Köprü Anasayfa

Dünyevileşmenin Farklı Boyutları

"Yaz-Güz 97 (59. ve 60. Sayı)" 59. Sayı

  • Eğitimde Dini ve Dünyevi Dengesi

    Osman Özkul

    “Adam adam olmadıkça adam etmez adamı.”
    —Anonim

    I. Türkiye’de milli eğitimin felsefi temelleri ve dünyevileşme

    Batı bilim ve teknolojisinin gelişimi karşısında, daha 18. yüzyılın ortalarından itibaren Batı eğitim kurumlarını örnek alan okullar açılmaya başlanmıştı. Tanzimattan itibaren geleneksel eğitim kurumları, Batı örneğine dayanan okullar (mekteb) karşısında gerilemeye, böylece toplumsal alanda da fonksiyonları azalmaya yüz tutmuştu. Cumhuriyet döneminde bu süreç iyece hızlanmış, pozivitist bilim anlayışına ve Grek-Roma medeniyetiyle, Latin kültürüne dayanan bir Türk Hümanist anlayışı oluşturulmaya çalışıldı. Milli şefin desteğiyle uzun yıllar Milli Eğitim Bakanlığı yapan Hasan Ali Yücel ve onun sadık tilmizi Tonguç, Köy Enstitülerinde bu düşüncenin tali-mine giriştiler. Bir dönemin körpe beyinlerini zehirlemeyi başardılar.

    Türk Hümanistleri, geleneksel inanç ve değerlerini yok saydıkları Anadolu halkının zeki ve fakir çocuklarının beyinlerini, pozitivist inanç ve ideolojiyle zehirlediler. Onlara göre, “akılcıl ve insancıl temellere dayanan” Grek-Latin uygarlığına giriş için ve onun bir tezahürü olan hâl-i hazır Batı Medeniyeti seviyesine ayak uydurmak için, tek çıkar yol bu idi. Cumhuriyet inkılaplarının amacı da Avrupa medeniyetine ayak uydurmak olduğuna göre; doğru yolda idiler. Oysa Avrupa uygarlığının manevi cephesini, dünyevileşmiş Hıristiyanlık (Protestanlık), maddi cephesini ise kuvveti ve sömürüye esas alan bilim-teknik oluşturmaktaydı: Bilim güçtü, bu anlayışa göre.

    Türk Hümanistleri, milli kültür, milli tarih ve milli terbiye yerine, evrensel bir eğitim sistemi olarak kabul ettikleri Batı Hümanist mantığını temel aldılar. Bu mantık Cumhuriyetin ilk yıllarındaki görüş ile de çatışıyordu aslında. Ama kendi toplumuna yabancılaşmış bir yönetici tabaka işbaşındaydı ve onlar ne derlerse, o olurdu.

    İnsanın kendine yabancılaşmasına ve içinde yaşadığı toplumun bilincini baskı altında tutan ve bir nesne haline gelmesine yol açan pozitivist tutum, insanlık için bir kangren, toplumsal huzursuzlukların insanlık dışı tutum ve çatışmaların da müşevvikidir aslında. Pozitivist tutum, her türlü kutsal değeri reddederek, bilimi bir “din” bir “kutsal” haline getirdi. Bilimi biricik melce ve hedef haline getiren bu tutumu “scientizm” olarak ideolojileştirenler; dünyevi-leşmenin doruk noktasına çıkmışlardı. Bilimin sekülarizasyonu, yani dünyevi-leşmesi denilen bu süreç, tarihi tersine çevirmiştir. Gayeci-finalist evren görüşü-nün yerini materyalist bir gayecilik almıştır. Artık bilim, ortaçağ boyunca kilisenin elinde olan otoriteyi ele geçirmiş, adeta “din”leşmiştir. Ancak, bilim ve onun ürünü olan teknolojinin dünyayı cehenneme çeviren sonuçları, yani dünya savaşları, “bilimcilik” ideolojisinin temellerinden sarsılmasına yol açmıştır. Mutlak bilgiye ulaştığını iddia eden akıl çağının doğurduğu teknoloji, dünyayı yaşanmaz hale getirirken; karşıt bilimci yaklaşımlar rağbet görmeye başlamıştır Batıda bu gelişmeler olurken; “Türki-ye’deki eğitimin amacı belirsizdir. Bir yanda batıcı bir tutuculuk, diğer tarafta, Batı karşıtı ama mahiyet olarak Batıcı ve dünyevileşmiş bir ‘gelenekçi’ anlayış sürdürülmektedir. Yani ifrat ve tefrit…”

    Türk eğitim sistemindeki bu yaklaşım, toplumun, bireysel ve toplumsal bakımdan bir çatışma yaşamasına neden olmaktadır. Kültürler arasındaki farklılığın—hatta zıtlığın yol açtığı çatışma, bireylerin psikolojik yönden sıkıntı ve güvensizliğe düşmelerine neden olurken; toplumsal yönden de topluma yabancılaşmalarına ve yalnızlaşmalarına yol açmaktadır. Çatışma ve yabancılaşma 20. yüzyıl insanlarının özellikle gençlerin en önemli sorunudur. Bu sorun iki farklı davranışa yol açmaktadır. Hayata küsme, kendine ve çevresine güvensizlik ya da her türlü toplumsal norm ve değerlere ilgisizlik ve bunlardan etkilenmemek için alkol, uyuşturucu ve sürekli eğlence ile kendinden ve toplumdan kaçma, içe kapanma veya tepkisel tavır.

    Oysa bizim bu gelişmeleri iyi tahlil ederek gelenekçi tutuculuktan ve pozitivist tutuculuktan uzak bir tavır geliştirmemiz gerekiyor. Hassas tahlillere ve sağduyulu yaklaşımlara dayanmayan, taklitçi yöntemler, taze beyinlerin çöplüğe dönmesiyle karşı karşıya bırakmaktadır bizleri: Bilgi çöplüğü! Değerlerine yabancı, ruhsuz bilgi yığını, eğitilen insanı içinden çıkılmaz bir girdaba sokmaktadır.

    Günümüzde egemen olan aşırı teknik-merkezli ve dünyevileşmiş eğitim anlayışı, insanın sadece bir yönünü teçhiz etmeyi öngörmektedir. Bu yüzden sorunun temelinde insana bakış yatmaktadır. İnsan, tekniğin gelişimi için bir araç olarak görülmektedir. Böylece insan yaşam maratonunun mekanik bir yarış atı haline gelmektedir. Kendi özünden uzaklaşan insan, daha uyanık ve güçlü olanların keyfini arttırmak için çalışan birer “nesne” olmaktadırlar. Tarihsel açıdan baktığımızda, tarihin aktif rol oynayan bireyleri değil, tarihin nesneleri-çarkları olmaktadırlar. Davranışları ve bireyselliğini unutmaya zorlanan insan, özünün (vicdan) uyarıları karşısında huzursuzlaşmaktadır. Böylece sevgi, şefkat, hoşgörü ve paylaşma gibi değer yargılarına yabancılaşarak çağımızın bunalımlı insan sürüsüne katılmaktadır.

    Sonuçta uyuşturucu ve terörizme saplanmış, en genel anlamıyla ısyanci bir genç nesil üretilmektedir.

    İnsanları bunalım ve sıkıntı girdabından uzak tutacak bir eğitim anlayışına ihtiyaç vardır. Bunun için öncelikle insanın mâhiyetini kavramak, onun psikolojik özelliklerini göz önünde tutan bir eğitim anlayışına sahip olmak gerekir. Ancak bundan sonra çelişkilerden, çatışmalardan, bunalımlardan uzak, dengeli bir şahsiyete sahip insanlar yetiştirilebilir. Aynı zamanda toplumsal sorunların da en sağlıklı biçimde altından kalkılabilir.

    Oysa Türk eğitim sisteminde, mesleki ve kültürel amaçların yanında, bireyin psikolojik ve duygusal ihtiyaçlarına yeterince yer verildiği söylenemez. Bu eksiklik, mesleki ve kültürel amaçlara ulaşılmasının da en temel engeli olarak aşılmayı beklemektedir. Eğiterek, bilgi deposu haline getirmeye çalıştığımız insan, hangi duygu ve değerlerle donatılmalıdır? sorusuna açık bir cevap bulmamız gerekiyor. Bilgiyi nasıl ve kimin yararına kullanacağının cevabını da vermeliyiz. Çünkü sapık bir bilim adamı veya etkin bir statü kazanmış insanlık düşmanı, sadist bir kamu görevlisinden hiç de iyi davranışlar bekleyemeyiz.

    Çağımızın psikolojik ve sosyolojik sorunları eğitimsizlikten mi kaynaklanmaktadır? Yoksa yanlış eğitimden mi kaynaklanmaktadır? Her şeyden önce bu soruya doğru bir cevap bulmalıyız. Ancak bundan sonra sağlam bir yöntem geliştirebiliriz. Eğer yeryüzünde, eğitim kurumlarından geçen insanların sayısı, bir önceki yıla göre daha fazla olduğu, ancak toplumsal problemlerde her geçen yıl daha çok arttığına göre eğitimin kendisinde bir sorun olduğu ortadadır.

    Eğitimin amacı, insanları maddi ve manevi bakımdan bütün yönüyle “aydınlatmak” çağının kültürünü tebliğ etmek ve bireyin hayatını insanlığa eklemlemektir. Ne var ki yüzyılımızda, insanlığın karşı karşıya olduğu olası tehlikelere ve ihtimallere karşı korkunç bir kültürsüzlük ile yüz yüzedir insanlar. Belki de hiçbir zaman ortalama insan, zamanının kendisinden talep ettiklerinin bu kadar altında bir hayat standardına düşmedi. Uygar dünya hiçbir zaman bu kadar çok sahte, yapmacık bir riyakâr hayata sahip olmadı. Hemen hiç kimse hayattaki özgün ve olması gereken yer bakımından tam anlamıyla dengede görünmüyor. İnsan, kendi kendini kandırdığı bahanelerle yaşamayı, etrafında basit ve keyfi bir dünya kurgulamayı, hayallerini gerçeklerle karıştırmayı bir alışkanlık haline getirdi. Hem de insan bilincinin uyarılarına rağmen! Fakat insanlar teknolojinin verdiği güvene rağmen korkuyor. Yüzyılımızın insanı tüm cesur jestlerine rağmen korkak bir yüreğe sahiptir; kendisinden büyük taleplerde bulunacak bu gerçek dünyayı kabul etmekten korkuyor. Fakat o hâlâ, hayatını tahrif etmeyi ve onu hayali, aşırı derecede basitleştirilmiş dünya görüşünün kozasına hapsetmekten vazgeçemiyor. Kalabalıkların içgüdüsel yaşam arzuları, akl-ı selimi (sağduyu) bastırdığı bu dünya, tam anlamıyla “insan dışılaştırılmış bir dünya”dır. Dünyayı bu halden ve insanları bu psikolojiden kurtaracak nedir? Bu soruların açık bir ceva-bını bulduktan sonra, tazecik çocukları eğitmeye aday olabiliriz. Yoksa, yaptığımız iş, en iyimser ifadesiyle; ahmaklıktan öteye gitmez. Ne yaptığını bilmeyen kimse başkasına nasıl yol gösterebilir ki!

    II. Niçin eğitim?

    Bu bölümde, “insanları eğitmekten maksadın ne olması gerektiği” üzerinde durulacaktır. Eğitim kavramının en fazla geçtiği yazılarda ve eğitim faaliyetinin yapıldığı yerlerde ne yazık ki en az göz önüne alınan konudur bu. Çünkü öğretmenler ya da eğitmenler eğitim olgusunu derinlemesine kavramaktan çoğuncalı uzak; sadece bir iş olarak görmektedirler bu faaliyeti. En iyimser yaklaşımla onların önündeki programlarda zaten bu maksat belirlenmiştir. Ötesini düşünmeye ne hacet!

    Oysa dünyamızın içinde bulunduğu sosyal, siyasal ve ekonomik sorunlar ve bunların doğurduğu ahlaki ve psikolojik bunalımlar, eğitimin amacını ciddi biçimde ele almamızı gerektirmektedir. Makro plandaki sorunların temelinde, hepsinin kesiştiği yerde insan denilen varlık bulunmaktadır. Her şey insana bakışta düğümlenmektedir. Bunun içindir ki, önce insanın mahiyeti, varoluş nedeni ve en son hedefinin ne olması gerektiğinden işe başlanmalıdır. Öyleyse nedir insan? Hayvan türünden sadece daha akıllı ve biyolojik bakımdan daha güzel görünen, fakat onunla aynı düzlemde yer alan bir varlık mıdır? Yoksa mahiyeti hayvandan bambaşka, nitelik yönünden de hayvan türlerinin bütününün özelliklerini üzerinde taşıdığı gibi, ondan daha fazla ve zengin duygularla süslenmiş bir mevcut mudur? Başka bir soru: İnsanın bütün varoluş nedeni ve hedefi bu dünya haya-tıyla mı sınırlıdır? Yoksa daha uzun ve geniş bir dairede mi düşünmemiz gerekiyor? İnsanın varlık nedenini sorduğumuzda, varlık kaynağı, yani nereden geldiğine de cevap aramamız gerekecektir. Bu temel sorulara cevap bulmadan, insanı eğitme iddiasında bulunmak, boş kuyuya taş atmaktan farklı olmayacaktır. Eğer bunda ısrar edilirse, sonuçta fazla bir kazanç elde edilemeyeceği açıktır. Hatta bu tavır, insana hakaret anlamını içerir. Bu yüzden önce insanın mahiyetine bakılmalıdır.

    İnsanın biyolojik yönünü beden; psikolojik yönünü ise ruh oluşturmaktadır. İnsan biyolojik açıdan dış dünyayla beş zâhiri duyu ile bağ kurar. Bunlar; işitme, görme, koklama, duyma ve tatma duyularıdır. İnsanı bu yönüyle bize tanıtan biyoloji bilimine başvurmak gerekir. Ancak insanın mâhiyetini ortaya koymak için bunlar yeterli değildir. Bunun için insanın derûni (iç) dünyasına bakmak gerekmektedir. İnsan mânâ ve mahiyet bakımından öyle bir değerdedir ki, bütün bir kâinat ile karşılaştırılmakta ve bazı düşünürlerce “âlem büyük bir insan, insan da küçük bir âlem” gibi görülmektedir. Bu bakış bir mübalağa değildir. Çünkü, Allah insanı, yeryüzündeki halifesi olarak yaratmıştır.1 Bu hüküm doğrultusunda, insan gayr-i mütenahi (sonsuz) acizlik ve zayıflığına rağman, Cenab-ı Hakk’a olan imanı sayesinde, O’nun verdiği kuvvet ve izzete mazhar olur. “İşte bu mazhariyetten dolayı insan, hayvaniyetten terakki edip, halife-i zemin olmuştur.”2

    İnsanın mâhiyeti, kabiliyeti ve yaratılış hikmeti, Risale-i Nur’da da farklı yönlerden geniş bir bakış açısı ile açıklanmıştır. Mesela Bediüzzaman Denizli hapishanesinde iken, bir Cuma gününde yazılan Meyve Risalesi’nin Yedinci Meselesi’nde insanın uzun bir tarifini yapmaktadır.

    Bu tarife göre insan şu özelliklere sahiptir:3

    1- İnsan, kâinat (evren) ağacının en son ve en olgun meyvesidir.

    2- İnsan, aynı zamanda kâinat ağacının temel çekirdeğidir.4

    3- İnsan, Allah’ın, kâinat kitabının içinde yer alan en büyük ayeti (delil)dir.

    4- İnsan, kâinat sarayının en seçkin en fazla ikram gören misafiridir.

    5- İnsan, kâinat sarayında bulunan diğer sakinlerin üzerinde faal bir memurdur.

    6- İnsan, kâinat şehrinin yeryüzü bahçesinde ve tarlasındaki gelir ve giderlere bakmak, ekim ve dikim işleriyle ilgilenmekle görevli bir memurdur.

    7- İnsan, bu görevi yapabilmek için bir çok fen (bilim) ve sanatlar ile donatılmış (teçhiz edilmiş)tır.

    8- İnsan, kâinat ülkesinin, dünya şehrinde ezel-ebed padişahının sürekli gözetim altındaki bir müfettişi ve temsilcisi (halifesi)dir.

    9- İnsan, küçük büyük bütün davranışları kaydedilen bir memurdur.

    10- İnsan, yer ve göğün (arz ve sema) üzerlerine almaktan çekindikleri mesuliyet (sorumluluk) emanetini omuz-lanarak; imtihanın muhatabı olarak mutluluk ve mutsuzluk yollarıyla karşı karşıya olan bir canlı varlıktır.

    11- İnsan, bu yüzden çok geniş çaplı bir kulluk (ubudiyet) ile mükellef bir varlıktır.

    12- İnsan, bu yüzden kâinat sultanının en büyük isimlerine mazhar en geniş aynası durumundadır. (İnsanı anlayan, onu yaratanı onun sahibini de anlar ve(ya) insanın davranışları yaratıcısının beklediği gibi, onu gösterir şekilde olmalıdır.

    13- İnsan, kâinat sultanının mesajlarını ve konuşmalarını en iyi anlayabilen özel bir muhatabıdır.

    14- İnsan, buna rağmen kâinattaki hayat sahipleri içinde en fazla ihtiyacı olan varlıktır.

    15- İnsan, sınırsız ihtiyaç ve acizlik içinde; arzuları ve maksatlarına tam olarak ulaşamayan; bu yolda sınırsız düşmanları olan çaresiz bir hayat sahibidir.

    16- İnsan, kâinattaki varlıkların yetenek (istidat) bakımından en zenginidir.

    17- Fakat insan, hayattan aldığı lezzetlerden dolayı en fazla elem (sıkıntı) çeken bir varlıktır.

    18- Çünkü insan, geçici lezzetlerin içindeki dehşetli elemleri görerek, bekaya, ebede (sonsuzluğa) müştak (istekli), muhtaç ve en layık olan varlıktır.

    19- İnsan, dünyadaki sıkıntı veren lezzetlerin devamlı ve sıkıntısız verildiği ebedi bir saadeti (mutluluğu), ibadet ve dua ile isteyen, yalvaran; bütün dünya lezzetleriyle bile bekâ (sonsuzluk) arzusu tatmin olmayan; kendisine bir çok nimetler veren Zâtı (Allah) hayranlık derecesinde (taparcasına) seven, sevdiren ve sevilen harika bir mucize, garip bir yaratıktır.

    20- İnsan, potansiyel olarak bütün kâinatı içine alan; ebede, sonsuzluğa gitmek için yaratıldığına bütün maddi-manevi cihazları (organları) şahitlik eden bir yaratıktır.

    Bütün bunlardan dolayı insan, sadece dünya hayatı için değil, ebedi bir hayatı yaşamak üzere yeniden dirilecek ve yaptıklarından hesap verecektir. Her şey bu dünya ile sınırlı kalmayacaktır.

    İnsanı eğitmekten amaç ne olmalıdır öyleyse? Kuşkusuz insanın tabiatındaki duygu ve yeteneklerin anlaşılıp ortaya çıkartılması eğitimin amacı olmalıdır. Fakat insanın tabiatında kötü yola gitmesine yol açan duygu ve istekler de vardır. İnsanın mutsuz, huzursuz ve olgunlaşamamış bir varlık olarak kalmaması için bu duygularının da terbiye görmesi gerekir ve insanı sadece dünyevi bir varlık olarak değil, ebede yönelmiş bir varlık olarak ele alarak bu terbiye gerçekleşebilir. Rabb (terbiye eden), hakiki anlamda bir öğretmendir insanlar için.5

    Ve Rabb insanlara öğretmek istediklerini aktarmak ve diğer insanlara açıklamak üzere peygamberleri öğretmen olarak gönderdi. Böylece yeryüzünün ilk öğretmenleri peygamberler oldu. Bütün peygamberlerin en geniş yetkilisi olarak ise Hz. Muhammed (s.a.v.) seçilmiştir.6 Bediüzzaman bir metafor ile bu hakikati şöyle anlatır.

    “ …Beniâdem (insanoğlu), büyük bir kervan ve azim bir kafile gibi mazinin (geçmiş) derelerinden gelip, vücut ve hayat sahrasında (çöl) misafir olup, istikbalin (gelecek) yüksek dağlarına ve müzeyyen (süslenmiş) bağlarına müteveccihen (yöne-lerek) kafile kafile müteselsilen (peş peşe) yürümekte iken, kâinatın nazar-ı dikkatini çekti. Şu garip ve acaip mahluklar kimlerdir? Nereden geliyorlar? Nereye gidiyorlar? diye hallerini anlamak üzere hilkat hükümetini ve fenn-i hikmeti (felsefe) karşılarına çıkardı. Ve aralarında şöyle bir konuşma başladı:

    Hikmet (felsefe):

    -Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Bu dünyada işiniz nedir? Reisiniz kimdir?

    Bu suale, beniâdem nâmına, emsali olan büyük peygamberler gibi, Muhammed-i Arabi (Aleyhisselatü vesselâm), nev-i beşere vekâleten (insanoğlunu temsilen) karşılarına çıkarak şöyle cevap verdi:

    “Ey hikmet! Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelinin kudretiyle, yokluk karanlıklarından, ziyadar varlık âlemine çıkarılan mahlûklardır. Sultan-ı Ezeli, bütün mevcu-datı içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrayı bize vermiştir. Biz, haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de, o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle re’sü’l-malımız olan istidatlarımızı nemalandırmaktır. Ve şu azim insan kervanına, bundan sonra Sultan-ı Ezeliden risalet vazifesiyle gelip riyaset eden benim. İşte o Sultan-ı Ezelinin risalet beratı olarak bana verdiği Kur’an-ı Azimüşşan elimdedir. Şüphen varsa al, oku!”

    İnsanlara içlerinden en iyi, en merhametli en geniş kapsamlı kişiliğiyle en iyi öğretmen Hz. Muhammed (s.a.v.) tayin edilmiştir. Çünkü kâinat kitabını ve onlara yol gösterici olarak gönderilen “Kur’an-ı Mübin”i en iyi okuyan ve anlayan O’dur. Hem sözleri hem fiilleriyle O, en mükemmel öğretmendir. Bütün insanlığın dünyevi sıkıntılarının kaynağı bu hakikatin farkında olamamalarıdır. O insanlığa en yüksek derecede ilmi ve ibadeti yaşayarak göstermiştir. İnsanın yaratılış hikmeti de zaten ilim ve dua (ibadet) vasıtasıyla tekemmül etmek (olgunlaşmak)tir. Eğitimin de temel hedefi, insanın bulunduğu noktadan daha öte daha olgun hale getirilmesidir. Olgun-luğun ise dünyevi hedefler ile gerçekleşmesi imkânsızdır. Çünkü insan bütün kâinatı nitelik (mahiyet) bakımından içinde toplayan bir kitap olarak yaratılmıştır.

    “Cenab-ı Hak, insanı kâinata câmi (kâinatı içinde toplayan) bir nüsha ve onse-kizbin âlemi hâvi şu büyük âlemin kitabına bir fihrist olarak yaratmıştır. Ve Esma-i Hüsnâ’dan (Allah’ın güzel isimleri) herbirisinin tecelligâhı (yansıma alanı) olan her bir âlemden bir örnek, bir numune, insanın cevherinde vedia bırakmıştır. Eğer insan, maddi ve mânevi her bir uzvunu (organını) Allah’ın emrettiği yere sarfetmekle hamdin (şükrün) şubelerinden olan şükr-ü örfiyi ifa ve şeriate imtisal ederse ( bağlanırsa), insanın cevherinde vedia bırakılan o örneklerin herbirisi, kendi âlemine bir pencere olur. İnsan, o pencerelerden, o âleme bakar. Ve o âleme tecelli eden (yansıyan) sıfatla, o âlemden tezahür eden (ortaya çıkan) isme bir mir’at ve bir âyine (ayna) olur. O vakit insan; ruhuyla, cismiyle, âlem-i şehadet (reel âlem) ve âlem-i gayba (görünmeyen âlem) bir hülasa (özet) olur. Ve her iki âleme tecelli eden, insana da tecelli eder. İşte bu cihetle insan, sıfat-ı kemaliye-i ilâhiyeye hem mazhar olur, hem müzhir olur.”7

    Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, insana verilen duygular sadece dünya hayatı için değildir. Yani insan sadece dünya hayatı için yaratılmamıştır. Ve eğitimin amacı insanı dünyevi zenklere bağımlı hale getirmek olmamalıdır. İnsanın ebede yönelik duygularını da tatmin etmelidir. Tamamlanmamış bir canlı olarak dünyaya gelen insanın, eğitim yoluyla tamamlanması ve olgunlaşması, ancak ondaki bütün duyguları geliştirmeyi hadef edinen bir eğitim felsefesiyle mümkün olabilir.8

    Ayrıca eğitimin amacı, insanı evren ile bir bütünlük içinde ele almak olmalıdır. Eğer böyle bir bütünlük sağlanırsa, insan, psikolojik ve ekolojik problemlere düçar olmaktan kurtulabilir. İnsanın maddi ve manevi duygularını, yani rasyonel ve psikolojik beklentilerini gereği gibi tatmin etmeyen bir eğitimn felsefesi, tamamlanmamış bir kişiliğin yanında bir de sorunlu kişilik ve toplum oluşturmaktan öteye gidemeyecektir.

    Dipnotlar

    1. Kur’an; Bakara Suresi, Ayet: 30.

    2. Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, 1980, s. 104.

    3. Bediüzzaman Said Nursi, Meyve Risalesi, 1977, s.51-53.

    4. Bu iki önerme totolojik gibi görünmektedir. Ancak insan, kâinat ağacının yaratılmasının nedeni olarak çekirdek; kâinattaki varlıkların en mütekâmili olarak ise onun meyvesidir.

    5. Bediüzzaman Said Nursi, İşaratü’l-İcaz, 1978, s. 105.

    6. Bediüzzaman, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) bütün insanlara bir rehber ve bir öğretici olarak gönderilişi hakkında Mucizat-ı Ahmediye Risalesi’nde şu ifadelere yer verir:

    “…Şu kâinatın sahip ve mutasarrıfı …Hz. Muhammed (s.a.v.) ile konuşacak ve konuşmuş ve resul yapacak ve yapmış ve sair nev-i beşere rehber yapacak ve yapmış.” (Mektubat, 1981, s. 82, 83.)

    “Muhammed-i Arabi (s.a.v.) Üstad-ı Ezelisinden ders alır, öyle ders verir.” (a.g.e., s. 102.)

    Hatta bir başka yerde hoca olarak nitelendirilir Hz. Peygamberi. “İşte hoca-i kâinat olan Fahr-i Âlem (s.a.v.)…” (a.g.e., 108.)

    7. İşaratü’l-İcaz, s. 17.

    8. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 1996, s. 245, 291.