalara; fiziki coğrafyanın bela, musibet ve tabiî afet şeklindeki meydan okumalarına karşı da ortaya çıkar.

    Öte yandan Bediüzzaman, toplumsal gelişmenin temelinde aşırı ihtiyaçların yattığına inanır. Ona göre toplumsal değişme, ancak öncü azınlıkta değişme yönünde aşırı bir ihtiyacın ortaya çıkmasıyla mümkün olabilir. Bediüzzaman bu konuda: "Muzaaf ihtiyaç iştiyaktır, muzaaf iştiyak incizab’tır". Yani ihtiyaç şiddetlendikçe iştiyaka, iştiyak da şiddetlendikçe incizaba dönüşür. Anlaşıldığına göre iştiyak, ihtiyacın; incizab da iştiyak’ın bir üst şiddet derecesidir. Bu yaklaşıma göre, inzicab derecesi bir şeyi istemenin en son ve şiddetli tarafı ve yönünü oluşturuyor. Hegel’de “tutku” adını alan bu olguya biz "özlem" diyeceğiz. O zaman olayı şöyle genelleyebiliriz: toplumun "öncü azınlık"ında belli hedeflere "özlem" derecesine arzu ve istekler ortaya çıkmadan o amacın gerçekleşmesi normal şartlar altında mümkün değildir. Başka bir ifade ile, yüksek idealleri, büyük devrimleri gerçekleştirmek ancak "yüksek dereceli özlemle" olabilir. Eğer toplumda bu özlem yoksa, aydınların, devletin veya başka faktörlerin zorlaması ve isteğiyle büyük ölçekli dönüşümler gerçekleştirilemez.

    Burada önemli olan başka bir mesele özlemin şiddet derecesi ve yöneldiği istikamettir. Eğer özlemin şiddet derecesi düşükse, özlem duyulan amaçların elde edilmesine yönelen enerji ve eylem yoğunluğu da o ölçüde yetersiz ve zayıf olacaktır. Aynı şekilde elde edilse bile elde edildikten sonra elde tutulmaya çalışılmasına yönelik gayret de ona göre az olacaktır. Bunun tersine, eğer, özlemin şiddeti çok yüksekse, öncü kesimin tüm düşünce, ideal ve beklentisi o yönde yoğunlaşacak, o hedef onlar için "aşk" düzeyine gelecek, o hedefe ulaşmak için de tüm enerjilerini kullanacaklardır. Bu süreçle elde edilen bir devrim de ona göre sürekli, derin ve güçlü olacaktır. Özlemin oluşmasında katkısı olan duyguların niteliği ve çeşitliliği de önemlidir. Şayet özlemin gelişmesi ve devam etmesinde katkısı olan duygu sınırlı sayıda ise, elde edilen hedef de sınırlı olacaktır. Bunun tersine, özlemin ortaya çıkması ve devam ederek yapısallaşmasında katkısı olan duygular çok sayıda ise, topyekün bir devrimden ve geniş boyutlu bir dönüşümden sözedebiliriz. Öte yandan, özlemin yöneldiği alan da farklı olabilir. Yine çevrenin meydan okumasına bağlı olarak özlem, maddî (yani bir ekonomik kalkınmaya),veya manevî bir hedefe (İ’la-yı Kelimetûllah) yönelebilir. Bu durumda özlemin yöneldiği hedef veya hedefler gerçekleşirken, yönelmediği hedefler gerçekleşmiyecek veya gerçekleşse de bu gelişme istenmeden bir gerçekleşme olacaktır. Aynı şekilde, meydan okuma çift yönlü ise, yani topluma hem maddî faktörler, hem de manevî faktörler meydan okuyorsa bu durumda özlem hem maddeye hem de mânâya yönelebilecek ve iki hedef de müştereken gerçekleşebilecektir.

    Tarihi yapan dinamik olan “Öncü Azınlık”ın ortaya çıkışı sürecini sadece bir faktöre bağlamak doğru değildir. Çevrenin dayatması ve tasallutu yanında İlahi inayet ve ihsan dinamiğini de unutmamak gerekir. Özellikle İslam toplumlarının değişmesi sözkonusu olunca esas belirleyici unsurlardan biri İlahi inayet ve ihsan olmaktadır. Nitekim aşağıda inceleyeceğimiz Risalet ve Tecdid Çevreleri, hem birinci dinamiğin hem de ikinci dinamiğin sonuçları olmaktadır.

    Bu genel yaklaşımdan sonra şimdi de İslam toplumlarının tarihi gelişme ve değişmelerini belirleyen dinamiklerden Risalet Çevresi ve Tecdid Çevresi dinamiklerini inceleyebiliriz. Burada Türk-İslam tarihinin inşasında Risalet Çevresi başlığı altında Sahabe Çevresi, Tecdid Çevresi Başlığı altında da Horasan Erenleri örnekleri incelenecektir.

    Risalet çevresi: sahabe örneği

    Bediüzzaman ilk İslam toplumlarının sosyo-ekonomik değişmesinde temel dinamik olarak Risalet Çevresini oluşturan Sahabe unsurunu kullanır. Ona göre toplumların belli bir toplumsal yörüngeden daha üst ve daha gelişmiş bir yörüngeye sıçrayabilmeleri, son derece dinamik bir öncü kesimin varlığıyla mümkündür. Bu kesim ise O’na göre normal ortamlarda değil, tersine, normal-dışı ortamlarda ortaya çıkar. İslam toplumlarının yörünge değiştirmesini sağlayan Sahabe Çevresi de Bediüzzaman’a göre böyle normal-dışı bir ortamı temsil eder. Bediüzzaman, Sahabeleri doğuran ortamı araştırırken, psikolojik, sosyolojik ve ilahî ortamları ön plana alarak olayı çözümlemeye çalışır. Ona göre, Sahabeyi ortaya çıkaran faktör, geniş ölçüde Sahabenin içinden çıktığı siyasi, kültürel, ahlakî ve ilahî ortamdır. Bediüzzaman bu konuda şöyle der: Sahabeler ekseriyyet-i mutlaka ile kemalat-ı insaniyyenin en yüksek derecesindedirler. Çünkü o zamanda; "o inkılab-ı azîm-i İslami" de "hayır" ve" hak", bütün güzelliğiyle; " şer" ve "batıl" bütün çirkinliğiyle Sahabeler tarafından görülmüş ve maddeten hissedilmiştir. Şer ve hayır , "kizb ve sıdk" arasında öyle bir mesafe açılmıştı ki, belki araları Cennet ve Cehennem kadar birbirinden uzaklaşmıştı. Bu arada, kizb, şer ve batıl, bir tarafta; hak, hayr, risalet ve tevhid de tam onun karşısında konuşlanarak yerlerini almıştı. Bu iki zıt kutup bütün kurumları ve temsilcileriyle farklılaşmışlar, küfrün temsilcisi, Müseylime-i Kezzab; Hak ve hayrın temsilcisi de Hz. Muhammed(sav) olarak müesseseleşmişti. Adeta küfür, “kizb”, zulüm, haksızlık… gibi tüm olumsuz vasıflar Müseylime’nin; Hak, adalet, iffet, şefkat, hikmet… gibi vasıflar da Hz. Muhammed’in(sav) varlığında şekillenmişti. Yüksek ahlaka meftun, izzet ve şerefe düşkün ve fıtraten ulvî hislerle donatılmış olan Sahabeler, Müseylime’nin düşük ahlak, karakter ve niteliğini açık ve net olarak bildikleri, pratik hayatta sonuçlarını yüzlerce defa gördükleri ve yaşadıklarından onu sevip taklid etmeleri düşünülemezdi. Tersine Sahabeler ondan nefret duyarak adeta iğrenmişlerdir. Sıdk, hayr, ve hakkın dellalı ve numunesi olan Hz. Muhammed(sav)’in beşerin ulaşabileceği kemalâtın en yüksek derecesinde bulunan makamına bakarak ise bütün kuvvet ve himmetleriyle onun arkasında yer almışlar, bütün benlikleriyle O’na rampalanmışlardır. (Sözler, s.459.)

    Bediüzzaman’ın ifadelerinden de açıkça anlaşılacağı gibi "Asr-ı Saadette" Sahabeyi besleyen ve geliştiren unsur, Sahabenin sahip olduğu ahlakî ve kültürel çevre olmuştur. Analizi biraz daha basitleştirmek için bu çevreyi "makro çevre" ve "mikro çevre" diye ikiye ayırabiliriz.

    Makro Çevre: Sahabenin makro çevresi müşrikleri ve genel olarak Peygamber ve Sahabe dışında mevcut olan sosyal, siyasal kültürel ve dini çevreyi kapsıyordu. Gerçekten nitelik açısından bu çevre, korkunç bir yozlaşmayı ifade ediyordu. Ekonomik ilişkiler; sömürü, talan ve yağmaya; sosyal ilişkiler aşırı ölçüde ırkçı, sınıfçı, ve statücü bir yapıya; din, gülünç bir putperestliğe; kültür, köleleştirme, kadınları insan- dışı sayma gibi… dini ve sosyal hayatta derin bir çöküntüyü ifade ediyordu. Bu yoz hayat, giderek yaygınlaşıyor, derinleşiyor ve yoğunlaşıyordu. Bünyesinde bulunan bireyi kendi istikametinde şekillendirmek istiyordu. Dolayısıyla bireye sürekli dayatmalarda bulunuyor, tersi çıkışları her türlü gücü kullanarak bastırmaya çalışıyordu. İşte Sahabe böyle bir ortamda yetişiyor, çevresiyle hesaplaşmaya böyle bir ortamda başlıyordu.

    Mikro Çevre: Sahabenin muhatap olduğu yakın çevresidir. Bu çevrenin odak noktasında Hz. Peygamber bulunmakta, etrafında dalga dalga Sahabeler yer almaktadır. Mikro çevreyi de genel hatlarıyla ikiye ayırarak inceleyebiliriz. "risalet çevresi" ve "sahabe çevresi".

    Risalet Çevresi: Bediüzzaman, Sahabenin sosyal, siyasal, dini ve kültürel hayatta ulaştığı derinliği, diğer faktörlerin yanında "risalet çevresi"nden kaynaklanan "in’ikas sırrı" ve "akrebiyyet sırrı" gibi kavramlarla izaha çalışır. İn’ikas sırrı; tamamen manevî ve metafizik operasyonlarla ilişkilidir ve doğrudan İlahî İnayet’e bağlıdır. İnsanın kabiliyet ve kapasitesinden, ibadet ve imanından ziyade, sırf bulundukları zaman ve ortamın özelliğinden dolayı Allah’ın özel ihsanını yansıtır. İn’ikas Sırrı, insanın zikir, ubudiyet, iman, takva, tebliğ gibi yollarla Allah (cc)’a yaklaşmasından ziyade, Allah (cc)’ın bir ihsan-ı İlahî olarak insana yaklaşması şeklinde cereyan eder. Bediüzzaman bu olayı “ayna-güneş” misaliyle anlatır: Nasıl ki, parlak bir ayna bulutsuz bir havada güneşe karşı tutulduğunda, güneş, yaklaşık tüm özellikleriyle aynaya yansır, aynada küçük bir güneşçik elde edilebilir. Bunun gibi, temiz bir kalple "risalet güneşi"ne muhatap olan bir insan da tüm varlığında çok derin devrim ve operasyonlara uğrayabilir. Bu İlahî operasyonla birey risaletin boyasıyla boyanıp, nuruyla nurlanabilir.

    Gerçekten de in’ikas sırrını anlayabilmek için "Asr-ı Saadet"e gidip, olayları yerinde ve çağında incelemek gerekmektedir. Bir bedevi adam, kızını sağ olarak toprağa gömecek kadar vahşet, zulüm ve gaddarlıkta bulunabildiği bir kültürel ortamda, gelip bir saat Peygamberin sohbetine katılır, bu sohbette öyle bir ruhî devrime uğrardı ki, bir daha karıncaya basmıyacak derecede rikkat ve şefkat sahibi olurdu. Aynı şekilde cahil, vahşi bir adam, bir gün Peygamberle beraber olur, O’nun sohbetinde bulunur, sonra Çin ve Hind gibi son derece medeni toplumlarda hakikatların öğretilmesinde rehber ve muallim olurdu.

    “Akrebiyyet Sırrı” yoluyla izah da yine manevî ve metafizik yönlü bir izahtır. Bu izah tarzına göre insanın Allah’a olan yakınlığı ve Allah’ın insanlara olan yakınlığı önem kazanmaktadır. İnsan Allah’a aklın kavrayamıyacağı derecede uzakken Allah insana son derece yakındır. Hatta bir ayete göre Allah insana "şah damarından daha yakındır". İnsanın Allah’a yaklaşması kendi çabasıyla olurken, Allah’ın insanlara yaklaşması sadece İlahî bir lütuf ve ikramla olmaktadır. Bu sırrı düşünür yine güneş misaliyle anlatmaktadır. İnsanın güneşe yaklaşması için uzun bir yolculuğa çıkması gerekir; ancak güneşin insana yaklaşması ve etki altına girmesi sadece sekiz dakikalık bir zamana bağlıdır. Düşünüre göre Allah’ın yakınlığını kazanmak iki yolla olmaktadır: biri, "akrebiyyetin inkişafıyla"dır ki Sahabelerin Allah’a yakınlıkları bu yolla olmaktadır. Peygamberin bir sohbetiyle bu makama ulaşmak mümkündür. İkincisi ise insanın kendi ibadet, riyazet ve tefekkürüyle Allah’a yaklaşmasıdır ki, bu yol çok uzundur.

    Bediüzzaman’a göre sahabe, alabildiğine yoz ve iğrenç bir sosyo-kültürel ortamda yetiştikleri, inandıkları ve taviz vermeden yaşadıkları ve inandıkları şeyleri başkalarına aktardıkları için geniş bir İlahî ihsana kavuşmuşlardır.

    Sahabe Çevresi: Sahabe Çevresi, Hz Peygamberi gören onunla tevhidî düzlemde buluşan mü’minler ve Hz. Peygamberi görmediği halde Sahabî mü’minlerin irşad ve eğitim faaliyetine katılan “Tâbiin” topluluğundan oluşur. Sahabeler Risalet Çevresi’nden aldıkları ders ve eğitimle “insan-ı kâmil”in tüm vasıflarını kazanmışlardı. Gerçekten Sahabe ortamı bireye "dıştan fazilet sağlayan" bir nitelikteydi. Çünkü o zamanda Risalet çevresinin inşa ettiği sosyal ve kültürel hayat tamamıyle Allah’n rızası ve muradını anlamak üzere dizayn edilmişti. Bütün zihinler, Allah’ın rızasına uygun mekanizmalar üretmeye yönelmişti. Bütün kalpler, "Allah’ımız bizden ne istiyor?" sorusunu cevaplamaya çalışıyordu. Bütün akıllar, kâinattaki Esma-i İlahiyye’nin sırlarını çözmeyi merak ediyordu. "Ahval-i zaman" tüm bu unsurları vurguluyor, ders veriyordu. Cereyan eden olaylar, kişiler ve toplumlararası ilişkiler, bu çizgi üzerinde yer aldığından her oluş fertlere yeni bir idrak ve irfan kazandırıyor, kişinin kabiliyet ve fikrini geliştiriyor ve tenvir ediyordu. Her fert belli yaşa geldiğinde önemli bir birikime sahip olarak sanki yüksek bir bilim ve düşünce adamı düzeyine ulaşıyordu. Bir de bu alanda çalışmalara girmişse, çevrenin sağladığı "dıştan yararlar"la çok kısa zamanda ciddi bir "müçtehid" olabiliyordu. En önemlisi o zamandaki her bir Sahabi her şeyini Allah yolunda feda etmekten geri durmayacak bir fedakârlık düzeyine sahipti. Hem mallarını, hem canlarını İ’la-yı Kelimetûllah uğrunda feda edebiliyordu.

    Gerçekten sosyal-siyasal çevrenin meydan okuması Sahabede tam onların aksine olarak, ekonomik hayatta adalet, hikmet ve dayanışma; sosyal hayatta rengi, dili, soy ve sopu ne olursa olsun görülmemiş bir kardeşlik ve arkadaşlık; dini hayatta, tevhid, ubudiyet, iman, zikir, tefekkür, marifet, aşk, ihlas ve samimiyet gibi “insan-ı kâmil”in tüm vasıflarını hayatlarında müesseseleştirmelerine ortam hazırlamıştır. Sahabenin bilkuvve olan tüm istidat ve kabiliyyetleri çevrenin dayatmasıyla bilfiil haline gelmiştir. İman, ibadet, ve eylem planında Sahabe olağanüstü bir performans göstererek yeni bir medeniyetin çekirdeğini oluşturmuşlardır.

    Burada şunu hemen vurgulayalım ki; Sahabeler de beşerdi. Onların da beşerîlikten kaynaklanan arzuları, ihtirasları ve içtihadları vardı. Bu eğilimlerin her zaman çakışması ve aynı düzlem üstünde buluşması mümkün olmuyordu. Zaten olması da doğal değildi. Bundan dolayı aralarında İ’la-yı Kelimetullah sürecine ulaşma konusunda ve yönteminde görüş ve içtihad farklılıkları doğabiliyor, hatta bu farklılıklar kılınçlarla çözümleme yoluna kadar bile varabiliyordu. Sahabenin kendi içsel bünyesinden kaynaklanan bu farklılıklar ve bu farklılıkların yol açtığı bunalımlar “içsel tasallut” diyebileceğimiz bir olguya işaret eder. Yüksek düzeyli heyecan ve atılımın sözkonusu olduğu bir “öncü azınlık”ta “dışsal tasallut”un ne gibi gelişmelere yol açtığını yukarıda kısaca inceledik. Aynı kadrolara bu defa doğrudan kendi bünyelerinden yönelen bir tasallut da benzer tepkiler ve gelişmeler yol açacağı söylenebilir. İlginçtir Bediüzzaman “içsel tasallut” olayının İslamî bilim branşlarının gelişip İslam dünyasının her köşesine yayılması gibi son derece anlamlı bir sonuç doğurduğunu vurgular.

    Bediüzzaman, İslamî ilimlerden tefsir, hadis, fıkıh, kelam, akaid.. gibi branşların gelişmelerini ve İslam dünyasının her tarafına yayılmasını Sahabelerin başına gelen “kanlı fitne-ler”e bağlar. Bu fitnelerin ümmetin içindeki "öncü azınlığın" potansiyel enerjilerini kinetik hale getirdiğini ve bu enerjinin de müthiş gelişmelere ortam hazırladığını ileri sürer. Bu konuda düşünür şu yorumu yapar: Nasıl ki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her çeşit bitkinin, ağacın ve tohumun istidatlarını tahrik ederek inkişaf ettirir, herbirinin kendine mahsus çiçek açmasını sağlar, fıtrî birer vazife başına geçmelerine imkân hazırlarsa… Sahabe ve Tabiinin başına gelen fitneler de çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidatları tahrik edip kamçıladı. "İslamiyet tehlikededir, yangın var" diye her taifeyi korkuttu, onları İslamın muhafazasına koşturdu. Onların herbiri kendi istidadına göre İslam camiasının muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna almaları ve bu alanda ciddi olarak çalışmalarına zemin hazırladı. Bir kısmı hadislerin muhafazasına, bir kısmı iman hakikatlerinin muhafazasına, bir kısmı şeriatın muhafazasına ve bir kısmı da Kur’an’ın muhafazasına çalıştı. Her bir taife bir hizmete girdi. Vazife-i İslamiyyette hummalı bir şekilde çalıştılar. Bu yolla muhtelif renkte çok çiçek açtı. Çok geniş olan İslam dünyasının her tarafına, o fırtına ile çeşitli tohumlar atıldı, İslam dünyası bu çiçeklerle gülistana çevrildi. "Güya dest-i kudret, Celal ile o asrı çalkaladı, şiddetli bir şekilde tahrik edip, ehl-i himmeti gayrete getirerek ruhları elektriklendirdi. O hareketten gelen bir kuvve-i anil merkeziyye ile çok sayıda münevver müçtehid, muhaddis, hâfız, asfiya ve aktab’ın İslam dünyasının her tarafına gitmesine zemin hazırladı. Şark’tan Garb’a kadar tüm İslam dünyasında müslümanları heyecana getirip Kur’an’ın hazinelerinden istifade için gözlerini açmalarını sağladı. (Mektubat s.103)

    Gerçekten Sahabe çevresi, Akrebiyyet ve İn’ikas sırlarının donattığı genel nitelikleriyle “zaman” ve çağlarını şekillendirmiş ve insanlık tarihine adına “Pür Fazilet Çağı” diyebileceğimiz bir çağ armağan etmiştir. Bu çağ aynı zamanda bir çok noktadan bir “Süper Çağ” niteliğini de taşır. Bu kadronun inşa ettiği Fazilet Çağı’nın genel nitelikleri üzerinde kısaca durmakta fayda vardır.

    Pür fazilet çağının genel özellikleri

    Bu çağda, özellikle “öncü azınlık” kadroları olan Sahabe ve Tabiinin ileri derecede bir iman, şevk, hamiyet, adalet, şefkat, hikmet, marifet, iktisad, muhabbet, tesanüd… nitelikleriyle maksimum düzeyde donatıldıkları görülür.

    Bu dönemde; toplumu peşinden sürükleyen kadroları oluşturan bireylerde son derece güçlü ve sarsılmaz bir iman, Allah’ın hükmünü hakim kılma sürecinde ileri derecede bir şevk ve hamiyet duygusu vardır. Aynı şekilde bu kadronun sosyo-ekonomik hayatta geliştirdiği mekanizmalar da yüreklerindeki iman ve hamiyete paralel mekanizmalardır. İktisadî hayatta üretimde "hikmet ve kudsiyet", bölüşümde "adalet" ve “hakkaniyet”, tüketimde "iktisad" ve “riyazet”, toplumsal ve ferdî ilişkilerde “şefkat”, "muhabbet”, “tesanüd” ve “uhuvvet", entellektüel hayatta “ilim” ve "marifet" ilkeleri ve bu ilkeler istikametinde geliştirilen mekanizmalar hayatın vazgeçilmez kurumlarıdır. O zaman Sahabi ve Tabiin kadrolarının inşa ettiği çağa aynı zamanda, iman çağı, kahramanlık çağı, şefkat çağı, adalet çağı, bilgi çağı ve refah çağı da demek mümkündür.

    İman çağı

    Gerçekten Sahabe ve Tabiinde akıl almaz bir iman gücü görülmektedir. Bu “kudsîler ordusu”nun tüm plan, karar ve davranışları sadece Allah rızasına endekslenmiştir. Allah rızasına ulaşmak için veremiyecekleri hiçbir şeyleri yoktur. Herşeylerini bırakıp Mekke’den Medine’ye hicret ettiklerinde de, koskoca evrensel iki imparatorluğun mirasına konduklarında da dünyaya bakış açıları ve yaşantı tarzlarında fazla bir değişiklik olmamıştır. Batı’da yaygın olan, devlet için asilzadenin kanı, tüccarın parası ve papazın duası, anlayışı yerine, gerektiğinde hem kanlarını, hem paralarını, hem de dualarını verebilmişlerdir. Günlük yaşantılarında ileri derecede bir riyazet, İslamın inkişafı için mal ve canlarını esirgemeden sarf, tüm zayıf ve güçsüzlere aşırıya varacak ölçüde bir şefkat ve merhamet, insanlık tarihinin başka dönemlerinde görülmemiş bir adalet ve hakka riayet, insanın mantığını çatlatacak bir doğruluk ve dürüstlük ve bitmez tükenmez bir ubudiyet aşkı ve ilim öğrenme merakı… Sahabenin belli başlıca özellikleri olmuştur.

    Siyer kitaplarında Sahabe çevresinin iman gücü ile ilgili tarihin altın olayları diyebileceğimiz binlerce olay zikredilir. Biz bu seriden burada bir kaçını zikredelim:

    Gerçekten Sahabe ve Sahabenin öğrencileri niteliğinde olan Tabiin kadroları Risalet Çevresi’nden öyle bir imanî ders almışlardı ki, bu dünyanın geçiciliği, faniliği onları kesinlikle kandıramıyor, kendine bağlayamıyordu. Ebedî ve Sermedî hayatın önem ve anlamlılığını iliklerine kadar hissetmişler, tüm niyet, karar ve davranışlarını ebedî hayata yönelik olarak belirlemişlerdi. Ebedî hayatın cazibesine kapılarak içtenlikle hayat boyu şehid olma arzusu taşımış, şehid olarak ölmeleri için sürekli Allah’a yalvarmışlardır.

    Enes b. Malik anlatıyor: "Amcam Enes B. Nadr (ra) Bedir savaşında bulunmadığı için peygamberimize:

    -Ya Rasulallah! Müşriklerle yaptığın ilk savaşta bulunmadığım için üzgünüm. Eğer Cenab-ı Allah müşriklerle savaşmayı bana nasib ederse benim ne yapacağımı görecektir’ derdi.

    Uhud Savaşı olduğunda savaşa katıldı. Savaşın belli bir anında Müslümanların kaçıp savaş alanını boş bıraktıklarını görünce, Müslümanları kasdederek :

    – Allah’ım, ben bunların yaptıklarından dolayı özür dilerim, diyerek kendi kendine kızıyor ve koşarak savaş alanına doğru ilerliyordu. Karşısına Sa’d b. Muâz (ra) çıktı.

    Ona :

    – Yâ Sa’d, bugün Cenneti satın alma günüdür. Nadr’ın Rabbine yemîn ederim ki, ben şu anda Uhud Dağı tarafından cennetin kokusunu alıyorum, diyerek düşmanın içine daldı.

    Enes savaş sonunda ölüler arasında bulunduğunda vücudunda seksen küsür yara sayılmıştı. Müşrikler gözlerini oymuş, burun ve kulaklarını kesmiş ve onu o kadar tanınmaz hale getirmişlerdi ki kimse tanıyamadı. Ancak kızkardeşi onu parmak uçlarından tanıyabildi. (Kandehlevî, c.I, s.631).

    Fedakârlık çağı

    Onların fazilet ve kahramanca davranışları sadece savaş alanlarına mahsus davranış değildi, diğer alanlarda da faziletli davranış konusunda insan soyunun ulaşabileceği en maksimum seviyeyi yakalamışlardı. Bu konuda belki en anlamlı gösterge kişinin en sevdiği malını feda edebilmesi göstergesidir. Sahabenin bence en dikkate değer yönlerinden biri de en değerli varlıklarını hiç bir maddi karşılık beklemeden Allah yolunda hibe edebilmeleridir. Öyle ki, bir zamanların aristokrat davranışlı uzun mesafe tüccarları, mallarını-mülklerini Allah yolunda harcayarak zamanla giyecek elbise ve yiyecek ekmeğe bile muhtaç duruma düşmüşlerdi. Bir zamanlar Mekke’nin büyük ticaret burjuvazisine mensup insanlar evlerinde yiyecek bir şey bulamayarak günlerce aç kaldıkları oluyordu.

    Hz. Ömer (ra) anlatıyor:

    “Bir gün Peygamber(sav) sadaka vermemizi emir buyurdu. O sırada benim malım çoktu. Kalbimden "Eğer Ebu Bekir’i geçeceğim bir gün varsa bu gündür" dedim ve servetimin yarısını hibe etmek için getirdim. Efendimiz bana :

    – Sen çocuklarına ne (kadar) bıraktın ya Ömer? diye sordu.

    – Getirdiğim kadar da onlara bıraktım, dedim. Sonra Ebû Bekir geldi, ve getirdiği serveti peygamberimize teslim etti.

    Efendimiz ona da :

    – Ya Ebû Bekir sen çocuklarına ne (kadar) bıraktın? dedi. Ebû Bekir :

    -Ben onlara Allah ile peygamberini bıraktım, ya Rasulallah, dedi. Ebû Bekir servetinin tümünü getirmiş hibe ediyordu. 0 zaman kalbimden "imkânı yok, ben Ebû Bekir’i hiç bir zaman geçemem" dedim.” (Kandehlevî, C.II, s. 258)

    Aksiyon çağı

    Sahabade öyle bir eylem ve atılım gücü vardı ki bunların yaşadığı çağa boydan boya aksiyon ve eylem çağı demek mümkündür. Peygamber(sav) hayatta iken yoktan bir devlet kurulmuş ve önemli bir toprak parçası İslam devletinin sınırları arasına katılmıştı. Gerçekten Medine şehrinin bir kısmında küçük bir site-devleti halinde başlayan bu devlet kısa bir müddet içinde bütün Arap Yarımadasını, Filistin ve Irak’ın güney kısımlarını içine aldı.

    Hz. Peygamber(sav) in ölümü sırasında Sahabeler Bizans ve İran ile harp halinde bulunuyordu. O dönemde Bizans ve Sasanî imparatorlukları dünyanın iki büyük imparatorluğu idi-ler; halbuki Arapların, gıpta edilecek bir şeyleri olmadığı gibi askerî teçhizat ve maddî kaynaklardan da mahrum bir avuç müminden başka bir şey değildi-ler.

    Çok erken bir dönem sayılabilecek Hz. Ömer (r.a.) zamanında bile (634-44) müslümanlar Trablus’dan Belh’e (Afganistan’da) ve Ermenistan’dan Sind’e (Hindistan’da) ve Gücerat’a kadar hükümlerini yürütüyorlardı. Halefi Hz. Osman (r.a.) zamanında (644-56) Dongola’nın aşağısında Nubia’ya hakimi oldular; bir taraftan da (İspanya’da) Endülüs’ün bir kısmını feth ettiler; şarkta Ceyhun nehrini geçtiler ve Çin’den bazı yerleri kopardılar. Kıbrıs, Rodos ve Girit İslâm memleketlerinden birer parça haline geldi. Hatta Bizanslılara karşı savunma savaşları sırasında Konstantiniyye o zamanlar ilk müslüman hücumuna şahit oldu. Hz. Peygamber(sav)’in vefatından onbeş sene ya geçmiş ya geçmemişti ki müslümanların doğuda ve batıda yayılmaları Atlantik’ten Pasifik sahillerine kadar uzanmıştı ve fethedilen sahalar bütün Avrupa kıtası kadar geniş idi. Bu yıldırım fütuhatında şayan-ı hayret olan şey fethedilen memleketler ahalisinin hiçbir surette memnuniyetsizlik göstermemeleridír. Bu, şu vakıa ile ispat edilir ki müslümanlar ilk defa olarak kendi aralarında iç harplerle çekişmeye başladıkları zaman hiçbir tarafta ayaklanma olmadı.

    Sahabe aynı performansı gerek fizikî çevresine gerekse sosyal ve beşerî çevresine gösterdiği şefkatla da ispat etmiştir.

    Şefkat çağı

    Sahabenin malî ve bedenî fedakârlıkları kadar diğer önemli ve şanlı bir vasıfları da yüreklerinde taşıdıkları engin şefkatti. Her bir Sahabede değişik düzeyde olsa da tüm Sahabede İlahi rahmet ve merhametin azami ölçüde tecelli ettiği görülmektedir. Bu şefkat sadece yakın çevreye ve akrabaya yönelen bir acıma ve sahip çıkma duygusu değil, aynı zamanda en yakın sıhri çevreden en uzak beşerî çevreye, ehl-i dünyadan ehl-i küfre, sadık dosttan azılı düşmana, nazik bir çiçekten muhteşem ormanlara, zavallı bir hayvancıktan güçlü develere kadar uzanan muazzam bir şefkatti. İlahi rahmetin açılımı dünya ölçeğinde en geniş mânâda Sahabede gerçekleşiyordu.

    Sahabelerin kısa bir zaman dilimi içinde dünyanın önemli bir bölümünü fethederek egemenlikleri altına almalarının en önemli nedenlerinden biri onların doğrudan insan fıtratına yönelmeleri, insan fıtratında potansiyel olarak mevcut bulunan duyguları açığa çıkarmaları ve geliştirmeleridir. Sahabeler günlük ve pratik hayatlarında ilk önce kendileri İslamın ilkelerini eksiksiz yaşayarak diğer insan bireylerinin yüreklerinde mevcut olan Kadir-i Mutlak bir Allah’a inanma ve sığınma duygusu, insanlar arasında kardeşlik ve arkadaşlık duygusu, sadece "bugün"ü değil, aynı zamanda "büyük hesap günü"nü düşünerek hareket etme duygusu, birey ve toplumlar arasında adalet ve hakkaniyet ilkelerine uyma duygusu, samimi ve dürüst olma duygusu, şefkatli ve merhametli olma duygusu, çalışma-kazanma duygusu, okuma, dinleme ve öğrenme duygusu… gibi tüm duygularını uyararak yeniden canlandırmış ve geliştirmişlerdir. Sahabe sadece zahiri siyasi hakimiyet kurma peşinde olmamış, belki bu amacı en gerilere atarak ilk planda insanların gönüllerini ve akıllarını kazanmayı düşünmüştür. Dolayısıyla şiddet kullanarak toplumlara dehşet salıp onların zorla teslim olmalarını sağlama yerine mümkün olduğu kadar sevgi, şefkat, adalet ve kardeşlik duygularıyla yaklaşmışlardır. Son derece soyut bir iddia gibi algılanabilecek yukarıdaki yaklaşımımızı Mekke’nin Fethi sürecinde Hz. Peygamber’in izlediği strateji ve politikalar net bir şekilde isbat eder niteliktedir. Profesör Hamidullah’a dayanarak Mekke’nin fethi olayını biraz da geriplanını dikkate alarak kısaca inceleyelim:

    Bilindiği gibi Peygamberimiz sahabelerle birlikte kendi anayurdu olan Mekke’den Medine’ye hicret etmek zorunda kalmıştı. Medine’de kısa süre içinde oranın diğer toplumlarıyla bir site-devleti inşa etti. Önünde en önemli proje, can düşmanı olan Mekke müşriklerini dize getirebilmek ve bu yolla Allah’ın mesajını dünya insanlığına iletmekti. Hz. Peygamber, bu önemli siyasi projeyi adım adım gerçekleştirme yolunu benimsemiştir. İlk olarak Kureyşlileri iktisadî baskı altına alarak, onları belli andlaşmalar imzalamaya zorlamak, ikinci olarak uzun dönemde kendi askerî gücünü arttırarak kendi savunmasını yapabilmekti. Hz. Peygamber(sav), tevhid, adalet, şefkat, hikmet’e dayalı toplumsal yapının oluşturulmasının sadece "davet"le mümkün olamıyacağını, aynı zamanda güçlü bir savunma gücünün de gerekli olduğunu biliyordu. Tevhidi hakim kılmak için anti-tevhid unsurlara öyle bir zamanda darbeyi indirmeliydi ki, düşmanın artık savunmaya imkânı kalmamalı idi. Özellikle Kabe’nin kansız bir şekilde ele geçirilebilmesi için hem çok yüksek düzeyli bir askerî ve siyasî strateji hem de güçlü bir savunma mekanizması gerekliydi. Hz. Peygamber bütün stratejisini bu şekilde dizayn etti.

    Mekke sakinlerinin geçim kaynağı büyük çoğunlukla yaz aylarında yaptıkları kervan ticaretiydi. Hz. Peygambere göre, düşmanın çıkarlarına en anlamlı darbe kervan ticaretinin engellenmesi suretiyle vurulabilirdi. Medine’ye hicreti müteakip dört ay geçmemişti ki Hz. Peygamber(sav) kuzeyde, Medine’den geçip Mısır ve Suriye’ye giden Mekkelilerin ticaret yolunu seyr-ü sefere kapamak için teşebbüse geçti. İlk olarak Mekkelilerin kullandığı yol güzergâhında bulunan aşiretlerle anlaşmalar düzenleyerek kendi siyasi blokuna katmak oldu. Hz. Peygamber(sav) Medine’nin batısında oturan Yanbû’nun komşusu olan kabilelerle ittifak anlaşmaları akdetti. Bu arazî kesiminde Mekkelilerin sık sık aştıkları yollar bulunmaktaydı. Bu tür politikalarla artık Hz. Peygamber, Kureyşlilerin Necd üzerinden geçerek Irak’a varmalarına bile mani olabilecek bir güç hâline gelmişti. Bu güzergâh Mekkeliler tarafından sık sık kullanılırdı. Düşmana zarar vermek gayesiyle onun cenup ticaret yolları üzerine de küçük askerî birlikler sevkedilmiştir. Bu istikamette tertip edilen askerî seferlerden birine Abdullah b. Cahş kumanda ediyordu; kendisi Tâif yakınındaki Nahle mevkiini vurmuştur. Bir müddet sonra, bir diğeri 624 senesinde, Qarada mıntıkasına gönderilmiş ve Mekkelilerden 100.000 dirhem kıymetinde gümüş ele geçirmişlerdir. Hendek savaşından sonra miladi 627 yılında Müslüman nüfûz ve tesiri Necd havalisinden doğudaki Yemame bölgesine kadar uzaklara yayılmıştı. Yemame Kureyşlilerin bütün hububat ithalâtını yaptıkları bir tahıl anbarı durumundaydı. Yemame mıntıkası hakimi Sumâme b. Usal, Hz. Peygamberin(sav) teşvikleri ile hububat ihracını durdurur durdurmaz, tarihçilerin verdikleri bilgiye göre Mekke’de kıtlık baş göstermiştir. Bu kıtlıkla Hz.Peygambere önemli bir fırsat doğmuş oluyordu. Mekke’deki fakir-fukaranın kalbinin kazanılması için önemli bir fırsattı bu. Nitekim, Hz. Peygamber bu kıtlık üzerine 500 altın dinar tutarında bir meblağı Mekkenin fakirlerine sarfedilmek üzere göndermişti. Hz. Peygamber bir taraftan karşılıksız yardımlarla Mekkelilerin kalplerini kazanmaya çalışıyor, diğer taraftan da Mekke yönetimini abluka altına almaya çalışıyordu. Anlaşıldığına göre Mekkeliler ilk etapta Hz. Peygamberle anlaşmaya zorlanmak isteniyordu. Gerçekten kısa zamanda Mekke’nin dört bir yanı, kuzeyi de, batısı da, hattâ güneyi da Müslüman kabilelerinin sâkin oldukları bölgeler haline gelmişti. Bu strateji kısa zamanda meyvesini vermiş, az sonra ünlü Hudeybiye anlaşması yapılmıştı. (Ocak 628). Kuzeyde Hayber bölgesi, bu tarihten iki ay sonra, İslâm Devletine boyun eğmek zorunda kaldı (M. 628). Ancak, bir yıl geçmişti ki Mekkeliler, bu Hudeybiye anlaşmasını bozdular; her ne kadar pişman oldularsa da artık iş işten geçmişti. Sonra Medine’ye bir heyet göndererek Hudeybiye anlaşmasını yenilemek istediler. Hz. Peygamber(sav) bunu yenilemek taraftarı değildi. Tabiatıyla Mekkeliler, Müslümanların her an mukabele-i bilmisil yapacaklarından endişeleniyorlardı; sonra artık yalnızdılar, yardımına güvenecekleri kimseleri kalmamıştı.

    Kureyşlilerin en zayıf anında Hz. Peygamber darbeyi indirmeyi planlıyordu ve tam şimdi o fırsat doğmuştu:

    Bir askerî sefer için geniş hazırlıklar yapılmağa başlandı. Fakat Hz. Peygamber(sav), niyet ve kararının ne tarafa olduğunu hiç kimseye açıklamadı. Bu sır, o kadar titizlikle saklandı ki, Hz. Ebû Bekir gibi seçkin bir kimse bile, kızı Hz. Ayşe’nin evine gittiğinde, ondan bu seferin ne tarafa olduğunu sorması üzerine Hz. Ayşe, babası Hz. Ebû Bekir’e bu hususta yeter bir bilgi verememiştir. Diğer Müslümanlar da tabiatıyla aynı şekilde atlatılmışlardı. Aynı zamanda, az sonra göreceğimiz gibi toplanan gönüllü askerler onbin kadar olmuşlardı.

    O devirde onbin kişilik bir ordu, görülüp alışılmış bir şey değildi. Düşman haber alma teşkilâtı veya dostlarından bunu gizlemek, saklamak da çok zor bir şeydi. Burada bir gece baskını mevzu bahis olamaz; zira düşmanla arasındaki mesafe on iki gün gibi uzak bir mesafedir. Bunun için Hz. Peygamber (sav) her şeyden evvel Medine’den bütün çıkışları durdurdu. İstihbârat teşkilâtı o kadar verimli çalışıyordu ki; ahmak bir Müslüman olan Hâtib b. Ebî Balta’a Mekke’ye gizli bir haber gönderme teşebbüsünde bulundu. Bu haberi götüren, Medine’nin hemen yakınında kolayca yakalandı. Mektupta, şunlar yazılı idi : “Burada büyük hazırlıklar yapılıyor; herhalde Mekke’yi düşünüyorlardır”. Bu mektuba el koydular, fakat Hz. Peygamber(sav) mektubu götüreni yolunda serbest bıraktı. Bu sırada bazı şaşırtmalar vermek zarûreti de vardı. İbn Sa’d’ın eserinde, yazılı olduğu veçhile Hz. peygamber(sav) Ebû Qatâde’nin kumandasında bir askerî birliği Medine’nin tam kuzey kesiminde, üç günlük mesafede bulunan “İdam” mevkiine gönderdi. Böylece herkes, Hz. Peygamberin(sav) bu bölgeye gitmek istediğini ve bu “İdam” seferinin bunun keşif kısmı olduğunu düşünecekti; bu suretle şâyiaların merkezi sikleti bu yöne çevrilecekti.

    Hz. Peygamber(sav), fiilen bu büyük sefere çıkarken, sadece gideceği yeri değil, aynı zamanda ordusunun hakiki büyüklük ve kuvvetini de saklamak istemiştir. İşte, bu sebeple, tarihçi Ya’qûbî’ye nazaran Hz. Peygamber(sav), beklenen birçok gönüllünün Medine de toplanmalarını değil de, ancak Mekke’ye doğru hareketinde yol boyunca kabilelerinin bulundukları yerlerden geçtikçe kendisine iltihak etmelerini emretti. Bu strateji o kadar muvaffak oldu ki Kureyşliler, Müslüman ordusunun Mekke civarındaki dağlar arkasına ordugâhlarını kuruncaya kadar onların harekete geçtiklerine dair zerre kadar bir haber elde edememişlerdir. Bundan başka, tam Mekke’ye hareket edeceğine yakın, Medine-Suriye yolu üzerinde bulunan Batn İdam’lıları cezalandırmak için kuvvetli bir askerî birliği harekete geçirmişti; bu planla dikkatleri başka noktalara çekmek, gizli ajanları şaşırtmak ve herkeste, Hz. Peygamberin(sav) Medine kuzeyindeki düşmanlarından birine sefere gittiği intibaını uyandırmak istiyordu. Darbe tesirini daha da arttırmak gayesiyle İslâm Ordusu Mekke’yi kuşatınca Hz. Peygamber, o gece her askerin bir ateş yakmasını emretti. 10.000 ateş bütün bir gece yakılması daha büyük, daha fazla sayıda insanın yemeklerini pişirdikleri intibâını veriyordu. Mekkelilerin en önde gelen reisi Ebû Süfyan, gece müslüman öncü birlikler tarafından yakalanarak Hz. Peygambere getirildi. Ebu Süfyan ise Mekke ahalisinin evlerine kapanmaları, silahlarını terketmeleri, yahut Kabe civarına toplanmaları veyahut da Ebu Süfyan’ın kendi evine kapanmalarını temin etmesi karşılığında hem kendisine hem de diğer Mekkelilere zarar verilmeyeceği hususunda halkı ikna etmek üzere serbest bırakıldı.

    Bu sırada, Mekke’de tecrübeli ve nüfûz sahibi bir kimse bulunmuyordu : Ebû Cehil ölmüş, Hâlid b. Velîd ve Amr b. As Müslüman olmuşlar, Ebû Süfyan müslümanların eline esir düşmüştü. Şayet hâlâ varsa, müttefiklere yardım için haber gönderecek kadar da vakit kalmamıştı. İkrime (Ebû Cehil’in oğlu) gibi bazı genç kumandanlar, şüphesiz bazı mukavemet hareketlerine kalkıştılar. Onlara kendi kılanlarına mensup kimseler yardım ediyorlardı. Ateşin bir kumandanı olan Hâlid b. Velîd’in idaresindeki Müslüman askerî birliklerle İkrime’nin kuvvetleri arasında bazı sokak çatışmaları cereyan etmiştir. Bununla birlikte büyük ekseriyetle Mekkeliler, Ebû Süfyan’ın almış olduğu teminata ve onlara tavsiye ettiği şeylere ve sulh yoluyla ve kan dökülmeksizin icrâ edilecek bir işgâl vaadine inanıyorlardı.

    Ebû Süfyan, şayet derhal kuvvetlerini teşkîl edip mukavemete kalkışsa bile, bu onun için çok geç bir davranış olacaktı. Zira Hz. Peygamber(sav), kendi birliklerini fiilen Mekke’ye doğru harekete geçirip, şehrin iyice yakınlarını tamamen işgâl etmeden evvel, onun İslâm ordusu karargâhını terk etmesine müsade etmedi. Ebû Süfyan’ın gönüllülerini toplayıp harekete geçmesi veya yakınlardaki müttefiklerine yardım için bir haber göndermek ve onların yardımlarını talep etme artık imkânsız denecek kadar zordu. O inanıyordu ki, böyle bir mukavemet hareketi neticesiz ve son derece faydasızdı; tarihçiler tarafından nakledilmiş olan, onun karısı ile bu meseleyi ciddi şekilde tartıştığı ve karısını da iknaya çalıştığı yönündedir. Hasımlarının mukavemet edilmez kuvvetlerine bir de onların inanılmaz merhamet ve şefkatlerinin eklenmesi bu çok nâzik anda Mekkeliler üzerinde o kadar derin tesir bıraktı ki, onların İslâma karşı beslemekte oldukları kin ve düşmanlık hisleri bir anda yepyeni bir kalıba dökülerek son derece olumlu bir tarza dönüşmüş oldu.

    Hz. Peygamberin planları aşama aşama gerçekleşiyordu. Sıra kan dökülmeden Mekke’ye girmeye gelmişti.

    Mekke fiziki yapı olarak her tarafı dağlarla çevrili bir vadide kurulu bir şehirdir. Şehri, kuzey-güney istikametinde kateden bir tek ana yol vardır; bu ana geçide iki talî yol bağlanırdı. İslam Ordusunun büyük kısmı, aralarında Hz. Peygamber(sav) olduğu halde kuzey istikametinden ilerledi. Yukarı Şehir denen yer bu tarafta yer almaktadır. Diğer bir askerî birlik Zübeyr b. Avvâm idaresinde Kadâ’ yolu yönünden ilerleyerek düşmanın deniz sahiline, Vadî Fâtıma yoluyla kaçmasına mâni oluyordu. Diğer bir büyük askerî birlik, şehre güneyden girdi ve Aşağı Şehir denen mıntıkayı işgal etti. Muhtemelen bu bir süvari kıtasıydı, çünkü diğer ordu birlikleriyle aynı zamanda birlikte şehre girebilmek için bunların çok çabuk şehrin etrafınan dolaşmaları îcap etmektedir. Diğer bir birlik de Hacûn yolu üzerinden şehre girmiştir. Bunlar aynı zamanda Cidde’ye olduğu kadar Yemen istikametinde de düşmanın kaçış yolunu kapamakla vazifeliydiler.

    Böyle, dört bir taraftan harekâtta bulunan bir orduda Başkumandanın olup bitenlerden haberdar olma ve her şeyi tam ve lâyıkıyla elde tutması hususunda hakikaten fevkalâde mâharet ve teşkilâtçılığı görülüyordu. Hz. Peygamber(sav) yeni tâlimatlar vermenin ve müdahalelerde bulunmanın lüzumlu olduğu yerlerde derhal işi ayarlıyordu. Şehrin işgalinin son safhalarına doğru subaylarından birinin, kendi emrindeki askerlere, biraz sonra “mağrur Mekke’nin başının öne düşeceği ve şehrin yağma edileceğine” dâir imâda bulunması haberi hemen Hz. Peygamber(sav)’e ulaştı, meseleyi öğrenir öğrenmez, Hz. Peygamber: “Hayır! Mekke’nin şeref ve haysiyeti asıl bugün artacak. Madem ki orada İslâmın kıblesi mevcuttur; bu yüzden her ne suretle olursa olsun onun kudsiyetine tecavüz edilmeyecektir” diyerek o subayı derhal kumandanlıktan aldı ve bu vazifeyi başka bir kimseye verdi. Bunun üzerine şehirde sulh, sükûn ve nizam işini sağlamak üzere umumî bir tebliğ yayınlandı.

    Hz. Peygamber şimdi doğum yeri olan bu şehre muzaffer bir kumandan olarak dönüyordu. Arkada ve hatıralarda hemşehrileri tarafından reva görülmüş maddî ve mânevî ağır ıstıraplarla dolu tam sekiz sene vardı. Şimdi ise, zafer kazanmış bir ordunun başındaydı; buna rağmen tavır ve hareketleri hiç de mağrur bir kumandan gibi değildi. İbn Hişâm’ın anlattığı gibi O, çekingen bindiği devenin sırtında sık sık secdeye kapanıyor, lütfettiği bütün bu şeylerden dolayı Tek olan Allaha şükrediyordu.

    İşgâli takip eden günde sulh, sükûn ve asayiş şehre hâkim olunca Hz. Peygamber, cemaatla kılınan namaza imamlık etti; bu durum, şehirdeki putperestler tarafından merakla ve yakından izlendi. Namazdan sonra, Kâbe etrafındaki sahada toplanmış olan hemşehrilerine bir hitabede bulundu ve bunlara, gerek kendisine ve gerekse ashâbına neler yapıklarını hatırlattı ve onların ne kadar haksızlık ve adaletsizlik yapmış olduklarını anlattı. Son olarak, onlara artık kendisinden ne bekleyip, ümit ettiklerini sordu. Kısa bir duraklamadan sonra devam etti :

    “Bugün, artık hiçbir şeyden mes’ûl değilsiniz. Gidiniz, hepinizi hür addediyorum” diyerek umumi af ilan etti.

    Beklenmedik bu af üzerine Mekke’nin havası birden değişti ve akşama doğru bütün halk baskısız ve dayatmasız kendiliğinden İslamı kabul etti. Onlar hiçbir şeyi böylesine derin, böylesine samimî bir şekilde kabul etmemişlerdi. Hem onlar, şimdi mağlûp edilmiş ve işgâl altına girmiş bir memleketin ahâlisi değiller, haklar ve vazifeler konusunda, zaferi kazananlarla tamamen eşit düzeydeydiler. Bu muhteşem manzarayı tamamlayan aşağıdaki olay da o ölçüde anlamlı ve çarpıcıdır: Hz. Peygamber, henüz yukarıda zikrettiğimiz hutbesine başlamamıştı. Müezzin Bilâl-i Habeşî (R.A.), Kâbenin damına çıkmış namaz için ezan okuyordu. Ezan sesini duyan Mekkeli bir putperest olan Attâb b. Esîd arkadaşlarından birinin kulağına eğildi ve:

    “Allaha şükür ki babam şimdi hayatta değil; şayet o, şu siyahînin mukaddes Kâbenin damına çıkıp anırdığını işitseydi buna katiyen tahammül edemezdi” dedi. Biraz sonra, Aff-ı Umuminin ilân edildiğini işiten aynı Attâb, galeyana geldi ve anî olarak ileri fırladı. Hz. Peygambere(sav) yaklaşarak:

    “Ben Esîd’in oğluyum, Allah’dan başka Allah olmadığını ve senin de onun elçisi olduğunu tasdik ederim” diyerek heyecanlı bir şekilde müslüman olduğunu ilan etti. Hz. Peygamber de ona: “Pek âlâ; seni Mekke vâlisi yaptım” diyerek mukabelede bulundu. Hz.Peygamber Mekke’de bir garnizon bile kurmadan askerlerini Medine’ye çekmiş ve Mekke’nin idaresini henüz İslâmı yeni kabul etmiş Attab’a bırakmıştı. Hz.Peygamber sonradan bu politikasından dolayı aslâ pişmân olmayacaktır. Çünkü kendiliğinden İslamı seçen bu insanlar biraz sonra yine kendiliğinden birer İslam kahramanı olacaklardır. (Hamidullah, 1972, 122 vd)

    Engin bir şefkat ve merhamet duygusuna sahip olmak sadece Hz. Peygamberin vasfı değil, aynı zamanda onun arkadaşlarının da temel vasfı idi. Bilindiği gibi insanın şefkat ve merhamet duygusunu kaybettiği alan savaş alanıdır. Bundan dolayı ayrı bir savaş hukuku vardır. İlginçtir ki normal zamanlarda lduğu gibi sahabe savaş alanında da merhametli ve şefkatlidir. Hz. Ebû Bekir’in savaşa gönderirken komutanlara verdiği talimatı izleyelim.

    El-Müseyyeb’den:

    “Ebû Bekir (R.A) Şam tarafına asker gönderirken başlarına Yezid b. Ebî Süfyan, Amr b. Âs ve Şürahbil b. Hasene’yi tayin etti. Asker hareket ettiği zaman komutanlarla birlikte Seniyetü’l Veda’ya kadar yaya yürüyüp onları uğurladı. Onlar da :

    – Ey Resûlallah’ın halîfesi, biz biniciyiz, sen yaya gidiyorsun, böyle olmaz, dediler.

    Ebu Bekir (R.A) :

    – Ben Allah yolunda attığım adımları çoğaltmak için yürüyorum dedi.

    Sonra onlara şu tarihi talimatı verdi:

    "Size Allah’dan korkmanızı tavsiye ederim. Allah yolunda gaza ediniz. Ve Allah’ın Varlık yahut da Birliğini inkâr edenlerle savaşınız. Şübheniz olmasın ki Allah dîninin yardımcısıdır. Ganîmet mallarından hıyanet etmeyiniz, kimseye zulmetmeyiniz, korkmayınız, bozgunculuk yapmayınız. Size verilen emirlere uyunuz ve Allah’ın izni ile düşmanla karşılaştığınız zaman onları üç yoldan birini seçmeye davet ediniz. Kabul ederlerse siz de kabul edip onlardan vazgeçiniz: Önce onları müslüman olmaya davet ediniz, buna icâbet ederlerse kabul edip onlardan vazgeçiniz. Sonra onlara kendi yerlerini terkederek muhâcirlerin yurduna gelmelerini teklif ediniz, eğer gelirlerse muhacirlerin sahip bulunduğu hak ve vazifelere sahip olacaklarını onlara söyleyiniz. Şayet müslüman olup da kendi yurtlarında kalmak isterlerse o zaman diğer müslüman Araplar gibi, Allah’ın müminlere farz kıldığı İslâmî hükümlerin onlar hakkında da yürütüleceğini, fey ve ganîmetlerden onlara bir şey verilmeyeceğini onlara bildiriniz. Eğer müslüman olmak istemezlerse o zaman cizye vermelerini onlara teklif ediniz, kabul ettikleri taktirde yine de kabul edip onlardan vazgeçiniz. Şâyet bunu da kabul etmezlerse o zaman Allah’tan yardım dileyerek onlarla savaşın ve sakın hiç bir yerde hurmalıkları, meyve ağaçlarını kesip yakmayın, hayvanları öldürmeyin, mâbedleri yıkmayın, ihtiyar, çocuk ve kadınlara dokunmayınız. Kendilerini mâbedlere bağlayan kimselere de rastgeleceksiniz, onları da kendi hallerinde bırakınız. Ayrıca, şeytana hizmet maksadıyla başlarının ortasını tıraş eden birtakım insanları da göreceksiniz onları gördüğünüzde Allah’ın izni ile hemen boyunlarını vurunuz," (Kandehlevî, c.I, s.263-64).

    Sahabe kesinlikle insanlar arasında dehşet salarak ve onların kanını dökerek onları zorla müslüman yapma yolunu seçmedikleri gibi, böyle bir şeyi akıllarından bile geçirmemişlerdir.

    Hürriyet ve şurâ çağı

    Gerçekten de Pür Fazilet Çağı’nda yöneticiler sosyo-ekonomik hayatı tanzim ederken keyfî ve despotik bir şekilde davranmamış, tersine, toplum ekseriyetinin görüş ve eğilimine önem vermişlerdir. Böyle bir siyasal ortamda nefsini ve toplumu ilgilendiren konularda fertler kendini hür hissetmiştir. Bir defasında Hz. Ömer evliliklerde mehir miktarlarının aşırı yüksekliğini önlemek amacıyla mehir miktarına bir sınır getirmek istedi. Bu politikasını mescidte hutbede halka açıkladı. Arkada oturan bir kadın ise bir ayet-i kerimeye dayanarak mehir miktarının sınırlanamayacağını, herkesin kendi gücüne göre istediği kadar verebileceğini hatırlattı. Bu haklı eleştiri üzerine Hz. Ömer: "Kadın isabet etti, Ömer yanıldı" diyerek sınırlama işinden vazgeçti.

    Aynı şekilde yine Hz. Ömer bir konuşmasında: "Ey müslümanlar! doğru yolda olduğuma inandığınız müddetçe beni destekleyin, doğruluktan saptığım zaman da çekinmeden ikaz edin" deyince mescidin arka saflarında oturan bir genç: "Ya Ömer doğru yoldan saparsan seni kılınçlarımızla hak yola getiririz" diye gürledi. Bu gencin cesaret ve duyarlılığı Hz. Ömer’in çok hoşuna gitti.(Büyük İslam Tarihi, c.II, s.185-186).

    Pür Fazilet Çağı’nda politikalar toplumu oluşturan kesimlerin temsilcilerine danışılarak istişare yoluyla belirlenmeye çalışılmıştır. Politikaların belirlenmesi ve uygulanması konusunda herkesin eleştiri ve katkısı istenmiş, haklı ve yapıcı katkı ve eleştirilerden hemen yararlanma yoluna gidilmiştir. Yönetim makamlarının bir tahakküm ve emir makamı olmayıp, tersine bir hizmet makamı olduğu derinden hissedilmiştir. Nitekim Hz.Ali’nin zamanındaki bir valiye gönderdiği mektup kamuoyunun ne kadar önemli olduğunu vurgulama açısından önemli bir belgedir. Kitabü’l Haraç’ın sonuna alınan mektupta Hz. Ali valisine:

    "…Sen vaktiyle nasıl senden evvelki valilerin icraatını gözden geçiriyordun; halk da şimdi senin icraatını gözetecek. O zaman senin onlar hakkındaki söylediklerini halk da şimdi senin hakkında söyleyecek. Kimin salih olduğunu ancak Allah’ın kendi kulları lisanından söylettiği sözlerle anlaşılır."

    Dikkat edileceği gibi Hz. Ali, yöneticilerden Allah’ın razı olmasını vatandaşın memnun ve hoşnut olmasına bağlıyor. Vatandaşın iyi dediği yöneticiyi Allah da iyi olarak kabul ediyor. Vatandaşın razı ve hoşnut olmadığı yöneticiden Allah da razı ve hoşnut olmuyor. Hz. Ali devam ederek:

    "…Ben kudret-i Kâmile (tam güç) sahibiyim, emrederim, itaat ederler" deme. Çünkü bu, kalbi fesada vermek, dini za’fa uğratmak ve (dolayısıyla) felakete yaklaşmaktır". diye tavsiyede bulunur. O zaman ne yapmak gerekir? Yapılması gerekeni yine Hz. Ali(ra)’den dinleyelim:

    "…Umurun (politikaların) içinde öylesini ihtiyar et (tercih et) ki en mutavassıtı (dengelisi), adl (adalet) itibarıyla en şamili (kapsamlısı) olsun; sonra halkın rızasını en cami (kapsayıcı) bulunsun. Zira ammenin (kamuoyunun) hoşnutsuzluğu eşhasın (şahısların) rızasını hükümsüz kılar."

    Dikkat edileceği gibi Hz.Ali (ra)’ın düşüncesinde kamuoyunu dışlayan, sadece yöneticinin kendinin veya dar bir çevrenin heva ve hevesini dikkate alan bir politika gayrimeşrû olarak kabul edilmiş ve yöneticiler bu yönde uyarılmıştır.

    Benzer tamimler diğer büyük halifeler tarafından da neşredilmiş, bu konuda mümkün olduğunca ısrar edilmiştir.

    Yöneticiler kişi hukuk ve güvenliğini mahalli idarecilere karşı yine kişilerin yardımıyla korumaya çalışıyordu. Gönderilen tamimlerle her ne suretle olursa olsun hakkı çiğnenen, hürriyeti engellenen kimselerin doğrudan halifeye gelip şikayette bulunması imkânı sağlanmıştı. Hakkı veya hürriyeti engelleyen en büyük eyalet valisi ve kumandanı bile olsa mutlaka cezalandırılır, vatandaşa karşı işlediği suçun bedeli ödetilirdi. Bir konuşmasında Hz. Ömer: "Ey insanlar! sizi yönetmek üzere tayin ettiğim bir yöneticiden eza-cefa görürseniz hemen bana bildirin. Allah’a yemin ederim ki, öyle bir yöneticiden hemen hakkınızı alır ve ona kısas uygularım." deyince büyük sahabe ve yenilmez kumandan Amr b.As ayağa kalkarak: "Ey mü’minlerin emiri! valilerden biri bir vatandaşı incitirse gerçekten kısas uygular mısınız?" diye sordu. Hz. Ömer: "Elbette uygularım, Hz. Peygamber hac mevsiminde valilerini toplayıp onları hesaba çekmez miydi? Vallahi ben de onlara teker teker hesap sorarım" diye cevap verdi.

    Gerçekten Hz. Ömer hac mevsiminde tüm valileri toplar halkın huzurunda onları hesaba çekerdi, bu hesaptan dolayı valiler vatandaşa sıkıntı çektirmekten şiddetle çekinirdi. (Büyük İslam Tarihi, c.II, s.179.)

    Gerçekten de bu çağ açık tartışmanın, yapıcı eleştirinin, kollektif karar almanın (icmâ) en geniş anlamda gerçekleştirildiği bir çağ olmuştur. Her türlü keyfî ve despotik eğilim, kitleleri adam yerine koymama tutumu bu çağda şiddetle karşı çıkılan şeytanî bir davranış olarak algılanmıştır. Bu cephesiyle de saadet asrı inananların önemli bir modeli niteliğindedir.

    Riyazet çağı

    Sahabe çevresinin bir diğer "hikmet"li tarafı tüketimde "riyazi" bir tüketim kalıbını benimsemeleridir. Aşırı tüketim, oburluk, lüks ve döküm-saçım yaşantı Sahabe çevresinin tanımadığı yaşantı şeklidir. Başta Hz. Peygamber olmak üzere genellikle Sahabe ve Tabiin çevresi her şeylerini bırakıp Mekke’den Medine’ye hicret ettiklerinde de büyük imparatorlukların hazinelerine el koyduklarında da tıka basa karınlarını doyurmamışlardır.

    İbn-i Abbas (ra)’ın rivayet ettiği şu olayı izleyelim:

    “Bir gün Ebû Bekir sıcağın en şiddetli bir zamanında mescide geldi. Onu gören Ömer de geldi ve Ebû Bekir’e:

    – Bu saatte evden niçin çıktın? diye sordu, Ebû Bekir : – Vallâhi bu saatte evden çıkmamın sebebi, şiddetli açlığımdan başka bir şey değildir, dedi.

    Ömer de :

    – Vallahi ben de aç olduğum için evden çıktım, dedi. Derken Rasûlalah(sav) de geldi ve onlara:

    – Bu saatte dışarıda ne işiniz var? diye sordu,

    – Yâ Rasulallah, vallâhi bizi bu saatte evden çıkaran, karnımızın aç olmasından başka bir şey değildir, dediler.

    Hz. Peygamber:

    – Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemîn ederim ki, benim de evden çıkmamın sebebi bundan başka bir şey değildir, kalkın Ebâ Eyyûb-i Ensârî’nin evine gidelim, dedi.

    Ebâ Eyyûb (ra) her gün Peygamber Efendimize yemek veya süt getirirdi. 0 gün ise gecikmiş, bir şey getirmeden hurmalığa çalışmaya gitmişti. Nebi(sav) ve arkadaşları kapısına vardıkları zaman hanımı:

    -Allah’ın peygamberi ile beraberindekiler hoş geldiler, safa geldiler, dedi.

    Peygamberimiz :

    – Ebâ Eyyûb nerede? diye sorarken hurmalıkta olan Ebâ Eyyûb Peygamber Efendimizin sesini duyup koşarak geldi ve :

    – Allah’ın Peygamberi ile beraberindekiler hoş geldiler, safâ geldiler. Ey Allah’ın Peygamberi, sen bu saatte hiç gelmezdin? dedi.

    Peygamber Efendimiz :

    – Doğrudur, dedi. Bunun üzerine Ebâ Eyyûb tekrar bahçeye dönerek içinde kuru, yaş ve daha olgunlaşmamış hurmaların üç çeşidi de bulunan bir salkım hurma getirdi ve :

    – Yã Rasûlallah, her üç çeşidinden de yiyesiniz diye bunu getirdim. Size bir hayvan keseceğim, dedi.

    Efendimiz:

    – Keseceksen bâri sütü olanlardan kesme, dedi. Bunun üzerine o da bir oğlak keserek hanımına :

    – Çabuk bize yemek yap, dedi. Oğlağın yarısını pişirip diğer yarısını kebab etti. Yemek hazırlanıp Peygamber Efendimizin önüne konulunca, Efendimiz bir parça eti bir ekmeğin üzerine koyarak Ebâ Eyyûb’a :

    – Bunu Fâtıma’ya götür. Zîra birkaç gündür böyle bir şey bulamamıştır, dedi.

    Ebâ Eyyûb da onu alıp Fâtıma’ya götürdü. Peygamber Efendimiz be arkadaşları yemeği yiyip doyunca, Efendimizin gözleri yaşararak:

    – Ekmek, et ve çeşitli hurmalar. Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemîn ederim ki bunlar, kıyâmet gününde hesabını vereceğimiz nimetlerdir, dedi ve bu sözünden ashâbın endişelendiğini görünce de :

    – Ancak, böyle şeyleri bulup yemeye başladığınız zaman : "Bismillah" deyiniz ve yiyip doyduğunuz zaman da : "Bizi doyuran ve lâyık olmadığımız nîmetleri bize ihsan eden Allah’a hamdolsun,’ deyiniz. Zîra bu, yeterli gelen bir karşılıktır, dedi. (Kandehlevî. C.I, s.385-386)

    Sahabe yeniden diriliş sürecinde tüm servetini Allah yolunda sarf etmişti. Maddi sıkıntıları çalışıp kazanmamaktan değil, tersine her şeylerini tevhid’in yeniden ihyası için harcamalarındandı. Bu nitelikleriyle tevhidî mesajı her tarafa ulaştırmaya çalışıyorlardı. Bu esnada da aç ve elbisesiz kalabiliyorlardı. Bu bağlamda insanın mantığını çatlatacak şu olayı zikredelim:

    Hz. Ömer’in oğlu anlatıyor: Bir gün Rasûlullah(sav) oturmuş arkadaşları ile konuşuyordu. Ebû Bekir (ra) da yanındaydı. Ebû Bekir’in üstünde yalnız bir abâ (basit bir giysi) vardı. Derken Cibrîl (as) indi ve Peygamberimize Allah’ın selâmını ilettikten sonra :

    – Yâ Rasûlallah, Ebû Bekir’in üstündeki, yakaları birbiriyle bağlı olan bu giysi nedir? dedi.

    Peygamber Efendimiz :

    – Ya Cibrîl, Ebu Bekir Mekke’nin fethinden önce bütün malını benim yolumda harcadı, dedi.

    Cibrîl :

    – Cenâb-ı Alllah tarafından kendisine selâm söyle ve de ki: Cenâb-ı Allah, Ebû Bekir bu hâli ile benden hoşnud mudur, yoksa değil midir? diye soruyor, dedi.

    Peygamber Efendimiz de Ebû Bekir’e dönüp :

    – Yâ Ebû Bekir, Cibrîl gelmiş, Allah’ın selâmını sana iletir, Cenâb-ı Allah; "Ebû Bekir bu fakir hâli ile benden hoşnud mu değil midir diye soruyor," diyor, dedi.

    Bunun üzerine Ebû Bekir ağlayarak:

    – Ben Rabbime nasıl darılırım? Ben Rabbimden hoşnudum, ben Rabbimden hoşnudum, dedi.” (Kandehlevî. C.I, s.407-8)

    Sahabenin riyazeti pasif ve yokluğa dayanan bir riyazet değil, aksine, doğrudan aktif riyazetti. Sadece herşeylerini Allah yolunda harcadıkları zaman değil, aynı zamanda ellerinin altında yığın yığın altın ve gümü

    Abdullah :

    – Sekiz yıldır ben -bir defa olsun- doyasıya yemek yemezdim. Şimdi de ömrümden bir merkebin su içimi kadar bir zaman kalmışken karnımı doyurmak mı istiyorsun? dedi.(A.g.e., C.II, s.448).

    Sonuç olarak Sahabe çevresinin sahip olduğu iman ve atılım gücü, adalet ve şefkat anlayışı, hürriyet ve şura yaklaşımı, riyazet ve iktisat vasfı bunların yeni bir İslam medeniyeti kurmalarına ortam hazırlamış ve insanlığa fazilete dayalı anlamlı bir medeniyet armağan etmelerini mümkün kılmıştır.

    Ancak Sahabe çevresinin fiziki olarak bu dünyadan ahirete göç etmeleri, geride kalanların ise aynı duyarlılık ve dinamizmi gösterememeleri İslam toplumlarının yeniden bunalıma düşmelerine, arkasından da çöküntüye maruz kalmalarına neden olmuştur.

    Pür-fazilet çağından kısmî bunalım çağına

    Çevrenin tasallutu bertaraf edilip, İ’la-i Kelimetullah seviyesine çıkılarak, yüksek İslam medeniyeti kurulduktan sonra kitlelerin şan ve şeref noktasında tatmine ulaşmaları ve "İslamın izzetinin" maksimum düzeyde sağlanması Öncü Azınlık’ın ortadan kalkarak kitlelerin rehavet ve uyuşukluğa girmelerine neden olur. Bunun nedeni öncü kesimin çevreden meydan okumalara maruz kalmaması, içsel meydan okumalara da cevap verememesidir. Gerçekten daha önceki akıl almaz dinamizmi ile başdöndürücü başarılar sergileyen bu kesim belki biraz da zafer sarhoşluğu ile doyum noktasına ulaşır ve derin bir rehavete kapılır. Bu aşamadan sonra öncü azınlık yavaş yavaş "kuruma" sürecine girer. Bu kesimdeki duyarlılık ve dinamizmin kaybolması toplumda daha formel ilişkilerin ortaya çıkmasına zemin hazırlar. Bu aşamada bürokratikleşme ve kurumlaşma başlar ve yavaş yavaş hayatın tüm cephelerini tepeden tırnağa sarar. Toplumda riyazet yerine konfor ve lüks, cihad yerine rahat ve risksiz yaşantı, fedakârlık yerine bencillik, şefkat yerine kısmî de olsa zulüm yaygınlaşır. İktisadi hayatta reel sektörlerde canlılık ve dinamizm yerine kısa yoldan para kazanma ve spekülasyon, toplumda hakim olan unsurlar olur. Bilimsel hayatta orjinallik ve özgünlük yerini taklid ve şerhe terk eder. Sonuç olarak öncü azınlıktaki kurumaya bağlı olarak toplum mekanikleşmeye ve kurumsallaşmaya başlar.

    Ancak bu dönemin temel özelliği, öncü kesimin eski etkinliğini yitirip, toplumu belirleme gücünü elinden kaybetmesi sürecinin başlamasıdır. Artık bu dönemden sonra herşeyini İ’la-i Kelimetullah için seferber edebilecek sevdalılar yavaş yavaş yerini, geniş ölçüde menfaat ve şan ve şeref için çalışan bireylere terketmeye başlar. Weber’deki karizmanın sıradanlaşması gibi toplumda bürokrasinin artması ve yaygınlaşmasıyla yaratıcı fonksiyon yerini bürokratik fonksiyona bırakır. Bu ortamda kitleler başka tatmin alanları bulmaya yönelerek, daha “inferior” ve basit amaçlar peşinde koşmaya başlarlar. Böylece, toplum, dinamizm ve enerjisini kaybederek düşüncede, eğilimde hareket ve davranışta bir gerileme dönemine girer.

    İslam toplumları bağlamında bu süreç incelendiğinde şu genel eğilimler belirlenebilir: Bu safhada, bir önceki safhada kurulan kurumlar aynen devam eder. Şeklî olarak toplumun genel görüntüsü birinci safhadakiyle paralellik arzeder. Toplumsal ilişkiler, gelenek ve görenekler, fazilet dönemdeki gibi şeklî olarak İslami havası ve formunu korur; geriden bakıldığında toplumun tepeden tırnağa İslami bir toplum olduğu anlaşılır. Hatta bu dönemde kurumlardan bir çoğu yapısallaşma aşamasını yaşadığından bir önceki döneme göre görünüşte daha üstün olduğu izlenimini doğurur. Yine bu dönemde belki ilk dönemde bulunmayan veya bulunsa da sadece çekirdek halinde bulunan bazı bilim ve sanat dalları gelişmesini sürdürür, belkide zirve noktasına ulaşmış olabilir. Yine bu dönemde teknoloji ve bilimdeki ilerlemeler belli alanlarda daha da hız kazanmış olabilir. Bilgi birikimi artmış, bazı noktalar aydınlanmış, daha önce kurumsal hale gelmiyen bazı faaliyet alanları kurumsal hale gelmiş olabilir. Aynı şekilde bu dönemde refah artışı devam eder, hatta lükse ve konfora imkân verecek bir iktisadi ve ticari gelişme sözkonusu olabilir. Artık tüm faaliyetler belli kurum ve ilkeler etrafında yapılmaya başlanır. Bürokratikleşmenin artması ve yaygınlaşması fazilet ve dürüstlükten ziyade uzmanlığı önplana çıkarır. Yine Weber’in ifadesiyle "kalpsiz makinalar" toplumu yönetmeye başlar. Bu aşamadan sonra yönetici kesime Toynbee’nin ifadesiyle "Egemen Azınlık" hakim olur. Egemen Azınlık, geniş ölçüde faziletten, şefkatten, adaletten ve hikmetten uzak, otoriter, baskıcı, dayatmacı, lüks ve konfor içinde yaşayan, gelir ve servet dağılımında sadece belli kesimleri kollayan, geniş kitlelerin sefalet ve ızdırabına önem vermeyen bir yönetici kesimden oluşur. Irkçılık, imtiyazcılık, adam kayırmacılık, kavim kayırmacılık bu kesimin temel politikaları olur. Dayandığı kesimlerin lüks ve konfora dayalı yaşantısını garanti altına alabilmek için köylünün, esnafın, tüccar ve sanayicinin malını ve servetini gasp, vergi, ve baskı yoluyla ellerinden alır ve egemen kesime peşkeş çeker. Ekonomik olarak bazı kesimlerin ve sektörlerin gelişmesi ve ilerlemesi devam etse de toplum ekseriyetinin refah düzeyi giderek geriler ve kötüleşir. Vergi çeşidi ve oranları aşırı ölçüde arttırıldığından üreticilerde daha fazla üretme şevk ve gayreti azalır. Bilim tevhid-duyarlı niteliğini kaybederek çıkara, şöhrete, şirke hizmet etmeye başlar. Sanat fazilet ve hikmeti uyaracak yerde şehvet ve şöhreti kışkırtıcı niteliğe girer. Siyaset baskı, şiddet, şantaj, yalan ve çıkar üzerine bina edilir.

    Öncü Azınlık’ın yerini Egemen Azınlık’a terk etmesiyle toplum da Egemen Azınlık’ın özlemleri doğrultusunda şekillenmeye başlar. Aslında bu aşamada toplum tüm hareket ve dinamizmini kaybetmiş, statik bir toplum haline gelmiştir. Bu aşamadaki toplum tam bir "dengeli toplum" niteliğini gösterir. Belli bir dönem kendi ölçülerine göre ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal alanlarda dengeye gelmişler, herhangi bir baskın ihtiyaçları kalmamış, sıkıntıları asgari düzeye inmiştir. Bu açıdan değişmeye, yenilenmeye hiç mi hiç ihtiyaçları yoktur; hatta, buna karşıdırlar da. O toplum için en ciddi kötülük “değişme”dir. Çünkü, muhteşem bir geçmişe sahiptirler, o muhteşem geçmişi kuran ataları kendilerine muhteşem töreler, gelenekler, kurumlar ve sistemler bırakmıştır. O muhteşem kurumları, fikirleri, yaşayış tarzını bırakmak tek kelimeyle "zübbelik"ten başka bir şey değildir.

    Bu sürece Emeviler (bazı yönetimler müstesna) ve 17. yüzyıldan sonra Osmanlı toplumu örnek olarak verilebilir. Sahabe ve Tabiin’in etkisi ve belirleyici fonksiyonunun azalmasıyla Emeviler’de siyasi, ekonomik, kültürel ve düşünce alanında tevhid-duyarlı olmayan gelişmeler yaşamıştır. Yönetimde ırkçı ve kavmiyetçi politikalar, ekonomide sömürü ve haksız iktisaplar, kültürde tevhid-dışı politikalar, bilimde marifet-dışı politikalar yavaş yavaş topluma hakim olmuştur. Toprak mülkiyetinde tekelleşme eğilimleri, ticarette faiz ve spekülasyon işlemleri, tüketimde lüks ve konfora dayanan yaşantı tarzları toplumda yaygınlaşmaya başlamıştır. (Duri, 1987, s.40).

    Benzer şekilde üretici üzerine tarh edilen vergiler de zaman zaman yüksek oranlara ulaşmış, bu zulüm ünlü maliyeci İmam-ı Yusuf’un dikkatini çekmişti. Zamanın sultanı Harun’er-Reşid’e verdiği bir raporda vergi oranlarının yüksekliğinden, dikta rejiminin sakatlığından sözediyordu. Büyük müçtehid, vergilerin yüksek olması durumunda üreticilerin üretme istek ve arzularını kaybedeceğini, dolayısıyla toplam üretimin düşeceğini bu yolla da hazine gelirlerinin azalacağını çok erken bir tarihte rapor ediyordu. Aynı şekilde sulama altyapılarının (kanalların) önemli ölçüde işlemez durumda olduğu, büyük nehir ve kanalların çiftçiler tarafından ıslah edilmesinin mümkün olmadığı, bunu ancak devletin yapabileceğini ileri sürerek kanunun en önemli görevlerinden birinin de su yollarının işler tutmak olduğunu ifade ediyordu.

    Benzer şekilde bilim ve düşünce alanında da ciddi ölçülerde tevhid-duyarlı ilkelerden uzaklaşılıyor, tevhid yerine tevhid-dışı düşünce ve paradigmalar ikame ediliyordu. Felsefi alanda Farabi ve İbn-i Sina gibi feylesoflar Aristo metafiziğini ve kozmolojisini İslami kılık altında İslam dünyasına taşıyor, tevhidî düşünceyi belli ölçüde zedeliyorlardı. Keza kelamî alanda Mutezile ekolü aklı önplana alarak kitabî çizgiden geniş ölçüde sapıyordu. Bu gelişmelere paralel şekilde sivil ve askeri bürokrasi baskı, zulüm, gasp, konfor ve lüks hastalıklarına yakalanıyordu.

    İslam dünyasındaki Egemen Azınlık’taki lüks tutkusu, zulüm, dayatma, İslamın ruhundan uzaklaşma eğilimi, toprakta ve servette yığışma toplumsal huzurun bozulması, dolayısıyla huzur ve fazilet toplumunun yavaş yavaş şiddet ve zulüm toplumu olmaya doğru evrilmesine zemin hazırlamıştır. Nitekim sözkonusu gelişmelere paralel olarak İslam toplumlarında da sosyal huzursuzluk çok geçmeden uç vermeye başlamıştır. İslam toplumları bu dönemden sonra sık sık ayaklanma ve isyanlarla çalkalanmıştır. Şuttar ve Ayyarun ayaklanmaları, Zenci Ayaklanması, İsmailîlik ve Karmatilik ayaklanmaları etkisi derin ve yaygın olan ayaklanmalardı

    Kısmî bunalım çağından kısmî çöküntü çağına

    İslam toplumlarında çöküntü sürecinin şöyle işlediği görülür: Öncü Azınlık’ın toplumu belirlemedeki etkisinin iyice azalıp toplum tevhid-duyarlı anlayış ve düşünceden uzaklaşarak ciddi bir karmaşa ve anarşi içine yuvarlandığı ortamda ruhunun derinliğinde "nifak", imansızlık, iffetsizlik, zulüm, ve "bozgunculuk" tohumları taşıyan bir kısım kişi ve topluluklar anti-tevhid bir zeminde buluşarak toplum fertlerine gizliden gizliye tevhid-dışı fikir ve düşünceler empoze etmeye başlarlar. Bozguncu kadro sadece basit ve geçici bir heves ve amaç peşinde değil, tersine son derece etkili ve kalıcı düşünce ve sistemlerin sahibidirler. Bu kadro fikir ve düşüncelerine çok samimi olarak bağlı hatta yeni fikirlerinin adeta "sevdalıları"dırlar. Birbiriyle irtibatları, birbiriyle yardımlaşma ve dayanışmaları en yüksek düzeydedir. Bu kesim son derece dinamik ve son derece fedakârdır. Toplumun genel dizayn ve teşkilatlanması İslami bir formda olsa da zihin ve düşünce dinamizmini kaybettiği için içten içe kurumaktadır. Bu defa yeni düşünce ve fikirleri bozguncu kadro üretmektir. Her yenide bir farklılık ve cazibe olduğundan yeni üretilen fikirler eski fikir ve düşüncelerden daha etkileyici olur. Toplumun büyük bir kesimi ilk dönemlerde henüz yeni fikirlerle ünsiyet kuramadığından gerçi bu fikirler "marjinal" kalarak sosyal hayatta dışlanır, hatta baskı altına alınır. Bununla birlikte bu düşünce ve eğilimlerin toplum katlarında artış ve yayılış trendi çok yüksek olur. Toplumun geneli tarafından gayr-i meşru olarak nitelenen bu fikirler zamanla bazı düşünen kesim tarafından da benimsenip savunulduğundan topluma yavaş yavaş intikal eder. Yayılış hızının yüksek olmasından belli bir süre sonra yeni düşünceler de toplum tarafından kabul edilip, kurumlaşarak resmîleşme eğilimine girer. Ancak, eski düşünce ve kurumlar da varlığını sürdürdüğünden toplumda ciddi bir eski-yeni çatışması yaşanmaya, dolayısıyla toplumsal homojenlik geniş ölçüde bozulma sürecine girer. Bir tarafta toplumun çok büyük bir ekseriyetini teşkil eden muhafazkârlar, diğer tarafta yeni düşünceyi savunan değişimci ve devrimci dinamik kesim. Bu iki kanat birbirlerini anlamadan, herhangi bir diyalog zemini aramadan çatışmalarını sürdürürken toplumların en ciddi dönemleri olan "Çatışma ve Bunalım Dönemi" yoğunlaşır ve hayata hakim olmaya başlar.

    Sonunda toplumsal mekanizmaları ele geçirerek devrimci kesim Egemen Azınlık konumuna yükselir. Bunların belirlediği ve uygulamaya koyduğu sosyo-ekonomik politikalar imansızlık, iffetsizlik, zulüm, talan, israf, ırkçılık, ayrımcılık… gibi ilkelere dayanır. Toplum fertleriyle istişare etme, onların görüş ve eğilimlerine değer verme, toplumsal normları dikkate alarak politikaları onlara paralel belirlemeye çalışma gibi yaklaşımlar tarihe karışır.

    Egemen Azınlık için herhangi bir sınırlama, sosyal norm, gelenek sözkonusu değildir.

    Ekonomik hayat talan ve yağmaya dayanmaktadır. Çeşitli yollarla gelirin bir kısmı fakir kesimden alınmakta zengin kesime verilmektedir. Toplumun servetinin önemli bir bölümü ise, yabancı zenginlere transfer edilmektedir.

    Siyasi hayat, yalan, şantaj ve iftira üzerine kurulmuştur. Ayrıca zulüm, işkence, baskı, sürgün ve zindan siyasi hayatın olağan unsurlarıdır. Sistemin, kitlelere gülümseyen hiç bir yönü yoktur.

    İlk İslam toplumlarında kısmî-çöküntüye en güzel örnek, Abbasilerden başlayarak müslümanların siyasal ve kültürel olarak paramparça olmalarıdır. Sahabe ve Tabiin kadrolarının fiziki olarak ortadan kalkması ve onların yerini ikame edebilecek dinamik kadroların yetişmemesi toplumun hedefsiz ve amaçsız kalmasına neden olmuş, dolayısıyla toplum giderek doğru yoldan sapmıştır.

    İslam toplumlarının ilk çöküntü dönemlerinde yönetimin dayatması daha fazla mezhebî alanda olmuştur. Mesela Fatımî yönetim Şii mezhebine mensup olduğu için Sünnî toplumu sürekli olarak baskı altına almış, onların kültür ve dini yaşantılarını değiştirmeye çalışmıştır. Aynı şekilde Mu’tezile yaklaşımını benimseyen yönetimler muhaliflerine şiddetli işkence uygulamış, toplumu tepeden tırnağa Mu’tezile fikirleri etrafında dizayn etmeye çalışmıştır. Şiilik, Haricilik, Mutezilelik… gibi radikal mezhep mensuplarının şiddete ve asimilasyona dayalı politikaları İslam dünyasının bölündükçe bölünmesine zemin hazırlamıştır. Tarih kitaplarındaki sözde ilk dönem İslam devletlerinin sıralanışı bile insana ürküntü verici niteliktedir: Emeviler, Abbasiler, Fatimiler, Büveyhoğulları, Ağleboğulları, Endülüs Emevi Devleti, İdrisiler, Murabıtlar, Muvahhidler, Meriniler, Tahiriler, Saffariler, Taberistan Hanedanlığı, Şeddadiler, Yezidiler… Siyasal ve kültürel parçalanma İslam toplumlarının can ve mal güvenliğinin ortadan kalkmasına, her tarafta müslüman kanının oluk oluk akmasına neden olmuştur. Haçlıların Kudüs’ü ele geçirerek 70 bin müslümanı katletmeleri İslam toplumlarının hangi düzeyde bir çöküntünün içinde bulunduklarına açık bir delili olarak zikredilebilir. Daha sonraki dönemde Moğolların baştan başa İslam ülkelerini işgal edip tahrip etmesi de aynı çöküntünün başka bir tezahürü sayılabilir. İslam toplumlarının gerek birbiriyle çatışmaları sonucu oluşan anarşi ve kaos, gerek Haçlı Seferlerinin doğurduğu yıkım, gerekse Moğol işgalinin neden olduğu çöküntü müslüman bireyin moral ve manevi duygularını geniş ölçüde tahrip etmiştir. Bu çağlarda müslümanlar sefalet, rezalet ve esaret içine sürüklenmiştir. Onurunu, umudunu ve kendine güvenini geniş ölçüde kaybetmiştir. İslamın izzeti korunamamıştır. Bu dönemden sonraki dönemlerde yaşanan diriliş süreçleri bu dönemin tersine, onur, İzzet-i İslamiye, fütûhat alanlarında gerçekleşecektir.

    Kısmî çöküntü çağından kısmî fazilet çağına

    İslam toplumlarında hayatın tüm cephelerinde çöküntünün dibe vurduğu safhada yeni bir diriliş meşalesi yakılır. Bu süreci şöyle özetleyebiliriz: Hatırlanacağı gibi, Risalet’in söz konusu olduğu dönemde çağa damgasını vuran Öncü Azınlık kurumu Sahabe çevresi idi. Ancak risalet süreli ve sınırlıdır. Yeniden peygamber gelmeyecektir. Bu süreçte ise peygamberî misyonu İslam uleması içinden gelen Müceddidler ve bunların şakirtleri taşıyacaktır. Bu aşamada Öncü Azınlık unsurunu Tecdid Çevresi diyebileceğimiz kadrolar oluşturur. Doğal olarak, Müceddidler ve bunların şakirtleri taşıyacaktır. Doğal olarak bunların inşa ettiği medeniyet veya çağ Sahabe Çevresi’nin inşa ettiği medeniyet ve çağ kalitesinde olmayacaktır. Bundan dolayı bunların inşa ettiği çağa "Kısmî Fazilet Çağı" adını veriyoruz. Tarihteki somut gelişmelere geçmeden önce Bediüzzaman’ın Müceddid ve fonksiyonu ile ilgili yaklaşımını kısaca inceleyelim: Bediüzzaman “Her yüz senede Cenab-ı Hak dini tecdid eden birini gönderir” (el-Hakim, el-Müstedrek, 4:522) Hadis-i Şerifine dayanarak ümmetin çöküntüye girdiği dönemlerde Nebevi misyonu üstlenecek büyük müceddidleri gönderdiğini ve onların kadroları yoluyla ümmeti çöküntüden kurtardığını anlatır:

    "Cenab-ı Hak, kemâl-i rahmetinden, şeriat-ı İslâmiyenin ebediyetine bir eser-i himayet olarak, herbir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih veya bir müceddid veya bir halife-i zîşan veya bir kutb-u âzam veya bir mürşid-i ekmel veyahut bir nevi mehdî hükmünde mübarek zatları göndermiş, fesadı izale edip milleti ıslah etmiş, din-i Ahmedîyi (A.S.M) muhafaza etmiş.”

    “Madem âdeti öyle cereyan ediyor. Âhirzamanın en büyük fesadı zamanında, elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem mehdî, hem mürşid, hem kutb-u âzam olarak bir zât-ı nuranîyi gönderecek ve o zat da ehl-i beyt-i Nebevîden olacaktır. Cenab-ı Hak bir dakika zarfında beyne’s-semâ ve’1-arz âlemini bulutlarla doldurup boşalttığı gibi, bir saniyede denizin fırtınalarını teskin eder. Ve bahar içinde bir saatte yaz mevsiminin numunesini ve yazda bir saatte kış fırtınasını icad eden Kadîr-i Zülcelâl, Mehdî ile de âlem-i İslâmın zulümatını dağıtabilir. Ve vaad etmiştir; vaadini elbette yapacaktır." (Nursi, 1994, s.559)

    Ancak çöküntüden fazilet dönemine uzanan tecdid süreci kısa dönemli değil, aksine uzun çağları kapsayan ve içinde yeni bir uygarlığı barındıran uzun dönemli bir hareket olduğundan tek bir müceddidle değil, birbiriyle dikey ve yatay entegrasyona girmiş birden fazla müceddid ve kadrolarıyla gerçekleştirilebilir. Zaten tek bir müceddidin ne ömrü ne kadrosu ne de kapasitesi böyle bir uygarlığı inşa etmeye yeterli gelemez. Aynı olaya Bediüzzaman da parmak basar:

    "Bu zaman hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimaî ve şeriat için, hem hukuk-u âmme ve siyaset-i İslâmiye için gayet ehemmiyetli birer müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nisbeten ikinci, üçüncü ve hatta dördüncü derecede kalıyor. Rivâyât-ı hadisiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imanî hakaikteki tecdid itibarıyladır. Fakat efkâr-ı ammede, hayatperest insanların nazarında zâhiren geniş ve hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye ve siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile, o nokta-i nazardan bakıyorlar,mânâ veri-yorlar.”

    "Hem bu üç vezâifi birden bir şahısta, yahut cemaatte bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerh etmemesi pek uzak, âdetâ kabil görülmüyor. Âhirzamanda, Âl-i Beyt-i Nebevînin (A.S.M.) cemaat-i nuraniyesini temsil eden Hazreti Mehdîde ve cemaatindeki şahs-ı manevide ancak içtima edebilir." (Nursi, 1994, s.1641)

    Zulmün, talanın, şehvetin, dinsizlik ve inkâr-ı uluhiyyetin yoğunlaştığı ve hayatın her tarafında yaygınlaştığı safhada buna tepkinin iki şekilde doğduğunu görüyoruz. Biri pasif tepki diyebileceğimiz "öz savunma"dır. Yani, sağlam ve asil ailelerin, köy cemaatlerinin hiç olmazsa çocuklarını bu felaketten korumak amacıyla gösterdiği tepkidir. Bu genellikle, kimseye hissettirmeden, hiç beklenmedik mekanlarda kültürün bazı önemli unsurlarının yeni nesle gizli gizli aktarılmasıdır. Veya, çok gizli bir teşkilat bünyesinde sınırlı sayıda bir topluluğun yine umulmadık, yönetimin şüphesini çekmeyecek mekanlarda toplantılar ve sohbetler yoluyla mevcut imanı koruma şeklindedir. Bu tip hareketler, genellikle toplum fertlerinin kendi kendini koruma faaliyeti olarak değerlendirilebilir. İkinci önemli tepki ise, çok sağlam, güçlü ve hedefi yüzyılları kapsayan, çok büyük dönüşümleri öngören bir harekettir. Hayatın iğrenç ve leşliğini göre göre, onun etkisini bütün benliğinde hissede hissede yetişen, fakat ruhunun derinliklerinde "fazilet", "adalet", "marifet", "iffet" "şevk", "hamiyet" ve "hikmet" bulunan bir "öncü azınlık" çok yüksek bir dinamizmle, inanılmayacak boyutta bir fedakârlıkla, akıl almaz düzeyde bir davaya bağlılık şuuruyla toplumu sefalet, rezalet, sefahet ve imansızlık hastalığından kurtarmak üzere seferber olmaları, gizliden gizliye toplumla buluşmaya çalışmaları şeklinde ortaya çıkar. Burada hemen şunu vurgulamak gerekir: Büyük medeniyetlerin temelini atabilecek büyük kabiliyet ve istidatlar ancak böyle ortamlarda ortaya çıkabilir. Yüksek düzeyde fedakârlık, davaya bağlılık, samimiyet, inanç, düşünce, tefekkür, faaliyet, ancak hayatın tüm yönlerinin kokuştuğu, leşleştiği, iğrençleştiği ortamlarda inkişaf edebilir. Çünkü bu ortamda, bu kabiliyetler leş hayatın iğrençliğini yaşamakta, onun sonuçlarından geniş ölçüde etkilenmekte, bütün yönlerini net bir şekilde görmekte ve hissetmektedirler. Kitaplardan okunma bilgiler veya anadan babadan duyma malumatlardan değil, bizzat tüm duygularıyla olayın içinde bulunmaktadırlar. Bu düşünceyi savunan, temsil edenlerin propagandalarına karşı kanma veya şüpheye düşme durumları tamamen ortadan kalkmakta; onların tüm sistemlerini akılları, kalpleri, mantıkları, ruhları, hayalleri ve tüm duygularıyla reddederek kendi "iyi"lerine ulaşmaktalar. Belki kendi adlarından şüphelenebilirler ama, bozguncuların dayattığı hayatın iğrençliğinden kesinlikle şüphelenmezler. Bu azınlık kendilerini bu davaya öyle adarlar ki, onların gözünde ne dünya makamı, hatta ne de cennet tutkusu bile yoktur. Dünya zevklerinden en meşrûları bile onların bilmediği şeylerdir. Aralarında görülmemiş bir kardeşlik ve yardımlaşma vardır. Sadece davada değil, aynı zamanda tüm duygu ve düşüncede de bütünleşmişlerdir. Neslin, bozguncuların cenderesinden kurtarılması, toplumun ayaklar altından alınarak yüksek ve onurlu bir düzeye çıkartılması ve en önemlisi İslamın izzetinin maksimum düzeyde gerçekleştirilmesi onlar için mutlaka gerçekleştirilmesi gereken bir özlemdir. Bu özlemin şiddeti o derece yüksektir ki, onun dışında gözleri hiç bir şeyi görmez. Bunlar: "Kur’anımız yer yüzünde cemaatsız kalırsa cenneti de istemem, orası da bana zindan olur." diyecek kadar neslin kurtuluşunun ve İ’la-i Kelimetullah’ın sevdalıları. "Tecdid Çevresi" dediğimiz bu kadroda aynı zamanda engin bir şefkat ve muhabbet vardır. Aşağıda somut örneklerini göreceğimiz gibi bunların sahip olduğu şefkat ve muhabbet sadece yakın çevrelerine değil aynı zamanda başta müslümanlar olarak tüm masum insanlaradır. Şefkat ve muhabbetleri yine sadece lafta değil, aynı zamanda pratik hayattadır da. Geliştirdikleri kurumlarla zayıf, güçsüz, fakir, çaresiz ve hastalara karşılıksız yardımda bulunur ve onların kalplerini kazanırlar. Aynı zamanda bunlar avare ve boş gezen miskin takımından değil, aksine dünyayı imar ve inşa etmek için çalışma, şevk ve hamiyetiyle dolu olan insanlardır. Keza bunlar "mevcutla yetinme" himmetsizliği ve hamiyetsizliğinden arınmış, son derece ileri ve yüksek hedef ve vizyonların sahibidirler. Amaçları çağları ölçeğinde dünyada "süper" olmaktır. İşte bu yüksek dereceli özlem selinin önünde uzun dönemde durabilecek hiçbir set yoktur.

    Çöküntü’den Kısmî Fazilet’e giden süreci şöyle tahmin edebiliriz: Yüksek düzeyde özlem yüklü olan bu azınlık, sefalet, onursuzluk, zulüm, şehvet, talan, inkâr-ı uluhiyyet setinin tabanını çalışma ve faaliyetleriyle yavaş yavaş aşındırmaya başlar. Doğal olarak bozguncu dediğimiz kesim farklı nitelikte kadrolar olabilir. Yabancı işgal güçleri olabileceği gibi, yabancı güçlerin adi bir misyoneri şeklinde düşünen ve yöneten yerliler de olabilir. Önemli olan niyet ve icraatlarıdır. Şefkat, adalet, iffet, hürriyet, iman ve çalışma şevk ve hamiyetine dayanmayan icraatlar bozguncu icraatlardır. Tevhid ve vahyin şekillendirdiği fıtratları tahrip eden her türlü düşünce, yaklaşım ve politika bozgunculara aittir.

    Yüksek özlem düzeyine bağlı olarak geliştirilen ve son derece itina ile korunan kurumlar, kısa zamanda egemen kesimin kokuşmuş kurumları karşısından yüksek bir performans göstereceğinden toplum geniş ölçüde bu kurumlara rağbet etmeye; bu kurumların etrafında teşkilatlanmaya başlarlar. Hatta, egemen kesimin bir kısım şahsiyetleri bu kurumları ve bu kesimin ideallerini savunmaya başlarlar. Artık yenilikçilerin gerekli kadroları yetiştiğinden egemen kesimin sosyo-ekonomik düzenine açıktan ve yüksek perdeden eleştiriler yöneltmeye, sistemin temellerini sarsmaya başlarlar. Bu aşamada egemen kesim, büyük bir telaşa kapılarak elindeki "zinde güçleri" harekete geçirip, yenilikçilerin üzerine çullanmaya çalışır. Ancak, savunduğu ilke ve ideallerin elle tutulur tarafı kalmadığından; kendisiyle beraber hareket eden kadroların toplum nazarında talancı, soyguncu, bozguncu ve ahlak yoksunu olarak kabul edildiğinden, egemen kesimin saldırgan tutumu kamuoyunda nefretle karşılanır; toplum kurumları korumak için gözünü budaktan esirgemez bir duruma çıkar. Yenilikçiler ise, dev adımlarla yürümeye devam ederler. Etkinlikleri sadece ülke içiyle sınırlı kalmaz; aynı zamanda dünyanın önemli bir bölümünde teşkilatlanma hareketine başlarlar. Belli bir noktadan sonra, ümmet, yenilikçilerin arkasında yerini alır ve emirlerine amade olur. Yenilikçiler, yine sadece kendi vatandaşlarının değil, aynı zamanda tüm dünya müslümanlarının, hatta dünyadaki tüm mazlum milletlerin dertleriyle yakından ilgilenmeye çalışır. Öte yandan geliştirdiği yeni paradigmayla bilimde, teknolojide, kültürde yeni ve orjinal, alternatif dünya görüşü sunarlar. Bu kesim din ve ırk farkı sözkonusu olmadan büyük bir taraftar toplar. Son derece dinamik bir yapıda olan sosyo-ekonomik kurumlar bu paradigma içinde çalışmaya başlarlar. Arka arkaya yeni ve orjinal buluşlar; dünyanın genel problemlerinin çözümü için mantıklı ve tutarlı öneri paketleri üretmeye başlarlar. Toplumun önemli bir kesimi ise, yenilikçilerin arkasında yep yeni bir hayat tarzı yaşamaya başlarlar. Egemen kesim ise hâlâ direnmeye, kendilerinin ilerici, bunların gerici olduğunu tekrarlamaya devam eder ve fırsat buldukça zinde güçleri üzerlerine salmaya çalışır. Ancak, toplumsal mekanizmaların çok büyük bölümünün bu kesimin kontrolüne geçmesi, onları çaresiz ve güçsüz bırakır. Siyasi iktidarı ellerinde tutmaya devam etseler de toplum vicdanında mahkum olduklarından tüm çabaları boşa çıkar; ve giderek yalnızlığa ve izolasyona itilirler. Çıkış, davranış ve tavırları kitlelerin yoğun tepki ve öfkesini çektiğinden basit bir operasyonla yer altına çekilmek zorunda kalırlar. Yenilikçilerin nihai hedefleri henüz gerçekleşmemiştir. Nihai hedef, İ’la-i Kelimetullah’tır. Ancak, engellerden bir engel kalmıştır. Şimdi sıra, toplumu tepeden tırnağa İ’la-i Kelimetullah istikametinde dizayn et-meye ve seferber etmeye gelmiştir. Başta dünya müslümanları, daha sonra da diğer toplumlar adalete, hakka, iktisada, insanca muameleye kavuşturulmalıdır.Yeni dünya görüşünün öngördüğü ilkeler dünya ölçeğinde hayata geçirilmelidir. Bunun için ekonomide, sanatta, kültürde, bilim ve teknolojide süper olmak gerekmektedir. Yenilikçiler bu amaca ulaşmak için bütün sektörleri bu amaca yönelik seferber eder. Dünya ölçeğinde söz sahibi olmaya duyulan özlem bütün şiddetiyle devam etmektedir. Bu ideal doğrultusunda gerekli enerji ve kaynağın elde edilebilmesi için bütün ümmetin ve ümmete yakın toplumların tüm beşerî ve doğal kaynakları maksimum düzeyde değerlendirilerek seferber edilir. Özlemin yöneldiği istikamette yeni yeni ve orjinal kurumlar teşekkül eder ve hemen ümmet ekseninde süratle yaygınlaşır. Artık, iman, iktisat, adalet, sanat, bilim ve teknolojide yeni medeniyetin yapısı şekillenmeye başlamıştır. Toplumda büyük bir coşku, sonsuz bir heyecan vardır. Eskiyi hatırlatan her hareket, fikir ve eğilime tahammülü yoktur. Bundan dolayı eski tüfeklere karşı bir toplumsal baskı sözkonusu olmakta; onlar toplum dışına itilmektedir.

    Öncü azınlık sonunda, içinde bilimi, sanatı, düşüncesi ve teknolojisi olan bağımsız bir uygarlık inşa eder. Tecdid Çevresi’ni oluşturan öncü azınlıklara burada Horasan Erenleri örneği verilecek, diğerleri başka çalışmalarda incelenecektir.

    Kısmî fazilet çağı örneği: osmanlı toplumu (14-16.yy)

    Tarihte büyük ölçekli ikinci İslam medeniyetini Osmanlılar kurmuşlardır. Bu medeniyetin en bariz özelliği İzzet-i İslam’ı en kâmil anlamda sağlamasıdır. Çağının ölçeğinde bilimde, ekonomide, güzel sanatlarda, askeri alanda yüksek bir medeniyet inşa etmişlerdir. Özellikle İslamın izzetini korumak ve müslümanların can ve mal güvenliğini, namus ve şerefini koruyup, en yüksek düzeyde savunmak bakımından Osmanlı medeniyeti son derece parlak ve şanlı bir medeniyettir. Bilindiği gibi "Osmanlı Medeniyet Kuşağı" diyebileceğimiz coğrafî ve beşerî alan son derece geniş ve bereketli bir alandı. Yerkürenin tam merkezinde yirmi milyon kilometrekare civarında bir coğrafya parçası ve çağının şartlarına göre yoğun bir nüfus varlığı Osmanlı medeniyeti bünyesi içindeydi. Avrupa’da Viyana kapılarından Afrika’da Orta Afrikaya, Yemen’e, Kuzeyde Kafkaslar’a kadar uzanan muazzam bir toprak parçası. Bu coğrafya içinde yüzlerce etnik unsur, lisan, din, mezhep, kültür kaynaşmakta idi. Osmanlı medeniyeti bu son derece heterojen unsurları kendi kalıbı içinde eritmiş ve kendine özgü bir "Osmanlı Kültür Kuşağı" oluşturmuştu. Osmanlı, müslümanların yeniden dirilişini temsil ediyordu.

    Burada bizim için önemli bir can alıcı soru soralım; Küçük bir uç beyliği nasıl oldu da yirmi milyon kilometrekare coğrafya parçasına sahip olabildi? Sınırlı bir insan gücü nasıl büyük devletleri ve orduları dize getirdi, egemenliği altına aldı? Oldukça kısa sayılabilecek bir zaman dilimi içinde sınırlarını akıl almaz şekilde genişletti? Daha da önemlisi üçyüz atlıdan ibaret olduğu iddia edilen bir göçebe topluluk nasıl oldu da dünya çapında etkin, rasyonel, bilimsel, sosyal, siyasi, ekonomik, mali, askerî müesseseler kurabildi?. Bunları asırlarca yozlaşmadan ayakta tutabildi?. Ömer L. Barkan Hocanın ifadesiyle: " Selçuk-Bizans hududlarında yaşayan bir uç beyliğinin, diğer emsalinin mazhar olmadığı bir talihe, pek kısa bir zaman içinde tarihin seyrini asırlarca değiştirecek kuvvetli bir imparatorluk haline gelivermesi hadisesi…" sadece padişahların "dirayet ve şecaatine" verilerek anlatılamaz. Aynı şekilde sadece İlahi Lütuf ve İnayet’e dayanarak anlatmak da "Sünnetullah"a aykırıdır. O zaman bu olayın geri-planında başka dinamikleri aramak gerekir. Bir kere o günün insanında en azından Öncü Azınlık’ında cihanşumûl bir mefkûrenin olup olmadığı, varsa bu mefkûrenin gelişmesinde ve insanların düşünce dünyalarında yapısallaşmasında, belki bir özlem halinde kurumsallaşmasında belirleyici olan sosyal, siyasal, psikolojik, beşerî ve dini faktörler nelerdi, ve nasıl ortaya çıkmışlardı? Bu soruların birer birer cevaplanması, çeşitli cepheleriyle incelenmesi gerekir. Doğal olarak burada esas olarak incelenmsi gereken unsur inşa edici faktör olarak bireyin sosyo-pskolojik yönlerinin incelenmesidir. Bu konudaki sorulması gereken soru gayet basittir: iletişim imkânlarının henüz gelişmediği bir çağda Bilecik’te, Bursa’da, İstanbul’da, Edirne’de yaşayan sıradan bir insanı Üsküp, Varna, Bosna, Viyana önlerine sürükleyen içsel enerji nasıl ve hangi santrallarda üretilmişti? Balkanların bitmez tükenmez orman ve bataklıkları ve Afrika ve Orta Doğu’nun dayanılmaz çöllleriyle yıllarca boğuşmayı göze aldıran "kışkırtılmış özlem" neyeydi ve nasıl doğmuştu? Bütün bu soruları cevaplamak için burada önereceğimiz tez yine "Çevresel Tasallut" ve "Tecdid Hareketi" ve "Öncü Azınlık" kurumu olacaktır.

    Osmanlının kuruluşunda bir öncü azınlık: horasan erenleri

    Yukarıda sorduğumuz sorunun cevabı yine bir Öncü Azınlık olgusunda yatar. Tarihin derinliklerini araştırdığımızda da bu kadronun tarihe Horasan Erenleri adıyla geçen "dervişan hareketi" olduğunu görürüz. Horasan Erenleri; Gazali-Ahmed Yesevi-Şeyh Edebali üçlüsünün dikey tamlaşması sonucu ortaya çıkan bir tecdid hareketinin uzantısı idi. Gazali, özellikle felsefe ve Mu’tezile kelamından kaynaklanan tevhid-dışı düşüncenin müslüman bireyde meydana getirdiği manevi ve imanî yıkımı çok yüksek bir mantık ve kelam gücüyle önlemiş, müslümanların iman ve ihlasını tamir ve ıslah etmiş, yani geniş ölçüde "iman kurtarma" misyonunu ifa etmiştir. Ahmet Yesevi ise Gazalinin bıraktığı yerden hareketle tasavvuf yoluyla geleceğin yeni dünyası ve medeniyetini inşa edecek Öncü Azınlık’ı yetiştirmiştir. Burada Ahmed Yesevi ve yetiştirdiği kadrosu üzerinde kısaca duralım

    Ahmed yesevi ve müridânı

    Ahmed Yesevi, bugün Çin’in Doğu Türkistan bölgesinde Aksu sancağına bağlı ve Aksu’nun 176 km Kuzey Doğusunda bulunana Sayram sancağında doğdu. Sayram, tarım ırmağına bağlı Şahyar nehrine dökülen Karasu’nun üzerinde küçük bir kasabadır. Ahmed Yesevi’nin hangi tarihte doğduğu kesin olarak bilinmemekle beraber bunun 12. asrın ortalarına rastladığını tahmin edebiliriz (Köprülü, 1993, s.62). Yesevi’nin babası Şeyh İbrahim, Sayram’ın en ünlü şeyhlerindendi; halifelerinden Musa şeyhin kızı Ayşe Hatun’u almış ve bundan Gevher-Şehnaz adlı bir kızla ondan yaşca daha küçük olan Ahmed dünyaya gelmişti.

    Ahmed Yesevi’nin daha küçük yaşta iken Yesi’ye geldiği ve oraya yerleştiği tahmin edilmektedir. Gerek Yesevi lakabını alması, gerekse Arslan Baba’nın onunla Yesi’de buluşması hakkındaki genel rivayet bu tahmini güçlendiriyor. Bugünkü adıyla Türkistan olan Yesi, Oğuz Han’ın hükümet merkezi olması dolayısıyla önemli bir kültür ve siyaset kenti idi. Özellikle Ahmed Yesevi’nin bu kente izafetle Yesevi lakabını alması Türk alemindeki tarihi önemini bir kat daha arttırmıştır. Yesi’ye gelen şeyhimiz ünlü Türk şeyhi Arslan Baba’nın teveccüh ve iltifatına mazhar olmuştur. Daha sonra Buhara’ya geçerek tahsilini bu bilim ve sanat kentinde devam ettirmiştir.

    12. asırda Buhara şehri Karahanlıların siyasi hakimiyeti altında bulunuyordu. Bununla beraber, Samaniler devrindeki siyasi önemini kaybetmiş olan şehir İslam biliminin Maveraünnehir de en büyük merkezi durumundaydı. Buhara medreseleri İslam aleminin ve özellikle Türkistan’ın her tarafından gelen talebelerle dolu idi. Şehirde Al-i Burhan ünvanı altında anlatılan ve bütün fertlerine Sadr-ı Cihan lakabı verilen Hanefi mezhebinde, alim ve çok zengin bir aile hüküm sürüyordu. Ailenin kurucusu olan Burhan-ü’l Millet Ve’ddin Abdülaziz b. Ömer Numan-ı Sani lakabıyla tanınmış olup aşağı yukarı 11.asrın ikinci yarısından 12.asrın ilk yıllarına kadar yaşamıştı. Karahanlılara bağlı olmakla beraber adeta müstakil bir hükümdar gibi yaşayan bu Sadr’dan sonra oğlu Hüsameddin Ömer yerine geçti ve Karahitaylar tarafından öldürülünceye kadar Buhara hakimiyetini elinde tuttu. Hanefi mezhebi alimlerinden olan bu ailenin maiyetlerinde 600 bin fakih tahsil görüyordu. Ahmed Yesevi böyle bir zamanda böyle bir çevrede yetişti. Ahmed Yesevi, devrin en büyük alim ve mutasavvıflarından Şeyh Yusuf Hemedani’ye intisab ederek manevi şahsiyetini geliştirdi (Köprülü, 1993, s.65). Hoca Yusuf Hemedani fıkıh ve hadis ilimlerinde son derece yüksek ihtisas sahibi idi. Özellikle Hanefi Mezhebi’nin kurucusu İmam-ı Azam’a son derece saygılı ve bağlı idi. Önceleri sadece ilimle uğraşırken zamanla tasavvufa da girmiş ve ünlü Şeyh Ebu Ali Farmedi’den el almıştır. 1121-1122 yıllarında Bağdat’a gelerek Nizamiye Medreselerinde her taraftan koşup gelen çok seçkin topluluklarla uzun müzakereler ve tartışmalar yapmıştır (Köprülü, 1993, s.66).

    Ahmed Yesevî hakkında gerek kendisi tarafından, gerekse daha sonra teşekkül eden tarikat kadroları tarafından anlatılan çok sayıda menkıbe vardır. Biz burada sadece ilginç iki menkıbeyi zikredelim: Arslan Baba, Ashabın en ileri gelenlerindendi. Meşhur bir rivayete göre 400 sene, başka bir rivayete göre de 700 sene yaşamıştı. Onun Türkistan’a gelerek Hoca Ahmed’i irşada memur olması bir manevi işarete dayanıyordu. Hz. Peygamberin savaşlarından birinde Ashab-ı Kiram aç kalarak Peygamberin huzuruna geldiler, biraz yiyecek istirham ettiler. Hz. Peygamberin duası üzerine Hz. Cibril cennetten bir tabak hurma getirdi, fakat o hurmalardan bir tanesi yere düştü. Hz. Cibril dedi ki; bu hurma sizin ümmetinizden Ahmed Yesevi adlı birinin kısmetidir. Hz. Peygamber ashabına içlerinden birinin bu görevi üzerine almasını teklif etti. Ashabtan hiçbiri cevap vermedi. Sadece Arslan Baba bu görevi üzerine alabileceğini söyledi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, o hurma danesini eliyle Arslan Baba’nın ağzına attı ve mübarek tükrüklerinden de ihsan etti. Hemen hurma üzerinde bir perde zahir oldu ve Hz. Peygamber Arslan Baba’ya Sultan Ahmed Yesevi’yi nasıl bulacağını tarif ederek onun terbiyesi ile meşgul olmasını emretti. Bunun üzerine Arslan Baba Yesi’ye geldi ve üzerine aldığı görevi yerin getirdikten sonra ertesi yıl vefat etti (Köprülü, 1993, s.29).

    Diğer bir menkıbe Sarı Saltık Menkıbesi olarak kaynaklara geçen menkıbedir. Özellikle Ahmed Yesevi hazretlerinin cihan devleti kurmaya yönelik mefkûresine ilginç bir delil olma açısından önemlidir.

    Türkistan’ın büyük piri Ahmed Yesevi’nin Diyar-ı Rum’a gelen Türkleri unutmayarak onlara daima yardımcılar gönderdiği hakkında çok sayıda işaret mevcuttur. Batı Türkleri arasında eskiden beri çok meşhur olan Sarı Saltık Menkıbesi bu konuda çok anlamlıdır: Evliya Çelebi’nin anlattığına göre Ahmed Yesevi Hacı Bektaş’tan sonra Sarı Saltık lakabıyla tanınan Muhammed Buhari’yi Horasan Erenlerinden 700 kişi ile Diyar-ı Ruma gönderir ve meşhur tahta kılıncını Sarı Saltık’ın beline kuşatarak şu nasihatı verir: "Saltık Muhammedim! Bektaşım seni Rum’a göndersin. Leh diyarında dalalet-ayin olan Sarı Saltık Suretine girip ol melunu bir tahta kılınçla katleyle. Makedonya Dobruca’da yedi krallık yerde nam ve şan sahibi ol!". Sarı Saltık Rum diyarına gelince Hacı Bektaş Veli şeyhinin emrini yerine getirerek onu Dobruca’ya gönderir. Bu da oralara giderek bir çok kerametler gösterir, bir çok yerler zapt ve ahalisini müslüman eder (Köprülü, 1993, s.54).

    Menkıbelerden de anlaşılacağı gibi başta Ahmed Yesevi olmak üzere o çağdaki tüm yetişmiş insanlar şanlı bir cihan devletine derin bir özlem içindedirler. İleri düzeyde bir vizyonla da bu devletin ancak Osmanlı topraklarında olabileceği beklentisindedirler. Bu amaçla başta Horasan tarafı olmak üzere Türk-İslam dünyasının her tarafından akın akın insanlar Osmanlı topraklarına akmaktadır.

    İslam dünyasının her tarafından kopup gelen kitleleri hem bir savaşçı hem de bir derviş olarak (Alp-Eren) organize edip "sınır boyu cihadı"na süren manevi kahraman ise Şeyh Edebali ve müridânı olmuştur. O çağın Öncü Azınlık’ı ise Horasan Erenleri kadrolarıdır. Şimdi burada Horasan Erenleri’nin nitelikleri üzerinde kısaca duralım.

    Horosan erenleri’nin genel nitelikleri

    İmar ve inşa şevki

    Horasan Erenleri sadece spekülas-yonlarla ilgilenen tufeyli ve parazit unsurlar değil, tersine alınteri ve el emeğiyle ülke topraklarını "şenlendirmek" ve ihya etmek için çırpınan üretici ve atak kişilerdi. "…hali, boş ve tenha yerlerde boş topraklar üzerinde bu Orta Asyalı muhacirler tarafından kurulan bir nevi Türk manastırları olan Zaviyelerle yeni bir memlekete gelip yerleşen kolonizatör Türk dervişleridir. Bu dervişler, muhacerat akınını sevk ve idare etmiş müteşebbis kafile reisleri, fetihlerin öncüsü olmuş kolonlar, gelip yerleştikleri yerlerde hanedan tesis etmiş soy ve mevki sahibi mühim şahsiyetlerdir. Yine Barkan’ın ifadesiyle bu dervişlerin dikkate değer özellikleri sahip oldukları din ve cihan telakkileridir. Bunların bazı keramet gibi mistik niteliklerinin yanında asıl önemli özellikleri maşeri psikolojinin malum kanunlarına uyarak kendilerini ihata eden bu dini haleyi etrafındaki halk kitlelerine intikal ettirmeleridir. Onlar yeni bir dünyaya, yani diğer bir Amerikaya gelip yerleşen halk yığınları için ekonomik ve sosyal-siyasal büyük rol oynayarak kitleleri yeni bir medeniyet ve devlet kurma yolunda seferber etmiş büyük kahramanlardır.

    Bunlar, İ’la-i Kelimetullah’ın maddeten terakki ile olabileceğinin farkında olarak alınteri ve el emekleriyle dağ başlarında, boğaz ve geçitlerde yer açıp yerleşmişler ve oralarda bağ ve bahçe yetiştirerek, hayvancılık yaparak, değirmen çalıştırarak üretici birimler olmuşlardır. Bu yolla bir taraftan yerleştikleri toprak parçasını imar etmişler, bir taraftan gelen geçen yolcu ve misafirlerin ihtiyaçlarını karşılamışlardır. Aynı zamanda önemli stratejik yerlerde yaptıkları zaviyelerle hem bölgeyi imar ederek hem üretimi gerçekleştirmişler, hem de fütûhatı kolaylaştırmışlardır. Aşağıdaki belge zaviyelerin üretim ve ekonomik değer yanında askerî ve stratejik önemini de vurgular: " Göynük ve ve Taraklı’ya hazırlanan bir akında Osman Gazi Köse Mihalın bu vecih tedbirini savab bilüp guzatı cem edüp gelüp Baş Taş (Beşiktaş) zaviyesine konup şeyhine Sakari suyunun geçidin sordular, şeyh ayıtdı…"(Neşri Tarihi, 26).

    Gerçekten Horasan Erenleri "hiç ölmeyecekmiş gibi" dünyaya sarılma ilkesini en iyi gerçekleştiren teşkilat olmuştur. Bu teşkilatın her üyesi dünyayı imar ve inşa konusunda alabildiğine atak ve çalak bir niteliğe sahiptir. Neşri tarihinde Şeyh Edebali’den sözederken onun dünya ile ilişkisinin düzeyini de anlatır: " Meğer Osmanın halkı arasında bir aziz şeyh vardı. Adına Edebali dirlerdi ve dünyası bînihaye idi." (Neşri Tarihi)

    Görülüyor ki bu şeyh "dünyası" ve davarı çok olan bir adamdı. Gerçekten bütün kayıtlar onun mali kudretinin ve siyasi nüfuzunun büyük olduğunu gösteriyor. Şeyh Edebali Abdurrahman b. Avf’a izafeten Avf Mesleği dediğimiz çağımızda Bediüzzaman’ın da dirilt-meye çalıştığı bir mesleğin önemli bir mümessili olduğu anlaşılıyor. İ’la-i Kelimeullah’ın hem içe doğru hem de dışa doğru gereklerini yerine getiriyordu. Dışa doğru gereklerinden olan iktisadi ve ticari gelişme, ülkeyi mamur hale getirme, bilim, sanat ve teknolojide çağı yakalama, hatta mümkünse aşma amaçlarını gerçekleştiriyordu. Atıl toprak parçalarını ihya ederek, bağ-bahçe yetiştirerek, bataklıkları kurutup tarlalar açarak, boş meralarda hayvan sürüleri yetiştirerek o günkü şartlar içinde ekonomik potansiyelin tüm imkânlarını fiili hale getirme Horasan Erenleri’nin en önemli görevleri arasında idi. Yukarıdaki ifadelerde Şeyhimiz anlatılırken "…dünyası bînihaye idi" "dünyası, nimeti ve davarı çoktu…" denilmektedir. Dünyasının bî-nihaye olması alabildiğine zengin ve varlıklı olması demektir. Zaten bu dinamizm ve enerji ile kuracakları cihan devleti ve medeniyeti de o ölçüde ekonomik açıdan çağının şartları içinde süper olacaktı. Dünyayı ihya ve inşaya yönelik şevk ve arzunun şiddet düzeyi nisbetinde ekonomik gelişme de yüksek ve görkemli olacaktır. Şevk ve arzunun bittiği veya azaldığı, şiddetinin düştüğü dönemde ise zorunlu olarak makro ekonomi de mikro ekonomi de gerileme, zaman içinde çökme sürecine girecektir.

    Anadolu ve Balkanlar’da bazı en ücra köşelerini bile bağ-bahçelerle imar ve inşa edilmiş, dere ve su kenarlarının ceviz, çınar, kestane kavak gibi ağaçlarla boydan boya donatılmış olması Horasan Erenleri’nin ne kadar çalışkan, ne kadar üretme şevk ve heyecanıyla dolu insanlar olduklarını gösterir. Özellikle sınır bölgeleri olmak üzere Anadolu ve Balkanların önemli bir bölümü uzak Türk-İslam dünyasından hicret edip gelen Horasan Erenleri’nin kurdukları zaviyeler ile şenlenmiştir.

    Tarihi verilerden anlaşıldığına göre Horasan Erenleri etrafında önemli bir cemaatla Batı’ya doğru hicret etmekte, Batı’da boş ve hali bir araziye bir zaviye kurarak etrafında yurt kurmaktadırlar. Bu konu ile ilgili Ömer L.Barkan’ın Defter-i Hakanai kayıtlarından çıkardığı zaviyeler hakkındaki malumat bize fikir verebilir: Mesela 142 numaralı kayda göre;

    " An cemaatin dervişleriyle diyar-ı Horasan’dan gelmiş olan Şeyh Hacı İsmail…", Larende kazasında kendi ismini verdiği bir köy kurmuş ve bu köy şeyhin evladı ve akrabalarıyla Yavuz Sultan Selim zamanında 95 yetişkin erkeğe ulaşmıştır. (Barkan, s.295)

    Üretici Horasan Erenleri sadece meczup dervişândan oluşmamakta aynı zamanda kadronun içinde ünlü allameler de yer almaktadır. 537 Numaralı Erzurum Evkaf defterinde şöyle anlatılır: "Molla Mehmed Kurdî, ulema-i nizamın mevdudi idi. Diyar-ı Acemden olup, Akkoyunlu zamanında Ruma gelüp Kurdî nam karye hali iken ihya idüp ziraat hıraset idüp , talebeye talim-i hasbi ve kut-u layemut’a vefa edecek nafakayı kendi kisbi imiş" (Barkan, s.296). Boş bir köye gelip yerleşen ve orayı ihya eden molla Mehmed’in “Kurdî” unvanını anlatmak için şu hikaye nakledilir: Zor bir meseleyi Acem uleması halledemeyip kendisine gönderdikleri zaman "bu adam ulemanın kurdudur" demişler ve hocanın ismi bunun üzerine Kurdî olarak kalmıştır (Barkan, s.296).

    Burada ilginç olan başka bir nokta Horasan Erenleri içinde kadın erenler de bulunmakta, onlar da aktif olarak üretici müesseseler geliştirmektedirler. Nitekim bazı kayıtlarda, Kız Bacı, Ahi Ana, Sakari Hatun, Fatma zaviyeleri gibi bazı zaviye şeyhleri kadın erenlerdendir. Mesela Kütahya evkafı içinde "Sume Bacı nam bir aziz saliha ve bakire hatun"dan sözedilmektedir. Sume Bacı, tekkeye mal ettiği çiftliklerle, bağ, bahçe, değirmen vesairenin kendi ölümünden sonra akrabalarından kimsenin müdahale etmemesi için bunların kendi parasıyla temin edilmeyip hayır yoluyla toplanan paralarla temin edildiğini herkesin önünde söylemiş ve zapta geçirtmiştir (Barkan, s.302).

    Benzer şekilde Aşık Paşazâde bu kadın erenlerden Baciyan-ı Rum olarak sözetmektedir.

    Devlet kapısı’nda gözü olmamak

    Horasan Erenleri, önamli bir siyasi nüfuza sahip oldukları halde devlet kapısına muhtaç olup, oralarda ikbal ve istikbal arama yoluna gitmemişlerdir. Kadılık gibi bazı önemli ve staratejik görevlerin dışında görev almamış, genellikle kendi işlerini kurmuş, geçimlerini oralardan temin etmişlerdir. Mümkün olduğunca devlet yönetiminin günlük ve rutin işlerine bulaşmak istememişlerdir. Bu bakımdan padişah da olsa kimsenin karşısında boynu bükük olmamışlar, gurur ve vakarlarını her zaman korumuşlardır. Bursa’daki Geyikli Baba bu konuda Horasan Erenleri’nin ilginç bir prototipidir.

    Geyikli Baba Bursa’nın fethinden sonra İnegöl civarında boş bir yere yerleşen Ahmed Yesevi’nin müridlerinden olan bir Horasan Ereni’dir.

    Barkan’a göre, Konya’da "Geyikli Baba Dervişleri" adı altında bir kabilenin bulunduğuna nazaran bu taraflardan gelmiş bir Horasan Ereni olması lazım gelir. Geyikli Babanın Bursa’nın fethini müteakip Orhan Gazi ile münasebetlerini gösteren olay son derece ilginçtir. Bunlar Baba İlyas Müridlerinden ve Seyyid Ebu Elvan tarikatındandır. Oralarda üretimde bulunmakta zamanın padişahı ve siyaseti ise uzaktan takip etmektedir. Geyikli Baba’nın ününü duyan padişah kendisini görüşmek üzere huzura çağırmış, fakat Geyikli Baba padişahın görüşme talebini geri çevirmiştir. Başka bir zaman Bursa’ya geldiği zaman ise padişaha hediye olarak bir kavak fidanı getirmiş ve sarayın bahçesine kendi eliyle dikmiştir. Geyikli Babanın padişahla ilişkisini Aşık Paşazâde’den izleyelim:

    “…İnegöl yöresinde Keşiş dağı yanında bir nice dervişler gelüp karar itmişlerdi. Amma içlerinde bir derviş vardı, dağda geyikcikler ile bile yürürdü. Turgut Alp ana gayet muhabbet itmişdi, daim onunla musahabet iderdi-Turgut Alp ol vakit gayet Pir olmuşdu- Sultan Orhan Gazi’nin, dervişleri teftiş iddüğün işidüp âdem gönderüp ayıdı: benim köylerim dairesinde bir nice dervişler gelip tavattun itmişlerdir, içlerinde bir derviş vardır, geyikcikler ile musahabet ider, hiç bir hayvan andan kaçmaz, haylı kimsenedir deyü haber gönderdi. Sultan Orhan Gazi işidüp kimin müridlerindendir sorun deyüp yine kendünden istifsar iddiler. Andan derviş ayıddı: Baba İlyas müridlerindendir ve Seyyid Ebu Elvan tarikatındayın, dedi. Gelüp Sultan Orhan Gaziye didiler, âdem gönderüp varın ol dervişi bunda getürün didi. Varup dervişi davet iddiler gelmedi, ayıddı: zinhar Orhan dahi bunda gelüp beni günaha koymasın. Bu haberi Sultan Orhan Gaziye dediler. Yine âdem gönderip ayıtdı, bizim hazretimiz ile didar görüşmek gayet muradımızdır, niçün gelmesiz, veya niçün bizi anda varmağa komasız, didi. Derviş yine cevap virdi ki dervişler gözcü olur, dua iderüz deyüp bunun üzerine bir kaç gün geçdi. Bir gün ol derviş bir kavak ağacın omuzuna koyup götürüp Bursa hisarında bey sarayı havlusunnun kapısının iç yanında bu kavağı dikmeğe başladı. Tiz Sultan Orhan Gazi’ye haber verdiler kim bizim teberrükümüz oldukça budur. Amma dervişlerin duası sana ve senin nesline makbuldür, deyüp hemendem dua idüp ve durmayup yine dönüp gitti. O kavak ağacının şimdi eseri vardır, saray kapısının iç yanındadır, gayet yoğun ve büyük ağaç olmuşdur. Padişahımız ol ağaca timar idüp daim kurucasın giderirler. Sonra Sultan Orhan Gazi dahi ol dervişin mekanına varıp bir vafir eşya virmek murad idüp derviş ayıtdı: Ey Han bu mülk ve mali hüdayı müteal ehline verir biz bunların ehli değiliz. yine mal sizlere layıktır didi. Sultan Orhan Gazi ibram idüb ayıtdı: derviş elbette sözü kabul eyle didi. Derviş ayıtdı, padişahım senin sözün sınmasun şol karşuda duran depecikten beri yerceğiz dervişlerin avlusu olsun, didi. Sultan Orhan Gazi kabul idib dervişin yine hayır duasın alup gitdi. Sonra ol derviş vefaat ediyecek Sultan Orhan Gazi üzerine türbe yapup yanına bir tekke ve bir cami dahi yaptı." (Neşri, Yp. 50)

    Yukarıdaki ifadelerden anlaşıldığına göre Geyikli Baba, Ahmed Yesevi’nin önemli bir mürididir. Erken bir zamanda önemli miktarda bir dervişân gurubuyla İnegöl’e hicret etmiş Keşiş Dağı yakınlarında bir bölgeye yerleşerek oraları imar ve inşa etmişlerdir. Turgut Alp’le sürekli sohbet ettiklerine göre "fiili cihad"a da iştirak etmiş, bölgenin maddi ve manevi fethine katılmıştır. Dikkate değer bir özelliği "insanlara ünsiyetten ziyade vahşilere ünsiyet etmesi"dir. Geyiklerle beraber gezmekte, hiçbir hayvan ondan kaçmamaktadır. İnsanlara taşıdığı derin ve engin şefkati hayvanlara da taşımaktadır. Sultan Orhan’a, “biz uzaktan gözler, dua ederiz” demesi de ilginçtir. Ulema geleneğimizde mevcut olan yönetimin günlük rutin işlerine müdahale etmeme prensibine uymaktadır. Uzaktan gözetleyerek ise siyasi icraatların hukuka, adalet ve hikmete uygun olup olmadığını izleme fonksiyonu olmalıdır. Bunun anlamı, toplumun derinliklerinde örgütlenmiş son derece güçlü ve kararlı bir "muhalefet"i ifadedir.

    İslam tarihinde ulemanın konum ve tavrı incelendiğinde son derece ilginç sonuçlarla karşılaşılmaktadır. Mesela Mevlana, Geyikli Baba ve Şeyh Edebali gibi hem şeyh hem ulema sınıfına mensup olan şahsiyetlerin en dikkate değer tavrı olabildiğince yönetime mesafeli bulunmak olmuştur. Bunlar, bürokratik ve günlük basit ve kirli işlerle içli dışlı olan yönetime mesafeli durarak son derece aşkın bir konumda yer almıştır. Genel olarak tarih boyunca ulemanın bu tavrı onların her dönemde toplumun en önemli güven kaynağı olma niteliğini taşımalarına neden olmuştur denilebilir.

    Mevlana’dan Şeyh Edebali’ye genellikle tüm aşkın ulemanın yönetimden beklentisi ve talebi son derece sınırlı olmuştur. Günlük rutin yönetim işlerine olabildiğince uzak durup toplumun eğitilmesi gibi büyük projelerle ilgilenmek. Mevlana’nın Emir Pervane’yi huzuruna kabul etmemesi ve emirin üzülmemesi için de şu haberi göndermesi konumuz açısından son derece ilginç ipuçları taşımaktadır:

    "Emir bizim ziyaretimize gelmesin ve rahatsız olmasın. Çünkü bizim birçok halimiz vardır. Bir halde konuşuruz, başka bir halde susarız, bir halde insanlarla ilgileniriz, başka bir halde yalnız kalırız, bir halde hayret ve istiğrak içinde bulunuruz. Allah esirgesin! Emir böyle bir haldeyken gelir de hatırını soramayız, ona vaaz edip onunla konuşmaya halimiz elvermez. Bunun için dostlarla meşgul olmaya, onlara fayda vermeye durumumuz elverişli olduğu zaman bizim gidip onu görmemiz daha iyi olur…"

    Yüce misyonlarla donatılmış kudsî şahsiyetlerin günlük rutin ve basit işlerin peşinde koşma yerine; o tip işleri ehline bırakıp, büyük dev projelerle ilgilenmeleri hem hikmetin, hem de aklın gereği olmalıdır.

    Geyikli Baba ve Şeyh Edebali’de üstadları Mevlana gibi günlük rutin işleri devlet yöneticilerine bırakmış ve alabildiğince aşkın olan eğitim-öğretim faaliyetleriyle ilgilenmişlerdir. Son derece engin bir hoşgörü ve şefkatle hem toplum fertlerini hem de yöneticileri kucaklamış; onlara "tahakküm" ederek değil, belki "lütuf"la yardım etmeye çalışmışlardır. Geyikli Baba’nın biz padişaha dua ederiz demesi anlamlıdır. Aynı şekilde, Padişahın bizden ne istersin sorusuna karşı da: "Ey Han bu mülk ve mali hüdayı müteal ehline verir biz bunların ehli değiliz. Yine mal sizlere layıktır didi" şeklinde cevap vermesi gerçekten tarih boyunca "Tecdid Çevresi"nin temel yaklaşımını yansıtır niteliktedir.

    Yukarıda ifade ettiğimız gibi ulemanın tarih boyunca son derece homojen ve tutarlı bir tavır sergilediğini ifade etmek imkânsızdır. Zaman zaman bazı ulemanın resmî ideoloji tarafından asimile edildiği bir gerçektir. Ancak bu eğilim sınırlı kalmış ulemanın kahir ekseriyeti bağımsız kalmaya özen göstermiştir. Mansıp, şöhret ve para için esas fonksiyonunu kaybeden ulema da ümmet nazarında "ulema’u-s su" (çirkin ulema) olarak nitelendirilmiştir. Bazi ulemanın "Ehl-i dünya"ya yaklaşması, onların güdümüne girer gibi olması dönemlerinde "sofi" ve "dervişan" kesimi ulemanın tepesinde "Demoklesin kılıncı" rolünü oynamışlardır. İmam-ı Rabbani’nin Mektubat’ı zalim yöneticilerin dümensuyunda gidip ümmeti felakete sürükleyen "ulema’u-s su"nun aşağılanması temalarıyla doludur.

    Bu konuda İslam tarihinde yaklaşık şöyle bir süreç yaşanmıştır; Tekke ve zaviye kaynaklı "sofiyan", ulemayı; medrese kaynaklı ulema, yine kendilerinden olan fakat devletin resmî icra makamını temsil eden kadıları; kadılar da devletin diğer yönetim kesimini baskı altında tutarak yasalara uygun hareket etmelerini sağlamaya çalışmışlardır. Sözkonusu etkileşim sayesinde her türlü inanç, ibadet, düşünce, kazanma ve yaşama hakkı garanti altına alınmaya çalışılmış, geniş ölçüde de alınmıştır denebilir.

    Sonuç olarak, Türk-İslam tarihinde ulema önemli bir kurum olarak toplumsal hayatı derinden etkilemiştir. Özellikle hukukun yapılması, korunması, yorumlanması ve değiştirilmesinde önemli görevler yüklenmiştir. Aynı şekilde yönetimlerin icraatlarının meşru olup olmamasını belirleme ve denetleme konusunda da güvenilir bir kaynak olmuşlardır. Saygın ve etkin konumlarına rağmen ulema hiçbir zaman toplumu yönetme hevesine kapılmamış; aksine günlük rutin işleri ehline bırakarak yönetimle arasına sürekli belli bir mesafe koymuştur. Ancak, yöneticilerin zulme ve hak-sızlığa kaçan keyfi karar ve davranışlarının karşısında da aşılmaz bir set olmuşlardır. Yönetimlerin özellikle adalet, şefkat, güvenlik ve iffet gibi ilkeler çerçevesinde icraattta bulunmalarının sigortası olmaya çalışmışlardır.

    Tipik bir ulema niteliğini taşıyan Şeyh Edebali de bütün himmet ve gayretini toplumsal eğitim-öğretime tahsis ederek toplumun canlı ve diri olmasına çalışmış; yönetimle ilişkisi son derece mantıklı ve rasyonel olmuştur. Önemli ölçüde toplumsal güç ve etkinliğe sahip olmasına rağmen hiçbir zaman toplumsal yönetim mekanizmalarını ele geçirmeye çalışmamıştır. Zaten gelenek de bu tip talep ve beklentilere "cevaz" vermemektedir.

    Cihan devleti mefkûresine sahip olmak

    Horasan Erenleri, aynı zamanda dünya siyasetini yakından izleyen, gelişmeleri bilen, gelecekle ilgili vizyonu olan insanlardı. Öyle anlaşılıyor ki hepsinin yüreğinin derinliklerinde Cihan Devleti mefkûresi yatıyordu. Bunun en açık ve berrak örneğini yine bir Horasan Ereni olan Şeyh Edebali’de görüyoruz.

    Şeyh Edebali’nin yüreğinin derinliklerinde büyük bir cihan devleti "özlem"i taşıdığı, tüm plan ve stratejisini bu istikamette dizayn ettiği tarih kitaplarına geçmiş ünlü rüya olayından anlaşılmaktadır. Edebali bu konudaki geri dönüşsüz kararlılığını, her fırsatta yönetime enjekte ediyor, onların istikbale ait ufuklarını açmaya çalışıyordu. Aşağıda Edebali’nin yönetimle olan ilişkisi üzerinde ayrıca durulacaktır, ancak burada hemen her klasik tarih kitabında anlatılan ünlü rüya olayını kısaca nakledelim:

    " Ertuğrul hal-i hayattayken bir gece düş gördü. Bir aceb vakı’a görüp ol vakı’adan uyanup bu düşi fikr iderek, Allah’ı zikr iderek durdu, sabah namazını kıldı. Suret değiştirüp doğru Konya’ya vardı. Anda bir muabbir (rü’ya tabircisi) kişi vardı, adına Abdülaziz dirlerdi… Amma bazılar didiler kim bu düşi tabir iden bir aziz şeyh idi…" (Tarih-i Al-i Osmandan zikr. Barkan, s.284).

    Babinger’in neşrettiği Uruc Bey tarihinde ise, Ertuğrul’un gördüğü rüyayı tabir eden şeyh, Konya’da oturan ve Alaüddin’in de çok güvendiği son derece ünlü ve zengin bir şahşiyetti. Yukarıdaki kayıtta adı geçen Abdülaziz ise Sultan Alaaddin’in veziridir. Sultan Osman Konya sultanının askerlerle birlikte İstanbul tekfuruna karşı yaptığı bir mücadeleyi müteakip, ganaimden öşrünü çıkarıp Konya sultanına göndermesi üzerine, sultan tarafından kendine gönderilen sancak vesaire ile birlikte Şeyh Edebalinin kızını da getiren işte bu vezirdir. Bir anlatıma göre Osman Bey rüyasında bu şeyhin kuşağından çıkan bir ayın kendi koynuna girmiş ve oradan gölgesi bütün cihanı kaplayan bir ağaç halinde yükselmiştir ve Osmanın koynuna girmekte ve oradan gölgesi bütün alemi tutan bir ağaç halinde yükselmiştir.

    Başka bir anlatımda ise rüyayı Osman Beyin atası Ertuğrul Bey görmüştür "Ey oğul atan Ertuğrul gördüğü düş buydu kim, Şeyh Edebali ol düşü tabir etmişti…

    Atına sıvr olup doğru Konya’ya vardı. Meğer Konya’da bir muabbir-i mu’teber kişi vardı, şeyh Edebali dirlerdi. Sahib-i Kemal idi. İlm-i Rü’yayı hub bilirdi. Kerameti zahir olmuş kişi idi. Dünyası çağdı. Ol vilayette meşhurdı, Sultan Alaeddün dahi ona itikad itmişdi…

    Şeyh ayıtdı, ya yiğit düşinin tabiri budur kim bir oğlun ola, adı Osman ola ve benim dahi bir kızım ola Rabia (diğer tarihlerde Balahun Malhun) adlu, benim kızımı senin oğlun Osman’a vireler.." (Barkan, s.284).

    Rüya olayında dikkate değer bir kaç nokta vardır: bir kere rüyayı gören Osman Bey veya babasının Şeyh Edebali ile tanışık olması gerekir. Bundan anlaşılıyor ki Şeyh Edebali Konya’da ikamet etmesine rağmen ünü İslam dünyasının her tarafına yayılmıştır. İkinci nokta, görüş ve düşünceleri son derece muteber, vizyon ve ufku alabildiğine geniş ve açıktır. Çağın olaylarını net bir şekilde okuyabilmekte, hadisatın akış istikametini sezinleyebilmekte ve yöneticileri o istikamette yönlendirmektedir. Üçüncü nokta Osman Bey’in de yüreğinin derinliklerinde ışığı dünyanın her tarafını kuşatan bir Cihan Devleti özlemine sahiptir. Buradan da anlaşılıyor ki, Osmanlı aşireti sadece dağdan dağa, yayladan yaylaya sürü peşinde at koşturan "çoban"lar değil, tersine uluslararası gelişmelerin yakın takipçisi olacak düzeyde bilgi, tecrübe ve vizyona sahip bilge kişilerdi. Barkan’ın ifadesiyle, "gölgesi alemi tutan bir ağaç hayaline sahip olacak kadar siyasi emeller besleyecek vaziyette" bulunan kimse idi.(Barkan, s.287)

    Şefkatli ve yardımsever olmak

    Öte yandan Şeyh Edebali İ’la-i Kelimetullah’ın içe doğru inşa dediğimiz niteliklerine de sahiptir. Şefkat, muhabbet, sadakat, ihlas, rıza ve yardımseverlik gibi yüce vasıflar onun temel vasıflarıdır. Şeyhimizin misafirhanesi hiçbir zaman boş kalmamaktadır. "…Amma derviş siretin tutardı. Hatta derviş diyü lakap iderlerdi. Bir zaviye yapup ayende ve revendeye hidmet iderdi. Kah kah Osman onun zaviyesin misafir olurdı.."(Neşri Tarihi, Yp 24, Veliyyüddin Efendi Kütp).

    "…kendüleri arasında bir aziz şeyh vardı, hayli kerameti zahir olmuştu. ve cemi halkın mu’temedi idi. Ve illa dervişlik batınında idi. Dünyası nimeti ve davarı çoktu. Ve sahib-i çerağ ve alemdi, daim misafirhanesi hali olmazdı. Ve Osman Gazi kim bu dervişe konuk olurdu."(Aşıkpaşazâde Tarihi, İstanbul Basımı s. 6)

    Issız yerlerde veya kentlerde herkesin uğrağı olan bir yere bir zaviye kurarak gelene geçene şefkatle ikramda bulunmak, güler yüz ve tatlı dille onların zaruri ihtiyaçlarını karşılamak herhalde gönüllleri feth etmenin en kestirme yolu olsa gerektir. Zaten Horasan Erenleri de Gazi ve Alp’ler henüz gelmeden gösterdikleri şefkat, yaptıkları ihsan ve ikramlarla civardaki Rum’ların gönüllerini fethetmişlerdi. Çünkü kurdukları zaviyeler ve zaviyelerin çevresinde yetiştirdiği bağ, bahçeler, yaptıkları ağıllarda besledikleri hayvanlardan elde ettikleri ürünleri dinine, ırkına bakmaksızın gelen geçene karşılıksız ikram ediyorlardı. Hatta değirmenler yaparak onu fakirlerin kullanımına vakfediyorlardı. Pis bir kafir, insan yüzü görmemiş dağ başında yaşayan bir vahşi de olsa tüm insanlarla ilgilenip, onlara yardım edip şefkat göstermeleri çevredeki insanların Osmanlıya karşı sempati beslemelerine, dayatma ve zorlama olmadan müslüman olmalarına neden oluyordu. Nitekim Horsan Erenleri’nin bu öncü çalışmaları ve fetihleriyle bir çok bölge insanı savaş yapmadan kendi rızalarıyla şehirlerinin anahtarını Osmanlı ordularına teslim etmişlerdi.

    Dirayet ve vizyon sahibi olmak

    Şeyh Edebali gerektiği zaman padişahlarla bile siyasi anlaşmalar akdedebilecek dirayet ve kapasitede idi. Osman Gazi’ye rüya ile ilgili müjdeyi verdikten sonra padişah olduğu takdirde bütün dervişânının istifade edebileceği bir şey vadetmesi lüzumu sözkonusu olunca, Osman Gazi ile hakiki bir siyasi anlaşma akdeder. Filhakika Neşrinin şeyh Edebali’nin oğlu Mehmet Paşadan naklettiğine göre bu şeyh ve müritlerinin Osmanlı memleketlerinde işgal ettikleri mevkie bakılırsa, bu sıkı münasebet ve kız alma hikayesinin hakikatte mütekabil bir anlaşmadan ibret olduğu meydan çıkmaktadır:

    "Çünki şeyh Osmanın düşünü böyle tabir etti, derviş Durgud adlı şeyhin bir müridi vardı, anda hazırdı, ayıtdı: ya Osman! sana padişahlık virildi, bize şükrane ne virisin, didi. Osman ayıtdı, sana bir şehir vireyin, derviş ayıtdı, şol köyceğize dahi razıyım, dedi. ve bana mektub vir, didi. Osman ayıtdı, ben yazı yazmak bilmezin, işte bir maşraba ve bir kılıcım var, sana vireyin, taki sana nişan olup anları evladım gördükde ibka edeler. Ol maşraba ve ol kılın anlarda nişan kaldı. Ve şimdi dahi padişah olanlar anı görüp ziyaret idüp ol dervişin evladına inamlar ve ihsanlar ideler. Ve bu Edebali de dediğimiz şeyh 120 yaşında vefat itdi. Ömründe hemen iki hatun aldu, biri civanlıkta, ve biri pirlikte. Evvelki hatunun kızın Osman gaziye virdi, sonraki hatunu Taceddin kürd kızı idi. Hayreddin paşa ile bacanaklar idi. Ve bu münasebet ve bu menakıb Edebalioğlu Mehmet paşadan nakl olundı." (Neşri Tarihi, yp. 24.)

    Aynı mesele hakkında tafsilat Aşıkpaşazâde tarihinde (İstanbul tabı) mevcuttur. Fakat bu tarihe göre Şeyh Edebali’nin müridi olan Osman’a " bize bir kağıt vir imdi, "diyen ve atasından kalmış bir kılıncı alıkoyan şeyh Durgud adlı derviş değil kumral dededir.

    Aşık Paşazâdenin bu konud verdiği malumat: "Şeyh Edebali’nin Osman Gazinin düşün tabir eyledi ve padişahlığı kendüye nesep ve nesline muştuladı. Yanında şeyhin bir müridi vardı Kumral Dede dirlerdi. Ol derviş ayıdır: Ey Osman, sana padişahlık virildi, bize dahi şükrane didi. Osman Gazi ayıdır: Her ne vakit kim padişah olsam sana bir şehir vireyin, didi. Derviş ider, bize bir kağıt vir imdi dir. Osman Gazi ayıoddı ben kağıd yazmak bilmirem ki benden kağıt istersin, didi. Amma atamdan bir kılıç kalmıştır sen de dursun nişan. Neni Allahü Teala padişahlığa irgörürse benim neslim ol kılıcı göreler, köyünü almayalar, deyü virdi. İmdi dahi ol kılıç Kumral Dede neslindedir. Al-i Osmandan her kim ki padişah olsa ol kılıcı ziyaret ideler (s.6, z.288).

    Şeyh Edebali nüfuzlu bir Ahi şeyhi idi. Bursa Fethinde Orhan”a yoldaşlık eden Ahi Hüseyin Şeyh Edebali’nin Kardeşi Ahi Şemseddin oğlu idi.

    " Orhan Bursa fethine giderken babasının önünde yer öpüp itaat gösterdi. Ve yine Köse Mihali ve Turgut Alp’ı Orhan Gaziye yoldaş koşdu. Ve anda bir aziz vardı ana Şeyh Mahmud Derler idi. Anunla Edebali didikleri azizin bir karındaşı vardı. Ahi Şemseddin dirler idi. Anın oğlu Ahı Hüseyin Orhan Gazi atasından isteyüp Osman Gazi dahi virdü ve bilece gönderdi" (Neşri Tarihi, s.38).

    Sonuç olarak Sahabe Çevresi yüksek dinamizmleriyle ilk İslam medeniyetini kurarken Horasan Erenleri de yeniden bir şahlanışla Osmanlı-İslam medeniyetini kurmuşlardır. Horasan Erenlerinin insanların kalplerindeki yaktığı ateş söndükten sonra İslam toplumları yenide bunalım ve çöküntüye düşmüştür. Başta İslam toplumları olmak üzere tüm insanlığı çağın bunalımlarından kurtaracak kadrolar ise yine “Tecdid Çevreleri” olacaktır. Çağımızın tecdid çevresi ise başka bir çalışmanın konusudur.