Köprü Anasayfa

Hoşgörü: Nereye Kadar?

"Kış 97" 57. Sayı

  • Toplumsal Barışın İlk Şartı: İnanca Saygı

    Ali Mermer

    Dr.

    Her bir insanın gerek kişisel hayatını düzenlemesinde, gerek toplumsal hayatın oluşturulmasında, belki en belirleyici soru şudur: Kuralı kim koyacak?

    Bu soru, insanın varlık anlayışı, kâinatı yorumlayışı, dünya ve hayat görüşü ile de doğrudan ilgilidir. Zira insan, sözkonusu soruya, tüm bu konularda taşıdığı fikir ve inanç uyarınca cevap vermektedir.

    Bu sorunun cevabı ise, esasen iki noktada toplanır: din ve felsefe.

    Dine göre, insan tesadüfen var olmadığı gibi, başıboş da değildir. Bir Yaratıcı vardır, âlemi ve insanı o yaratmıştır. Yarattığı kâinat, O’nun herşeyi bir kasd ve hikmetle yaratan, hiçbir şeyi boşu boşuna var etmeyen, her bir işte bir amaç gözeten bir Yaratıcı olduğunu göstermektedir. O’nun insanı yaratışında da elbette bir kasd, amaç ve hikmet vardır. Hem, yaratılan hakkında kural koyma hakkı, en başta, onu yaratana aittir. Yaratıcı, insanın yaratılış amacını gerçekleştirmesini mümkün kılan ve ona doğuştan verilen fıtrî özelliklerle uyum içinde olan bu kuralları insanlara peygamberler ve semavî kitaplar aracılığıyla iletip tesis etmektedir.

    Buna karşılık, ‘felsefe’ başlığı altında özetlenen bir düşünce çizgisi daha mevcuttur. Burada, iki yanlış anlamaya hemen değinelim: ‘Felsefe eşittir düşünce’ şeklinde bir sunuş tarzı yanlıştır. Bu, dini akıl-dışı ilan eden inkârcıların ürettiği bir sunuş tarzıdır; oysa din de insanı düşünmeye çağırmaktadır. Öte yandan, felsefenin dinden ayrı bir çizgi oluşturması demek, onun baştan sona Yaratıcıyı inkâr üzerine kurulu olduğu anlamına gelmez. Bir Yaratıcıya inanan filozofların sayısı, inkâr edenlerden çok daha fazladır. Felsefenin dinden ayrı bir çizgide ele alınmasının sebebi Yaratıcıyı inkâr ediyor olması değildir. Yaratıcı ister kabul edilsin, ister red, felsefeye rengini veren asıl unsur, hakikatı insanın kendisinin bulacağı, hakikatı bulmak için vahye ve peygambere gerek olmadığı inancıdır.1 Felsefe, “Durum bu olduğuna göre, insan gerek bireysel, gerek toplumsal hayata ilişkin kuralları kendi kendine bulabilir ve koyabilir; nitekim, çağlar boyu deneme-yanılmalarla bu yolda ilerlemektedir ve bir gün en iyi kuralı kendisi bulacaktır” demektedir.

    İnsanlık tarihinin her döneminde, her bir insan, bu iki ana çizgiden biri ya da diğeri içinde yer alagelmiştir. Bireyler kadar toplumların hayatına da bu iki çizgiden biri mührünü vurmuş, ana çatısını bu iki çizgiden birinin oluşturduğu değişik medeniyetler kurulmuş, iki çizgi arasında belli temaslar da gerçekleşmiş, ama bu genel çizgi değişmemiştir. Bu iki çizgi, varolduğu sürece, ya bir uyum haline ulaşmış; veya, çoğunlukla birbiriyle gerilim ve çatışma içerisinde olmuştur.

    Meselâ, din-dışı bir mahiyet taşıyan ve dini ezmeyi amaçlayan Roma uygarlığı, zamanla Hıristiyanlık ile barışarak Hıristiyanî bir nitelik almış; ama bu, Hıristiyanlığın özünden çok şey yitirmesi pahasına olmuştur.2 Bin küsur yıl Hıristiyanî bir ton içinde yaşayan Roma ve Yunan’ın çocuğu hükmünde olan, onlar gibi temelde ‘felsefe’ çizgisinde gelişen Batı medeniyetini de, dine karşı tarihin kaydettiği belki en keskin ve kapsamlı mücadeleyi yürüttüğü iki yüzyılın akabinde, bugün benzer bir ‘uzlaşma’ arayışı içinde görüyoruz.

    Bu ‘uzlaşma’ arayışı, elbette kolaylıkla gerçekleşmiş değildir. Çağdaş Batı medeniyeti, düne kadar, toplumsal hayatta vahyin belirleyici olmasını, yani kuralı Yaratıcının koymasını reddetmiş, ama Mutlak’ı reddetmemiştir.3 Bir yanda dini bireylerin vicdanına hapsederken, öte yanda hayatın her alanında belirleyici olanın din değil, felsefenin ürünü olan modern bilim olduğunu ileri sürmüştür. Mutlak hakikatı da din değil, bilim gösterecektir. Vahyin yerine bilimi koyan ve insanı tanrılaştıran bu zihniyet, bilimsel ilerlemelerle birlikte gelen başdöndürücü teknolojik gelişmeleri, bu temel yaklaşımı için mükemmel bir meşruiyet aracı olarak kullanmıştır.

    Yirminci yüzyıl ise, ‘felsefe’ çizgisinde temellenen ve iki muzaffer yüzyıl yaşayan bu medeniyetin ne getirip ne götürdüğünün tam bir ‘sağlama’sı hükmünde olmuştur. Dünya, uzun tarih sürecinde ilk defa dünya savaşı yaşamıştır. Bunu, elli beş milyon insanın ölümüne, Polonya gibi bir ülkenin nüfusunun yarıdan çoğunu yitirmesine, iki Japon şehrinde yalnızca insanların değil, tüm canlıların feci bir biçimde mahvına yol açan daha dehşetli bir ikincisi izlemiştir. Yine bu yüzyılda, 1917 Devrimini izleyen yetmiş yıl boyu tüm dünya müthiş bir komünizm kasırgasına şahit olmuştur. Ayrıca, modern ulus-devlet anlayışı yüzünden, hemen her devlet daha küçük ‘ulus’ parçalarına bölünmüştür ve hâlâ daha bölünmektedir. Ki bu iş, istisnalar bir yana, uzun yıllar süren çok kanlı mücadeleler ek-seninde seyretmektedir. İnsanı insanın kurdu gören çağdaş medeniyet, çevresini de tahrip etmiş durumdadır. Dünya, tarihinde ilk kez, topyekün bir ekolojik felâketin eşiğindedir. Kısacası, çağdaş uygarlık dünyayı iktisadî, siyasî, sosyal, bireysel, ekolojik veya devletler arası bir dizi ‘savaş’la ve o oranda bir ‘barış’ problemiyle yüzyüze getirip tıkanmış durumdadır.

    Bir ‘medeniyetler çatışması’ndan da söz edilen böyle bir ortamda, kavga ve savaşta çıkarı olanlar hariç, herkes ‘barış’ istiyor. Gerek global, gerek yerel düzlemde; gerek toplumlar arasında, gerek toplum içinde barışın nasıl sağlanacağı sorusu üzerinde duruluyor. Dolayısıyla, gerek global, gerek yerel düzlemde, ‘hoşgörü,’ ‘barış içinde birarada yaşama,’ ‘çoğulculuk’ gibi kavram, anlayış ve yaklaşımların ‘yükselen değerler’in başında yer alması, şaşırtıcı olmasa gerek.

    ‘Felsefe’ çizgisinde gelişen çağdaş uygarlığın bu eksendeki cevap arayışlarında, iki ayrı yön gözlemlemek mümkün: (1) En azından barışı sağlama fonksiyonu yükleyerek, dine biraz daha alan açma. (2) Dünün hâkim tavrı olan dini reddedip Mutlak’ı bilimin eline verme yerine, herşeyi izafileştiren post-modern bir yaklaşım geliştirme.

    Buna karşılık, hayatının genel çizgisini ‘felsefe’ ekseninde değil, din ekseninde oluşturan bireyler ve toplumlar içinde de değişik ‘barış’ önerileri görüyoruz.

    Bu yaklaşımların önemli bir kısmında ise, ne yazık ki, ‘iman-temelli’ bir yaklaşımdan ziyade, ‘strateji,’ devlet veya coğrafya temelli bir yaklaşım görülmektedir. Meselâ, belli bir kara parçası içinde yaşayan, belli bir devletin ‘vatandaş’ı olan bireylere, bu özellikleri esas alınarak yaklaşılmakta; ‘ortak payda’ belli bir devletin vatandaşı olma, belli bir ülkenin ‘çocuğu’ olma temelinde aranmaktadır.

    Maamafih, burada, tüm bu yaklaşım ve önerileri tek tek tahlil edecek; olumlu ya da olumsuz, doğru ya da yanlış yönlerini tek tek irdeleyecek değiliz. Bunun yerine, Kur’ânî bir tefekkürle yoğrulan Risale-i Nur’un konuya bakışının en önemli unsurlarından birine dikkatlere çekmekle yetineceğiz.

    Medeniyete bakışına ilişkin olarak yaptığımız kapsamlı bir analizde sergilemeye çalıştığımız üzere, Said Nursî için, çağdaş Batı medeniyeti topluma barış getirecek hiçbir özelliğe sahip değildir. Çağdaş medeniyetin temel esaslarına bağlı kalındığı sürece toplumsal barışa ulaşmanın imkânı yoktur. Çünkü, üzerine bina edildiği felsefe, insanın gerçeği kendi başına bulabileceği iddiasındadır. İnsan ise, her zaman kendi çıkarını gözeten, kendini öne çıkaran ve haklı gören bir nefis taşımaktadır. Yaratıcısını tanımayan, başka bir merciyi de tanımaz. Tanısa da, işine geldiği kadarıyla tanır. Keza, yaratılmış bir varlık olarak, insan kendi başına mutlak gerçeği kuşatamaz. Yaratıcısının vahyine sırt çevirdiği sürece, bir açıdan isabet etse de, diğer bir açıdan yanılır. Sonuçta, tercihleri hep eksik, yanlış ve izafi kalır. Nitekim, bugün o göz kamaştırıcı teknolojik gelişme, insan hayatı için çok ciddi imkânlar sunmasının yanısıra, yalnız insanın değil, tüm canlıların hayatını tehdit eder konumdadır. Yahut, Batı açısından, sermaye birikimini sağlayarak büyük ölçekli sanayi yatırımlarına imkân verdiği söylenen faiz, öte yandan 1917 Devriminin, dünyayı yetmiş yıl kasıp kavuran komünist kasırganın ve hâlâ daha devam eden birçok toplumsal kavganın en önemli sebebini, sermayenin emeğe tahakkümünü beslemektedir.

    İşte bu bakımdan, Kur’ân’ın öngördüğü medeniyet ile felsefenin netice verdiği medeniyet mukayesesini keskin bir biçimde yapan Said Nursî, toplumsal barış için, felsefe çizgisinin nübüvvet çizgisi ile ‘imtizaç ve ittihad’ını şart koşmaktadır. İnsanlık âlemi, ilk insanlardan bugüne, bu iki çizgi içerisinde yer alagelmiştir. Her tarafta, her asırda ve her bir sosyal grup içerisinde bu iki ana akım dal-budak salmıştır. Ve felsefe silsilesi, dayandığı temeller itibarıyla kendi içinde bir çatışmayı içerdiği gibi, nübüvvet çizgisiyle de sık sık çatışma halinde olmuştur. Ve ne vakit, o iki silsile imtizaç ve ittihad etmişse, yani felsefe çizgisi diyanet çizgisine dehalet edip itaat ederek hizmet etmişse, insanlık âlemi mutlu bir toplumsal hayat geçirmiş ve barış içinde yaşamıştır. Ne vakit ayrı gitmişler ise, bütün hayır ve nur nübüvvet ve diyanet çizgisinin, bütün şerler ve dalâletler felsefe silsilesinin etrafına toplanmıştır (242/2).

    Yaşadığımız asrın, iki dünya savaşı başta olmak üzere tüm karmaşası, bunun en açık delilidir.

    Bu bakımdan, toplumsal barışın çözümü elbette ‘medeniyetler çatışması’nda olmadığı gibi, post-modern söylemin ısrarla üzerinde durduğu ‘izafilikler buluşması’nda da değildir. İnsan fani ve sınırlı bir varlıktır; ne sonsuzu kuşatabilir, ne de mutlakı. Aşkın bir Varlığa değil, bizatihî insana dayanan felsefe, yapısı itibarıyla elbette izafilikler sunar. Bilim ve felsefenin ‘mutlak’lık iddiası zaten cür’etkâr bir hataydı. Bu hatanın bedeli de çok ağır ödendi. Bu modern bedel karşısında post-modernizmin sunduğu barış önerisi ise tutarsızdır. Mahiyeti itibarıyla Mutlak ve Müteal bir Varlık’a dayanan din, asla izafilikler sırasına dahil edilemez. Bunu teklif etmek, dine din olmaktan çık, demektir.

    Risale-i Nur’un sunduğu ‘silsile-i felsefenin diyanet ve nübüvvet silsilesine dehalet edip itaat ederek hizmet etmesi’ önerisi ise, mâkul ve tutarlı bir öneridir. ‘Hoşgörü,’ ‘uzlaşma,’ ‘barış içinde birarada yaşama’ ya da ‘çoğulculuk’ gibi yaklaşımların da, bu öneri temelinde değerlendirilmesi gerekmektedir.

    ‘İzafîlikler buluşması’ mı?

    Bu konunun detaylarına girmeden önce, şöyle bir örnek üzerinde durmanın bizim için yardımcı olacağını düşünüyorum.

    Din kaygısı taşımayan bir kişi ile dinin emrine uyarak yaşayan başka bir kişiyi ele alalım. Birinci kişinin, bir Ramazan ayında oruç tutan bir Müslümanın ziyaretine geldiğini düşünelim. Müslüman arkadaşı oruç tuttuğu için, hangi nedenle olursa olsun, beraber oldukları sürece birşey yemeyen ve içmeyen bu kişi, vicdanı ile ne kadar çelişkiye düşer? Kendi değerlerinden ve insanlığından ne kaybeder? Elbette hiçbir şey.

    Olayı bir de tersinden ele alalım. Bu Müslüman kişi, oruçlu olduğu bir zamanda, din kaygısı taşımayan arkadaşını ziyarete gittiğinde, kendisine yapılan ikramı geri çevirmiş olmamak için farz olan orucunu bozabilir mi? Veya, arkadaşının hatırını kırmamak için küçücük bir parçayı olsun alıp yiyebilir mi? Bu, mümkün değildir. Böyle yapmasıyla inandığı Rabbin emrini çiğnemiş olur. İnandığı değeri çiğnemiş; yaratılmış biri olarak Yaratanın koyduğu kurala göre yaşaması gerekirken, kendisi bir kural oluşturarak inancıyla ve vicdanıyla çelişkiye düşmüş olur.

    Konuyu pekiştirmek için, ikinci bir örneği daha inceleyelim.

    İnanmayan, dolayısıyla dünyasında ‘tesettür’ diye birşey de olmayan bir hanım, inanan bir aileyi ziyarete gitti, diyelim. O, davranışlarını ilahî bir emr üzere belirlemediği için, mini etek de giyiyor, başka türlü de giyiniyor olabilir. Kendisi, bu mü’min ailenin mini etekten rahatsız olduğunu elbette bilmekte; bu rahatsızlığın da inançlarından kaynaklandığından haberdar bulunmaktadır. Onun, mini etekle bu ailenin ziyaretine gitmesi, mü’min erkek için olduğu gibi, başka bir kadının dizinden yukarısına bakması haram olan mü’mine kadın için de bir rahatsızlık unsuru olacaktır. Bu inanmayan hanım, bu aileye muha-tap olurken, mini etek yerine uzun bir etek, kısa kollu bir gömlek yerine bileğe kadar kolu örten bir gömlek giymiş olsa, ne kaybeder? İnancından taviz vermiş duruma düşer mi?

    Durumu bir de tersinden alalım. İnanmayan bir aileyi ziyarete giden bir mü’min ailenin hanım ferdi, ziyarete gidecekleri ailenin mini etekli dolaştığını düşünerek, onları rahatsız etmemek için saçının hiç olmazsa bir kısmını olsun dışarı çıkarsa; bacaklarını ayak topuğuna değil, dizine kadar örten bir elbiseyi tercih etse, ne yapmış olur? İnancından taviz vermiş; ‘hoşgörü,’ ‘müsamaha’ veya ‘uzlaşma’ adı altında, inancı ile çelişkiye düşmüş olmaz mı?

    Bu iki örneği, kişileri bir anda iki kutba ayırmak için vermiş değiliz. Bilakis, Said Nursî’nin de belirttiği üzere, insanları kesin çizgilerle belirlenmiş bir siyah-beyaz ayrımına tâbi tutmanın sakıncalı olduğunun farkındayız. Nitekim, her Müslümanın her vasfının müslümanca olması lâzım gelirken, vâkıa böyle değildir. Aynı şekilde, her kâfirin her vasfı da küfründen kaynaklanı-yor değildir. Diğer bir deyişle, bir Müslümanın iman-dışı bir fiil sergiliyor olması da, bir inançsızın imanın gerektirdiği bir fiili işliyor olması da mümkündür (333/1).4 İnanmayan insanlar her fiilleriyle dinin dışında kalıyor olmadıkları gibi, inananlar da davranış tercihlerini her zaman dinî kurallara göre yapmıyor olabilmektedir. Öyleyse, kişileri yargılamak yerine davranışları irdelemek daha mâkul bir tutum olacaktır.

    İşte, dinî bir inançtan kaynaklanan davranışları tahlil ettiğimizde, bu davranışların ardında belli kabullerin varlığını görürüz. Bunlar kısaca şudur: Kâinat yaratılmıştır; ben de bir yaratığım. Mevcudatı kasıtla yaratan bir Yaratıcı vardır. Bu dünyadaki hayattan sonra tekrar yaratılma sözkonusudur. Bu dünya bir imtihan yeridir. İnsan, iradesi ile, Yaratıcının kasdına uygun tercihler yapma gibi bir sorumluluğu taşımaktadır…

    Bütün semavî dinler, tahrife uğramış haliyle bile Hıristiyanlık ve Yahudilik dahil, bu gibi konularda ittifak etmektedir.

    Oysa, dinî bir inançtan kaynaklanmayan davranışlar farklıdır. Bu davranışlar ya kişinin kendi arzusuna veya sosyo-kültürel faktörlere dayanır. Dinî ve dolayısıyla ilahî bir kaynaktan gelmeyen bu davranışlar, kişiyi kendinden daha üstün bir Varlığa karşı sorumlu kılmaz. Toplum, kişiden daha üstün bir varlık değildir çünkü. O ne yaratıcıdır, ne de insana öldükten sonrası için bir sorumluluk yükleyebilir.

    Öte yandan, kendini yaratılmış olarak tanımlamayan bir kişi, kâinatı da yaratılmış olarak göremez. Onun gözünde herşey tesadüfen oluşmuştur. Onun evren anlayışı rastgele evrimler, tesadüfî değişimler, şans gibi kör unsurlarla doludur; kısacası, inançsız bir insan kaotik bir evren anlayışı taşımaya mahkûmdur. İnançsız bir insan, kâinatı bir Yaratıcıya vermeyip tesadüfîliklere teslim ettiği gibi, kendi hayatına da rastgelelikler hâkim olacak; bir Aşkın Varlığa karşı sorumlu olmadığı için, kendi izafîlikler dünyasında her an kural değiştirmeye müsait bir halde bulunacaktır.

    Vâkıa bu olduğuna göre, toplumsal barışın ön şartı olan, farklı dünya görüşlerinden kaynaklanan davranışlar sergileyen kişilerin barışı açısından, inanmayan kişinin inananın inancına saygılı olması bir zorunluluktur. Zira, inançsız kişi Aşkın bir Varlığa dayanmayan, değişebilir bir kanaat taşırken, mü’minin asla vazgeçemeyeceği inanç sabiteleri sözkonusudur. Mü’minden barış için bunlardan taviz vermesini istemek, barışı istememektir.

    Kaldı ki, böyle bir şeye gerek de yoktur. Yaratıcıya inanan ve O’na karşı kendisini sorumlu bilen bir mü’min, dünya görüşü gereği barışı istemek zorundadır. Yoksa inancıyla çelişkiye düşer. Mü’min hem herşeyin bir kasda binaen, anlamlı ve faydalı bir düzen içerisinde tek bir Yaratıcı tarafından yaratıldığına; insanın bu Yaratıcının koyduğu kurallara uymak ve mevcudat arasındaki barışı, âhengi, yardımlaşmayı bozmamak gibi görevlerinin olduğuna, yani tüm yaratıklarla kardeş5 olduğuna inansın, hem de insan denilen kardeşleriyle barışı istemesin, bu mümkün değildir.

    Mü’minin, aynı dünya görüşünü paylaşmadığı insanlara karşı tavrı da düşmanlık değil, ancak acımak suretinde olabilir. Çünkü, sevgi ve düşmanlık, ışık ve karanlık, varlık ve yokluk gibi, birbirine zıt iki haldir. Bir insanda ikisi birden asıl haliyle var olamaz. Dolayısıyla, fıtratı sevgiyle yoğrulmuş olduğu için, mü’minde düşmanlık hissi, ancak acımak suretinde tezahür eder. Velhasıl, iman sevgiyi, İslâmiyet kardeşliği gerektirmektedir (1982/1).6

    Bir mü’minin diğer insanlara karşı düşmanlık hissi beslediği görülürse, o mü’mine “Lütfen biraz anlayışlı ol, biraz toleranslı ol, hoşgörü göster” denmez. “İmanındaki bir eksikliği, bir kemalsizliği tamamla” denilir. Bir mü’minin kendisi gibi düşünmeyen, yani aynı inancı paylaşmayan bir topluma adapte olmasını sağlamak amacıyla inancından ‘taviz’ vermeye zorlamak ise, Yeni Said’in gözlemlerine göre, onun toplum hayatı için bir zehir olmasını istemek, hatta anarşist olmasını istemek demektir. Risale-i Nur’un birçok yerinde değişik bağlamlarda bu hususu ele alan Yeni Said, Müslümanların inançlarından taviz vererek modern topluma uyum sağlamalarını isteyenlere karşı “Bir Müslüman, başka milletlerin efradı gibi değildir” uyarısında bulunur. Hz. Muhammed son peygamber olduğuna göre, onu reddeden, tüm peygamberleri, tüm semavî dinleri de reddeder. İslâm dinini bırakan, başka bir semavî dine hiç giremez, olsa olsa anarşist olur, hiçbir kayıt altında kalmaz, hiçbir kural tanımaz; ya mutlak bir istibdaddan veya mutlak bir rüşvet politikasından başka hiçbir terbiye ve tedbirle idare edilmez (1773/1).7 Nitekim, dinî inançları sarsılmış olan kişilerin, özellikle gençlerin anarşist olmaması, topluma kazanılması için verilen rüşvetleri hepimiz gözlemlemekteyiz.

    İman ve küfür, mahiyet itibarıyla farklıdır

    İman ile inançsızlık arasında bir mahiyet farklılığı mevcuttur. Bu farklılığı gözardı ederek her ikisini de aynı kefeye koymak, toplumsal barışın sağlanmasını bir çıkmaza sokmak demektir. Böyle bir çıkmaza girmemek için, toplumsal barış modelleri üretenlerin, iman ile inançsızlığın mahiyetindeki şu üç temel farklılığa dikkat etmeleri gerekir:

    A. Kendisini ve bir parçası olduğu kâinatı tesadüfen var olmuş varlıklar olarak tanımlayan bir kişi, hayatını nefsinin arzularına göre, bencilce düzenlemek durumundadır. Topluma ve çevreye olan saygısı bile nihaî tahlilde kendi çıkarı için olan bu kişinin, kendinden daha üstün, kendini yargılayacak bir otorite tanıması ve ona karşı sorumluluk hissetmesi beklenmez. Böyle bir kişinin dünyasında vazgeçilmez, olmazsa olmaz prensiplerden bahsedilemez. Böyle bir kişinin, kendinden üstün bir Varlığa karşı sorumluluğu olmadığından, ya nefsinden ya da sosyo-kültürel faktörlerden kaynaklanan davranışlarından vazgeçmesi onun için bir vicdanî çelişki doğurmadığı gibi, insaniyetinden de birşey kaybettirmez. Bilakis, transandantal, aşkın, gerçek bir otorite özelliği taşımayan nefsin arzularına veya toplumsal yaptırım güçlerine—moda, gelenek vs.—rağmen kararlar alabilmesi o kişinin sahte putlara karşı koyabilme duygusunu güçlendirir. Bu ise, insanlığının bir gereğidir; vicdanî bir rahatlama vesilesidir.

    Dinî inanca sahip olan kişi ise, kendinden daha üstün bir Varlığa inanır ve kendi nefsinin değil, o Varlığın koyduğu dinî kurallara, yani şeriata uymak zorundadır. Bu kişiye “İnancından taviz ver” demek, “Kendinden daha üstün bildiğin otoriteye karşı çık” demeye gelir. Ki bu teklif o kişi için vicdanî bir çelişki doğurur. Vicdanı ile çelişki içinde yaşayan bir kişi ise insanlığını kaybeder. Kâinatın yaratıcısıdır diye bildiği Allah’ın kurallarından taviz veren, daha hiçbir kural tanımaz, canavarlaşır.8

    B. Dinî inanca sahip olmayan bir kişi, özünde çıkarcılığı taşıyan inançsızlığından vazgeçtiği oranda sevgiye, âhenge, kardeşliğe, barışa, hoşgörüye yaklaşır. Öte yandan, dinî inancı olan kişi, kendini, tüm mevcudat ile kardeşlik bağları kurmasını sağlayan, kasıtla konulmuş bir yardımlaşma düzeninin parçası olarak görür. Özünde bütün yaratıkları sevmeyi zorunlu kılan böyle bir imandan verilecek taviz, o kişiyi çıkarcılığa, hatta anarşizme sürükler.9

    C. Küfür bir zandır. Kâinatın doğal olarak ya da tesadüfen var olduğunu iddia etmek, özünde bir isbatı taşımaz. Âlemin ve kendisinin bir Yaratıcısının olmadığını isbat edemeyen—çünkü âlemde yokun isbatı mümkün değildir—10 bir inançsız, fıtraten sevdiği kendisini ve diğer kişileri yalancılıkla, zalimlikle ve ebedî azaba atılmakla tehdit eden din karşısında lâkayt kalamaz. İnançsızlığından emin olmadığı için, kendisinin yanılıyor olabileceğini sürekli hatırlatan dini ve de hareketlerini dinî inançlara göre düzenleyen mü’mini sevemez.11 İnançsızlığı gereği, dine ve mü’mine düşman olur. Toplumsal barışın en büyük engeli olan bu düşmanlığın gide-rilmesi için inançsıza, “Zanna dayanan inançsızlığından taviz ver, hatta vazgeç” denilebilir.

    İman ise bir tasdiktir, bir iz’andır, bir teslimdir.12 Kâinatın veya kendisinin hiçbir parçasında tesadüf göremeyen bir insanın, “Ben tesadüfen var olmuş olamam; muhakkak ki, herşeyin anlamlı olduğu şu dünyayı kasıtla yaratan Biri olmalıdır” di-yerek Yaratıcıya inanması bir tasdiktir. Bu tasdik onu zorunlu olarak teslime götürür. Bunun için, mü’min inancından emindir. İnanmayan bir kişi, mü’minin gözünde, gerçeği bulamamış bir zavallıdır. İnançsız, onun dünyasında bir tehdit unsuru değil, bilakis acınacak birisidir. Mü’min, Allah’ın bir mahluku olan inançsızın şahsını sever, hatta hakikat oluşundan emin olduğu imana onun da ulaşması için dua eder.

    İnançsızlık toplumsal barışın sağlanmasında engel olma özelliğini gösterirken, iman toplumsal barışı zorunlu kılan bir faktör olma özelliğini taşır. Eğer toplumsal barış isteniyorsa, bir mü’mine “Tasdike ve teslimiyete dayanan imanından biraz taviz ver, veya vazgeç” denemez.

    İman ile inançsızlığın mahiyetlerine ilişkin bu analizden, toplumsal barışın tesisini ilgilendiren yönüyle çıkarılacak sonuç şudur: Toplumsal barışı tehdit eden bir anlaşmazlık sözkonusu olduğunda, inançlı kişiye, “İmanından taviz ver” denmez. Ancak “Nefsinden üstün bildiğin Yaratıcıya ve O’nun kurallarına—yani, dinin kurallarına—tâbi ol” denilir. Mü’min özünde tüm yaratıkların kardeş olduğunu bildiren inancına ne kadar sadakat gösterirse, toplumsal barışa o kadar katkısı olur.

    İnançsızın durumu ise tam bunun zıddıdır. “Zaten bir zanna dayanan ve özünde sevgi ve prensip taşımayan inançsızlığından taviz ver, hoşgörülü ol” çağrısında bulunmak pekâlâ mümkündür, hatta gereklidir.

    Sonuç

    Said Nursî, dinden kaynaklanmayan, insanların kendi akıllarıyla ulaşmış oldukları tüm düşünce ve hayat tarzlarına ‘silsile-i felsefe ve hikmet’ adını verir. Dinden ve dolayısıyla vahiyden kaynaklanan tüm düşünce ve hayat tarzlarını ise ‘silsile-i nübüvvet ve diyanet’ diye tanımlar. İlk insandan bugünlere uzanan bu iki silsile ayrı gittiğinde bütün hayırlar nübüvvet silsilesi etrafına, bütün şerler ise felsefe silsilesi etrafına toplanmıştır. Ne zaman bu iki silsile kaynaşmış ve birleşmişse; yani felsefe çizgisi nübüvvet çizgisine tâbi olmuş, ona itaat ederek onun izinde gitmiş veya ona dahil olmuş ise, insanlık barış içinde parlak bir toplumsal hayat yaşamıştır.

    Said Nursî’nin bu tesbitinin konumuz ile ilgili en önemli yönü, iki silsile arasında bir ‘imtizaç ve ittihad’ı, yani bir kaynaşma ve birleşmeyi öngörmesidir. Bunun yolu ise, zanna dayanan felsefe çizgisinin tasdike dayanan nübüvvet çizgisini dinlemesi, o çizgiye girip itaat ederek ona hizmet etmesidir.

    Bu tesbiti, konumuz açısından daha spesifik bir biçimde şöyle özetleyebiliriz: Dinî bir inançtan kaynaklanmayan davranış sahipleri, ne zaman dinî inançtan kaynaklanan davranışlara katılıp itaat etmiş, onları anlamaya çalışmış ve hatta onlara hizmet etmiş ise, insanlar hep birlikte mutlu bir toplumsal hayat yaşamışlardır.

    Bu sonuç, ilk bakışta insan aklına pratik bir soruyu getirmektedir: Eğer durum buysa, bir Müslümandan hiç hoşgörü beklenmeyecek mi?

    Müslümanın davranışı, gerçekten İslâmiyete göre ise, hoşgörüyü de içerir. Ondan ayrıca bir hoşgörü beklemek, hakikatten taviz vermesini istemek demektir. Müslümanın davranışı İslâmiyetten kaynaklanmıyorsa, yine bu kişiden hoşgörü değil, dininin kurallarına uyması istenir.

    Bir Yaratıcıya ve öldükten sonra bu dünyada yaptığı her işin hesabını vereceğine inanan bir mü’minin yalan söylemesi, hırsızlık yapması veya rüşvet alması, polis veya hapishane gibi toplumsal yaptırım unsurları devrede olmasa dahi, mümkün değildir. Fakat bir inançsızın, kendini nefsinden daha üstün bir otoriteye karşı sorumlu bilmediğinden, yalan söylemesi, hırsızlık yapması veya rüşvet alması zorunlu değildir ama mümkündür. Bu iki grup insanı barıştırmanın, onlara mutlu bir toplumsal hayat yaşatmanın yolu, karşılıklı olarak hoşgörülü olmaya davet değildir. Veya bir orta noktada buluşturmak, yani mü’mine “Birazcık da sen yalan söyle, hırsızlık yap, rüşvet al,” inançsıza da “Sen de biraz yalanını, hırsızlığını, rüşvetini azalt” demek değildir. Bu iki grubun gerçekten barış içinde olması için tek yol vardır: inançsızın mü’mine katılıp itaat etmesi ve yalan, hırsızlık ve rüşveti tamamen terketmesi. Mü’minden de, inançsızın bu olumsuz davranışlarda bulunabilmesine sebep olan inançsızlığından vazgeçmesi için sabırla dua etmesi beklenir.

    Dipnotlar

    1. İnandığı Allah’ı, “İbrahim’in Allahı, İshak’ın Allahı, Yakub’un Allahı—filozofların Allahı değil” şeklinde tarif eden Pascal’ın deizmi, din için, ateizm kadar tehlikeli görmesi, bu noktada dikkate değer. Bkz. Blaise Pascal, Pensées, İng. çev. A.J. Krailsheimer, (Londra: Penguin, 1966), s. 170.

    2. Öte yandan, muharref de olsa içinde kimi semavî hakikatler barındıran Hıristiyanlığın örtüsünü üzerinden sıyıran çağdaş medeniyetin sergilediği feci tablo, dine tâbi olmayan bir felsefenin insanlığın başına ne çoraplar öreceğini gören gözlere gösteriyor.

    3. Karl Popper, bu durumu şu ifadelerle anlatır: “Tanrı’ya karşı natüralist devrim, ‘Tanrı’nın yerine ‘Doğa’yı geçirdi. Bunun dışında hemen herşey aynı kaldı. Teoloji, yani Tanrıbilim yerini Doğa Bilim’e; Tanrı yasaları yerini Doğa yasalarına; Tanrı iradesi ve gücü yerini Doğa kuvvetlerine; nihayet, Tanrı düzeni ve yargısı da yerini Doğal Ayıklama’ya bıraktı.”

    Bkz. Karl Popper, ‘Toplum Bilimlerinde Öndeyi ve Kehanet,’ Bryan Magee, Karl Popper’in Bilim Felsefesi ve Siyaset Kuramı içinde, (İstanbul: Remzi Kitabevi, 1982), s. 148-149.

    4. Eski Said’in bir eseri olan Münazarat’ta “…her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi…” (1944/1) ifadesi kullanılmaktadır. Eski Said’in Yeni Said’e geçiş döneminde kaleme alınan ve 1923’te yayınlanan Lemeât’ta ise “Her müslimin her vasfı müslim olmak vacip iken, haricen her dem vaki, sabit değildir” (333/1) ifadesi yer almaktadır.

    Risale-i Nur’a ilişkin tüm referanslar, “Kaynaklı-İndeksli-Lügatlı Risale-i Nur Külliyatı” adı altında yayınlanan (Yeni Asya Yayınları, İstanbul 1996) iki ciltlik eserden alınmıştır. İktibasın veya verilen referansın bulunmasında kolaylık sağlaması için sayfa numarasının yanında, hangi sütunda olduğu da belirtilmiştir.

    Metin içinde yapılan iktibasların hemen yanında yer alan parantez içindeki rakamlar, yukarıda bahsi geçen Risale-i Nur Külliyatı’ndaki sayfa ve sütun numaralarını belirtir.

    5. Said Nursî, inanan kişinin bütün mevcu-datı dost ve kardeş gördüğünü, inancı olmayanların ise kendilerine düşman ve yabancı zannettiklerini Lem’alar isimli kitabında şöyle ifade eder:

    “İnsanın şu mevcudatta kendisine düşman ve ecnebî tevehhüm ettiği veya ölüler, yetimler gibi hayatsız perişan vehmettiği şeyleri nur-u iman ahbab ve kardeş sıfatıyla gösterir…” (756/2). Ayrıca, Lemeât’ta bir mü’min kâinata ‘Ey kâinat, kardeşler! Ne güzeldir halimiz…” diye hitap eder (324/1).

    6. Ayrıca Said Nursî, İslâmiyetin toplumsal hayata bakan ana prensiplerini açıklamak için 1909’da meşhur 31 Mart Olayı vuku bulmadan hemen önceki, siyasî kargaşanın zirvede olduğu dönemde yazmış olduğu makalelerde de benzer ifadeler kullanmıştır: “Biz muhabbet fedaileriyiz; husumete vaktimiz yoktur” (1930/2). “Bizim cemaatimizin meşrebi, muhabbete muhabbet ve husumete husumettir” (1930/1).

    7. Örnek olarak bkz. 558/2; 647/2; 1027/2; 1089/1; 1406/1; 1773/1; 1833/1; 1876/2; 1914/2.

    8. Said Nursî bir mahkeme müdafaasında şöyle der: “…bir Müslüman İslâmiyet dairesinden çıksa, mürted ve anarşist olur, hayat-ı içtimaiyeye zehir hükmüne geçer. Çünkü anarşi hiçbir hakkı tanımaz, insaniyet seciyelerini canavar hayvanların seciyelerine çevirir” (1876/2).

    9. İslâm ile diğer dinler arasında da böyle bir ters orantının olduğunu belirten Said Nursî, 1922’de yayınladığı Sünuhat’ta şöyle der: “Tarih bize gösteriyor ki, İslâm ne derece dine temessük etmişse terakki etmiş, ne vakit dinde zaaf göstermişse tedennî etmiştir. Başka dinde, bilakis, kuvveti zamanında vahşet, zaafı zamanında temeddün hasıl olmuştur” (2047/1-2). Yeni Said, bu konuda “Hıristiyanların hakiki dindar ruhanileri”ni (663/2), “İsevîlik din-i hakikisini” (643/1) istisna tutmuş; onları dinsizlere karşı Müslümanlarla ittifaka çağırmıştır.

    10. İnkârın çeşitleri ve isbatının mümkün olmadığı Risale-i Nur’un değişik yerlerinde izah edilmiştir. Özellikle s. 896-7’ye bakılabilir.

    11. Said Nursî 1920’lerin başında kaleme aldığı Hubab risalesinde şöyle der:

    “Kâfirlerin müslümanlara ve ehl-i Kur’ân’a düşman olmaları, küfrün iktizasındandır. Çünkü, küfür imana zıttır. Maahaza, Kur’ân, kâfirleri ve âbâ ve ecdatlarını idam-ı ebediyle mahkum etmiştir.

    “Binaenaleyh, Müslümanlarla ülfet ve muhabbetleri mümkün olmayan kâfirlere muhabbet boşa gidiyor. Onların muhabbetiyle karşılaşılamaz. Onlardan medet beklenilemez. Ancak HASBÜNALLAHİ VE Nİ’MEL VEKÎL diye Cenab-ı Hakka iltica etmek lâzımdır” (1313/1).

    12. Risale-i Nur’da iman şöyle tarif edilir: “İman ise ilimdir, vücudîdir, isbattır, hükümdür. Her bir menfî mes’elesi dahi, bir müsbet hakikatın ünvanı ve perdesidir” (896/2). “Zira iman hem tasdik, hem iz’an, hem iltizam, hem teslim, hem manevî timsaldir” (1981/1).