Köprü Anasayfa

Hoşgörü: Nereye Kadar?

"Kış 97" 57. Sayı

  • Kâfirlere, Ehl-i Kitaba Ve Müslümanlara Karşı Hoşgörü Nasıl Olmalı?

    A. Said Yargıcı

    Gel, gel; ne olursan ol gel
    Kâfir, putperest, mecusî olsan da, yine gel.
    Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir.
    Yüz kere tevbeni bozmuş olsan da yine gel.
    Mevlânâ

    Savaşların, maddî ve manevî anarşi selinin azgın dalgalarıyla boğuşan insanlık, bir can simidi arayışındadır. Bu kurtarıcı ise asırlardır her dinden ve ırktan insanı potasında eritebilen İslâm’ın hoşgörü anlayışından başka bir şey olmasa gerek. Fakat, ne yazık ki, müslümanların bile bu kıymetli hazinenin tam olarak farkında olduğu söylenemez. Bu sebeple günümüz müslümanı, çevresini kuşatan her din ve ırktan fert ve topluluklara karşı nasıl bir tavır takınacağını bilmemenin şaşkınlığı içerisinde bocalamaktadır. Bu şaşkınlık ve bocalama, ölçüsüzlüğü netice vermekte; laiklik perdesi altında dinsizliği, demokrasi perdesi altında diktatörlüğü ön plana çıkaran; hoşgörüsüz tavırlarıyla dikkatleri çektikleri halde Müslüman kesimden sonsuz bir hoşgörü ve anlayış bekleyen; dinde lâkayd, muhakeme-i akliyeden mahrum şahıslara karşı ya ifrat ya da tefriti doğurmaktadır.

    İslâmiyetin bir istikamet, adalet, hak, hukuk, orta yol dini olduğu nazara alınacak olursa, elbette onun kim olursa olsun herkese belli prensipler çerçevesinde dostluk, muhabbet ve hoşgörü elini uzatıyor olduğu kolaylıkla anlaşılır. İşte biz bu çalışmamızda İslâm’ın dünya toplumlarında yaşayan her kesimden insana hoşgörüsünün çerçevesini çizmeye çalışacağız. Bu satırların yazarı İslâm alimlerinin ilgili âyet ve hadislerle ilgili görüşlerine başvurarak hazırlamaya çalıştığı bu mütevazi çalışmaya yapılacak her türlü haklı ve ölçülü tenkidi “hoşgörü” ile karşılayacağını da daha işin başında ifade etmeyi uygun görmektedir.

    Kâfirlere karşı hoşgörü

    Kur’ân-ı Kerim, küfür üzere hayatını geçiren ve inkâr içinde ölen kâfirlerin acıklı bir azaba duçar olacaklarını, ebedî olarak cehennemde kalacaklarını bildirmek suretiyle Allah’ın imansız bir halde ahirete göçenlere “müsamahası”nın olmayacağına işaret etmektedir. Ancak dünyada Allah’ın ayırım yapmaksızın herkese rızkını vermesi, dünyanın bir imtihan yeri olduğu anlamına geldiği gibi, Allah’ın onlara mühlet verdiği ve müsamaha ettiği mânâsına da gelebilir. Belki de bu müsamaha, münkirlerin bir kısmının küfrün zorluğunu ve akıbetini görerek hidâyete kavuşmasına sebep bile olabilmektedir.

    Burada Cenab-ı Allah’ın Kâfirlere müsamahasından, onların dinsizliklerini “hoşgörmesi” gibi yanlış bir anlam çıkarılmamalıdır. Buradaki müsamaha, yaşamalarına, nimetlerden istifade etmelerine “müsaade”, “izin” mânâsında kullanılmaktadır.

    Bu arada Kur’ân’ın kâfirlerden bahsederken onların girecekleri cehennemi dehşetli bir şekilde tasvir etmesi, azabın elemini hissedip korkarak inkârdan vazgeçmelerini sağlamak maksadını taşımaktadır. Tıpkı bir annenin korkuttuğu çocuğunun tekrar onun şefkat sinesine atılması gibi, Cenab-ı Allah da ateistleri cehennemle tehdit edip rahmetine celbetmek istemektedir.

    Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyet-i ke-rimede Allah’ın kâfirlere gazabından bahsedilmektedir.1 Bu sebeple bir âyette müminlerin vasıfları sayılırken, “kâfirlere karşı şiddetlidirler”2 ifadesi kullanılmaktadır. Âyetin devamında ise, “kendi aralarında merhametlidirler” denmektedir. Şiddetten maksat, onlardan hiçbir saldırı vaki olmadan her yerde dövülmeleri, öldürülmeleri değildir. Burada müminlere bir ölçü verilmektedir. O da, müminlerin duygu ve düşüncelerini yalnız ve yalnız “akide esası” üzerine bina etmeleri prensibidir.3 “Allah için sevmek, Allah için buğzetmek”4 hadis-i şerifi de buna paralellik arzetmektedir.

    Âyetten anlaşılan mânâ, kâfirin küfrüne karşı bir hoşgörüsüzlük ve buğz olduğu gerçeğidir. Fakat bir kâfir, müslümanca sıfatlar da taşıyabilir.5 Ehl-i kitapla ilgili bölümde de ele alınacağı gibi onun müslüman sıfatları da görmezden gelinemez. Hafız İbn Kesir’in söylediği, “kâfirlerin yüzüne karşı asık suratlı olmak”6 cümlesi, İslâm’ın tebliğ anlayışıyla ve kavl-i leyyin (yumuşak sözlülük) üslûbuyla bağdaşmamaktadır. Bir malı dahi abus bir çehre ile pazarlamak mümkün değilken, Allah’ın dinini turşu satan bir suratla tebliğ etmek elbette uygun değildir.

    Nitekim el-Kasımî, bu âyetin mânâsının Ashab üzerinde tezahür ettiğine dikkat çe-kerek, onların itikadlarının sağlam olduğunu belirtmekte ve “itikadı sağlam olmayanların saldırmaları durumunda kâfirlere karşı şiddetlidir”7 diyerek, şiddetin saldırı anında olacağına temas etmektedir. Bu sebeple İbn Kesir’in “kâfirlere karşı asık suratlı olmak” şeklindeki yorumunu, onların saldırıları durumundaki bir tavır olarak ele almak daha uygun görünmektedir.

    Çağdaş müfessirlerden Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, “Onlar kâfirlere karşı zayıflık ve yılgınlık göstermez, sert ve güçlü davranırlar”8 derken, Mahmud Hicazî de el-Kasımî’yi destekleyerek şunları söylemektedir:”Gerçek mümin, kendisine karşı savaşan ve dinine cephe alan kâfirlere karşı asla yumuşaklık göstermez.”9

    Hz. Muhammed’in müşriklere hoşgörüsü

    Müminlerin kâfirlere karşı olabildiğince sert davranmasının savaş esnasında göste-rilecek bir tavır olduğunu, Peygamberimizin (s.a.v.) tatbikatlarından da anlıyoruz. O Uhud, Bedir ve Hendek savaşlarında kâfirlere aman vermezken, barış zamanında oldukça nazik ve yumuşak bir tavır sergilemiştir. Resul-i Ekrem’in kendisine her türlü eza ve cefayı reva görenlere beddua etmeyip dua etmesi, İslâm’ın esas amacının müşrikleri öldürmek değil, onların hidâyetine vesile olmak olduğunu, hoşgörünün de bu maksada hizmet ettiğini anlatır. Meselâ onun kendisine her türlü eziyeti yapan, ona her türlü hakarette bulunan, onun yoluna dikenler seren, üzerine pislikler atan Kureyşlilere kızmadığı rivâyet edilmektedir.10 İslâm’ın azılı düşmanlarından Ebu Cehil’in, Resul-i Ekrem’in insanları İslâm’a davetine engel olmak için, “Ey ahali, bu adamı dinlemeyiniz. Sizi dininizden vazgeçirmek istiyor. Sizi Lât ve Uzza’dan vazgeçmeye davet ediyor” demesine karşılık, o, dönüp onun yüzüne bile bakmıyordu.11 Tebliğine ise devam ediyordu.

    Peygamberimiz’in (s.a.v.) bu ve benzeri olaylara karşı tavırları müslümanlar için bir mihenk taşı hükmündedir. Buradan alınacak ders kanaatimizce şudur: Bir toplumda Müslümanlar, müşriklerle, putperestlerle birlikte yaşamak mecburiyetinde kalabilirler. Ve birlikte yaşadıkları müşrikler, çeşitli yayın organları vasıtasıyla İslâm’ın aleyhinde bulunma cür’etini gösterebilirler. Burada Müslümanlara düşen görev, tıpkı Peygamberimiz’in (s.a.v.) yaptığı gibi, onlara ve bütün insanlara İslâm’ı tebliğ etmek, hidâyetleri için de dua etmektir. Bunun dışında yapılacak her türlü tavır ve davranış “menfîlik” olarak değerlendirilebilir ve İslâm’ın zararına olur. Burada “Müslümanlar zayıf durumda olurlarsa böyle davranırlar. Ama güçlü olurlarsa kâfirlere hadlerini bildirirler” gibi bir itiraza da mahal yoktur. Çünkü Resul-i Ekrem (s.a.v.) Müslümanlar zayıf iken de güçlü iken de, amacının İslâm’ı bütün insanlara tebliğ olduğunu unutmamış ve aynı tavrı sergilemiştir. İşte Mekke’nin fethinde onun eline bütün azılı müşriklerden, din düşmanlarından intikam alma fırsatı geçtiği halde, o “evinden dışarı çıkmayanın emin olduğunu” ifade ederek, hiç kimsenin kılına bile dokunmamıştır. Bu davranış en muannid kâfirlerin dahi İslâm’a girmesine vesile olmuş, müşrikler grup grup gelerek Peygamberimize biat etmiş ve İslâm’la şe-reflendiklerini beyan etmişlerdir.

    Dinde zorlama var mı?

    Bakara sûresinin 257. âyetinde mealen şöyle buyurulur: “Dinde ikrah [zorlama] yoktur. Muhakkak ki, iman ile küfür apaçık ortaya çıkmıştır.”12

    İbn Kesîr gibi bazı müfessirler, bu âyetin, el-Fetih 16, Tevbe 73, 123. âyetleriyle neshedildiğini ileri sürerken,13 Fahreddin-i Razi gibi müfessirler böyle bir nesihten bahsetmemektedirler. Tefsir usulünde neshin tartışmalı bir mevzu olduğu nazara alınacak olursa, bu âyetin neshedilmediği akla daha yatkın gelmektedir.

    Bu sebeple biz burada Razi’nin görüşünü özetlemeyi uygun görüyoruz:

    Ona göre iman etmek, ihtiyar iledir, icbar ile değildir. Allah tevhid delillerini gösterdikten sonra, kâfirin özür ve bahanesini ortadan kaldırmıştır. Bir imtihan yeri olan dünyada bir kâfirin imana zorlanması mümkün değildir. Çünkü böyle bir zorlama imtihanın sırrını ortadan kaldırır. Ona göre bu âyeti, “Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin”14, “Onlar iman etmiyor diye neredeyse kendini harap edeceksin. Biz şâyet isteseydik, gökten bir âyet indirirdik, onlar da o âyet sebebiyle boyunlarını eğerler, İslâm’a girerlerdi”15 âyetleri de mânâ yönünden desteklemektedir. Razi’ye göre, bir mü’minin bir kâfire “İman ediyorsan et. Yoksa seni öldürürüm” demesi ikrahtır, zorlamadır. Savaştan sonra Müslüman olanlara da “Zoru gördünüz de Müslüman oldunuz” demenin bu âyetle yasaklandığına dikkat çeken Razi, bu görüşüne dayanak olarak da, “Siz Müslüman olduğunu söyleyene, ‘Mü’min değilsin’ demeyiniz”16 âyetini göstermektedir.17

    Seyyid Kutub ne diyor?

    Ona göre bu din bütün kuvvet ve takati ile insanoğlunun idrakine hitap eder. Buradaki ifade mutlak bir nehiy şeklinde varid oluyor. “Dinde zorlama yoktur” zorlamanın bütün nevlerini nefyediyor. Zorlama cinsinden bütün hareketleri yasaklıyor. Seyyid Kutub, “Nehiy başlangıçtadır. Devamıyla alâkalı değildir”18 derken de bir kimsenin Müslüman olduktan sonra bir

    İslâm devletinde dinin emirlerine uyması için bazı müeyyidelerin uygulanabileceğini vurgulamak istiyor. Ki bu mevzu ele aldığımız konunun biraz dışında olduğu için üzerinde fazla durmuyoruz. Ancak burada şunu belirtelim ki, şartlar tahakkuk ettiğinde hırsızın elinin kesilmesi; zina edenlere, namuslu kadınlara iftirada bulunanlara, içki içenlere farklı farklı cezaların tatbik edilmesi, tamamen İslâm devlet otoritesinin elindedir. Bu otoritenin olmadığı zamanlarda, hiçbir şahsın başka şahıslara, İslâm’ın emirlerini yerine getirmiyor diye ceza vermeye kalkışması caiz değildir. Çünkü bu anarşi ve kargaşaya sebep olur, hukukî bir davranış olmaz. İslâm bir hak ve hukuk dini olduğundan dolayı, buna asla cevaz vermez. Bir hadis-i şerifte belirtilen “Bir kötülüğü elle (yani güçle) düzeltme” yetkisi devlete ve ona bağlı kurumlara verilmiştir. Ama onu dil ile düzeltme görevi bütün Müslümanlarındır. Çünkü İslâm bir ruhbanlar sınıfını kabul etmediğinden, İslâm dinini tebliğ etmekle bütün müminler tavzif edilmişlerdir. Dil ile kötülükleri düzeltmeye çalışmanın yasaklandığı zamanlarda ise, Müslümanlar kalbi ile o kötülüğü be-nimsemediğini hissedecek, iliklerinde duyacak ve buğzedecektir. Kötülükleri diliyle düzeltme fırsatı varken, kalp ile buğzla ye-tinmek, imanın zayıflığındandır.

    Bu bölümü toparlamamız gerekirse şöyle diyebiliriz: “Dinde zorlama yoktur” âyeti, tebliği esas alan İslâm dininin kâfirlere karşı bir hoşgörüsü olarak değerlendirilebilir. Hatta bunun da ötesinde dinimizde kalplerini İslâm’a ısındırmak için kâfirlere sadaka verileceğinin belirtilmesi,19 onların hikmet ve güzel öğütle Allah yoluna davet edilmesinin istenmesi,20 bu hoşgörülü davranışın asıl amacının İslâm’ın güzelliklerini “fiiller ile” gösterip onların hidâyetine çalışmak olduğuna işaret etmektedir.

    “Sizin dininiz size” nasıl anlaşılmalı?

    “Sizin dininiz size, benim dinim bana” diye kısaca meali verilen Kâfirun sûresinin altıncı âyet-i kerimesi günümüzde birçok kesim tarafından çok zikredilmektedir. Bu âyet sanki “kâfirlere küfürlerinde devam etmelerine bir izin” mânâsında kullanılabilmektedir. Tefsirlere baktığımız zaman, bu âyet-i kerimenin kâfirlerin küfürlerinde devam etmelerine razı olmak gibi bir mânâyı taşımadığını görmekteyiz.

    Bu âyetle ilgili en doyurucu ve muknî izahları Razi’de bulunuyoruz. Peygambermiz’in kâfirlerin küfürlerini engellemek için gönderildiğine dikkat çeken Razi, bu âyetin böyle bir izin mânâsı taşımadığını ifade eder. Ona göre bu âyet, “Dilediğinizi yapın. Allah ne yaptığınızı görür”21 âyetinde olduğu gibi, “tehdit” mânâsı taşımaktadır. Razi’nin bu âyetle ilgili izahlarını şu şekilde özetleyebiliriz:

    1- Sizin dininiz size: Eğer sizin dininiz size daha hayırlı ise dininiz üzere olun. Benim dinim bana: Çünkü ben dinimi reddetmiyorum.

    2- Buradaki din “hesap” mânâsınadır. Buna göre âyet, “Sizin hesabınız size, benim hesabım bana” anlamına gelir.

    3- Burada din kelimesinden önce hazfedilmiş bir “ceza” kelimesi vardır. Bu ceza ile din bir tamlama teşkil etmektedir. Buna göre ise mânâ, “Sizin dininizin karşılığı size, benim dinimin karşılığı bana. Onların dininin karşılığı onlara vebal ve azab olarak yeter. Bana da dinimin karşılığı tazim ve sevap olarak yeter” şeklinde olur.

    4- Dinin bir anlamı da azabdır. Buna göre âyet, “Size benim Rabbimden bir azab vardır. Bana da (size göre) sizin putlarınızdan bir azap vardır. Lakin sizin putlarınız cansızdır. Bunun için ben sizin putlarınızın azabından korkmuyorum. Ama siz yer ve göklerin Cebbarı olan Allah’ın azabına müstehaksınız” şeklinde anlaşılabilir.

    5- Dinin bir mânâsı da duadır. Yani “Sizin duanız size” demektir ki, “Kâfirlerin duası dalaletten başka birşey değildir”22 ve “Siz dua edersiniz, ama o cansız putlar sizin duanızı işitmezler, işitseler de cevap vermezler”23 âyetleri bu mânâyı teyid etmektedir.

    Kâfirûn sûresindeki âyetin diğer kısmı ise, “Benim duam bana” mânâsını taşır. “Allah iman edenlerin duasına cevap verir,”24 “Bana dua edin, size cevap vereyim”25 gibi âyet-i kerimeler de bu mânâyı kuvvetlendirmektedir.26

    Bu özetleme çerçevesinde kısa bir analiz yapılacak olursa, şunlar ifade edilebilir:

    Kâfirûn sûresinde geçen “din” kelimesinin dinden başka çok çeşitli mânâlara geldiği ve adı üstünde zaten kâfirin de “dinsiz” olduğu dikkate alınırsa, burada “din” kelimesiyle kasdedilen mânânın bizim anladığımız şekilde bir “din” olmaması kuvvetli bir ihtimal olarak görülmektedir. Diğer bir nokta da bugün bu âyetin, “Siz bizim dinimize karışmayın. Biz de size karışmayalım. Küfrünüze rıza gösterelim” şeklinde yorumlanmasının yanlış olmasıdır. Çünkü hoşgörü perdesi altında yapılan bu tür yorumlar, “küfre razı olmak” gibi vahim ve tehlikeli bir neticeyi doğurabilecek ciddiyettedir. Bir mümin hiçbir zaman, ne kadar hoşgörülü olursa olsun, bir kâfirin cehenneme girmemesi gibi İslam’ın temel felsefesine aykırı bir hoşgörüye sahip olamaz. Yani kâfire yaranmak için veya onun muhabbetini kazanmak için İslâm’ın güzelliklerini ona tebliğ etme görevinden feragat etme gibi bir lüks içinde bulunamaz. Elbette ki hiçbir müminin, hatta hiçbir peygamberin, hiçbir kâfiri “imana getirme” “hidâyete erdirme gibi” bir zorunluluğu yoktur. Ancak eldeki bütün imkânlar sonuna kadar kullanılarak, gerçek saadet ve mutluluğun imanda olduğu anlatılmalı, hidâyet meselesini Cenab-ı Allah’a bırakmalıdır. Müminlerin bu aslî göreve sarılacak yerde birbirleriyle didişir bir vaziyette görünmeleri abestir. Burada kâfirlere İslâm’ı tebliğ etmede “kavl-i leyyin” üslubu kullanmanın lüzümunu tekrar hatırlatmakla birlikte, onlara Allah’ın azab ve tehdidinden bahsetmenin bu üsluba aykırı olmadığının bu âyetten çıkarılabileceğini de ifade etmeliyiz.

    Kâfirun sûresinin altıncı âyetini izah eden diğer müfessirlerin görüşleri de yukarıdaki mânâlara destek olucu mahiyettedir. Bazı tefsirlerde âyet, “kâfirlerin kendi inançları üzere ölecek kadar dinsizliklerinde inatçı, Peygamberimiz’in (s.a.v.) de İslâm üzere ölecek kadar kendi dininde sebatkâr” olduğunu gösterdiği belirtilmektedir.27 Bazı müfessirler bahsi geçen âyetin kıtal âyetleri ile mensuh olduğunu ileri sürmüş olsalar bile, diğer bir kısım müfessirler mensuh olmadığı görüşündedirler.28

    Elmalılı da bu âyetin “mensuh” olmadığı görüşünü destekleyerek şu hükmü verir:

    “Hasılı bununla bütün kâfirlere bir taarruz emrolunmamış olduğu gibi mücadele-i haseneden ve mücahededen de menolunmuş da değildir. Binaenaleyh bunun içine aldığı ahkâmda, umumî ahkâma nazaran nâsih veya mensuh tasavvuruna lüzum yoktur.”29

    Müşriklerin taptıklarına sövmek caiz mi?

    İslâm’da kâfire “kâfir” diye hitap etmek, ona eziyet vermek mânâsı taşıdığı için yasaklandığı gibi,30 kâfirlerin, müşriklerin veya çeşitli izm’lere kalpten bağlı olanların taptıkları “Allah’tan başka varlıklara” küfretmek, dil uzatmak da yasaklanmıştır. Nitekim, “Onların Allah’tan başka yalvardıklarına sövmeyiniz ki, onlar da sınırı aşıp bilmeyerek Allah’a sövmesinler. Biz her ümmete yaptıkları işi süslü gösterdik. Sonunda dönüşleri Rablerinedir. O, onlara ne yaptıklarını haber verir”31 âyeti böyle bir yasaklamanın en büyük naklî delilini teşkil etmektedir.

    Sövmek genelde ahlâka uygun birşey değildir. Aslı itibariyle bâtılı, küfrü (inkârı) değersiz göstermek meşru ve güzel sayılmışsa da, inatlaşmaya ve küfrün artmasına sebep olacak olan sövme kabilinden tavırlar hoş görülmemiştir. Muhatabı küfründe inada sevkedeceğinden fıkıh ki-taplarında, her kim olursa olsun dinine küfretmek, elfaz-ı küfürden sayılmıştır.32

    Bu âyetten, zararı faydasından çok olan şeyin terkedilmesinin “vacip” olduğu mânâsını çıkaran bazı âlimlere göre, “Zararı faydasından çok olan, şerre götüren şey de şerdir”33 anlamını istihrac etmek mümkündür.

    Bunlardan anlaşılıyor ki, İslâm, Müslümanları kâfirlerin Allah’tan başka yalvardıklarına dil uzatmama konusunda “itidale” çağırıyor, ifrat ve tefritin zararına dikkat çekiyor. Bu tavır, onların taptıklarına hoşgörü ile bakmak demek değil, Allah hakkında söylenecek kötü sözleri hoşgörmemektir. Kaldı ki putlara sövmenin, menfî şeylerle zihni meşgul etmenin İslâm’a ve Müslümanlara bir faydası da yoktur. Dilimizi ve zihnimizi böyle şeylerle meşgul etmek yerine, zikir ve fikir gibi şeylerle meşgul etmek İslâm’ın özüne ve yaratılış gayesine daha uygundur. Zaten bir bâtıl ideolojiyi söverek yıkmak mümkün değildir. Bâtıla karşı akıl, mantık ve ilimle mücadele edildiği takdirde de, sa’y ve gayretin heba olması düşünülemez. Bu yüzden biz buradan “müsbet hareket etme” prensibinin anlaşılabileceği görüşünü taşıyoruz.

    Ehl-i kitaba karşı tavır nasıl olmalı?

    Kur’ân-ı Kerîm’de Mu’cemü’l-Müfehres’ten tesbit edebildiğimiz kadarıyla yirmi dört âyet-i kerimede ehl-i kitaba hitap vardır. Bir âyette “ehl-i İncil” tabiri, birçok âyette de “Yahudi ve Nasara” isimleri zikredilmektedir. Bu hitaplardan Allah’ı tümden inkâr eden ateistler ile, Allah’a inanıp sıfatlarında hataya düşen ehl-i kitap arasında bir farklılık olduğu göze çarpmaktadır. Aslında elh-i kitap da “kâfir” sayılmaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de ehl-i kitaba ayrıca hitap edilmesi ise, hakkı bilip de gizledikleri, bir gün bu hakkı kabul etme ihtimalleri bulunduğundan dolayı olabilir. Bu sebeple onlarla ilgili âyetlerde “ikaz” noktasının ağırlık kazandığını görüyoruz. “Ey ehl-i kitap! Niçin Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz?”34 “Ey ehl-i kitap! Niçin hakkı bâtıl ile karıştırıyorsunuz? Bildiğiniz halde hakkı gizliyorsunuz?”35 gibi âyetlerde onların uyarıldıkları görülmektedir. Dikkat edilirse en son zikrettiğimiz âyet-i kerime mealinde, “bildiğiniz halde” tabiri geçmektedir. Gerçekten de ehl-i kitap hitabına mazhar olan Hıristiyanlar ve Yahudiler, Tevrat ve İncil’de Hazret-i Muhammed’in geleceğine dair müjdeleri bilmekte, ama o geldikten sonra çeşitli sebeplerden dolayı inkâr yoluna sapmaktaydılar. Tevrat ve İncil’in bu kadar tahrif edilmesine rağmen, Hüseyin-i Cisrî gibi bir alimin onlarda Peygamberimiz ile ilgili yüzden fazla cümleye rastlaması, bu “bildiğiniz halde” tabirinin halen de geçerli olduğunu göstermektedir. Bundan da anlaşılmaktadır ki, müşrikler ve ateistler ile ehl-i kitap arasında bir farklılık bu bakımdan sözkonusudur. Nitekim onların bu bilgilerine istinaden Kur’ân-ı Kerim onları doğru olan inanca gelmeye çağırmakta ve şöyle seslenmektedir: “Eğer ehl-i kitap iman etseydi onlar için daha hayırlı olurdu.”36

    Bu temenniden sonra bir başka âyet-i kerimede de nasıl bir şekilde iman etmeleri gerektiği dile getirilmektedir: “Ey ehl-i kitap! Sizin ile bizim aramızda eşit olan kelimeye gelin: Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim, Allah’a hiçbir şeyi şirk koşma-yalım. Allah’ın dışında birbirimizi rab edinmeyelim.”37

    Bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi şöyledir:

    Rivâyete göre Yahudiler Hazret-i Peygamber’e gelerek, “Hıristiyanların İsa’yı rab edinmeleri gibi biz de seni rab edinmek istiyoruz” dediler. Hıristiyanlar da Peygamber’e (s.a.v.) gelerek “Yahudiler Üzeyir’e ne diyorlarsa biz de sana öyle diyelim” teklifinde bulunmuşlardır. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil olmuştur.

    Bu nüzul sebebine istinad eden Fahreddin-i Razi, âyette geçen ehl-i kitap tabirinin yalnızca Hıristiyanlara mahsus olabileceği gibi, hem Hıristiyanları hem de Yahudileri kapsayabileceğini ifade etmektedir.

    Peki, niçin ehl-i kitap tabiri kullanılmıştır? Razi’ye göre, bu tabir muhatabı yüceltmek, kalbini hoş etmek, okşamak içindir. Burada “gelin” mânâsındaki “tealev” kelimesi, “aşağı yerden yukarıya gelin” demektir.

    Âyette geçen “eşit” mânâsındaki “sevâun” kelimesi de “adl ve insaf” demektir. Buna göre âyetten, “Sizinle aramızdaki insaflı kelimeye gelin” anlamını çıkarmak mümkündür. İnsaflı olmak ise haklıya hakkını vermektir. Zeccac’a göre bu, “İstikametli olan kelimeye gelin” demektir. Cenab-ı Allah, gelinmesi gereken kelimenin ne olması gerektiği şeklinde mukadder bir suale üç hususla cevap vermektedir: 1-Ancak Allah’a ibadet etmek. 2-Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak. 3-Allah’ın dışında birbirlerini rab edinmemek. Esasen bu üç unsurun zikredilmesi, öncelikle, bi-rinci derecede Hıristiyanların muhatap alındığını göstermektedir. Ki Razi de bu konuya temas etmektedir. Çünkü Hıristiyanlar bu üç hususun mânâ-yı muha-lifini benimsemektedirler. Bir defa onlar, Allah’tan başkasına, yani Mesih’e ibadet ediyorlar. Teslis akidesini kabul ederek Allah’a şirk koşuyorlar (Allah üçtür, Baba, Oğul ve Ruhu’l-Kudüs). Ruhbanlarını ve ahbar denilen din alimlerini de rab ediniyorlar. Meselâ günah hususunda ruhbanlara inanıyorlar.38

    Kur’ân-ı Kerim’in ehl-i kitaba farklı bir şekilde hitap ederek onların kalplerini okşaması, bâtıl itikatlarından vazgeçmeye çağırması vicdanlarda makes bulmuştur. Bilhassa da Hıristiyanlardan binlerce kişi İslâmiyeti seçmiştir, halen de seçmeye devam etmektedir.

    Ehl-i kitaba nasıl dost olunmaz?

    Kur’ân-ı Kerim’in bir taraftan ehl-i kitabın kalbini İslâm’a karşı yumuşatıcı bir üslup kullanırken, diğer taraftan, müminleri ehl-i kitapla dost olmaktan sakındırması bir tezat gibi gözükmektedir. Ve günümüzde birçok kimse tarafından bu âyet yanlış anlaşılmakta, bu yanlış anlama ise hatalı hükümlerin verilmesine sebep olmaktadır.

    Yahudi ve Hıristiyanlarla dost olmanın yasak olduğunu ifade eden âyette, “Ey iman edenler! Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyiniz”39 buyurulmaktadır. Elmalılı’nın buradaki yasaklanmayı izahı şu şekildedir: “Yardaklık etmeyiniz, tuzatlarına düşmeyiniz, isteklerine iştirak etmeyiniz.”40 Aynı zatın tefsirinde: “Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan men etmez”41 âyetine dayanılarak, onları dost edinmemenin onlara iyilik etmeyi engellemediğine dikkat çekilmektedir.42

    Bu izahlardan onlara müsamahanın bir ölçüsü karşımıza çıkmaktadır. O da, onlara yardaklık edecek kadar bir gevşeme ve iltifattan uzak durma, ama onlara iyilik edebilme ölçüsüdür.

    Peygamberimiz’in (s.a.v.) Yahudi ve Hıristiyanlara karşı muamelesine baktığımızda, onlara iyilik yapmaktan hiçbir zaman geri durmadığını görmekteyiz.

    Bir defasında Peygamberimiz(sav) Yahudilerden birinin hastalanan oğlunu ziyarete gitmiş, çocuğun hal ve hatırını sorduktan sonra onu Müslümanlığa davet etmiş, çocuk babasının yüzüne bakmıştı. Yahudi oğluna, “Peygamber ne diyorsa onu yap” demiş, çocuk da Müslüman olmuştu. Bir defasında da Yahudilerden birinin cenazesi geçiyorken Resul-i Ekrem ayağa kalkmıştı.43

    Yahudiler, Resul-i Ekrem’e, “Selamun aleyküm” yerine, “kahrolasınız” demek olan “Sâmün aleyküm” derlerdi. Bir defa Hazret-i Âişe Yahudilerin bu hareketinden müteessir olarak onlara mukabelede bulunmuş, Hazret-i Peygamber Âişe’yi teskin etmiş, ona “Geniş ol. Çünkü Cenab-ı Hak geniş olmayı sever” buyurmuştu.44

    Necran’dan gelen Hıristiyan heyet, Resul-i Ekrem (sav) tarafından kabul olunduğu zaman Resul-i Ekrem bunları mescidde misafir etmiş, hatta onların mescidde ayinlerini yapmalarına müsaadede bulunmuştu. Müslümanlar buna itiraz ettikleri zaman Resul-i Ekrem onları susturdu.45

    Bütün bunlar, ehl-i kitaba barış zamanlarında iyilikte bulunmanın müminlerin görevleri arasında olduğunu göstermektedir. Özellikle de Hıristiyanların ülkelerinde çalışmak zorunda kalan Müslümanların hatırı sayılır bir ekseriyeti teşkil ettiği ve ekonomik, askerî bakımlardan yardımlaşmanın zarurî olduğu bir devrede, bu âyet-i kerimenin gerçek mânâsına ne kadar muhtaç olduğumuz ortaya çıkmaktadır.

    Günümüzde doğru İslâmiyeti bize anlatan isimlerden biri olarak Said Nursî’ de bu hususta Hazret-i Peygamber ve Kur’ân’dan aldığı dersle bize aynı güzel ölçüleri sunmaktadır. Münazarat isimli eserinde, Hıristiyanlık dinine mensup olan Ermenilere düşman olmaya “istibdadın sebeb olduğuna” işaret etmekte ve dostluğun ölçüsünü, “Fakat mütezellilâne (alçalarak) dost olmak değil, belki izzet-i milliyeyi muhafaza ederek, musafaha elini uzatmaktır” şeklinde koymaktadır.46

    Said Nursî bu izahlardan sonra, “Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyiniz” âyetini, hem Kur’ân’ın hükmüne uygun, hem de Hazret-i Peygamber’in tatbikatına muvafık bir şekilde şöyle açıklığa kavuşturur:

    “Demek bu nehiy, yahudiyet ve nasraniyet olan ayineleri hasebiyledir. Hem de bir adam zâtı için sevilmez; belki muhabbet sıfat veya sanatı içindir. Öyleyse her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lazım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve sanatları kâfir olmak lazım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir sanatı istihsan etmekle iktibas etmek neden caiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin (eşin) olsa elbette seveceksin.”47

    Burada Said Nursî, dostluk ve düşmanlık kavramlarına yeni anlamlar kazandırarak, elh-i kitaba karşı nasıl davranılacağını tesbit etmektedir. Buna göre, ehl-i kitapla “din” dostluğu değil, “sıfat ve sanat” dostluğu âyetin nehyinin şümulüne girmemektedir. Elbette bir ehl-i kitabın dinine muhabbet duymak, imanın zaafiyetini gösterir. Ama onların meselâ “doğruluk” gibi sıfatlarına sevgi beslenebilir, teknolojileri hoş karşılanabilir, işbirliğine gidilerek istifade edilebilir. Bunlar, Kur’ân’ın kasdettiği “dostluk” kavramının içine girmemektedir. Nitekim ehl-i kitap hanımlarla evlenmenin caiz olması, Müslüman erkeklerin o hanımların kadınlığa mahsus şefkatlerini ve insanî yönlerini, güzelliklerini ve mallarını sevmenin caiz olduğu hükmünü ortaya çıkarmaktadır.

    Said Nursî, bu âyetin nehyinin, “âmm” değil “mutlak” olduğunu, mutlakın ise kayıt altına alınabileceğini belirterek, “Delil katîü’l-metin olduğu gibi katîü’d-delalet olmak gerektir” demek suretiyle, zamanın büyük bir müfessir olduğuna, kaydını izhar ettiği zaman itiraz edilemeyeceğine dikkat çekmektedir.48

    Said Nursî, zamanın bu âyet-i kerimeyi nasıl tefsir ettiğini de açıklamaktadır. Ona göre, Asr-ı Saadette büyük bir dinî inkılab meydana geldi. Bu inkılab bütün zihinleri din noktasına çevirdiğinden, sahabiler bütün sevgi ve düşmanlığı o noktada toplayarak sevgi veya düşmanlık beslerlerdi. Bundan dolayı gayrimüslimlere muhabbetten “nifak” kokusu geliyordu.

    Bu zamanda ise, acib bir dünyevî ve medenî inkılab vücuda gelmiştir. Bütün zihinleri zapteden ve bütün akılları meşgul eden medeniyet, terakki ve dünya noktasıdır. Onların ekserisi dinlerine o kadar da bağlı değillerdir. Bu sebeple, onlara dost olmak, medeniyet ve terakkilerini güzel görüp almaktır ve her dünya saadetinin esası olan asayişi muhafazadır. Said Nursî’ye göre bu çerçevede bir dostluk katiyyen nehy-i Kur’ânîde dahil değildir.49

    Bediüzzaman’ın asrın idrakine uygun bu isabetli tefsiri, günümüz Müslümanlarını büyük bir sıkıntıdan kurtarmaktadır. O, teknolojinin dinsizlikle veya din dostluğu ile bir alâkası olmayacağı gerçeğinin altını çizerken, bunu da bir âyete dayandırmaktadır.

    İşte Kur’ân’dan çıkan bu prensipler, Müslümanların ehl-i kitaba hoşgörülü olmasının çerçevesini de çizmektedir. Kaldı ki, Bediüzzaman, dinsizliğin, zındıkanın yaygınlaştığı bir zamanda Hıristiyanların dindar ruhanîleri ile dinsizliğe karşı “ittifak” edilmesini de zarurî görmekte, bunu da bir hadis-i şerife dayandırarak söylemektedir.50

    Müslümanın Müslümana Hoşgörüsü

    “Ancak mü’minler kardeştirler. Siz de kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki rahmete erişesiniz.”51

    “Kötülüğe iyiliğin en güzeli ile karşılık ver; bir de bakarsın, aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluvermiştir.”52

    “O takva sahipleri, bollukta ve darlıkta bağışta bulunanlar, öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenlerdir. Allah da iyilik yapanları sever.”53

    Bediüzzaman Said Nursî Uhuvvet Risalesi adını verdiği eserinde bu âyet-i ke-rimeleri tefsir ederken, müslümanın müslümana karşı hoşgörüsünün temel prensiplerini belirlemektedir. “Mümin kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, lütufla ıslahına çalışır”54 derken, aslında hoşgörünün kötülükleri görmezden gelmek veya hoşgörmek değil, görüp acımak ve “lütufla ıslahına çalışmak” mânâsına geldiğini bildirmektedir. Burada ıslahın adavete dönüşmemesi için, “üslûp” meselesine dikkat etmek gerekmektedir. Lütufla ıslah, incitmeden ıslahtır. Hatalı şahsın deşifre edilmemesi, hatasının o şahıs yalnız iken düzeltilmesi de bu üslûbun içerisine girmektedir. Üslûp sert, zaman ve zemin de uygun olmadığı takdirde, “ıslah” yerine, “ifsad” yapılmış olabilir. Burada mü’minin mü’mine karşı hoşgörüsünün onun hatasını mümkün olduğu kadar örtmekle gerçek anlamına kavuşacağı söylenebilir.

    Said Nursî’nin dikkatle üzerinde durduğu bir önemli konu da bir mü’minde bulunması mümkün olan “cani ve masum sıfatlar” meselesidir. Gerçek kardeşlik, bir cani sıfat yüzünden, bir mü’minde bulunan yüzlerce masum sıfatları görmezden gelip ona düşmanlık beslemeyi reddeder. Bu noktada, “Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenemez”55 âyeti Said Nursî tarafından, “Bir müminde bulunan cani bir sıfat yüzünde sair masum sıfatları mahkûm edilemez” şeklinde de tefsir edilmektedir. Burada mü’minlerin birbirlerine “adalet-i ilahiye”nin gözlüğü ile bakmaları ölçüsü getirilmektedir. Mü’minin işlediği sevapları çoksa, diğer günahları affedilmekte ve direkt olarak cennete gideceği belirtilmektedir. Günahı çoksa, günahı miktarınca cezasını çekecek, ondan sonra yine iyiliklerinin karşılığını görecektir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’de zerre kadar hayır işleyenin de, şer işleyenin de bunun karşılığını göreceği belirtilmektedir.56 Buradan da anlaşılmaktadır ki, adalet-i ilahiyede “toptancılık” yoktur. Bazı kötülükler yüzünden iyilikler görmezden gelinmemektedir. Bu sebeple hadis-i şeriflerinde mü’minlerin birbirlerinin hatalarını örtmeleri tavsiye edilmektedir.57 Hatalar örtbas edildikçe cemiyette kötü örnekler çoğalmayacak, kötülüğü yapanlar da bir gün bu yaptıklarından utanıp vazgeçebileceklerdir. Bu, İslâm’ın yüce bir hoşgörüsüdür. Bu, kötülüğü hoşgörmek değil; kötülüğün, fitneye vesile olabileceğinden dolayı, yayılmamasını hoşgörmek demektir. Bugün toplumda bu İslâmî prensibin tersine işletildiğini görü-yoruz. Medya tarafından, “haber alma hürriyeti” adı altında, nazarlara verilmediği takdirde kendiliğinden etkisi kaybolacak olan bir hata, bütün insanların gözleri önüne getirilmekte ve böylece toplumda insanların birbirlerine karşı güvensizlikleri artmakta, daima hatalar manşetlere ve ekranlara yansıtılmaktadır. İslâm’ın hoşgörüsü karşısında, İslâm’ı her fırsatta eleştirenlerin “hoşgörüsüzlüğü” de böylece su yüzüne çıkmış olmaktadır.

    Peygamberimiz (s.a.v.) “Gördüğü iyilikleri gizleyip, gördüğü kötülükleri teşhir eden kötü komşudan Allah’a sığının”58 buyurarak, bu hoşgörünün ölçüsünün kaynağını bildirmektedir. “Söz araştırmayın, gözünüzle kusur aramayın, ayrılmayın, birbirinize arka çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları, kardeş olun”59 hadis-i şerifi de aynı mânâyı kuvvetlendirmektedir.

    Nitekim, “Din kardeşinin ayıplarını örten kimsenin, Allah kıyamet gününde kusurlarını örter”60 hadisi de “kusur örtme” haşgörüsünün dinimizde ne kadar ciddi bir davranış olduğunu göstermektedir.

    Said Nursî’nin vurgu yaptığı bir mühim husus da, hoşgörünün “fenalığa iyilikle mukabele etme” yönüdür. Ancak bu prensip, “şahsımıza karşı yapılan kötülüklere müsamaha” şeklinde anlaşılmalıdır. O, bu hususu açıklarken, “Fert mütekellim-vahde olsa (kendi olsa) müsamahası, fedakârlığı, amel-i salihtir. Mütekellim-i maalgayr olsa hıyanettir”61 ifadesini kullanmaktadır. Buna göre bir mü’minin şahsına bir başka mü’min tarafından elinde olmayan sebep-lerle bir kötülükte bulunulmuşsa, onu affetmek, onu hoşgörmek faziletli bir ameldir. Ama umumun mukaddes malı olan İslâm’a bir saldırı vaki olmuşsa, Kur’ân’a bir saldırı meydana gelmişse onu affetme, hoşgörme cüretini hiçbir mü’min göstermez. Gösterirse bu hıyanet olur. İşte bu inceliğe dikkat edilmediği takdirde, İslâmî şeairi tağyir eden, dini ortadan kaldırmaya çalışan ve nifakla hareket eden bazı dehşetli canilerin “alicenâbâne affedildiği” görülebilmektedir. Böyle bir affetmenin hıyanet olduğunu tekrar hatırlatalım.

    Said Nursî, “hasmane” bir tavır içindeki bir şahsın mağlup edilmesinin yolunun, onun fenalığına karşı iyilik yapmak olduğunu belirterek, “Çünkü eğer, fenalıkla mukabele etsen, husumet tezayüd eder. Zahiren mağlup bile olsa, kalben kin bağlar, adaveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedamet eder, sana dost olur” der.62

    Kardeşlik çerçevesindeki hoşgörünün bu boyutunu, “Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhafaza ederek, oradan geçip giderler”63 ve “Eğer onları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, muhakkak ki, Allah da çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir”64 âyetleri teyid etmektedir. Malik bir Enes, “O zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kimsenin yakın bir dost gibi olduğunu görürsün”65 âyetini, “O öyle bir adamdır ki, başkaları kendisine kötü sözler sarfettiği takdirde, doğru söylüyorsan Allah beni, yalan söylüyorsan seni affetsin, der” şeklinde tefsir etmektedir.66

    Cemaatlere karşı hoşgörü

    Bu konu başlıbaşına bir araştırma konusudur. Ancak şunu ifade etmek mümkündür: İslâmî cemaatler, “kitleselleşme” adı altında İslâmî bir hayat yaşamayan “izm” mensuplarına gösterdikleri hoşgörünün çok daha fazlasını birbirlerine göstermek zorundadırlar. Kur’ân ve Sünnete uymaları şartıyla birbirlerini tenkid etmemeli, kusur ve ayıplarıyla meşgul olmamalı, kendi güzelliklerini, kendi mesleklerinin revacını ön plana çıkarmalıdırlar. İttifak noktalarının Uhud dağı azametinde ve mübarekiyetinde, ihtilaf noktalarının ise küçük çakıl taşları hükmünde olduğunu unutmadan, birbirlerinin hizmetlerine engel değil, yardımcı ve duacı olmalıdırlar.

    Sonuç ve değerlendirme

    Günümüzde estirilmek istenen havanın aksine, İslâm bir hoşgörü dinidir. Ancak bu hoşgörü sınırsız değildir. Özellikle kâfirlere ve ehl-i kitaba karşı olan hoşgörünün, bâtıl dinlerine veya dinsizliklerine olmadığı, güzel sıfat ve maharetli sanatlarına, terakkilerine olduğu dikkatlerden kaçırılmaması gereken en mühim hususlardandır. İslâm’ın öngördüğü hoşgörüde ölçü kaçmadığı müddetçe dünyanın barış içinde yaşaması mümkündür.

    Diğer taraftan müslümanların birbirle-rine olan hoşgörüsü de düşmanlık değil, kardeşlik; hataları deşifre etmek değil, örtmek; kötülüklere kötülükle mukabele değil, iyilik etmek temelleri üzerine oturmaktadır. Bu hoşgörülü ortam, müslümanlar arasındaki birlik, beraberlik ve güveni artıracak, toplumda kötü örneklerin değil, çok muhtaç olduğumuzun iyi örneklerin çoğalmasına sebeb olacaktır. Elbette İslâmî cemaatler de bu hoşgörüden nasibini alacaktır. Cemaatler, birbirlerinin kendi hizmet tarz-larına uymayan, fakat Kur’ân ve Sünnete uygun yönlerini hoşgörecekler; başkalarının kusurlarını aramakla değil, kendi meslek ve meşreplerini sevmekle meşgul olacaklardır. Böylece toplumun bütün katmanlarında bir hoşgörü meltemi esecek, herkesi huzur ve mutluluğa eriştirecektir.

    Dipnotlar

    1. en-Nisa, 93; el-Maide, 90; el-A’raf, 71.

    2. el-Fetih, 49.

    3. Seyyid Kutub, Fîzılâli’l-Kur’an, (Terc. İ. Hakkı Şengüler vd.), c. 13, s. 470.

    4. Ebu Davud, Sünnet, s. 15.

    5. Said Nursî, Münazarat, İst. 1991, s. 70.

    6. Hafız İbn-i Kesir, Tefsiru’l- Kur’âni’l-Azîm, c. 4, s. 218, Beyrut 1987.

    7. M. Celâleddin el-Kasımî, Mehasinü’t-Tenzil, c. 14, s. 432, Kahire, tsz.

    8. M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, c. 7, s. 181, İst., tsz.

    9. Mahmud Hicazî, Furkan Tefsiri (Terc. Mehmet Keskin), c. 7, s. 181, İstanbul, tsz.

    10. Mevlânâ Şibli, Asr-ı Saadet (Terc. Ö. Rıza Doğrul) İst. 1974, c. 2, s. 107.

    11. Mevlânâ Şibli, a.g.e, c.. 2, s. 108,

    12. el-Bakara, 256

    13. İbn Kesîr, Hadislerle Kur’an Tefsiri, (Terc. Bekir Karlığa vd.) c. 3, 1024, İstanbul, 1988

    14. el-Kehf, 29

    15. el-Kehf, 16

    16. en-Nisa, 94

    17. Fahrü’r-Razi, Tefsîru’l-Kebir, c. 7, s. 14-15, Beyrut, tsz.

    18. Seyyid Kutub, a.g.e, c. 2, s. 45-46.

    19. et-Tevbe, 60

    20. en-Nahl, 125

    21. Fussilet, 40

    22. er-Ra’d, 14

    23. Fâtır, 14

    24. Şuara, 26

    25. Gâfir, 60

    26. er-Razi, a.g.e, c. 32, s. 147-148

    27. Muhammed b. Cerir et-Tâberî, Muhtasar Tefsir-i Tâberî, c. 2, s. 560, tsz, yy.

    28. Abdurrahman Ali b. Muhammed el-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, c. 9, s. 254, Beyrut, 1986

    29. Elmalılı, M. Hamdi Yazır, a.g.e, c. 10, s. 12-13

    30. Nursî, Bediüzzaman Said, Münazarat, s. 71

    31. el-En’am, 108

    32. Elmalılı, a.g.e., c. 3, s. 494

    33. Ömer b. Muhammed eş-Şirazî el-Beyzavî, Tefsir’ül- Beyzavî, Beyrut tsz.

    34. Âlu İmran, 70

    35. Âlu İmran, 71

    36. Âlu İmran, 110

    37. Âlu İmran, 64

    38. er-Razi, a.g.e., c. 8, s. 85-86

    39. el-Maide, 51

    40. Elmalılı, a.g.e., c. 3, s. 265, 266

    41. el-Mümtehine, 8

    42. Elmalılı, a.g.e., c. 3, s. 265-266

    43. Şiblî, a.g.e, c. 2, s. 117

    44. eş-Şibli, a.g.e, c. 2, s. 117-118

    45. eş-Şibli, a.g.e, c. 2, s. 118

    46. Nursî, Münazarat, s. 67-68

    47. Nursî, a.g.e, 70-71

    48. Nursî, a.g.e, 70

    49. Nursî, a.g.e, 71

    50. Nursî, Lem’a’lar, s. 155, Germany, 1994

    51. Hucurat, 10

    52. Fussilet, 34

    53. Âlu İmran, 134

    54. Nursî, Mektubat, s. 254, Germany

    55. Fâtır, 18

    56. Zilzâl, 7-3

    57. Buhari, Mezalim, s. 3

    58. İmam Gazalî, İhyâ-u Ulûmi’d-Din, c. 2, s. 449, İst.

    59. Buhari, Nikah, 4-5

    60. Müslim, Birr, 58

    61. Nursî, Sünühat, s. 12, İstanbul, 1977

    62. Nursî, Mektubat, 256

    63. Furkan, 72

    64. Tegâbün, 14

    65. Fussilet, 34

    66. İmam Gazalî, İhyâ-u Ulûmi’d-Din (Terc. Ahmet Serdaroğlu), c. 3, s. 400, İst. 1977