Köprü Anasayfa

Devlet ve İktidar

"Bahar 97" 58. Sayı

  • İslam'da Devlet Yönetiminin Yeri

    İlyas Üzüm

    İslam’da devlet yönetimi konusuyla ilgili, Kur’ân ve hadislerdeki temel yaklaşımlar, devlet kavramının erken dönemlerdeki anlaşılma biçimi, Hicretten sonra kurulan Medine site devletinin özellikleri, devleti oluşturan fertlerin siyasi üyelik şuurlanmaları, yasama, yargı ve icra hakkında temel hükümler, Emevi-Abbasi-Selçuklu-Safevi-Osmanlı çizgisinde geçirilen istihaleler, siyasi liderin özellikleri, belirlenme biçimi, biat ve azl hükümleri, ayrıca hilafetin ilgasından sonra müslüman düşünürlerin ortaya koyduğu devlet biçimlerinin tahlili gibi birçok husus bulunmaktadır. Bu yüzden İslam düşünce tarihi içinde kelam, fıkıh ve felsefe alanlarında konuyla ilgili zengin bir literatür oluşmuştur. Ancak bize göre bu hususlar içerisinde en merkezi konulardan birisi devlet yönetiminin İslam’daki konumunun ne olduğudur. Daha açık bir ifadeyle devlet başkanını belirlemenin ilahi bir tayinle gerçekleşip gerçekleşmemesi ve buna bağlı olarak devlet yönetiminin İslam’ın genel hükümleri içerisinde doğrudan iman konusu mu, yoksa fer’î bir konu mu olduğudur. Bu yazıda konunun bu yönü üzerinde durulacaktır.

    Bilindiği gibi İslami hükümler itikadî, amelî ve ahlakî olmak üzere üç gruba ayrılır. İtikadi hükümler dinin temel inanç esaslarıyla ilgili olup uluhiyet, nübüvvet ve sem’iyyat konularından oluşur. Açarak söylemek gerekirse, bunlar Allah’ın varlığı ve birliği, peygamberliğin gerçekliği ve Hz. Muhammed’in peygamberliği ile, öldükten sonra dirilme, cennet ve cehennemin hak oluşu gibi inanılması zaruri olan ve dinin diğer hükümlerine de temel teşkil eden hususlardır. Amelî ya da fıkhî hükümler ise amel keyfiyetine bağlı olarak emredilen hükümler olup namaz, oruç, hac gibi muhtelif ibadetler ile evlenme, talak, miras, alış-veriş gibi insanlar arası hukuki ilişkileri içeren muamelat konularıdır. Ahlakî hükümlere gelince; bunlar da insanların kendi aralarında ve diğer canlılarla olan münasebetlerini düzenleyen ve nefsin terbiyesine dayanan hükümlerdir.1 Devlet yönetiminin bunlardan hangisine girdiğini tespit etmek için önce Kur’ân ve hadislerdeki yaklaşımlar verilecek, sonra da konuyla ilgili İslam mezheplerinin anlayışları özetlenecektir.

    İslami literatürde devlet yönetimi imamet, hilafet ve imaret kavramlarıyla ifade edilir. Arapça’da değişmek, bir halden bir hale geçmek, dolaşmak, nöbetleşe birbiri ardınca gelmek anlamındaki "DVL" kökünden gelen devlet ise2 Kur’ân’da geçmez; ancak aynı kökten gelen iki kelime, birisi Uhud Gazvesi’nde nisbi yenilgiye uğramış müslümanlara ilahi sünneti beyan vesilesiyle,3 diğeri ganimetlerin çeşitli kesimler arasında taksiminin hikmetini belirtmek üzere4 sözlük anlamında iki yerde kullanılır. Aynı şekilde hadislerde de devlet sadece sözlük anlamında zikredilir.5 Tekrarlamak gerekirse, devlet, "halk, ülke ve egemen siyasal otoritenin birlikteliğinden oluşan siyasal bir örgütlenme" anlamında6 âyet ve hadislerde yer almaz.

    İslam’da yönetimin ifade edildiği kavramlardan imamet ise, sözlükte öne geçmek, başta bulunmak, çekip çevirmek, yol göstermek manasındaki "EMM" kökünden gelir. Terim olarak mezhep ve müelliflere göre farklı biçimlerde tanımlanmakla birlikte mesela Ehl-i Sünnet’ten Cüveynî’ye ( 478/1085) göre "din ve dünya işlerinin idaresi için genel başkanlık,"7 Şia’dan Mikdad b. Abdillah’a (862/1475) göre "gerçek sahibi olarak bir kişinin din ve dünya işlerinde umumi riyaseti"8 şeklinde tarif edilir. Bu tanımlarda ortak nokta imametin genel anlamda devlet yönetimi yahut devlet başkanlığı ifade etmesidir. İmam da devlet yöneticisi yahut başkanı demektir. Kur’ân-ı Kerim’de imamet kelimesi geçmemekle birlikte, aynı kökten imam kelimesi tekil ve çoğul (eimme) olarak beşer âyette olmak üzere on yerde geçer. Bunların hemen hepsinde imam sözlük anlamına uygun olarak önder ma-nasında kullanılır. Mesela bu âyetlerden birisinde Allah’ın bir zamanlar Hz. İbrahim’i imtihan ettiği anlatılır. Onun bu imtihanda başarılı olması karşısında Allah "Ben seni insanlara önder (imam) kılacağım" buyurur. Hz. İbrahim bunun üzerine "soyumu da" demiş, Allah da "ahdim zalimlere ulaşmaz" buyurmuştur.9 Keza iki âyette Hz. Musa’ya verilen kitabın imam ve rahmet vasfı taşıdığına işaret edilir. ( Hud 11/17, el-Ahkaf 46/12). Başka bir âyette ise kıyamet gününde bütün insanların liderleriyle (bi imamihim) çağrılacağı (el-İsra 17/71) belirtilir. Ayrıca diğer bir âyette antlaşmalardan sonra yeminlerini bozmaları ve dine saldırmaları karşısında küfrün önderlerine (eimmetü’l-küfr) karşı savaş açmak gerektiğinden (et-Tevbe 9/12) bahsedilir. Hadislerde ise imam sözlük anlamından başka ıstılahi olarak hem namaz kıldıran kişi, hem de devlet başkanı anlamında müteaddit defalar geçer. Meselâ kıyamet gününde Allah’ın arşının altında gölgelenecek kimseler sayılırken bunların başında adaletli devlet yöneticisi (imamün âdil) zikredilir.10 Keza Allah’ın en çok buğzettiği kimsenin zalim devlet yöneticisi (imamün cair) olduğu belirtilir.11 Görüldüğü gibi, imam kelimesi Kur’ân’da devlet yöneticisi anlamında hiç kullanılmamış, hadislerde ise yer yer kullanılmıştır.

    Yönetimle ilgili diğer bir kavram olan hilafete gelince "HLF" kökünden gelen bu kelime sözlükte temsil etmek, peşinden gelmek ve yerini tutmak gibi anlamları ihtiva eder.12 Istılahta ise, tıpkı imamet gibi, devlet yönetimini ifade eden bir terim olup; halife de devlet yöneticisi yahut devlet başkanı anlamına gelmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de halife kelimesi çoğullarıyla birlikte 11 âyette geçmekte olup,13 birisi hariç bunların tamamında (yaratılışça) Allah’ın yeryüzünde temsilcisi anlamında (msl. bk. el-Bakara 2/30, Yunus 10/14 ), bir âyette ise devlet yöneticisi anlamında kullanılmaktadır. Devlet yöneticisi anlamındaki âyetin meali şöyledir; "Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife (yönetici) yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet. Heva ve hevese uyma, sonra bu seni Allah’ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah’ın yolundan sapanlara Hesap Gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır".14 Görüldüğü gibi burada Davud Peygamberin halife, yani yönetici kılındığına dikkat çekilmekte ve adaletle hükmetmesinin emredildiği söylenmektedir. Hadislerde ise hilafet ve halife kelimeleri hem sözlük anlamında, hem de devlet yöneticisi anlamında birçok defa geçmektedir. Hilafetin 30 yıl olduğunu, ondan sonra saltanatın başlayacağını, keza hilafetin Kureyş’ten olması gerektiğini belirten hadislerdeki hilafet, devlet yöneticisi anlamındadır.15

    Yönetimle ilgili diğer bir kavram imarettir. Sözlükte emir verme, çoğalma, işleri yürütme ve başkanlık yapma manasındaki "EMR" kökünden gelen imaret son anlamı bakımından yöneticiliği de ifade eder. Küçük bir topluluktan geniş kesimlere kadar insan gruplarında yönetici vasfını taşıyanlara "emîr" denir.16 Kur’ân-ı Kerim’de buyurmak, emir vermek anlamında birçok âyette geçen bu kelime devlet yöneticisi anlamında "ulu’l-emr" (emir sahibi) şeklinde bir âyette geçer. İlgili âyetin meali şöyledir: "Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygambere ve sizden olan ulu’l-emr’e (idarecilere) de itaat edin. Bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüzde Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah’a ve Resul’e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir".17 Hadislerde imaret emir vermek, işleri yürütmek ve idareci olmak anlamında birçok rivâyette yer alır. İdarecilerin sıfatlarını sayan, kendisinden sonra gelecek yöneticilerin yapacakları olumsuzluklara temas eden ve onların akibetlerine işaret eden hadislerde geçen emîr (çoğulu ümera) devlet yöneticisi anlamındadır.18

    Bu kavramlardan başka devlet yönetimiyle ilgili hakimiyet ve meliklik kavramlarına da temas edilebilir. Sözlükte engellemek, menetmek anlamındaki "HKM" kökünden gelen hakimiyet egemenlik, hükümranlık ve kuşatmayı içerir. Kur’ân-ı Kerim’de muhtelif âyetlerde Allah’ın mutlak hakimiyetinden bahsedilir. Meselâ "De ki, ey mülkün sahibi Allah, mülkü dilediğine verir, dilediğinden alırsın; kimi dilersen onun kadrini yükseltir, kimi dilersen onu alçaltırsın, hayır yalnız senin elindedir: şüphesiz Sen herşeye güç yetirensin"19 âyeti Allah’ın mutlak hakimiyetini ifade eder. Kulların her çeşit sahipliği ve hakimiyeti ilahi iradeye bağlıdır ve izafidir. Meliklik de hükümranlık, sultanlık, krallık anlamındadır. Kur’ân-ı Kerim’de göklerin ve yerin Allah’ın olduğu, O’nun bütün mülkü elinde tuttuğu, herşeyin yegane sahibinin kendisi olduğu onlarca âyette işlenir. Ayrıca bazı peygamberlerin kıssalarından bahsedilirken zamanın meliklerinden (yöneticilerinden) söz edilir.20

    Görüldüğü gibi yönetimle ilgili olarak devlet, imamet, hilafet, imaret, hakimiyet ve meliklik kavramlarından devlet, siyasi bir teşkilatlanma olarak İslam’ın ana kaynakları olan Kur’ân ve hadislerde hiç yer almaz. İslami literatürde devlet idareciliği için kullanılan imamet ve yönetici anlamına gelen imam da bu anlamlarıyla Kur’ân’da yer almazken hadislerde bazı genel tavsif-leriyle geçer. Hilafet ve halife terimleri ise yöneticilikle ilişkili olarak Kur’ân’da bir yerde (Davud peygamberle ilgili) geçer, hadislerde imamet ve imam kavramlarında olduğu gibi bazı genel tavsifleriyle yer alır. İmaret ve emir yahut ulu’l-emr kavramlarına gelince, yine yönetici anlamında bir âyette geçer ve Allah ve Resulü ile birlikte "bizden" olan idarecilere itaat edilmesinden söz edilir. Hadislerde ise yine imam ve hali-fe için geçtiği tarzda bazı genel vasıflarıyla zikredilir. Hakimiyet ve meliklik kavramlarına gelince; Kur’ân’da mutlak hakimi-yetin ve melikliğin Allah’a ait olduğu onlarca âyette tekrarlanmakla birlikte, insanların devlet yönetimiyle ilgili siyasi hakimiyetlerinin bu ilahî hakimiyetle nasıl iliş-kilendirilecegi ve bu noktada hükümetin biçim ve fonksiyonunun nasıl olacağı konusunda açık bir kayıt bulunmaz. Hadislerde ise bu iki kavramın sözlük anlamlarında kullanılışından başka açıklamalar ortaya konmaz. Ancak âyetlerde ve Peygamberin sözlerinde durum böyle olmakla beraber, fiili bir sünnet olması hasebiyle Hz. Peygamber’in uygulamaları dikkate alındığında, onun Mekke’den Medine’ye hicret ettikten sonra Medine site devletini kurduğu ve kendisinin diğer vasıflarının yanında devlet başkanlığı vasfının da bulunduğu ve bu vasfıyla İslam toplumunu idare ettiği bilinmektedir. Buna göre Medine site devleti ister tam ve gerçek anlamda devlet örgütlenmesinin bütün özelliklerini kapsamadığı için cemaat örgütlenmesi, isterse kendine has yapısı olan devlet niteliği taşıdığı söylensin, müslümanlar siyasi bir örgütlenmeye gitmiş ve dinî telakkiye uygun sosyal ve idari bir yapı ortaya çıkmıştır.21

    Tarihî olarak bakıldığında şu görülüyor: Hz. Peygamber vefat ettikten sonra Beni Saide sakifesinde toplanan Ensar ve Muhacirler uzun ve tartışmalı görüşmelerden sonra Hz. Ebu Bekir’i halife seçmiş, Ashab gruplar halinde mescide gelerek ona biat etmiş ve müslümanlar kendisini Resulullah’ın halifesi olarak nitelemiştir. İki yıllık hilafetten sonra (632-634) rahatsızlandığında o, Ashabın ileri gelenleriyle görüşerek yerine Ömer’i tensip etmiş, Ashab da buna uyarak Ömer’e biat etmiştir. Ömer ilkin Resulullah’ın halifesinin halifesi, daha sonra mü’minlerin emirî diye anılmıştır.22 On yıl kadar (634-644) hilafet görevinde bulunan Hz. Ömer hançerlendiğinde halife seçimini altı kişilik şuraya havale etmiş, onlar da kendi aralarında görüşerek Hz. Osman’ı hilafete getirmişlerdir. Onun hilafetinin ikinci yarısında başlayan ve şehid olmasına (656) kadar devam eden iç karışıklıklar Hz. Ali’nin hilafete getirilmesiyle son bulmamış, Cemel ve Sıffin’de acı olaylar yaşanmış, onun da şehid edilmesinden sonra (661) oğlu Hasan altı ay kadar hilafette bulunmuş, daha sonra hakkından feragat ederek Şam valisi Muaviye ile sulh akdetmiş ve Muaviye ümmetin idareciliğine gelmiştir. Bu suretle hadisin de işaret ettiği hilafet dönemi (632-661) tamamlanmış ve saltanat dönemi başlamıştır. Aradan geçen on dört asır boyunca Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Safeviler, Osmanlılar ve muhtelif bölgelerde birçok hanedanlar kurulmuş, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaygınlaşan ulus-devlet anlayışıyla müslümanların yaşadığı coğrafyalarda çok sayıda devlet kurulmuştur.

    Diğer taraftan ilk dönemlerden itibaren kendisini gösteren siyasi ihtilaflar başka faktörlerin de etkisiyle siyasi mezheplerin doğmasına yol açmıştır. Başlangıçta bazı somut motifler üzerinde duran siyasi mezhepler yönetimle ilgili anlayışlarını zamanla sistemleştirmiş, dahası itikadî ve amelî konularda da görüşler ileri sürmüşlerdir. Tarih boyunca hem sayı, hem de İslam kaynaklarıyla ilişkileri bakımından ana gövdeyi oluşturan Ehl-i Sünnet de bir taraftan siyasi yönelişlerle ilgili metod ve prensipler vazederken, bir taraftan da siyasi eksenli İslam mezheplerinin siyaset anlayışı ve genel din anlayışlarını değerlendirmeye tâbi tutmuştur. Burada çok kısa olarak Ehl-i Sünnet ile siyasi mezheplerden Şia’nın devlet yönetimini İslam’ın genel hükümleri içerisinde nereye koyduklarına işaret edilecektir.

    Ehl-i Sünnet’e göre hilafet yahut imamet dinin itikadî değil, fıkhî yönüyle ilgilidir. Bu bakımdan devlet yönetimiyle ilgili hususlar akaid ve kelam kitaplarında değil, fıkıh kaynaklarında işlenmiştir. Ancak Şia’nın konuyu doğrudan iman konusu içinde değerlendirmesi karşısında Ehl-i Sünnet alimleri onların fikirlerini reddetmek üzere meseleyi kelam kitaplarında da incelemişlerdir. Buna göre Allah ve Peygamberi kimlerin imam olacağıyla ilgili herhangi bir açıklamada bulunmamış, bunu ümmetin düzenlemesine bırakmıştır. Dolayısıyla yönetici belirlemek Allah’a değil, ümmete gereklidir. Ümmet Kur’ân ve sünnet’in genel prensipleri doğrultusunda yönetici nasp eder. Nitekim Peygamberden sonra ümmet Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali’yi halife seçmiş, daha sonra ise meliklik dönemi başlamıştır. Ümmet tarafından seçilen ve masumiyet (günahlardan korunmuşluk) gibi hiçbir ilahî özelliği olmayan idareci başta adalet ve şura olmak üzere İslam’ın genel prensipleri içerisinde görev yapar. Bu görevler müslüman halkla ilgili dinî hükümlerin infazı, cezaların uygulanması, düşmanlara karşı ülke sınırlarının korunması, ordu teşkil edilmesi, zekat ve vergi toplanması gibi malî düzenlemelerin yapılması, zorbalık ve soygunculuğun engellenmesi, insanlar arasındaki ihtilafların çözülmesi vb. toplumsal hayatla ilgili görevlerdir. Ayrıca yöneticilerin zamanın en faziletlisi olması ve ismet sıfatlarının bulunması sözkonusu değildir.23

    Şia’ya gelince, onlara göre devlet yönetimi—literatürlerindeki ifadesiyle—imamet, dinin fıkhî yahut amelî yönüyle ilgili olmayıp doğrudan iman esaslarıyla ilgilidir ve imanın şartlarındandır. Zira imamet nübüvvetin devamıdır. Peygamberlik nasıl temel iman esaslarından birisi ise, onun uzantısı ve devamı olan imamet de bir iman esasıdır. Onlara göre iman esasları tevhid, adalet, nübüvvet, imamet (yönetim) ve mead olmak üzere beştir.24 Bunlara iman etmeyen Şiî-müslüman olamaz. Hatta Muhammed Bâkır’a (114/733) nispet edilen bir rivâyette imametin namaz, oruç, zekat ve hac’dan daha üstün olduğu belirtilir.25 Yine onlara göre yöneticilerin tayini Allah tarafından gerçekleştirilir. Nasıl ki peygamberleri Allah seçiyorsa imamları da O seçer. Allah’ın Peygamberin vefatından sonra imam olarak seçtiği kimseler, ilki Hz. Ali olmak üzere on iki kişidir. Bunlar tıpkı peygamberler gibi masum sıfatına sahip olup asla günah işlemezler. Onlara itaat peygambere itaat, peygambere itaat da Allah’a itaattir.26 Şia bu temel görüşlerini desteklemek üzere Kur’ân-ı Kerim’den ve hadislerden birçok delil getirir. Ancak imametin inanç esası olduğu, imamların masumluğu, Peygamberden sonra ilk yöneticinin Ali, sonra da onun soyundan gelen onbir kişi olduğu, bunların ilahî tayinle gerçekleştiği gibi temel hususlar Kur’ân-ı Kerim’in açık âyetleriyle bağdaşmaz.27 Ayrıca tarihî realite de Şia’nın imamet anlayışını destekler mahiyette gerçekleşmemiştir. Zira Allah tarafından imam seçildiği ileri sürülen on iki kişiden Hz. Ali ile Hasan’ın altı aylık dönemi istisna edilirse, bunlardan hiçbirisi fiilen devlet yöneticiliği yapmamış, hatta bu tür talep-lerde bulunmamış, hayatlarını iman ve ilme adayarak geçirmişlerdir. Öte yandan hilafet tartışmaları sırasında Hz. Ali kendisi hakkında ilahî bir tayin olduğu iddiasında bulunmamış, Şia’nın hilafetini bâtıl gördüğü Ebu Bekir, Ömer ve Osman’a bey’at etmiştir.

    Görüldüğü gibi Ehl-i Sünnet devlet yönetimini dinin füruu ile ilişkilendirirken Şia bunun bir iman esası olduğunu belirtmiştir. Başta Mutezile olmak üzere diğer itikadî mezhepler, siyasi mezheplerden Hariciler ve Şia’nın ana kollarından Zeydiyye de detaylarda farklı görüşlere sahip olmakla beraber devlet yönetiminin dindeki yeri konusunda da Sünni anlayışı benimsemiştir.

    Devlet yönetiminin dindeki yeriyle ilgili mezheplerin yaklaşımı böyle olmakla beraber, tarih boyunca Ehl-i Sünnet ve Şia’ya mensup alimler temel bakış açılarına uygun olarak yönetimle ilgili birçok nazariye geliştirmişlerdir. İtikadî bakımdan Sünni çizgide bulunan sufiler genellikle devlet yönetimiyle ilgilenmemiş, kendi dünyalarında geliştirdikleri yapılanmaya göre hareket etmişler; fakihlerin bir kısmı resmi sulta ile iç içe olmanın getirdiği zaafları nazariyelerine yansıtmış, kimileri ise ideal anlayışlara bağlı kalarak hareket etmişlerdir. Keza Şiî dünyada da üçüncü asırdan itibaren onikinci imamın gizliliğe geçtiğine inanılmasından sonra yönetimle ilgili hususlarda Usulî-Ahbarî ihtilafı baş göstermiş, Safevilerle birlikte Şia’nın iktidara gelmesiyle teorik anlayışlarda birtakım değişmeler olmuş, bilahare velâyet-i fakih nazariyesi vb. telakkiler ortaya çıkmıştır. Ayrıntıya girmeden genel vasfını söylemek gerekirse, Sünniler sosyal karışıklıklar çıkmaması düşüncesinden hareketle sabır ve resmi otoriteye isyan etmeme düşüncesiyle, Şiîler ise gizlendiğine inandıkları Muham-med Mehdi’nin zuhurunu beklemeye dayalı bir felsefe ile hareket edegelmişlerdir.28

    Sonuç

    Özetlemek gerekirse, İslam’ın ana kaynağı olan Kur’ân-ı Kerim’de devlet yönetimiyle ilgili doğrudan ve açık hükümler bulunmamaktadır. İlgili terimlerden devlet, imamet, hilafet, imaret, hakimiyet ve meliklik kavramları yönetim hakkında ciddi fikir verecek ya da model olacak muhtevada değildir. Esasen Kur’ân-ı Kerim’in temel gayesi insanlara içinde yaşadıkları âleme de atıflar yaparak Yaratıcı’nın birliğini, niteliklerini bildirip tanıtmak ve insanların Ona karşı kulluk görevlerini öğretmek olduğu için, her sûre ve âyette bu temel konu üzerinde durmuştur. İbadetin bir parçası da insanların insanlarla ilişkileri olması sebebiyle Kur’ân bu konuda başkalarının hukukuna zarar vermemek, sağlıklı karar verebilmek için meşveret etmek, görevleri ehline vermek, adaleti hakim kılmak gibi temel prensipler vaz’etmiştir. Bu prensipler Kur’ân’a uymaya çalışan insan ve topluluklarca —uymaları oranında—muhtelif formlarda hayatlarına yansımıştır. İnsanlara Allah’ın dinini tebliğ etmekle yükümlü olan Hz. Muhammed’in aynı zamanda kendisi de Allah’a kullukla yükümlü olduğu için bu prensiplere ziyadesiyle bağlı kalmış ve bunlar en parlak biçimde onun ve toplum düzeni olarak da Ashabın hayatında somutlaşmıştır. Nitekim o Medine’ye hicret ettiğinde iman altyapısına sahip mü’minlerin oluşturduğu toplumda dinin toplumsal hayatla ilgili hükümlerini tatbik etme imkanı bulmuş ve bu suretle site devletini kurmuştur. Böylece dinin ikinci kaynağı olan sünnette yönetim tabii biçimde gerçekleşmiştir.

    Kur’ân-ı Kerim’de ve sünnette devlet yönetimiyle ilgili durum böyle olduğu için Peygamberin ve ashabının yolunu takip eden ve müslümanların genel çoğunluğunu teşkil eden Ehl-i Sünnet bu konunun İslam’ın fer’î bir konusu olduğunu belirtmiş, Şia’nın dışındaki mezhepler de genelde bu anlayışa iştirak etmiş, Haricilerin ana kollarından Necedat devlet yönetiminin dinle hiç ilgisi olmadığını ve bu konuda ümmete hiçbir sorumluluk terettüp etmediğini iddia etmiştir.29 Şia ise devlet yönetimini dinin merkezine koymuş ve bunun temel iman esaslarından biri olduğun ileri sürmüştür. Ancak Şia’nın bu iddiası Kur’ân-ı Kerim ve tarihî realite itibariyle doğrulanmamıştır. Ayrıca onların ilahî seçilmişlik ve korunmuşluk vasfı yükledikleri imamlardan onikincisinin 260/873’te gizliliğe çekil-diğine inanılması pratikte onları diğer mezhep mensuplarıyla aynı konuma getirmiştir. Devlet yönetiminin İslam’ın fer’î bir konusu olması karşısında şu hususlar üzerinde durulabilir:

    a) Devlet yönetimini öne çıkaran ve iktidara endeksli bir İslam düşüncesi Kur’ân’ın kendi içinde kurduğu muvazeneli yapıyla bağdaşmaz. Zira İslami yapıda öncelikler iman esaslarınadır. Dinin fer’î hükümleri iman esasları üzerine bina edilir. Sosyal hayatla ilgili hükümler ise fer’î hükümlerin "ibadet"ler kısmından sonra gelir ve onun üzerine kurulur.

    b) İslam’da makâsıd (amaçlar) ve vesâil (araçlar) ayırımı yapıldığında devlet yönetimiyle ilgili bütün hususlar ikincisine girer. Zira dinde temel amaç Allah’a iman ve O’na kulluk etmektir. Dinin adaleti tesis, had cezalarını uygulama, asayişi sağlama gibi siyasi otoriteyi gerektiren ve otorite tarafından uygulanacak hükümleri de temel maksada hizmet etmesi açısından vesile mesabesinde bulunduğundan, ihmal edilmemesi, fakat hiçbir zaman da makasıd konumuna çıkartılmaması gerekir.

    c) Kur’ân’da ve Peygamberin hadislerinde yönetici belirlemeye yönelik nassların bulunmayışı ve Hulefâ-yı Râşidîn’in işbaşına geçiş biçimleri İslam’da cumhuri bir anlayışın bulunduğu biçiminde yorumlanmıştır.

    d) Yönetimle ilgili çalışmalar bazı kimselere çok cazip gelse de müslümanların öncelikli vazifesi Kur’ân’daki genel dengeleri dikkate alarak iman ve kulluğa dayalı bir hayat yaşamaları ve bundan mahrum olan kimseleri buna çağırmalarıdır. Bununla birlikte aynı amacı paylaşanların içtimai birlik oluşturmaları da yararlı, hatta gereklidir.

    Dipnotlar

    1. İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelam, İstanbul 1341, I, s. 22-27.

    2. Bk. İbn Manzûr, Lisânü’l- Arab, "DVL" md.

    3. Âl-i İmrân 3/140.

    4. el-Haşr 59/7.

    5. Bk. Wensinck, el-Mu’cemü’l-müfehres, "DVL" md.

    6. Ö. Demir, M. Acar, Sosyal Bilimler Sözlüğü, İstanbul 1992, "Devlet" md.

    7. Ebü’l-mealî Abdülmelik b. Abdillâh el-Cüveynî, el-Gıyasî, Katar 1401, s. 22.

    8. Mikdad b. Abdillâh, en-Nafi’ yevme’l-haşr, Tahran 1365, s. 40.

    9. el-Bakara 2/124.

    10. Buharî, "Zekat", 16.

    11. Tirmizî, "Ahkâm", 4.

    12. Bk. İbn Manzûr, Lisânü’l- Arab, "HLF" md.

    13. Bk. M. Fuad Abdülbaki, el-Mu’cemü’l-müfehres, "HLF" md.

    14. Sâd 28/26

    15. Bk. Wensinck, el-Mu’cemü’l-müfehres, "HLF" md.

    16. Bk. İbn Manzûr, Lisânü’l- Arab, "EMR" md.

    17. en-Nisa 4/59.

    18. Bk. Wensinck, el-Mu’cemü’l-müfehres, "EMR" md.

    19. Âl-i İmrân 3/26.

    20. Bk. M. Fuad Abdülbaki, el-Mu’cemü’l-müfehres, "MLK" md.

    21. Ahmet Davutoğlu, "Devlet", DİA, IX, 236.

    22. Bk. Abdullah b. Ömer ed-Dümeycî, el-İmâmetü’l-uzma, Riyad 1409, s. 35.

    23. Bk. Sadüddin et-Taftezânî, Şerhu’l-akaid, Kahire 1408/1988, s. 98.

    24. İbrahim ez-Zencanî, Akâidül-İmâmiye, Kum 1363, I, 111.

    25. Ebû Ca’fer Muhammed b. Yakub el-Küleyni, el-Usûl mine’l-Kâfî, Tahran 1365, II, 18

    26. Muhammed Rızâ el-Muzaffer, Akâidü’l-İmâmiye, Tahran ts., s. 34.

    27. Bu hususta Şîa’nın delil olarak getirdiği âyetler ve bunların tahlili için bk. Şükrî el-Alûsî, Muhtasaru’t-tuhfe, İstanbul 1988, s. 139 vd.

    28. Hayreddin Karaman tarih boyunca Sünnî dünyanın sabır ninnileriyle, Şiî dünyanın intizar (mehdi bekleme) düşüncesiyle uyutulduğunu belirtir (Bkz. Şiilik Sempozyumu, İstanbul 1993, s. 716).

    29. Muhammed b. Abdilkerîm eş-Şehristânî, el-Milel ve’n-nihal, Beyrut 1410/1990, I, 119.