Köprü Anasayfa

Hoşgörü: Nereye Kadar?

"Kış 97" 57. Sayı

  • Hoşgörü Üzerine

    Hüseyin Hatemi

    Prof. Dr.

    Herşeyin olduğu gibi; “hoşgörü” kavramının anlamını da Kur’ân-ı Kerîm ile belirlememiz gerekir. “Mîzan”ı veren de Allah’tır. Terazinin bir kefesine hoşgörü kavramını koyarken, diğer kefeye ancak ilâhî mührü taşıyan ölçü araçlarını koymalıyız. Aksi takdirde güvenilir sonuç elde edilmesine imkân yoktur.

    “Hoşgörü” teriminin Kur’ân-ı Kerîm’de yeri var mıdır?

    “Tolérance=Toleranz” terimi Türkçe’ye girdikten sonra bu terim “müsamaha”, “tesamüh” gibi terimlerle karşılanmakta idi. Daha sonra bu terim Yunus Emre’nin “Yaradılmışı hoş gördük/Yaradan’dan ötürü” beytinden ilham alınarak “hoşgörü” ile karşılanır oldu.

    Hoşgörünün temeli de sevgidir, sınırsız sevgi kaynağı ise Allah katındadır. Yunus Emre “Yaratılmışı hoş gördük” derken, “Özge; özün tamusudur, insan insanın kurdu ve cehennemidir, ne var ki köprü geçene kadar katlanmak ve gücü yetince derhal katlanılanların defterini dürmek gerekir” demiyordu; “Bütün yaratıklara ve insanlara; Yaratan’ın eseri olarak sevgi ile bakmak esastır” diyordu. Şu halde bizim “hoşgörü” terimimiz, “tolerans”dan daha zengin bir anlam içermektedir.

    Ancak; Allah’ın, emanet yüklediği insana irade serbestisi verdiği ve “zulm”ü sevmediğini beyan buyurduğu da apaçıktır. Şu halde zulmü ve “küfr-i inadî”yi seçenlerin kendilerini, “küfr-i inadî”yi seçmemiş olanların da insan olarak irtikap ettikleri zulüm eylemlerini sevmememiz gerektiği de apaçıktır. Resûl-i Ekrem’de (s.a.) tecellî edip, ona yönelip onun mübarek kalbinden bütün diğer nebi ve velilere yayılan ve bütün devreyi dolaştıktan sonra yine Resul-i Ekrem’den (s.a.) Rabbi’ne dönen “salât” akımına dahil olabilmemiz, bu sevgi devresi akımına girebilmemiz için; kalb pilimizin artı ve eksi kutuplarını tevellâ ve teberrâ ile bu devreye dahil etmemiz şarttır. Böyle olunca da, zulüm eylemlerini sevmek hamakattir; hoşgörü değil! Biz “adl”i ve “zulm”ü birbirinden ayıramayacak kadar kafasız davranır, sapı samana kararsak bunun adı “hoşgörü” olamaz. Kur’ân-ı Kerîm’de Resul-i Ekrem’e (s.a.) tâbi olmadıkça onu kendimizden de çok sevmedikçe, sevgi devresine giremeyeceğimiz belirtilmiştir. Şu halde Resul-i Ekrem’e (s.a.) ve ona tâbi olan evliya ve enbiyaya kin besleyen kimselerle kadeh arkadaşlığı yapmak; hoşgörü değil, hamakattir.

    Meselâ; İslam’a gönül rahatlığı ile dil uzatabilmek için; Süryânî-i Kadîm inancına sahip iken, “protestanlara zangoçluk etme”yi çıkarına daha uygun bulmuş olan birisi; kendi manevî körlüğünü ilan ederek “körlere lazım olan şey Muhammed ve Kur’an’da değil, İsa Mesih’de ve İncil’dedir” derse1 ve müslümanlardan da “protestan zangoçları” çıkarak bu gibileri sevgide Resul-i Ekrem[sa] bağlılarının önüne geçirirlerse, bunlar da manen kördürler, “hoşgörü” değil, “boşgörü” bile iddia edemezler.

    Bu gibiler karşısında “hoşgörü”, “Rahman’ın kulları yeryüzünde tevazu ile yürürler ve kendini bilmez cahiller onlara söz attıklarında selam ile karşılık verirler” davranışıdır. Yoksa Amerika hatırına bu gibi şaşkın ve küstahlara yaltaklanmak, bu gibiler ile birlikte Noel Baba vakıfları kurmak değildir.

    “Ma’ruf”un ne olduğunu; “münker”in ne olduğunu Kur’ân-ı Kerîm belirlemiştir. Bunun ölçütünü Kur’ân-ı Kerîm’den değil de bu gibi şaşkınlardan veya daha beter olanlardan almak; hoşgörü değil, yine gaflettir. “Bükemediğin eli öpmen gerek!” zihniyeti ile, yeryüzünde adaleti kâim kılma ödevine yan çizerek “Hukuk çokluğuna geç yiğidim, geç!” demenin anlamı nedir? Bunu da “hoşgörü” değil; “züğürt tesellisi” saymak gerekir. Çaresizlikten dolayı başvurulan bir züğürt tesellisi değil de, yine zalimlerin gölgesinde “köşeyi dönmek” için yapılıyorsa, ahlâkî açıdan hükmü daha da ağırdır. Aciz bir bîçare, adının “Mülayim” olduğunu söyler, “Hoşgörülüyüm” derse, “sert olsan ne lazım gelir” derler. “El-afvu zekatu’z-zafer” ise hoşgörünün gerçek anlamı ile ilgili bir tutumdur. Resul-i Ekrem’in (s.a.) Mekke Fethi’nden sonra Hamza’nın kâtilini affetmesi gibi.

    Hoşgörünün Kur’ânî anlamı nedir şu halde?

    Diş gıcırdatarak, somurtarak, hemcinsini tepelemek için “eşref saat” beklemek değildir. Zalime kapılanarak, onun “Saldır!” dediklerini dalayıp onun “Sevgi göster!” dediklerine yaltaklanmak da değildir. “Ma’ruf”un ve “münker”in ne olduğunu Kur’ân-ı Kerim kıstasları ile bildikten sonra, “Yarabbi! Kavmimi affet, onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar” bağışlayıcılığını bilmeyenler için göstermek, ancak, onları da bilgisizliğinde bırakmayıp en güzel şe-kilde uyarmaya, bilinçlendirmeye çalışmak, bu bilinçsizlikten yarar uman baskı grupları ile, dumanlı hava kurtları ile, her somut olayın gerektirdiği ölçüde mücadeleyi de terketmemek gerekir.

    Bedenî hastalıkları tedavi etmemek ve hastalık sebeplerini ortadan kaldırmamak, nasıl “hoşgörü belirtisi” olarak değerlendirilemezse, toplumsal hastalık belirtile-rine karşı odundan yontulmuş gibi durmak da “vurdumduymazlık”tır; hoşgörü değildir. İslam; vurdumduymazlığı değil, “fesad” ile mücadeleyi buyurur. Bu acaip “hukuk çokluğu” kuramları, üstelik “dindar” çevrelerden, nasıl olup da çıkabiliyor? Nerede ise, “Resul-i Ekrem Medine Devleti’ni kurduktan sonra Mescid-i Zırar’ı yıktırmakla, düzene uymayan Yahudiler’i örnek site sınırları dışına çıkarmakla hata etmiştir; kimse kimseye din dayatamaz!” diyecekler.

    Bizim hoşgörümüz, “Lâ ikrahe fi’d-dîn”dedir. “Kimseye zorla din dayatılamaz” sözü; ancak bu bağlamda ve bu kapsamda doğru olur. Yoksa “fâsid” ve “fâsık” eylemlerinin eleştirisini yapmak, “ma’ruf” ve “münker”in ne olduğunu halka tebliğ etmek, her müslümanın birey olarak ödevi olduğu gibi, toplumun da ödevi olmalıdır. “Her ipini koparan, çifte sallamada özgür olmalı imiş”. Oh, suyundan da koy! Nerede bu bolluk? Mühendis olduğunu söyleyen zevat, çizmeden yukarı çıkıp işleri de büsbütün çığırından çıkarmasınlar!

    Doğru anlamda “hoşgörü”, sadece dinî inançlar alanındadır. Bunun temelinde de “sevgi” vardır. İlahî sevgiden doğan “insan haklarında mutlak eşitlik ilkesi” gereğince, din farkı, insan haklarında ayırımcılık yapılmasına gerekçe kılınamaz. Ancak; “eylem” alanında, kimsenin başkasına zarar verme hürriyeti de yoktur. “Başkasına zarar verme hürriyeti”, “hoşgörü yükümü” kapsamında kendisine hiçbir meşruiyet temeli bulamaz. İslam’da “Lâ zarar…” ilkesi yok mudur?

    Doğru anlamda hoşgörünün bir de münker eylem irtikap edildikten sonraki boyutu vardır. Bu da, “Lâ ikrâhe fi’d-dîn” boyutunda olduğu gibi, insan haklarında eşitlik ilkesine ve dolayısı ile yine ilâhî sevgi (rahmet) temeline dayanır. Bu boyut; Kur’ân-ı Kerîm’de “afv” olarak ifade edilir. İnsanlık onuruna aykırı ceza şeriatta yoktur ve “ta’zir” çerçevesinde de “hudûd”da olmayan bir cezanın verilmesine imkân yoktur.

    Ayrıca günahkârın eylemi kınanmalı ve cezalandırılmalı; nefsimize karşı bir suç işleyenleri de “afv” etmenin ahlâken üstün bir davranış olduğu bilinmelidir.

    Yoksa, ne “testiyi kıranla suyu getireni bir tutma”, ne de “suyu getireni cezalandırıp testiyi kırana madalya takma”; “hoşgörü” davranışı olarak öğütlenemez. Öğütlense bile, öğütleyenlere “başka kapıya!” deriz ve biz “hoşgörü” anlayışımızı Kur’ân-ı Kerîm’den alırız. Kin ve öfke beslemeyiz, bizi sevmeyenler için de iyilik isteriz, ne var ki elimizde güç olunca kötü eylemleri sadece eleştirmekle yetinmez, engelleriz.

    Bugün bize bazı müslüman kardeşleri-miz tarafından telkin edilen tutum, “hoşgörü” değil, “dilsiz şeytanlık”tır. Resul-i Ekrem (s.a.) kötü eylemler karşısında susmayı, “şeytan-ı ahres” davranışı olarak nitelendirmiştir -“hukuk çokluğu” olarak değil! İslâmî hoşgörünün “afv” boyutu için, Âl-i İmran sûresi’nin 134. âyet-i kerimesine bakmalıyız. Müslümanlar, “kâzımîne’l-gayz” ve “âfîne ani’n-nas” olmalıdır. Yoksa “târik-i cihâd” ve “târik-i emr-u nehy” değil! Ne mi demek? Kur’ân-ı Kerîm’in Âl-i İmran sûresi’nin 134. âyet-i kerimesine bakınız.

    “Tolerans”, “sivil toplum” gibi terimleri görünce yazıyı okumayı bırakmayıp aksine tutku ve heyecanla okumayı sürdürenlerin, Kur’ân-ı Kerîm terimlerini görünce “Ağır bir yazı! Anlamıyoruz ki!” bahanesi ile okumayı bırakmaları reva mıdır?

    Dipnotlar

    1. Bkz., İsa Karataş, Gerçekleri Saptıranlar, İstanbul 1996, s. 249.