Köprü Anasayfa

Hoşgörü: Nereye Kadar?

"Kış 97" 57. Sayı

  • Hoşgörünün Değer Boyutu

    Olumlu Tutum Olarak

    Tahsin Gülhan

    Yaşadığımız çağın son kesitinde hoşgörünün fert ve toplumlar açısından daha ıztırarî olduğu söylenebilir. Çağın insanı, sıcak ve soğuk savaşların ve şiddet uygulamalarının öldürücü etkilerini iliklerine kadar hissetmenin bezdirici psikolojisini yaşamıştır. Bu bakımdan çağın insanını muhatap alan ve ona reçeteler sunan bir dünya görüşünün en ayırıcı vasfı, şiddet ve nefret taşımaması olacaktır.

    Batı medeniyetinin en belirgin karakteri olan “şiddet”in yirminci yüzyılda doktrinleştirilerek, insanlığa tüm vurucu gücüyle uygulanmasının tesirleri, henüz gündemden gitmiş değildir. Yirmibirinci yüzyıla girerken fazilet değerleri adına sıfırı tüketen Batı, alternatif sistemleri elimine etmeye çalışmakta veya kendi günahını yükleyeceği bir “günah keçisi” aramaktadır. Bunun için şiddet kaynaklı aynı hakim güçler, müslümanları ve onların şahsında “İslâm”ı “fundamenta-lizm”le suçlayabilmektedirler. Oysa zulme ve hoşgörüsüzlüğe uğrayan ve hâlâ uğramakta olan, müslümandır. Aynı popüler felsefeden nasiplenmiş “politik Türkiye”de, benzer şekilde “hoşgörmezlik” denebilecek dramatik vak’alar halen gündemdedir. Bugün için hoşgörülü olmayan bir değer sisteminin, çağın insanına vereceği fazla birşeyi yok demektir. Çünkü günümüz toplumlarında duyulan psiko-sosyal ihtiyaçların önceliklerinden birisi hoşgörüdür. İslâm’ın varlık âle-mine, ve hayatın kendisine yaklaşımının değer boyutlu ve dengeli bir hoşgörü yaklaşımı olduğunu söylemeye bile gerek yok. Önemli olan, bu olumlu yaklaşımı yerinde sergileyebilmektir. Bir değerin taşıyıcıları onu yeterince temsil edemedikleri ve seslendiremedikleri takdirde, o değerden beklenen etkilerin silik ve tesirsiz olacağı tahmin edilebilir.

    Bu çalışmamızda hoşgörünün mahiyeti, fert ve toplum açısından önemi, ölçüsü, etkileri ve hoşgörünün dayandığı değer sistemine göre değer boyutu, farklı eğilimlerde tezahürü işlenmektedir.

    Sosyal davranış düzlemi ve hoşgörü alanı

    “Hoşgörü,” bu kelimenin anlamını tam karşılamadığı halde, genelde “müsamaha” ile açıklanmaktadır. “Müsamaha” ise hoşgörme, göz yumma, bir suçluya karşı şiddet göstermeyip geçiverme, ayrıca ihmal, dikkatsizlik, gevşeklik1 olmaktadır. Bizim lügatimizde hoşgörü, bir otoritenin inisiyatif alanı içerisinde kusurlu durumda olanı bir şekilde rahat bırakmasıdır. Kendisine bakan yönüyle bazı hallerde bilinen duruma bir nevi “tahammül” etmesidir.

    Tanımlanan şekliyle müsamaha ve hoşgörü kelimesiyle tam örtüşmese de, aynı anlamda istimal edilen kelimelerden biri “tolerans”tır. Latince “tolerare” tahammül etmek, katlanmak, kaldırabilmek demeye gelir. Batılı anlamıyla tolerans birşeyin elverişsiz, uygunsuz bir çevre faktörü karşısında gösterdiği fizikî dayanıklık veya o istenmeyen unsura uyabilme yeteneğidir.2

    Sosyal bilimlerde, genel geçer doğrular(kurallar)dan kabul edilebilir ölçüdeki sapma alanına hoşgörü veya hoşgörü sınırı(alanı) denilir.3 Davranış düzlemini oluşturan genelgeçer kurallar(doğrular)dan hoşgörülen sapma oranı çeşitli kültürlere göre değişiklik gösterir. Bir toplumun kabul ettiği uyumsuzluğu başka bir toplum cezalandırabilir. Hatta aynı toplum içerisinde bir grubun hoş karşıladığı davranış uyumsuz-luğu diğer grupça ceza sistemi içerisinde yer alacak davranış olarak yorumlanabilir.4

    Sosyal hayatın kompleks ilişkileri, sosyal davranış düzleminde gerçekleşmektedir. Organize olmuş yapı (grup, cemaat, müessese) içerisinde ortaya çıkan, sosyal anlaşmanın sonucu belirlenen davranışlar topluluğuna davranış düzlemi denir. Sosyal yapı içerisinde istenen davranışlar örgüsünden oluşan sosyal etkileşim alanı, davranış düzleminin meşruiyet sınırlarını belirler. Bireysel davranışlar bu davranış düzlemleri içerisinde anlam kazanır ve sosyal davranış haline döner. Bu bakımdan bireysel davranışın anlamlılığı sosyal yapının kabul alanına uygunluğuna bağlıdır.

    Sosyal davranış düzlemini oluşturan iki ayrı grup faktörünün varlığını görürüz. Birisi toplumun genel kuralları, diğeri davranış düzlemini oluşturan alt sisteme (grup, cemaat, müessese, vb.) ait özel kurallardır.5 Genel kurallar bir toplumun tamamını ilgilendiren tüm davranış düzlemlerinde geçerli olan kurallardır. Bu kuralların uygulandığı toplum için evrensellik özelliği vardır ve toplumun bütün üyelerinden beklenen davranışlardır. İlgili kurallar “kanunlar” ve “gelenekler” olarak iki kısımdır. Genel yapı içerisinde var olan grup, cemaat ve organizasyonların kendilerine özgü olan kuralları ise, özel kurallar olarak tanımlanır. Bu kural ve kaideler beşerî olmanın bir vasfı olarak bilinir. Bu, insanı hayvandan farklı kılan “insan” olma keyfiyetinin bir gereğidir.

    Fertlerin davranışları toplumun kabul alanına göre olumlu ya da olumsuz olarak değerlendirilecektir. Ferdin yapabileceği davranışların arasında bir kısmı istenen davranış olarak kabul edilecek, bir kısmı ise istenmeyecek; bu tür davranışların yapılması halinde belki ceza sistemi uygulanacaktır. Kültür geleneğine bakan yönüyle istenmeyen davranışlar toplumun tabiî tepkisi ve kınamasıyla karşılaşır. Bu durum toplum açısından sıhhatlilik ölçüsü olarak görülmektedir.

    Sosyal davranış düzleminde iki farklı davranış düzleminden bahsedilir. Bunlar kuramsal davranış düzlemi ve gerçek davranış düzlemidir. Genel ve özel kuralların (ki bunlar teorik kurallar) oluşturduğu davranış düzlemi kuramsaldır, (ideal-teorik) davranış düzlemidir. Fertlerden bu davranış düzleminin tüm gereklerini yerine getir-mesi, yani genel ve özel kuralların tüm beklentilerine uyması beklenir. Fakat uygulamada vâkıa ideal boyutuyla gerçekleşmez. Fiiliyatta, birtakım sapmalar sonucu gerçekleşen davranış düzlemi gerçek davranış düzlemidir. Her iki düzlem arasındaki sapmaya ise, eğer üyeler arasında karşılıklı oluşan psiko-sosyal anlayış sonucu genel ve özel kurallardan kabul edilebilir sapmalar sınıfında yer alıyorsa hoşgörü (alanı) sapması denir.

    Bugün için savunduğumuz teorik-ideal davranış düzlemi olmasına rağmen, yaşadığımız alan “gerçek davranış düzlemi”dir. Bunu İslâmî yaşayışta takva ile (azimetle) hareket yerine, ortamın bir gereği olarak fetva ile (ruhsatla) davranma zaruretiyle bir bakıma ilişkilendirmek mümkündür. Takva ideal olandır. Ne var ki bir kabul edilebilir hoşgörü sapmasıyla, yani “ruhsatla” hareket etmeye imkân tanıyan bir fetva düzlemi de var olabilmektedir. Ayrıca sosyal hayatta umuma bakan yönüyle kuramsal davranış düzlemi anlamında adâlet-i mahza yerine “kâbili tatbik değil, müşkilat var” olan ortamlarda, kabul edilebilir hoşgörü sapmasıyla gerçek davranış düzlemine eş düşen adâlet-i izafiye üzere hareket edilmesi bu yönden hatırla-nabilir. Kabul edilebilir ölçüde hoşgörü sapmasının kendine has mantığı ise ortam ve vak’a gerçeğiyle ilgili şu durumlardır: “Küll’ün selameti için cüz’ü feda eder. Cemaat için ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenü’ş-şer diye bir nevi adâlet-i izafiyeyi yapmaya çalışır.”6 Yani gerçek davranış düzlemi üzere hareket edilir. “Fakat adâlet-i mahza kabil-i tatbik ise adâlet-i izafiyeye gidilmez” olduğunu da bilmemiz gerekiyor.

    Toplumsal yaşantıda haksızlık, zulüm, tecavüzlerin olmaması için nasıl kanun, sözgelimi “adalet” gerekli ise, toplumun uyumlu, uzlaşmacı, işbirliği içerisinde varolmasının lâzımı olan değer boyutlu bir hoşgörü alanı da o derece bir ihtiyaçtır. Ortam ve insan gerçeğini dikkate aldığımızda, ideal-teorik olandan “kabul edilebilir ölçüdeki sapmaların” bir zaruretin veya ortam gerçeğinin, dahası insan tabiatının tabiî bir yansıması olduğunu anlayabiliriz. Sosyal hayatın pratiğinde hoşgörü politikacı için “siyasî uzlaşma”dır. Sosyal bilimci için “sosyal uyum” veya bir aydın için “diyalogun oluşması”; halk için “karşılıklı saygı” ve devlet için “temel hak ve hürriyetler çerçevesinde farklı grupların birlikte yaşama” beklentisi olarak anlaşıldığı söylenebilir. Eğer kabul edilebilir ölçüdeki hoşgörü sapmalarına “müsamaha” göste-rilmezse bu defasında toplumda kabul edilemez ölçüde sapmalar meydana gelir. Böylesi menfî bir durumun toplum için önlenemez sosyal açmazlara neden olacağı açıktır.

    Konunun istenilen şekilde açıklığa kavuşturulması için toplumsal yapıda kabul edilebilir farklılıkların neler olduğunun da bilinmesi önem arzetmektedir. Toplumda farklılıkları genel olarak üç ayrı grup şeklinde tasnif etmek mümkündür. Bunlardan ilki “tabiî farklılıklar”dır. Fert ve toplumların tabiî dokusunu oluşturan ve anlamlılığı olan farklılıkları ifade eder. Bunlar; varlık, cinsiyet, ırk, düşünce, inanç, vb. durumlardır. Bu tür farklılıkların hoşgörü sınırına dahil olması sağlıklı olanıdır. İkincisi ise “sun’î farklılıklar”dır ki; bunlar daha çok çıkar çevrelerinin ürettiği olgulara ve konulara tek yönlü ve sağlıksız yaklaşımlar sonucu oluşmuş farklılıklardır. Meselâ, laiklik-anti laiklik, sağcı-solcu ve feminizm hizipçiliği en popüler olanlarıdır. Sun’î farklılıklara her zaman için ihtiyatlı yaklaşmak doğru olanıdır. Son olarak “muzır farklılıklar”ın varlığından söz edilebilir. Bu tür farklılıklar insanın hayvanî boyutunun ifrat düzeyde kışkırtılmış olduğu, toplum zararına organize edilmiş sapma oluşumlardır. Terör, ahlâksızlık, değersizlik akımları bu cüzdendir. Fert ve toplum açısından hastalık belirtisi olan bu tür sapmalara müsamaha gösterilmesinin mantıkî izahı yoktur. Hastalığa karşı olan en güzel tavır “red” cephesi oluşturulması ve bir doktor-hasta ilişkisi içerisinde, onarıcı, iyi niyet yaklaşımında bulunulmasıdır.

    Negatif karakterli hoşgörü

    Hoşgörü biraz da zaruretlerin ürünü olan bir kavramdır. Bu zaruretler, ilk olarak insanların birarada yaşama mecburiyeti, ikinci olarak beraber yaşama durumunda olan insanın kendi tabiî zaafları ile eşya ve sosyal ilişkilerin yapısından kaynaklanan zaruretlerdir. Ortada muhtaç ve gerekli olan bir durum, böyle bir kavramın ilgisine ihtiyaç duymaktadır. Hoşgören otoritenin aktif-özne, hoşgörülenin pasif-nesne olduğu kabul edilir. Hoşgören otoritenin aktifliği, onun haklı, inisiyatif sahibi olması, gücü elinde bulundurması, geniş etki alanına veya bunlara sahip olmasına bağlıdır. Fakat herşeyden önce ilgili otoritenin âdil ve ahlâkî değer boyutlarına sahip olması hoşgörünün keyfiyetini belirleyen kilit faktörlerdir. Bu cümleden hoşgörülü otoritenin hak duygulu, iyi niyetli, sabırlı, şefkatli, iffetli ve hikmet sahibi olması halinde bahşedilen hoşgörünün anlamlılığına kanaat getirilir. Hoşgörünün salt olarak bir değeri yoktur; ancak arkaplanı olan belli değerler seti eşliğinde bir anlam ifade eder; ki, buna “değer boyutlu hoşgörü” de denilebilir.

    Herşey hoşgörülebilir mi? Şayet değersizlik eseri olan bir tür hoşgörüden bahsedilecek ise, o zaman insan olmanın bir gereği olan, fert ve toplum hayatını anlamlı kılan kanun ve değerlere ne gerek vardı? İnsanoğlu insanlıktan istifa ederek, kendi dışındaki mahluklardan olmaya karar vermediği müddetçe, sosyal ve değer boyutlu bir varlık olarak her zaman için fert toplum yaşantısında, şu veya bu şekilde kanun ve kurallara mecbur görünmektedir. Böyle bir mecburiyet ilgili kanunlarda, yabancılaşma ve yozlaşmaya müsaade etmeyi sakıncalı görür. Değersizliği ve amaçsızlığı çağrıştıran türde bir “hoşgörü” ve benzer eğilimlerle temel değerlerin zayıflatılması ve yok edilmesi hoşgörülemez. Sağlıklı beşerî yapılar her türlü yabancılaşma ve değersizliğe karşı duyarlı ve tepki sahibidirler.

    Bugün için toplumların şikâyet konusu önemli olgularından birisi tepkisizlik ve duyarsızlıktır. Buna “meselesizlik-davasız-lık” da denilebilir. Fizyolojik olarak tepki-sizlik ve duyarsızlık bir hastalığın belirtisidir. Felç olmuş bir uzuv beklenen tepkiyi göstermez. “O nedir ki etini kessen seslenmez” denilen şey ölünün kendisidir. Fert ve toplum hayatı da benzer sosyal-manevî hastalıklara maruz kalmışsa orada had safhada bir tepkisizlik ve duyarsızlık yaşanır. Pozitivizmle şekillenen çağın materyalist insanı büyük bir değersizlik eseri olarak tam anlamıyla tepkisiz ve duyarsız bir insan tipini oluşturur. Maddî haz ve menfaatlere endeksli bencil insanın, kendi menfaati uğrunda dünyayı ayağa kaldırmasına, hatta başkasının hakkını gasbetmesine rağmen, başkasının yararına olabilecek benzer konularda aynı duyarlılığa, sahip olmadığı yaygın bir kanaattir. Bu konuda “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” negatifi, bu bencil ve çıkarcı insan tipinin temel felsefesidir.

    Aslında bu yaklaşım Batının değersiz-liğinin bir ifadesi olan hoşgörü anlayışının tipik bir ifadesidir. İnsanın değer boyutunun sağlıklı bir göstergesi olan tepki ve duyarlılığın olmaması, toplumsal bir hastalıktır. Bir de bunun hoşgörü diye isimlendirilmesi, halk deyimiyle, “kimin elinin kimin cebinde olduğunun bilinmemesi”, bilinen erdemlilik adına kabul edilemez hallerdir. Böylesi anlamsızlıklar karşısında “lütfen biraz duyarlılık”; “lütfen biraz hoşgörmezlik” demek işten bile değildir. Bir değersizliğin ifâdesi olan “herşey meşrudur” mantığını çağrıştıran türde bir hoşgörünün İslâm’ın öngördüğü fazilet ruhlu “hoşgörü” anlayışıyla hiçbir ilişkisi olamaz. Böylesi değer yoksunu hoşgörü anlayışının olduğu toplumlarda sözkonusu hoşgörünün kendisine karşı çıkmak saygı duyulacak bir davranış ve bir değerin göstergesi olarak algılanmalıdır.

    Hoşgörü, birçok sosyal kavram gibi, değişik şekillerde renk veren bir kavramdır. Meselâ, materyalist karakterli modern insan için hoşgörü yoktur, “stratejik hoşgörü” vardır. Yani hoşgörü çıkar piyasasında potansiyel rakibi olan herkese karşı uygulanacak bir “taktik”tir. Menfaati değerinin önünde tutan modern insanın, her türlü hoşgörü teklifinin arkasında mutlaka maddî nüfuz-menfaat beklentisi vardır ve sözkonusu amacı hoşgörü tutumu ile elde edilebileceği için bu yolu ihtiyar etmektedir.

    Modern insanın öncelikle insan olarak kendisini hoşgörmezliğe terkettiği bilinen bir gerçektir. İnsanın varlığını bir bütün olarak kabul yerine indirgemeye giderek; madde-ruh ayrımına tâbi tutmuş ve insanın ruh cephesini katı bir hoşgörüsüzlüğe maruz bırakmıştır. Akılla kalbi, bilimle dini ayırarak ve siyah beyaz ayrımıyla ırkçılık çeşitlemeleri yaparak hoşgörüsüzlüğün en katı örneklerini sergilemiş; ve bunun bir gereği olarak da, insanlığı amansız bir husumet ve çatışmaya sürüklemiştir. Fert bazında kendi varlık yapısına karşı olan bu hoşgörüsüzlük, tabiata, ve sair toplumlara varan boyutlar kazanmıştır. İnsanın, çevrenin ve değerlerin kirlenmesinin arkasında “varlığı” hoşgörmeyen bir zihniyetin bu tipik portresi saklıdır.

    Müsbet tutum olarak hoşgörünün değer yönü

    İnsan, ahlâkî yönü olan bir varlıktır. Burada çok önemli olan “değer” meselesi göndeme geliyor. Değerler tavır ve hareketin genel yöneticisidirler. İnsanın biyolojik tabiatında refleks niteliğinde değer bulunmaz. Fakat seçilmiş olan, düşünülerek yapılan tavır ve hareketleri-mizde daima değer vardır. Tavır ve hareketler, eylemler, duygular, fikirler, vasıflar, kişiler ve gruplar, amaçlar ve araçlar, tümü ile herşey hayatında değerlere göre mukayese olunur. Meselâ “daha iyi”, “daha doğru”, “daha uygun”, “daha âdil” ve başka biçimlerde ya da karşıt durumlarda “daha kötü”, “daha zalim”, “ahlâksız” gibi değerlendirmeler bu cümledendir.7 İnsanlarla olan münasebetlerimiz içgüdülerden ziyade kültürle (değerlerle) tayin edilir.8 Hiç bir yaklaşımada bu değerleri hiçleştiren bir zorlamaya müsaade edilmesi düşünülemez.

    Hoşgörü bir değer değil; belki bir değerin ifadesi olan müsbet tutumdur. Bir objeye, bir duruma, bir olaya karşı olumlu eğilim, hoşgörü (müsbet tutum); olumsuz eğilim ve tavır ise hoşgörmezlik (menfi tutum) olarak kendini gösterir. İnsanlar hoşgörü ve tutumlara sahip olarak doğmaz-lar, bunu sonradan öğrenirler. İnsanın davranışları büyük ölçüde onun tutumlarına bağlıdır, tutumların dayanak noktası ise değer ve inançlarıdır. Kişinin kafa ve ruh yapısını (kişiliğini) belirleyen başlıca etkenlerden birisi kişinin yaşadığı toplumsal özellikler, yani hâkim değerler sistemidir. Toplumun hayat felsefesi, kültür seviyesi, ahlâk anlayışı, din anlayışı ve buna benzer hususlar kişilik üzerinde etki sahibidirler ve dolayısıyla tutum ve davranışlara etki ederler.9 Tutumlar, bireyin şeylere ve durumlara karşı tepkileri üzerinde yönetici ve dinamik etki yapan ve geçirilen tecrübelerle örgütlenmiş, duygusal ve zihinsel istidat ya da eğilimlerdir.10 Bütün tutumların bir yönü ya da işareti vardır. Tutumun, konusuna karşı, ya olumlu(+) ya olumsuz(-) bir tepki eğilimi sözkonusudur. Tutum olumlu olunca, obje ya da olaya karşı olumlu duygular, değerlemeler ve eğilimler vardır. Dolayısı ile tutum objesine yaklaşma sözkonusudur. Olumsuz yönde ise tam tersi durumlar kendini gösterir.11 İşte burada tutumlara bağlı olarak davranışların gerçekleştiğini belirtmiş olalım. Çünkü tutum gözle görünmez; fakat gözle görülebilen davranışlara yol açtığından, bu davranışların gözlenmesi sonucu bu tutumun var olduğu ileri sürülebilir.12

    Meselâ bunlar iki ayrı topluma ait, A ve B gibi iki değerler sistemi olabilir. Varsaydığımız böyle iki temel değer sistemine göre A, insanı “eşref-i mahlukat” çevresinde “şeref” payesiyle tanımlarken; B’nin “homo economicus” çerçevesinde “hayvan” sıfatıyla tanımladığını düşünelim. Bu değer sistemlerine ait farklı “yargıya” sahip iki ayrı ferdin sosyal hayattaki tutumlarının yönünü ve davranışlarının boyutunu tahmin etmeye çalışalım. A değer sistemine ait bir insanın “İnsanlar kardeştir” inanç yargısını ve “hayat yardımlaşmadır” değer yargısını taşıyacağı açıktır. Bu niteliklere sahip bir insanın eğilimi “yardımlaşma” yönünde olacaktır. Hatta bir motiv gücü olarak davranışla “hedef”lenen ideal boyut “fazilet ve rıza-i ilâhî” niçin olmasın? Hiç şüphesiz böyle müsbet-tutarlı davranış biçiminin “dayanak noktası”; “hak” değerine dayanır. Onun gerektirdiği davranış ise “ittifak” şeklindedir. Bu keyfiyetteki fertlerden oluşan bir toplumda “kuvvet haktadır” hükmü kendiliğinden yürürlüğe girer. Sahip olunan din ve paralel manevî değerlerin fert, cemaat, toplum arasında etkin “rabıtalar” olarak kardeşliği ve manevî yakın iliş-kileri kendiliğinden düzenlemesi için bir mani yoktur. İlâhî boyutlu bir değere sahip insan tipinin bilinen “gayesi” şudur: “nefsi terbiye etmek ve ruhu kemâlâta kamçılamak.” Ki böylece “saadet-i dareyn”i, yani her iki hayatta mutluluğu elde etmeye hak kazanır. Bu anlamda “beşerin büyük çoğunluğuna hakiki saadeti bahşetme,” bir “ne-tice” olarak kendini gösterir.

    Diğer taraftan B değer sistemine ait bir insanın “İnsan insanın kurdudur” inanç yargısını ve “Hayat bir mücadeledir” değer yargısını taşıması eşyanın tabiatı gereğidir. Bu içsel donanıma sahip ferdin eğilimi, “yardımlaşma”nın aksine, “Cidal” olarak olumsuz bir eğilim arzedecektir. “cidal” gibi olumsuz bir tutum-eğilim gösteren fertten beklenen davranış “çatışma” ve “çarpışma” biçiminden başkası olmayacaktır. Çünkü, bilinir ki, “hedef”i “menfaat”tir. Menfaate endeksli “boğuşma” ve çarpışma davranışlarının etkinliği için “dayanak noktası” hiç şüphesiz “kuvvet”tir. “Kuvvet”in tabiatı gereği “tecavüz-zulüm” gibi fazilet dışı (rezilet) menfi-tutarsız davranışlar kaçınılmazdır. Böylesi fertlerden müteşekkil bir toplumda “hak kuvvettedir” hükmünün câri olduğu âşikârdır. Bir de toplum fertleri arasındaki bağ olarak “ırkçılık” gibi tehlikeli bir kabulün varlığını düşündüğümüzde, bunun sonucu olarak ortaya çıkacak, “başkalarını yutmak ile beslenmek ve tecavüz” eğilimi eksilmeyen bir felaket olarak kapalı-gizli hep devam eder. Öngörülen şekilde bir değere sahip insan tipinin amacı ne olabilir? Olacağı şudur: “hevesât-ı nefsaniyeyi tatmin” ve bu seyirde sun’î ihtiyaçlar türetmek, üretmek ve tüketmek suretiyle “haz”cı bir hayat yaşanması.

    Yukarıda iki ayrı değerler sistemi ve onların oluşturduğu insan tipi ve bu insan tiplerinin sergilediği farklı davranış biçimleri görüldü. Bunlar, Bediüzzaman Said Nursî’nin, “hikmet-i Kur’âniye” dediği “İslâmî değerler sistemi” ve onun şekillendirdiği insan tipi olarak “Kur’ân tilmizi,” yani “müslüman insan” ile; “hikmet-i felsefe” dediği “materyalist (pozitivist) değerler sistemi” ve onun tanımladığı, Bediüzzaman’ın “felsefe tilmizi” olarak isimlendirdiği13 “homo economicus” denilen “insan tipi” idi. Buradan da anlaşılıyor ki, yönü ne olursa olsun, her tutum ve davranış dayandığı değerler sistemiyle yakından ilgilidir. İnsanların sabır, anlayış, sevgi ve hoşgörü gibi olumlu tutum ve davranışları dayandığı değerler sisteminden haber verir.

    Şu halde insandaki temel duyguların kendilerini ifade ettikleri düzlem (tefrit-vasat-ifrat) ve bu düzlemlere ait hâkim değerler sistemi ve ilgili değerlerin biçimlendirdiği “insan tipi” fevkalâde önemli faktörler olarak meselenin odak noktasını oluşturur. Faziletli davranışlar vasat düzlem ve “sırat-ı müstakim”in ve o yoldaki “müslüman insanın” bir göstergesi olduğu gibi, terörizm, ahlâksızlık, materyalizm ve bunlara bağlı olumsuz davranışlar ifrat-sapma düzleminin ve şekillendirdiği “materyalist insanın” ürünleridir.

    İslâm, insan davranışlarına yönelik normatif kaideler koymuştur. İnsan, davranışlarında dengeli olacaktır. O, bir homo economicus değil, yeryüzündeki “eşref-i mahlukât”, yani en şerefli ve en üstün yaratıktır. Hayatının ölçüsü doğru yaşama, ahlâklı olma, yeteneklerini iyi kullanmaktır.14 Vasat düzlem tüm fazilet değerlerinin sergilenebileceği bir güven ortamıdır. “İnsan insanın kardeşidir” değer ifadesi yerine “İnsan insanın kurdudur” hükmünü koyduğunuzda, eşyanın tabiatı gereği “Hayat bir yardımlaşmadır” hükmü yerine “Hayat bir mücadeledir” hükmü yürürlüğe girecektir. Bu denklem karşısında dostluk, kardeşlik, hoşgörü ve barış erdemliliğinden söz etmek ne derece inandırıcı olabilir?

    Anlaşılacağı gibi davranışların arkaplanını oluşturan hâkim değerler sistemi kişilerin tutum ve davranışlarının “müsbet” veya “menfi” olması, dahası fert ve toplum hayatına etkileri bakımından önemli olmaktadır. Bilhassa global bir köy konumundaki dünyamız, değerler sisteminin önemini bir kat daha arttırıyor. Herhalde hiç kimse, sistemi kuvvete, kabile üstünlüğüne, hoşgörmezliğe dayanan ve sakinlerinin kanlı-bıçaklı olduğu, dolayısıyla zulüm ve tecavüzlerin hüküm sürdüğü hak ve ahlâkîlikten nasipsiz, yıkık mabedli “bir dünya köyü”nde yaşamak istemez. Şu var ki ihtimaller dairesinin geniş olması aynı zamanda insanlık için ümit ışığıdır.

    Sonuç yerine atıf

    Hoşgörü kavramının teorik anlamından daha önemlisi, onun gerçek hayatta ne ifade ettiği; insanlar tarafından kendisine nasıl bir mânâ yüklendiğidir. Günümüzde hoşgörü dendiğinde, daha çok asgarî müştereklerde birleşme, uzlaşma, karşılıklı saygı ve diyalog, yekdiğerini anlamaya çalışma, birlikte yaşama, çoğulculuk vs. kelimelerin kasdedildiği anlaşılmaktadır.

    Yine günümüzde, genel konjonktürün İslâm’dan yana işlemekte olduğunu görü-yoruz. Bir bakıma “mahkûm ruh”tan sıyrılarak “hâkim ruh”u kuşanma sürecindeyiz. Bunun bilincinde olarak bi-limde, teknikte, yönetimde, sanatta geniş açılı plan, program ve strateji sahibi olmak gerekiyor. Öyle ise, tabiî farklılıklara yönelik gereken hoşgörü iklimini oluşturmada ve güven ortamının sağlanmasında otorite ve inisiyatif sahibi, müslümanlar olmalıdır. İçinde bulunulan pozisyon ve kadîm mis-yon bunu gerekli kılıyor. İslâm, insanlığın aradığı değerler sisteminin kendisidir. İnsana ve insanî alanlara önem vermek, İslâm değerler sisteminde “hak” ve “ahlâk” ölçüsü olarak işlem görür. Dolayısıyla İslâmî kaynaklı hoşgörü, zaman ve mekânın üstünde ve basit beklentilerin ötesinde, ahlâkî bir vecibe olarak hayata yansıyan “sahih hoşgörü”dür.

    Ayrıca bir anlamda içinde bulunduğumuz süreç, İslâm açısından “amelî hayat”ın, ahlâkîliğin ön plâna çıktığı, “hayat-yoğun” bir dönemdir. Hayat safhası, sahip olunan değerlerin yaşanan birer gerçek olduğunun isbatlanması gereken safhadır. Bu bakımdan amelî yönü ağır basan ahlâkî kavramların ve muamelâta yönelik değerlerin fert, cemaat, toplum ve organizeler bazında ha-yata geçirilmesi gerekiyor. Anlayış, adalet, iffet, sevgi, hoşgörü gibi fiilî iyiniyet yaklaşımları, bu devrede güven ortamının tesisinde hararetle ihtiyaç duyulan aktivite-lerdir.

    Değer boyutlu bir hoşgörü ortamında muhatap zümrelerce kurulan karşılıklı iletişim sonucu fert ve grupların önemli merkezlere yönelik olumsuz tutumları olumlu yönde değişim gösterir. İslâm’ın barış dönemlerinde, çatışma dönemlerinden daha çok yayıldığı tarihî bir gerçektir. Fikirlerin korku ve düşmanlıktan uzak bir dostluk ortamında, hür bir atmosfer içerisinde, daha rahat tartışılabileceği; kin ve intikam duygularının menfi tesirinden uzak, herkesin meselelere objektif bakabileceği uygun bir vasatta, gerçeklerin daha rahat kabul edilebileceği bir gerçektir.

    Bilinen menfi etkenlere rağmen, İslâmî organizasyonlarca üretilip ve sunulan tahammül, diyalog ve müsamahaya dayalı yaklaşımlar ve “birlikte yaşama” projeleri faydalı gelişmelerdir. Eğer hatalı ve eksik yönler var ise bunların ele alınması, eksikliklerin giderilmesi gerekir. Sadece hoşgörü için değil, her değerin bir sınırı vardır ve olmalıdır. Fayda umularak yapılan her davranış; ifrat ve tefrite gitmeden bir denge unsuruna dayanmalıdır. İsmi konulmuş bir değer bizatihi güzel olabilir; fakat daha güzel olan, onun yerinde olması, ölçüye tâbi tutulması, dengeli olmasıdır.

    Dipnotlar

    1. RADO, Şevket vd., Hayat Sözlük, Hayat Yayınları, İstanbul, t.y.

    2. ÖZEL, İsmet, İrtica Elden Gidiyor, 2. baskı, İklim Yayınları, İstanbul, 1987, s.106

    3. ERDOĞAN, İlhan, İşletmelerde Davranış, İ.Ü. İşletme Fakültesi Yayınları, İst., 1983.

    4. LUNDBERG, G., vd., Sosyoloji, c. 2, çev. Ö. Ozankaya; Ü. Gürkan, Ayyıldız Matbaası, Ankara, s. 262, 265.

    5. Erdoğan, a.g.e., s. 58

    6. NURSÎ, Said, Lem’alar, Sözler Yayınevi, İstanbul, s. 5

    7. DÖNMEZER, Sulhi, Sosyoloji, 8. baskı, Savaş Yayınları, Ank., 1982, s. 253.

    8. SONGAR, Ayhan, Çeşitleme, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul, 1981, s. 109.

    9. EREN, Erol, Yönetim Psikolojisi, İ.Ü. İşletme Fak. yn., İst., 1987, s. 50.

    10. Dönmezer, a.g.e, s. 58.

    11. BAYSAL, Can. A; Tekarslan, E., Davranış Bilimleri I-II, 2. baskı, İ.Ü. İşletme Fak.Yay., 1996, s. 256.

    12. KAĞITÇIBAŞI, Çiğdem, İnsan ve İnsanlar, Cem Ofset, İst., 1979, s. 84

    13. NURSÎ, Said, Sözler, Sözler Yayınevi, İstanbul, s. 119.

    14. ZAİM, Sabahattin, İslam-İnsan-Ekonomi, Yeni Asya Yayınevi, İst., 1992, s. 35