Köprü Anasayfa

Devlet ve İktidar

"Bahar 97" 58. Sayı

  • Ulus-Devlet Bağlamında İktidar Sorunu

    Ömer Baldık

    Modern dönemde insan topluluklarının akılcı çözümler sayesinde cennetimsi bir huzur içinde yaşayacağına olan inancın ne kadar büyük bir safsata olduğunu yaşadığımız şu postmodern günlerde, bu iyimserliğin bir parçası olan ulus-devlet, hatta devlet de sorgulanması gereken önemli bir konu olarak karşımızda durmaktadır. Bu konuya giriş mahiyetinde olarak öncelikle homojen özellikler gösteren Vatandaş’ı muhatap almak suretiyle üniterliği esas tutan klasik ulus-devlet pratiğinin, postmodern değerlerle çatışma halinde bulunduğunu tespit edelim. Nesnellik yerine öznellik, doğru yerine doğrular, birlik yerine çokluk, mutlak yerine görecelilik gibi ögeleri önceleyen bu postmodern değerler, toplum düzenlemesini ele aldığımız vakit, ulus içinde etnik ve kültürel unsurları, tek tip vatandaş yerine kendini gerçekleştirme yolundaki bireyi, merkezi yönetim yerine yerel yönetimleri, yol gösterici devlet yerine yol açıcı devleti, buyurgan devlet yerine hizmetçi devleti vb. ön planda tutmaktadır.

    Bu dönüşümün arkasında, kendi meşruiyetini kendinde bulan "kutsal" devletin baskısına insanların giderek artan demokratik itirazları yatmaktadır. Açıkçası, birey ve kültürel gruplar, yukarılarda birilerinin kendileri adına ama kendilerini "takmadan" icraatta bulunmalarından bıkmıştır. Dolayısıyla, ayağı kaydırılan birey ve kültürel grupların kendini yeniden ispat etme çabaları ya da içine düşürüldükleri bu duruma tepki göstermeleri belki de en belirleyici etken olarak gözükmektedir. Çünkü, ulus-devlet zoruyla "ulus ölçeğinde" yaşamaları ve kendilerini "yok" saymaları sonucunda bitkisel hayata giren, onlardan başkası değildir. Ve tam da bu nedenle, yani ulus-devletin, yaşam alanlarını işgal edip kimliklerini ezmesi nedeniyle o ulus için de "var" olamamışlardır.

    Dolayısıyla, farklı bireylerin ve kültürel grupların bir ulus şemsiyesi altında birleştirilmesinde yaşanan bu zorluğun altında yatan temel neden, aslında, ulus-devletin "toplumu üstten dönüştürme" projesi olmasına, yani toplumun gerçeklikte olan deseninin farklılaştırılmaya çalışılmasına alttan gösterilen tepkidir. Çünkü bu proje, paylaşılan bir tasarım değil, dayatılan bir tasarımdır. Bu, bize, projenin temelinde doğrunun kendi tekelinde olduğunu düşünen birilerini haber vermektedir. Bu birileri "doğruları" bildiklerini varsaymakta ve tam da bu nedenle onları "bilmeyenler" adına da uygulama hakkını kendilerinde görmektedirler. Üstelik bu hak, "doğru" adına kullanıldığından bir fazilet gereği olarak da düşünülmektedir (emperyalizm de kendisini böyle bir fazilet kılıfı içerisinde sunmaktadır). Ancak bu düşünce, sahiplerinin kendilerini hiyerarşik olarak farklılaştırmalarından dolayı geriye kalanları zorunlu olarak ötekileştirdiğinden, taraflaştırıcı bir etki göstermekte ve insan, psikolojisi gereği, doğru bile olsa kendine danışılmaksızın ve paylaşılmaksızın üzerinde yapılacak bu türden herhangi bir tasarrufa tepki göstermektedir. Kaldı ki, bu otoriter yaklaşımların "doğru olmayan" birşeyleri dayatmalarının da mümkün olduğu unutulmamalıdır. Bu şartlar altında, felsefe eksenli olarak gayet yerinde sos-yolojik tespitleri olan Etyen Mahçupyan’ın gördüğü gibi, modernizme karşı postmo-dernizmin ve yanısıra dini ve demokratik değerlerin yükselişinde farklı birey ve grup ların doğru adına bile olsa böyle bir benzeşme sürecine sokulma neticesinde yok olmaya maruz bırakılmış kimliklerini, ortaya koyma açlıkları yatmaktadır. Çünkü bu değerler, kamusal alanı daraltıp özel alanları genişletme yoluyla toplum dese-ninde heterojenliğe izin veren öncüllere sahiptirler.

    Kim ne derse desin, modern bir proje olan ulus-devletin birey ve grupların yaşam alanları açısından bir tehdit olduğu artık inkar edilemez bir gerçektir. Dolayısıyla üzerinde durmamız gereken asıl sorun, modern değerlerin bizi kucağına oturttuğu bir iktidar sorunu; yani iktidar odaklarının kendi "doğrularını" halka dayatması ve buna karşı çıkılması sorunudur. Üstelik bu iktidar sorununun, sanıldığı gibi sadece iki tarafı değil; medya, hükümet, devlet, ordu, sivil ve kültürel gruplar gibi çok tarafı vardır. Çözümün zorluğu da, bir bakıma bu parçalanmaya uğramış iktidardır. Parçalanmış bu iktidar, Edgar Morin’in belirttiği gibi, kozmosu birarada tutan Tanrı’dan bağın koparılmasıyla özerkleşen her alanın, varolmak için kendi meşruiyetini kendinde aramaya başlamasının sonucudur. Örneğin, medya kendi meşruiyetini halkın doğru haber alma hakkında bulur ama, diğer iktidar odaklarıyla savaşmak için sırtından geçindiği insanlara yalan haber sunmakta da hiçbir beis görmez—tıpkı halka dönüp onları devlete karşı savunduğuna, sonra devlete dönüp halkı uyutarak ona yardım ettiğine inandırmaya çalışması gibi. Şu halde, kendi kendineleşmek (oto-nomlaşma), "varolmanın dayanılmaz adili-ği"ni zorunlu olarak beraberinde getirmiştir.

    Ulus-devlet projesine geri dönersek, bu projenin gerisindeki zihniyetin kaynağı, total(iter) olan modern değerlerdir. Sözgelimi, "O, psikoloji alanında otoritedir" derken kasdettiğimiz otorite olgusu, modern değerlerin çocuğudur. Bunun öncesine baktığımızda, bilgi, sanki bir grubun ulaşmaya çalıştığı sabun kalıbı gibi somut birşey olarak algılanır. Gruptan herhangi birisinin bu bilgiyi elde etmesi "grup puan hanesi"ne yazıldığından, diğer üyelerin de ondan faydalanacağı anlamına gelir. Ancak, gruptaki diğer üyelerin bunu kabullenmemesi durmayı gerektirmez, çünkü "doğrunun hakimiyeti" misyonu buna izin vermez! İşte tam da bu nedenle bilginin mutlaklığını kabul eden bu totaliter zihniyet, tekleştirici ulus-devlet projesine, tekelci merkezi yönetime yönelmede tereddüt değil, bilakis azim gösterir. Eğitimi de zorunlu kılar ve benzeştirir; süresini ise mümkün olduğu kadar (en az 8 yıl) uzatmaya çalışır. Öte yandan, meşruiyetini dayandırabileceği devasa bir teknoloji tecrübesi bütün haşmetiyle ortadadır. Yani haklılık, gerçeklikle sınanmıştır; mesela tarladan bir birim ürün alırken, şimdi yüz birim ürün alan insanın nankörlüğe nasıl hakkı olabilir!

    İşte bu "fabrika zihniyeti," benliklerini kainata kazımayı amaç edinmiş insanlardan başkasının işi olamaz. Çünkü kainata sahip çıkmak, bilinmeyeni literatürden silmek ve sahip olunan üzerinde azami ölçüde tasarrufta bulunmakla olur. Dolayısıyla herkes ve herşey, basit bir dişliye indirgenir orada. Dişliler, kendisinden bekleneni yapar—ne fazla, ne eksik. Bu zihniyette, bir dişlinin yapacaklarını önceden kestirememek otoriteyi dumura uğratacağından kriz yaratır. Sürpriz, bu yüzden sevilmez. Doğru ise, sadece o fabrikadan çıkan mamüldür ve bu nedenle tektir.

    Bu zihniyetin toplum hayatındaki tezahürüne baktığımızda, örneğin, Fatih Çarşamba’da bazı insanların —bırakın asayişe yönelik herhangi aykırı bir davranışı—huzuru temin ediyor olmaları bile, "fabrika zihniyetliler" açısından inançlarını rahatça yaşamalarına yeter gerekçe sağlamaz. Çünkü ne zaman ne yapacakları kontrol altında değildir. Üstelik, onlar dişli olarak kendilerinden bekleneni yapmamakla kalmamakta, dişli olmamaya da kendi kendilerine karar vermektedirler. İşte bu, bir iktidarın dayanamayacağı tek şeydir: ciddiye alınmamak. Çünkü muhalefet etmek, iktidarın gücünü muhatap almak ve tam da bu nedenle aynı paradigma içinde kalmak demektir. Siz de bilirsiniz ki, yetişkin bir insanı en çok sinirlendiren şey, karşısındaki çocuğun verdiği emre karşı gelmesi değil, bu emre tepkisiz kalmasıdır. Çünkü emre muhalif olan çocuğun, iletişime devam etmesinden dolayı bir şe-kilde ikna edilebilmesi mümkündür. Ancak emre tepkisiz kalan çocuk iletişimin kendisini reddediyor demektir. Bu da, ancak yetişkini ciddiye almıyor oluşundan kaynaklanabilir. Böyle bir durumda yetişkinin iktidarını dayatmak için yapacağı tek şey, tepki vermeyen çocuğu hırpalamak olacaktır. Aynen Fatih Çarşamba’da hiçbir suç işlemeyen insanlara reva görülenler gibi. Şurası gayet açıktır ki, ulus-devletin gerisindeki totaliter zihniyet, kendi başına hiçbir zaman demokrasiyi hayata geçirecek değildir. Çünkü demokrasi, "bilmeyen" bir yığın insana söz hakkı vermektedir.

    Bu zihniyetin bir altında yer alan "dünyevi" diye adlandırabileceğimiz zihniyete göre ise, iktidarın aşkın bir varlığa değil de salt kendisine o gücü veren halka karşı sorumlu olması, sorunu pragmatik bir çerçeveye oturtmakta, bir tür menfaat/çatışma ilişkisine indirgemektedir. Bu açıdan baktığımızda, yani ilişkilerin fayda prensi-bine göre yürüdüğü bir vasatta iktidarın kendilerine devredildiği yönetici sınıf bu erki kötüye kullanabiliyor olduğunda, kullanmaması için ortada hiçbir "ahlaki" engel yoktur. Çünkü kendisine karşı sorumlu olunan halkın bu sorumluluğu denetleyecek gücü olmadığında halka karşı sorumlu olmanın da pragmatik ahlak çerçevesinde herhangi bir anlamı kalmaz. Faydacılık felsefi kökü itibariyle zaten faydadan başka bir "fazilet" tanıyor değildir. Bu "fazilet" öyle bir moral değerdir ki, başkasına bir iyilik yapılıyorsa, bu iyilik sahibine fayda olarak geri döneceği ya da sahibinin şimdiye kadar elde ettiklerine bir zarar gelmemesi olasılığını arttıracağı içindir. Dolayısıyla diğergam değil, bencildir. Bu şekilde düşünüldüğünde, sözgelimi, ezilen işçi sınıfının iktidarı ele geçirdiğinde geriye kalanları ezmemesi veyahut yapılan bir devrimden sonra işçi sınıfı adına iktidara vekalette bulunanların aynen 1917 Ekim Devrimi sonrasında olduğu gibi bu iktidarı devretmeleri için hiçbir neden yoktur. Dolayısıyla mutlakı yeryüzünde bulmayı ümit eden bütün ideoloji ya da inançlar, istisnasız olarak faziletsizdir.

    Sonuç olarak, toplumsal tasarımların yeniden gözden geçirilme vakti çoktan gelmiştir. Bu sürecin hızlandırılmasında tek tek bireylere ve kültürel gruplara düşen görev, kendi kimliklerini ve normlarını olabildiğince korumaya çalışmalarıdır. Ancak, bu onların devlet mekanizmasıyla savaş vermeleri anlamına da gelmez. Üstelik, kimliklerini korumaları için kutuplaşmasız bir ortama ihtiyaç duyduklarından, bu onlara birşey de kazandırmaz. Unutmamalı ki, iktidara diz çöktürecek olan şey, muhalefet değil, onu ciddiye almamaktır.