Köprü Anasayfa

Dünyevileşmenin Farklı Boyutları

"Yaz-Güz 97 (59. ve 60. Sayı)" 59. Sayı

  • Meşrutiyetten Cumhuriyete İslamcılık Düşüncesi

    Abdünnasır Yiner

    Giriş

    Osmanlı Devleti’nin gerilemesine paralel olarak İslam dünyası da büyük sıkıntıların içine düşmüştür. Sanayi inkılabıyla ortaya çıkan sömürgecilik faaliyetleri için Osmanlı ve İslam ülkelerinin toprakları en cazip alanlar olmuşlardır.

    Sömürgeci devletler maksatlarına ulaşmak için Müslümanlar arasındaki ihtilaflardan azami ölçüde istifade ederek bu tür durumları körüklemişlerdir. Bunu, belli yerleri bağımsızlık vaatleriyle kandırarak imparatorluktan koparma ve sonra da sömürgeleştirme yolunu izlemişlerdir. Bu arada silah gücüne başvurmayı da hiçbir zaman ihmal etmemişlerdir.

    Osmanlı aydını Osmanlıcılık, Batıcılık, İslamcılık, Türkçülük gibi fikirleri ortaya atarken kendilerince Osmanlı bütünlüğünü muhafaza etmeyi gaye edinmişlerdir. Ancak, sahip oldukları düşüncelerde ifrata yönelerek karşı fikirlerde olanlara karşı acımasız olmuşlardır. Böylece kendileri, kurtuluş reçetelerine büyük darbe indirmişlerdir.

    Her ne kadar dar kapsamlı da olsa elimizdeki kaynaklardan azami ölçüde istifade ederek İslam dayanışması konusundaki çalışmamızı sürdürdük. Telif eserlerden faydalandığımız gibi, özellikle Meşrutiyet dönemini yaşayıp o dönem hakkında eserler veren şahsiyetlerden (II. Abdülhamid, Yusuf AKÇURA, Said NURSİ gibi) de konumuzla ilgileri doğrultusunda faydalanmaya çalıştık.

    İslamcılık fikrinin mahiyetini ortaya koyarken, bunu savunanların düşüncelerinden olduğu gibi istifadeye çalıştık. Bu çalışma, İslamcılık fikrinin mahiyetini ortaya koymaya yönelik bir çalışma olup; bu fikri savunanların özelliklerinin ortaya konulduğu bir çalışma değildir.

    I. İslamcılığı etkileyen faktörler

    İslamcılık terimi ve mahiyeti:

    İslam, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Allah’ın emriyle insanlara bildirdiği din olup; itaat, inkiyad ve teslimiyet mana-larını ifade etmektedir. İslamiyet Allah’a itaat etmek olup Peygamber’e (s.a.v.) tabi olmak ve din namına ne bildirmişse kalp ile tasdik ve dil ile ikrar ederek onunla amel etmektir.1

    Niyazi BERKES’e göre fikir akımlarının İslamcılık, Batıcılık, Türkçülük şeklinde ifade edilmesi Rusya’dan gelen Türkçülerin etkisiyle olmuştur. Rus aydınları arasında kullanılan Batıcılar, İslavcılar, Ruscular terimlerinin etkisi altında kalarak o gelenekten gelen Rusyalı Türkçüler diğer görüşte olanlara Batıcı, İslamcı adlarını takınca, onlar da buna karşılık olarak (ilk başlarda alay etmek için) onlara Türkçüler adını takınca bu ifadeler yerleşmeye başlamıştır.2

    İslamcılık, 19 ve 20. Yüzyıl şartlarında dini ve siyasi düşünce akımı olarak ortaya çıkıp; İslamiyeti ve Müslümanları yeni bir tecdid, ıslah, ihya hareketi içinde şuurlanmayı gaye edinen bir hareket olarak nitelenebilir. Sanayileşme ve modern çağın ortaya çıkardığı yeni gelişmeler doğrultusunda çağdaş İslam düşüncesi yayılmaya başlamıştır. İslamcıların asıl gayesi; İslamiyeti, ahalisi Müslüman olan ülke-lerde hakim kılmak ve İslam dünyasını müşterek duygular etrafında toplamaktır.

    İslamcılığı, Batı emperyalizmi karşısında yenik düşen İslam dünyasını, içinde bulunduğu geri durumdan kurtarma arayışı içinde olan bir akım olarak görenler de vardır. İttihad-ı İslamı savunan yazarların hemen hemen tamamı, Batının İslam dünyası içine soktuğu soruları cevaplamak ve kuşkuları gidermeye çalışmak için çaba sarfetmişlerdir. “İslam dünyası niçin geri kalmıştır? Müslümanlar nasıl kalkınabilir? Müslümanların birliği nasıl sağlanabilir? Batının kalkınmasına sebep olan özgürlük, eşitlik, medeniyet, bilim, düşünce, kadın hakları gibi değerlere İslam sahip midir? Din-devlet ilişkileri nasıl düzenlenebilir? Bilim ve akılla İslam arasında bir çatışma var mıdır? İslamın korunması gereken, değişmeyecek yönleri nelerdir? Batıdan neler alınmalıdır?”3 ve benzeri sorunlar İslamcı aydınları meşgul etmiş, bunlar yazdıkları, makale, risale, kitap vb. yayınlarla bu soruları cevaplamaya çalış-mışlardır.

    İslam dünyası ve özellikle Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu zor durum diğer aydınlar gibi İslamcı aydınları da çok etkilemiş ve kötü gidişe dur demenin çareleri aranmıştır. Birleşilen ortak nokta; hali hazır durumun müsebbibinin İslam kültür ve medeniyetinin olmadığıdır. İslam kültür ve medeniyetinden uzaklaşıldığı için bu çıkmaza, düşülmüştür. Kurtuluş yine İslamın kendisindedir. İslamcılar, İslamiyetin “mani-i terakki” olmadığı noktasından hareket etmişlerdir. Sık sık İslam-Hıristiyanlık mukayesesi yapılarak hali hazır durumda bu iki dinin birbirine zıd hükümler ihtiva ettiği, Müslümanların İslamın hükümlerine sarıldıkları müddetçe terakki ettikleri İslamın hükümlerinden uzaklaştıkça geriledikleri; Hıristiyanların ise dinlerine bağlandıklarında geriledikleri, dinden uzaklaştıkça terakki ettikleri üzerinde durarak bu duruma Ortaçağ ve Yeni çağların çok güzel örnekler teşkil ettiğini kaydetmişlerdir.

    Kurtuluş çaresini Kur’an’ın hükümle-rine bağlanmakta bulan İslamcılar; bin seneden beri İslam alemini kahramanlığıyla memnun eden, İslam birliğini muhafaza eden, insanlık aleminin küfr-ü mutlaktan ve dalaletten kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk milleti ve Türkleşmiş olanların eskiden olduğu gibi Kur’an ve iman hakikatlarına sahip çıkılmazsa “…eskiden yanlış bir surette ve din zararına medeniyetin propagandası yerine doğrudan doğruya hakaik-ı Kur’an’iye ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız size katiyyen haber veriyorum ve kati hüccetlerle isbat ederim ki, alem-i İslamın muhabbet ve uhuvveti yerine dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adavet; ve şimdi alem-i İslamı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlup olup, alem-i İslamın kalası olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimaliden çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet verecek”4 diyerek endişelerini belirtmişlerdir.

    İslamcılık akımının doğuşunu, bir veya birkaç fikir veya siyaset adamının insiya-tifine bağlamak hatalı bir değerlendirme olur. İslamcıların fikirleri dini akidelere ve esaslara dayandığı için diğer akımların aksine daha sistemli bir hal arzediyordu. Bir çok parti ve kesimler içinde taraftar bulan, Sultanahmet Camii minberinden en ücra köyelerdeki mescitlere kadar fikirlerini yayma ve açıklama imkânını bu cereyanın mensupları bulabilmişlerdir.5

    Müslümanların dayanışmasını maksad edinen İttihad-ı İslam (İslamcılık), siyasi bir teşkilatlanma ve bir devletin çatısı altında bir araya gelmekten çok, Müslümanların bulundukları yerlerde kalkınmaların ve sömürge olmaktan kurtulmalarını sağlamaya yöneliktir. Manevi bağ ise Osmanlı Halifeliğidir. Bu meyanda Osmanlılara düşen görev, İslam dünya-sının kalkınmasına katkıda bulunmak ve rehberlik etmektir.

    Temel gaye ittihad ve dayanışma olduğuna göre ittihad cehaletle olmaz. Fikirlerin imtizacı ile olur. “…imtizac-ı efkar, marifetin şua-ı elektriğiyle olur… Azametli bahtsız bir kıtanın, şanlı talisiz bir devletin, değerli sahipsiz bir kavmin reçetesi ittihad-ı İslam’dır”6

    İslamcılığı etkileyen dahili ve harici sebepler

    19.Yüzyılın ikinci yarısından itibaren başta Afrika ve Asya’da olmak üzere pek çok İslam toprağı Batının ya işgaline uğramış veya nüfuz alanına girmişti. Söz konusu toprakların büyük bir kısmının fiilen veya hukuken de olsa sahibi Osmanlı Devleti idi. Osmanlı İmparatorluğu’nda Müslüman-Hıristiyan münasebetlerinin kötüleşmesi, Avrupa’nın Osmanlı Hıris-tiyanları lehine sık sık müdahaleleri İmparatorluk dahilinde ve dünyada İslam ittihadı lehinde fikir cereyanlarının belirmesinde etkili olmuştur.7

    Osmanlı Devleti’nin, Rumeli bölgesinde düçar olduğu yenilgilerden sonra, tarihi ve nüfusuyla İslam kabul edilen yerlerin kaybından üzüntü duymaktan öte aynı zamanda telaş ve utanma hissi de hakim olmuştur. Toprak kaybı açısından Erdel ve Tunus’un arasında belki bir fark gerek, idarecilerde ve gerekse kamuoyunda dini haysiyetlerinin ayaklar altına alınmış olduğu kanaati hasıl olmuştu.8

    Çeşitli sebeplerden dolayı yurtdışına çıkan aydınlarımız, memleketin içinde bulunduğu durumu dışarıdan daha iyi kavramaya başladılar. Din ve ırk duygusunun şark için gittikçe artan siyasi ehemmiyetini ve bu yönde Osmanlı millet (Osmanlıcılık, ittihad-ı anasır) ihdası arzusunun beyhudeliğini anlamaya başladılar.9

    Balkanlardaki ayaklanmalar ve milli hareketler (Tanzimatın sonuçlarından biri olarak telakki ediliyordu) Osmanlıcılık idealine ve İttihad-ı anasın fikrine büyük darbeler indiriyordu. Bağımsızlık hareketlerinin gittikçe hız kazanması Osmanlıcılık fikrine büyük darbe indirirken aynı zamanda Tanzimatın da sonunu getiriyordu. 1870’ lere gelindiğinde memleket büyük bir kaos içinde olup İmparatorluğun varlığı tehlikede görünüyordu.10 Bir süre sonra patlak veren 93 harbi (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı)’nın neticeleri, azınlıkların taşkınlıkları, savaş sırası ve sonrasında Doğu Anadolu’da azınlıkların Müslüman-lara saldırısı ve çıkardıkları isyanlar Osmanlıcılık fikrinin hayal olduğunu gösteriyordu. Tüm azınlıklara milliyet şuuru yerleşmişti. Herkes istiklal peşinde koşu-yordu.

    Osmanlı Devleti’nde yaşayan halk muhafazakâr olup dini meselerden daha hassas olmaya başlamışlardı. Avrupa kaynaklı gelişmelere olan müsamahakârlık yerini eleştiriye terkediyordu. Bu gelişme-lerden Bab-ı Ali de etkileniyordu. Bu meyanda Osmanlı topraklarındaki mis-yonerlik faaliyetlerine kısıtlamalar getirildi. İslam dünyasının ve özellikle Ortaasya Müslümanlarının durumu daha yakından izlenmeye başlandı. Mesala Yakup Han’ın yardım ve berat isteği üzerine Bab-ı Ali daha önceki tavırlarının aksine Han’ın biatını kabul ederek bir miktar askeri yardım ile birlikte Kaşgar Ordusu’nu eğitmek üzere subay gönderdi. (Yakup Han Çinlilere karşı seri bir mücadeleye girişerek 1867’de Doğu Türkistan’da bağımsız bir devlet kurmuştu.)11

    Avrupanın müdahaleci tavrı, Rusya’nın kabadayılığı, Balkanlardaki olaylar Osmanlılar üzerinde büyük bir etki meydana getiriyordu. Basiret, Sabah ve Vakit gibi gazeteler İttihad-ı İslam ile Avrapa’ya gözdağı veriyorlardı. Milyonlarca Müslüman Avrupa’nın Osmanlıların daha fazla içişlerine karışmalarına kayıtsız kalamazlardı. Kamuoyundaki bu gelişmelerden etkilenen devlet adamları benzer ifadeler kullanmaya başlamışlardı. Sultan Abdül-aziz’in son dönemlerinde İslamcılık fikri ağırlığını iyece hissettirmeye başlamıştı. Bu gelişmeler siyasi olmaktan çok sosyal, kültürel ve dini karakter taşıyordu. Bu haliyle İslamcılık, Abdülaziz döneminden sonrasına miras olarak kaldığı söylenebilir. Meşrutiyetin ilanıyla hazırlanan 1876 Anayasası’nda da İslamcılığın etkisini açıkca görmek mümkündür. “11. Madde: Anayasa sadece, İslam’ı devletin resmi dini olarak tavsif eder.” “Zat-ı Hazret-i Padişahi hasbe’l-hilafe din-i İslam’ın hamisi ve bilcümle tebaa-i Osmaniyenin hükümdarı ve Padişahıdır.”12

    Avrupa kamuoyu bir taraftan Türkleri barbarlık, idari ve medeni kaabiliyetsizlikle itham ederken diğer yandan da İslamiyete saldırarak Müslümanları, hakir ve dinlerini terakkiye mani olarak vasıflandırıyordu. Siyasi çevreler de bu ithamlara katıldıkları gibi menfaat elde etmenin yollarını arıyorlardı. Bu hücumlara paralel olarak imparatorluğun içişle-rine karışarak topraklarını sömürgeleş-tirmek için zemin hazırlıyorlardı. Kalıp-laşmış klasik formülleri ise, Hıristiyanlar lehine ıslahat yapılması isteği idi.13

    İslamcıların çoğuna göre İslamî çöküşün en büyük sebebi; Müslümanları köleleştirmek suretiyle yıkma peşinde olan Avrupanın emperyalizminde aranmalıydı. Bunların gayesi, İslam topraklarında askeri, siyasi ve iktisadi üstünlüğü yerleştirip kendi kültürlerinin etkisiyle, İslamın temel inanç ve değerlerini yok etmek idi. Bu durumun hal çaresi; yabancı istilacıları kovup imtiyaz ve dokunulmaz-lıklarını kaldırmak, İslamî itikada sarılarak halifenin etrafında toplanmak idi.14

    Sömürgecilerin çok tehlikeli gizli başka bir maksadına dikkat çekilerek İslam dünyasındaki sömürgelerini kendilerine ısındırmak ve tam bağlanmalarını sağlamak için Osmanlılardaki “…kuvvetli merkeziyet-i İslamiyeyi dinsizlikle itham etmekle bozmak ve alem-i İslamın ir-tibatını manen kesmek ve uhuvvetlerini bu millete adavete çevirmek gibi bir planla şimdiye kadar bir derece muvaffak da olmuş. Eğer bu cereyanın aklı başında olsa, bu dehşetli planı değiştirip hariçteki alem-i İslamı okşadığı gibi, bu merkezdeki İslamiyet dinini okşasa hem o da çok istifade eder, hem azim fütuhatını bir derece muhafaza eder, hem bu vatan ve millet dehşetli beladan kurtulur”15 demek suretiyle tehlike ve çaresi kaydedilmiştir.

    19.Yüzyılın ikinci yarısında İslam topraklarının işgaline hız verildi. Hindistan’da vuku bulan 1857-58 askeri ayaklanmasından sonra, bu ülkedeki Müslümanlar hükümdardan yoksun kaldılar. Ruslar, 1868’de Semerkand’ı işgal ettiler. Buhara Emirliğini de iç devlet statüsüne indirgediler. Afrika’da, İngilizler Mısır’ı, Fransızlar Tunus’u işgal ettiler. 1811’de Almanlar Darü’s-Selam üzerinde hamilik ilan ettiler.16 İmparatorluk dahilinde yapılan müdahalelerin ücreti de Osmanlılara ödetilmiştir. Ruslar Kafkas-ya’yı, Kars, Ardahan ve Batum’u, Avusturya Bosna-Hersek’i işgal etmiştir.

    İlan edilen Kanun-i Esasi Osmanlı dahilinde azınlıklar arasında destek bulmasına rağmen Avrupalılar bu hareketi de blöf saymışlardır. Ruslar 93 Harbi zaferlerine Haçlı damgası vurmakta tereddüt etmedikleri gibi, Avrupa’nın mutaassıp Hıristiyanları da bu zihniyeti alkışla-mışlardır. Binlerce Müslüman işkencelerle öldürülmüş, binlercesi de mal ve mülklerini terkederek Hicret mecburiyetinde kalırken, Ayestefanos Antlaşması’nın hazırlanmasında Hıristiyanlık zihniyeti ile hareket edilerek, Osmanlı Hükümetine Hıristiyanlar lehine ıslahat yapma mecburiyeti getirilmiştir. Böylece Müslüman-Hıristiyan halk arasındaki münasebetler (Tanzimattan beri ) iyiden kötüye doğru olmuştur.17

    İşgal hareketleri hız kazanırken işgallere karşı şiddetli ayaklanma ve isyanlar da başlamıştır. 1871 yılında Cezayir’de Fransa’ya karşı isyan, Sudan’da Mehdi’nin idare ettiği İngiltere’ye karşı isyan, Afganistan’da İngilizlere karşı galeyan, Orta Asya’da Çin Türkistan’ında ayaklanmalar, Cava’da Hollandalılara karşı isyan çıkmıştır. Bu isyanların hepsi sömürgecilerin zulmündan kaynaklanmıştır. Emperyalistler, Osmanlı İmparatorluğu’nda Hıristiyanlar için; hak, adalet ve insaniyet taleb ederken aynı prensipler adına Müslümanlar için tatbik etmeyi ha-yallerine bile getirmiyorlardı. Söz konusu ayaklanmaların mahalli karekter taşıyıp birbirinden irtibatsız olmalarından muvaffak olmaları beklenemezdi. Ancak hepsinde müşterek husus Hıristiyanlara yönelik olması idi.18

    Devlet adamları ve aydınlar artan baskı ve ayrılıkçı hareketlere karşı koymanın ve korunmanın çarelerini aramışlardır. Endişeleri, Osmanlı Devleti’nden ibaret kalmamıştır. Dünya Müslümanlarının meselelerini de hep omuzlarında hissetmişlerdir. Bütün bu olumsuzluklara karşı en başta gelen husus Osmanlının gücü ve birliğinin muhafazasının geldiğine inanmışlardır. Çünkü, İslam dünyasının tek dayanak noktası Osmanlı Devleti’dir. Bu sebepledir ki Osmanlı kamuoyunda İttihad-ı İslam fikri etrafında ilk tartışmalar açıkça sergilenmiştir. İttihad-ı İslam aynı zamanda gerçekleştirilemeyen ittihad-ı anasır (Osmanlıcılık) fikrine alternatif olmuştur.19

    II. İslamcıların genel görüşleri

    Meşveret ve şura

    İslamcıların en çok üzerinde durduğu konuların belki de başında Meşveret ve Şura gelir. Meşveret, herhangi bir konu üzerinde danışma, fikir alışverişinde bulunma, konuşup görüşme manalarına gelmektedir. Şura ise konuşma için toplanma veya meşveret yeri için kullanılan bir tabirdir.20 Kısacası herhangi bir konu üzerinde uzmanlarında, oluşan bir kurulun görüş alış-verişinde bulunması eylemine meşveret, bu iş için toplanma ve toplanma yerine şura denmiştir. Tüm İslam, Türk-İslam devletlerinde devlet işlerini görüşmek için toplantılar yapılır ve bu toplantılara (mesela Osmanlılarda) “Şura”, “Şura-yı saltanat” adı verilirdi. Bunun yanında kanun ve nizamları tetkik etmek, bir kısım devlete memurlarını yargılamak maksadıyla da “şura-yı devlet” teşkil edilmiştir. (Bu kurumun Cumhuri-yetten sonraki adı “Danıştay”dır)

    İslamî devlet anlayışında hakimiyet çeşitli şekillerde sınırlandırılmış ve yetki-ler kayıt altına alınmıştır. Bu sınırlamalardan bir tanesi de halkın idareciler üzerinde etkili olmalarına fırsat veren meşveret sistemi ve bu günkü manada parlamenter sistemdir. Hz. Muhammed (s.a.v.) hemen hemen tüm konularda sahabilerine danışarak onların görüş ve düşüncelerine yer vermiştir. (Hendek Savaşı’nda Selman-ı Farisi’nin teklifi ve uygulanması gibi). “Her işte ümmetinle müşavere et”, “Bütün Müslümanların işi aralarında şuradan ibarettir.”21 gibi ayetler Meşveretin ehemmiyetini çok açık bir şekilde ifade etmiştir.

    Genç Osmanlılar da kanun, meşveret, Şura-yı ümmet terimleri üzerinde durarak bunların fert ve cemiyetin hak ve hürriyetlerini ihtiva eden siyasi hükümler olduğunu da belirtmişlerdir. Vatandaşın kanunların yapılması ve yönetimi izleyebilmelerinin meşveret usulünün kabülüyle mümkün olabileceğini belirtmişlerdir. Genç Osmanlılar bununla Millet Meclisini kastettikleri gibi yazılarında da Millet Meclisi tabirini sık sık kullanmışlardır.22

    Bazı İslamcılara göre meşverete eskiye oranla çok daha fazla ihtiyaç vardır. Çünkü, eskiden içtimai bağlar insanî ihtiyaçlar ve medeniyetin faydaları (nimetleri çok fazla olmadığından bazı güçlü devlet adamlarının fikri, devlet idaresinde yarı yarıya yetiyordu. ancak, içtimai bağlar, insani ihtiyaçlar (geçim kaynağı) aşırı bir şekilde arttığı gibi medeniyetin semereleri de o kadar çok artmış ki ancak, milletin kalbi hükmünde olan Millet Meclisi, ümmetin fikri makamında olan şer’i Meşveret, kılıç ve medeni kuvvet menzilinde bulunan fikir hürriyeti, o devleti taşıyabilir.23

    İslam Dünyası ve Asya kıtasının istiklali şura’ya bağlıdır (istikbalinin keşşafı ve miftahı, şuradır.) Fertlerin meşverete ihtiyaçları olduğu gibi, taifelerin ve kıtaların da ve hatta 3-4 yüz milyon İslamın ayaklarına vurulmuş istibdat kayıtları ve zincirlerini dağıtacak olan şer’i meşveret, çok zahmetli ve iman şefkatinden kaynaklanan şer’i hürriyet ve şeriat edebiyle süslenip Batı medeniyetlerinin sefih kötülüklerini atmaktır.24 Bu usûl terkedildiğinden İslam dünyası, üzerine istibdat ve zulüm kâbuslarının çökmesiyle sarsılmış, gittikçe bu usûl yok olmaya yüz tutmuştur.25

    Hükümdarlar adaletle hükmetmekle, meşveretle devlet ve hükümetin yasama-yürütme yetkilerini halka karşı yürütmekle mükelleftir. Adalet ahlakî bir sınır, meşveret siyasî bir sınır olup her ikisi de Allah’ın emri olup devletin kendi kendisini frenlemesini mümkün kılar. Bu durum meşruiyet meselesi olup haksız yola sapan halifeyi yerinden atmayı Müslümanlara farz kılar. Devlet başkanı, hiçbir zaman milletin hakkını çiğneyen müstebit bir zalim olamayacağı gibi yarı ilah da olamaz.

    İçtimai şeriat buna manidir. Aksi takdirde, istibdat ve zulme sapması ayaklanma ve hükümdara itaat etmeme kaidesi uygulanır. Halkın kusur ve hatası hiçbir zaman İslamiyete mal edilemez.26

    Meşveret usûlü padişah ve devlet yönetimindekilerin uyması gereken bir sistemden ibaret olmayıp aynı zamanda iktidarın halifelik cephesini temsil eden Meşihat (Şeyhülislamlık) makamı için de meşveret usûlü sözkonusudur. Münasebetlerin çoğaldığı bir zamanda; içtihaddaki müthiş kargaşa, İslamî fikirlerdeki dağınıklık, medeniyetin fesad cephesinin içine girmesiyle ahlâkta meydana getirdiği müthiş tahribat söz konusu iken Şeyhülislamlık bir şahsın içtihadına terkedilmiş. Dolayısıyla ferdin harice tesiri azdır. Harici tesirlere kapıldığı içinde bir çok dinî hüküm feda edilmiştir. Bu yüzdendir ki diyanette zaaf, İslamî şeairde lakaydlık, içtihadda kargaşa meydana gelmiştir. Bu meşihatın zaafından ve sönük olmasından meydana gelmiştir. Bu meşihatın makamı tek bir şahsa münhasır kaldığında hariçten birisi ferdiyete dayanarak meşihata karşı görüşünü ve reyini muhafaza edebilir. Ama, şuraya dayanan bir Şeyhülislamın sözü, en büyük bir dahiyi de ya içtihadından vazgeçirir veya o içtihadı ona münhasır bırakır.27

    Diğer yandan halifeliği temsil eden Şüyhülislamlık, İstanbul ve Osmanlılara mahsus da değildir. Tüm İslama şamil bir müessesedir. Hem halihazırdaki sönük vaziyet değil koca İslam aleminin İstanbul’un dahi irşadına kâfi gelmiyor. O halde bu mevki öyle bir hale getirilmelidir ki İslam âlemi ona itimad edebilsin. Zaman cemaaat zamanıdır. Meşverete dayanan bir hükümdarın müftüsünün de ona göre aynı cinsten olup yüce ilmi şuradan meydana gelen bir şahs-ı maneviye dayanması gerekir. Böylece dinî meselelerde doğru yola sevkedebilsin. Yoksa ferd, dahi bile olsa, cemaat karşısında sivrisinek kadar kalır. Bu mühim mevki (meşihat), böyle sönük kalmakla İslamın hayati kaidelerini tehlikeye maruz bırakır.28

    Dini meselelerde vehimli olmamalıyız. Korkmakla din rüşvet verilmez. Korku ve zaaf harici tesirleri cesaretlendirir. Yapılması gereken şey, vehmedilen zararlara feda edilmez. Meşrutiyetin ilan edilmesinden de korkulmamalıdır. Hürri-yet 370 milyon (şimdi 1 milyar) İslamı esaretten kurtaracak yegane çaredir. Ülke içinde (Osmanlı Devleti’nde) 20 milyon nüfus hürriyetin tesiri yüzünden zarar görse bile netice itibariyle İslam alemi kârlı çıkacaktır. Yirmiyi verirken 300 alırız.29

    Batıya bakış

    İslamcıların Batıya bakışı temkinlidir. Ne tamamen Batı hayranı ne de tamamen Batının karşısındadırlar. Batıya yönelik fikirleri birbirine çok yakındır. Birleştikleri temel nokta Batı tekniğinin alınması ve Batı kültürünün istenmemesidir. İslamcılarla birlikte tüm aydınlarımızın Batıyla tanışmaları özetle şu şekilde olmuştur.

    1. Kitaplardan okumak suretiyle Batıyla tanışma

    2. Seyyahların, ekalliyetlerin (azınlıkların) ve Batıya özenen Türklerin İstanbul’da ve bilhassa Beyoğlu’nda yaşadıkları Avrupa

    3. Seyahat, tahsil v.s. vesilelerle tanınan Avrupa.30

    Köklü değişiklik ve ıslahatların yapılmasına ihtiyaç vardır. Ancak alınacak şeylerin ahlaki faziletimizi, sosyal hayatımız ve dinimizi muhafaza etmesi şartıyla gerçekleştirilip uygulanması gerekir. Batıdan sadece teknik almak gerek. Takip edilecek yol; “yeniyi iyiliğinden, hususiyle lüzumundan dolayı almak, eskiyi de fenalığı sabit olduğu için atmak”tır.31

    Tartışmalar, Batıdan nelerin alınıp, ne-lerden kaçınılması gerektiği konularında yoğunlaşmıştır. Ahmet Mithat; “…Biz Avrupa da gördüğümüz asar-ı terakkiye kemal-i hayretle tahsinhah olarak kudretimiz yettiği mertebede terakkiyat-ı mezkureyi memleketimize idhale dahi çalışırız. Fakat terakkiyat-ı mezkure Hıristiyanlığın mahsul-i maddi veya manevisidir diye bizi iğfal etmesinler…”32 diyerek mevcut Hıristiyanlık dininin bu medeniyetle alakası olmadığını, yapılan araştırmalarda Avrupa’da dinî lakaytlık olmadığı sürece ilmi gelişmenin olma-dığını belirtir.

    Mehmet Akif, Batının ilmi terakkisi konusunda;

    Alınız garbın ilmini, alınız sanatını,
    Veriniz hem de mesainize son süratini,
    Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı,
    Asrın idrakine söyletmeyiz İslamı demiştir.33

    Zaman zaman Doğu-Batı medeniyeti karşılaştırılarak üstün yanları ortaya konmuştur. Birleşilen husus teknik yönden Batının; dini-kültürel yönden Doğunun üstün olduğu tezi olmuştur.

    Ahmet Mithat’a göre, Doğu medeni-yetinin ferdi ve sosyal ahlak üzerine çok eğildiğini, son asırlarda maddi terakkiyi ihmal ettiğini söyler. Batı medeniyetinin ise, maddi yönden inanılmaz derecede tekamül ettiğini, ancak ahlaki yönden çöktüğünü belirtir. Bu senteze göre müstakbel medeniyetin; Batının maddi ve Doğunun manevi terakkisine dayanacağını kaydeder.34

    Bediüzzaman Said Nursi Avrupa’yı ikiye ayırır. Birincisinin gerçek İsevilik dininden aldığı feyizle insanlığın içtimai hayatına faydalı sanatları ve adalet ve hakkaniyetle hizmet eden fenleri takip eden Avrupa olduğunu, ikincisinin ise medeniyetin güzellikleri ve faydalı fenlerden başka olan boş ve zararlı felsefeyi, zararlı ve sefih medeniyeti (inkârcılığı) elinde tutan Avrupa olduğunu söyler.35

    İslamcıların en çok karşı çıktıkları konulardan birisi de körü körüne yapılan Batı taklitçiliğidir. Said Halim Paşa; “Çinlilerin ahlakiyatını, Hintlilerin içtimaiyatını, Meksikalıların siyasiyatını kabul eden bir Fransız, yahut bir Alman acaba ne olabilir? O ne Alman ne de Fransızdır. İşte, İslam ahlakını, inanç ve siyaset prensiplerini bilmeyen bir müslüman gibi düşünüp hareket etmeyen bir kimseye de İslam denemez” “…Bir adamın zihninde mütenakız, mütearız, gayr-ı kabil-i imtizaç bunca şeyler tesadüm halinde bulunmakla beraber hepsi birden yanyana durup durursa artık o adam ne kafada, ne de vicdanda lazım gelir, tasavvur edilsin.”36

    Mehmet Akif; “… Dini taklit, dünyası taklit, adeti taklit, kıyafeti taklit, selamı taklit, kelamı taklit, hülasa, herşeyi taklit bir milletin fertleri de insan taklidi demektir ki, kabil değil, hakiki bir heyet-i içtimaiye vücuda getiremez, binaenaleyh yaşayamaz.”37

    Ahmet Mithat, Anadolu şimendifer Kumpanyası’nda çalıştığı sıralarda gördüğü ilgi ve sevginin neticesi olarak Stockholm iskelesinde gemisine Türk bayrağı asan gencin vefa örneğini, Avrupa’ya geçtikten sonra kendi kimliklerini inkâra kalkışan aydınlarımızla ve Osmanlıya isyan ederek başlarına şapka geçiren kişilerle karşılaştırır ve üzüntülerini dile getirir. Hatta, Osmanlı ülkelerinden Avrupa’ya giden Rum, Ermeni ve bir çok gayr-i müslim Osmanlının kemal-i iftiharla başlarına fes geçirerek Marsilya, Paris ve sair memleketlerde dolaştıklarını, Müslü-man olanların davranışlarına ise bir türlü mana veremediğini üzülerek belirtir.38

    İslamcılara göre Batının bize bakışı da pek müsbet değildir. Ahmet Mithad; “Hâlâ bu zaman bile Avrupalıların akvam-ı şarkiyye ve diyanet-i İslamiye hakkındaki vukufsuzluğu her muhakemelerinde kendilerini o kadar hatalara düçar eyler ki hataya-yı mezkureye vakıf olanların ya istihzaen gülmemeleri ve yahut müte-essifen ağlamamaları kabil olamaz”39 der.

    Cemaleddin Efgani’ye göre; “Hıris-tiyan devletler, İslam ülkelerine yaptıkları hakaretleri ve taarruzları, onların geri ve barbar olduklarını idda ederek mazur göstermeye çalışıyorlar. Islahat hareketlerini savaş açarak engelliyorlar. Kendi ülkelerinde milliyet ve vatanseverlik dediklerine, Doğuda olursa taassup diyorlar.”40

    Şeyh Muhsini Fani’ye göre; “Silahların sınırlanması konferansı yerine ihtirasların sınırlanması konferansı uygun olur. Ve dünyanın bozulan Batı ruhunun buna şiddetle ihtiyacı vardır. Zira bütün kültürüne ve sanayiine karşılık Batı, temiz ve pürüzsüz bir ahlakı ancak İslam dünyasında bulabilir. Kur’an nasıl bir anarşi halini bundan 14 asır önce önlemiş ve düzene kavuşturmuşsa, 20. yüzyılda da aynı tesirle aynı büyük vazifesini başarabilir.”41

    Kavmiyetçilik (ırkçılık)

    İslamcılar ırkçılık konusunda çok hassas olup tamamen karşıdırlar. Böyle bir durumda İslam dayanışması ortadan kalkacağı gibi Müslümanlar arasındaki bağlar da zayıflayacaktır. Hz. Muhammed (s.a.v.) “Kavmiyet gayreti güdenler bizden değildir” diye buyurmuştur. Arapçılık, Arnavutçuluk, Kürtçülük v.b. en güçlü siyasi ve sosyal bağ olan dini bertaraf edecek, İmparatorluk hüsrana uğrayacaktır. Balkan yenilgisi ve iç sarsıntılar bu acı siyasetin cezasıdır.42

    Avrupalıların ırkçılığı kasıtlı olarak Müslüman ülkelerde yaymasına “… fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş. Hususen dessas Avrupa zalimleri bunu İslamlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, ta ki parçalayıp onları yutsunlar.” denilerek dikkat çekilmiştir.

    Müslümanların durumu iç açıcı değildir. Cehalet ve tenbellik İslamiyeti tanınmayacak bir hale sokmuştur. İslam dünyasındaki ayrılık, İslam dini hakkındaki cahillik, müslümanların kavimler halinde, ırkçılık ve milliyet davasıyla parçalanmış olmaları, hastalığın aslını teşkil eder. Bunun içinde köklü bir eğitim ıslahatına ihtiyaç vardır.44

    Osmanlı İmparatorluğu, dinî bir karakter taşıdığından, İmparatorluğu oluşturan unsurların vasıflandırılmasında din önemli bir unsur idi.

    Müslümanlara, millet-i hakime (Türk, Arap, Kürt, Arnavut v.s.) denilirdi. Diğer dinlere tabi olanlar ise mezheplerine göre bir ayırıma tabi tutulmuşlardı. Rum milleti, Ermeni milleti gibi.45

    Müslümanlar arasında herhangi bir ayırım olmadığından kavmiyetçilik fikri bu birlik için büyük bir tehlike oluşturmuştur. Müslümanlar ordu hükmünde olup kabile ve taifelere bölünmüşlerdir. Ancak ortak yanları çok fazladır. Yaratıcıları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir… Bu kadar birlik, kardeşlik ve sevgiyi gerektirir. Dolayısıyla ayet-i kerimenin de belirttiği gibi ayrı ırk ve kavimler birbirlerini tanıma ve yardımlaşmak içindir. Birbirlerini inkâr, düşmanlık ve boğuşma için değildir.46

    Dahilde islamcılık

    Osmanlı basınında ittihad-ı İslam konusunda ilk yayına 9 Nisan 1872 tarihli Basiret Gazetesi’nde rastlıyoruz. Gazetede yayınlanan bir makalede, İttihad-ı İslam fikri sözkonusu olursa “Karadenizin sahil-i şarkiyesinden bir ciheti ta Kazan’a ve diğer ciheti Asya-i Vusta’da kaim Kulca Hanlığına kadar kabail-i İslamiyenin derhal ittihad edebilecekleri red ve inkâr olunamaz” deniliyordu. Makaleye göre şartlar çok müsaittir. İttihadın gerçekleşmesi halinde hiç bir ittifak ittihad-ı İslama mukavemet edemez. 14 Nisan 1872 tarihli nüshasında İslam âleminde bir kamuoyunun oluşturulmasının önemi üzerinde durularak bir çok broşürün hazırlanıp yayınlanması teklif edilmiştir. Bu yayınlardan kısa bir süre sonra Basiret’e bir çok mektup gelerek teklifler ileri sürül-müştür.47

    Yusuf Akçura’ya göre İslamcılık politikasıyla; “… Osmanlı idaresindeki bütün Müslümanlar ve binaenaleyh onun bir parçası olan Türkler, pek güçlü bir bağ ile sımsıkı birleşecekler, böylece farklı cins ve dinden oluşmuş “Osmanlı milleti”ne nisbetle, pek ziyade sıkı ve bu sıkılığı cihetiyle, milletçe, adetçe, arazice, servetçe olan noksanlıklarına rağmen daha kuvetli bir topluluk, İslam topluluğu, meydana getireceklerdir.”48

    İslamcı yayınların sergilendiği gazete ve dergilerin belli başlıları; Sırat-ı Mustakim, Sebilürreşad, Ceride-i Sufiye, Ceride-i İlmiye, Beyan-ül Hak, Hikmet gibi dergiler bu cereyanın siyasi hayat içindeki sesini duyurmuşlardır.49

    Basında çıkan yazıları takip eden bir çok kişi tartışmalara katılarak tekliflerde bulunmuşlardır. Atılan ilk önemli adım, İstanbul’da Cemiyet-i İhya-yı İslam’ın kurulmasıdır. Bu cemiyetin en çok üzerinde durduğu konu İslam dünyasının eğitim, kültür ve ilim konusudur. Esad Efendi (ö.1899) yayınladığı bir risalede; “Kur’an ile ehadis-i nebeviyye iktiza-i celilince bütün Müslümanların İmamü’l-müslimin olan Zat-ı Hazret-i Hilafetpenahiye itaatleri farzdır. Din-i İslam vahdet-i camia-i İslamiyedir” diyordu. Arapçaya tercüme edilen bu risale, Hac mevsiminde hacılar arasında dağı-tılmıştır.50

    İslamcılığı savunanlara göre ittihad-ı İslamın sınırlarının geniş tutulması teklif ediliyor ve buna Şiilerin de dahil edilmesi isteniyordu.

    Dahilde İslamcılığın uygulamaya yönelik gelişmelerinden birisi de Abdül-hamid döneminde Tunuslu Hayrettin Paşa’nın sadrazamlığı, sarayda Arap asıllı görevlilerin bulundurulması, İslam ülkele-rinde etkili tarikat şeyhleriyle sıcak müna-sebetlerin kurulmasıdır.51

    Bağımsızlık hareketlerinin azınlıklar arasında hızla yayıldığı, özellikle Araplar arasında ve diğer İslam kavimleri arasına nifak sokma gayretlerinin arttığı bir dönemde İslam kardeşliğinin ehemmiyeti üzerinde durularak dahilde İslam dayanışmasının devamı ve güçlendirilmesine çalışılmıştır. Batının milliyetçilik akımının ardında gizli tutulan sömürgeci emeline dikkat çekilerek İslamın halifesinin etrafında toplanmasının dini bir emir olduğu üzerinde durulmuştur.

    Hariçte islamcılık

    Hemen belirtmek gerekir ki İslamcılığı savunanların gayesi İslam dünyasını siyasi bir çatı altında toplayarak güçlü bir İslam devleti kurmak değildir. Asıl gaye Müslümanların bulunduğu bölgelerde siyasi, iktisadi ve kültürüel yönden güçlenmelerini sağlayarak, manevi yönden Osmanlı halifeliği etrafında bütünleşmelerini sağlamaktır. Zaten Müslüman-ların coğrafi yönden dünyanın dört bir yanında bulunmaları, siyasi yönden bir birlik meydana getirmelerini imkânsız kılmaktadır.

    Hariçte İslam dayanışmasını sağlamak, Asya, Afrika ve Okyanusya’da İslamiyeti yaymak gayesi ile “Memalik-i İslamiye Coğrafya Cemiyeti” kurulmuştur. Bu cemiyetin kurucusu Darü’l Fünun’un baş müderrisi Hoca Tahsin Efendi’dir. İlgi çekici düşüncelerden bir tanesi de; İslam ülkelerine ehil kişilerin gönderilerek, bölge coğrafyası ve halkının tabiatı hakkında bilgi toplamak suretiyle durumlarına göre ittihad-ı İslam fikrine ihtiyaçlarının tesbit edilerek, buna göre istidat ve kabiliyetlerinin tesbit edilmesi teklifidir.52

    Özellikle Abdülhamid döneminde İslam alemiyle sıkı bir irtibata geçilmiştir. Bazen sembolik bile olsa diplomatik temaslar kurulmuştur. Cava, Japonya, İran, Türkistan, Çin, Hindistan ve Kuzey Afrika’ya özel görevliler gönderilirken, Hicaz demiryolu projesi ile Hicaz ve Hindistan gibi kalabalık İslam nüfusunun yaşadığı merkezlerin birbirine bağlanması hedeflenmiştir.53 İslamcılık faaliyetlerini, tarikat şeyhleri Ebü’l Hüda, Şeyh Rahmetullah, Seyyid Hüseyin el Cisr ve Muhammed Zafir yürütürken din alimleri de (mollalar) büyük destek vermişlerdir. Paris makamlarınca Müslümanların yaşadığı sömürgelerdeki valilere gönderilen 28 Ekim 1897 tarihli bir uyarıda, İslam birliği siyasetini yaymak maksadıyla ajanların gönderildiğini ve bunlara karşı dikkatli olmaları emredilmiştir.54

    Sultan Abdülhamid’in ajanları, Ceza-yir, Mısır, Hindistan ve hatta Japonya’da faaliyete geçip İslam kamuoyunu harekete ve şuurlandırmaya çalışmışlardır. Önemli ölçüde de başarılı olmuşlardır. Nitekim 1897 Türk-Yunan savaşında elde edilen zafer tüm İslam aleminde sevinçle karşılanmış, Osmanlı zaferi bir çok ülkede kutlanmıştır. Bunu Hindistan, Batı Hind Adaları, Türkistan, Madagaskar ve Cezayir’deki karışıklık ve ayaklanmalar (sömürgecilere karşı ) izlemiştir.55

    Osmanlılardan İran’a karşı yumuşama ve dostluk eli uzanırken buradan da müsbet haberler gelmiştir. 93 harbi sırasında daha önce hiç görülmeyen bir tarzda aleni olarak Osmanlı zaferi için dua edilmiştir. Bab-ı Ali’nin ricası üzerine Sünnileri rencide edici Şii tören ve kutlamalar yasaklanmıştır. İran Şahı’da iki ülke arasında iyi münasebetlerin geliştirilmesini arzulamıştır.56

    1900’lerin başında Almanya’nın da desteğiyle Enver Paşa başkanlığında Pekin’e bir heyet gönderilmiş, Alman gemileriyle Süveyş’e kadar gelen heyet, Alman konsolosu tarafından karşılanarak talimatlar bildirilmiştir. Ancak heyeti, Çin topraklarında ve Şangay’da Almanlar yüzüstü bırakmışlardır.57

    Dikkatle izlenen tarikatların faaliyetlerinin etkisi, konsoloslar tarafından ülkelerine gönderilen mektuplardan anlaşılmaktadır. 20 Nisan 1902 tarihli yazıda Cidde konsolosu Paris’e; “… İmparatorluğun içinde olduğu gibi, dışişlerinde de çok büyük bir itibara sahip olan bu zatın (Şeyh Sununi, Şazeli Tarikatı) nüfuz ve aksiyonu, büyük bir ehemmiyeti haizdir. Onda, dine tahta olan desteğin en sağlam misali görülür… Türk politikasının gereklerine göre düzenlenmiş veya ona uydurulmuş olan itikadları, Müslümanların heyacana gelmiş rüyalarına ve hararetli hayallerine ümid vermişe benziyor. Yalnız dini menfaatler için çalıştıklarını gösteren tarikat müridleri, aynı zamanda kendilerini Panislamizmin (İslamcılığın) propagandasına adamışlardır.” diye bildirir.58

    Haccın önemini iyi kavrayan tarikat şeyhleri Mekke ve Medine tekkelerinin başına en iyi müridlerini yerleştirmişlerdir. Bunların hacı kitleleri üzerine etkileri çok büyük olmuştur. Bu faaliyetleri çok yakından izleyen Batılı devletler bir taraftan konsolosları vasıtasıyla bilgileri alırken, diğer yandan da tarikatların faaliyetlerini etkisiz hale getirmenin yollarını aramışlardır. Öğrenmeye çalıştıkları konular, tarikatların bulundukları bölgelerde sahip oldukları konumları, dini ve siyasi reisleri, İstanbul ile bağlantıları, Kuzey ve Merkezi Afrika müslümanları üzerindeki etkileri, kendi İslamî propagandaları için yeterli ölçüde neşir imkânlarının olup olmadığı gibi sorular sorulmuştur.59

    Tarikatların faaliyetlerini yakından izleyen Fransa’nın Cidde konsolosu tarikatları etkisiz hale getirmek için nelerin yapılması gerektiğini şu şekilde sıralar:

    “1. Mümkün mertebe, sağlık ve ekonomik sebepleri bahane ederek, Müslüman tebamızın Hicaz’a yapacakları Haccı zorlaştırıp azaltmak.

    2. Birbirine rakip olan tarikatlara, bir takım imtiyazlar tevcih ederek, bu rekabetin artmasına yardım etmek. Şurası muhakkaktır ki Şazeli, Medeni ve Rufailere karşı münhasıran yapılan lütuf ve ihsan, İslamın diğer cemaatleri arasında ateşli bir rekabet doğurdu. Burada bizi ilgilendiren husus, bu rekabeti kendi menfaatimiz yönünde işletmektir.

    3. Büyük Şerif’in (bizim için) desteğini ve teveccühünü kazanmak.”60

    Fransız hükümeti bu tavsiyeleri yerine getirmek için sömürgelerdeki konsolosları vasıtasıyla sıkı bir baskı kurar. Aynı zamanda, “Service des Affaines Musulmanes et Sahariennes” adlı bir teşkilat kurar.

    Bir taraftan Osmanlıların desteğiyle devam eden İslamcılık faaliyetleri diğer yandan bunu etkisiz hale getirmek için uğraşan sömürgeciler kıyasıya bir mücadeleye girişmişlerdir. Konsoloslar her fırsatta gelişmeler hakkında merkeze bilgi aktarmaya devam etmişlerdir.

    12 Şubat 1902 tarihli Fransız Umum Konsolosu’nun Trablus’tan gönderdiği mektupta ilgi çekici bilgiler mevcuttur; Bütün tarikatlar aynı usûllerle propaganda yapıyorlar. Arapların, Sudanlıların ve Türklerin gayesi Fransızların Afrika’ya sızmalarını önlemek. Osmanlılara bağlılık daha çok halifelik makamından kaynaklanmaktadır. Bu sebeple Araplar ayrılıkçı hareketlere girişmeyecekler. Libya elden çıktığı halde bölge halkıyla temaslar devam etmektedir. Tarikat şeyhleri Arap ve zencilerden yardım görme kuvvetine sahiptirlr. Avrupa’lıların Afrika’ya sızmaları şimdiye kadar engellenememesinin sebebi rekabet, kıskançlık, adi iştahlar ve tarikatların ayrı yaşamalarıdır. Biz (Fransızlar), kendimizi bunlara kabul ettirmek için sert bir şekilde davranmaktan çekinmemeliyiz. Çok zor durumda bulanan tarikatlara aman verilmemesi temel esastır. Biz onlara, esas gayemizin ticari münasebetler kurmak, dinlerine, adetlerine hürmet göstermek olduğunu göstermeliyiz…61

    Açıkca anlaşıldığı gibi Avrupalıların en çok faydalandıkları konu ihtilaflardır. Bu ihtilafları kendi menfaatleri doğrultusunda körükledikleri gibi, yeri geldiğinde zor kullanmaktan da hiçbir zaman çekinmemişlerdir.

    Terakki-tedenni ve islamiyet

    Osmanlı ve İslam dünyasının gerilemesine paralel olarak açık ve örtülü bir tarzda İslamiyete hücumlar artmıştır. Şark medeniyeti adı altında İslam dinine yerli ve yabancı aydınlar tarafından büyük hücumlar olmuştur. Bazıları çok ileri giderek gerilemenin asıl sebebinin İslam dini ve medeniyeti olduğunu iddia etmişlerdir. Ortaçağ Avrupa’sına hakim olan Kilise taassubunu, hiç alakası olmadığı halde İslam dinine de mal etmeye çalışmışlardır. İşte bu yüzdendir ki mütemadiyen İslam alimleri ayet ve hadisleri delil gösterdikleri gibi İslam tarihini de şahit göstererek bu iddiaları çürütmüşlerdir.

    Ahmet Mithat’a göre; Avrupa’da kilise aleyhtarlığı ilmi terakkiyi netice verirken, İslamiyet için böyle bir husus söz konusu değildir: “Bilakis diyanet-i celile-i İslamiye terakkiyat-ı sahihanın manii değil, meşevvik-i tammı olup hükema-yı İslamiye hakimiyette ne derece ileriye varmışlarsa akide-i İslamiyelerini dahi o kadar takviye etmişlerdir.”62

    Tarih bize gösteriyor ki, Müslümanlar ne derece dine bağlanmışlarsa terakki etmişler, ne vakit dinde zaafiyet göstermişlerse gerilemişlerdir. Başka dinde ise, güçlü dindarlıkları zamanında vahşet, dinlerinde zaaflık olunca da medeni olmuşlardır. (Avrupa tarihi buna en güzel şahittir.) “Cumhur-u Enbiyanın Şark’ta biseti, Kader-i Ezelinin bir remzidir ki, Şarkın hissiyatına hakim dindir. Bu gün âlem-i İslamı uyandıracak, şu mezelletten kurtaracak yine o histir.”63

    Modern ilim anlayışı ile Kur’an arasında bir ayrılık tasavvur edilemez. Müslü-manların geriliği ancak cehalete, yani ilmiye sınıfının bozulmasına hamledilebilir. Din siyasete feda edilerek imparatorluk karanlık içinde bırakılmıştır. İslamın insan aklına değer veren icma-i Ümmet ve Kıyas-ı Fukaha kaynaklarından tekrar faydalanma yoluna gidilebilecektir. Fakat bu kapı cahiller için değil bir ilim heyetine açılmalıdır. İmparatorluğun yükselme döneminde medreselerin rolü inkâr edilemez. Ancak, bugün o durumlarından uzaktır. İslamcılar medreselerde yapılacak ıslahatları devamlı desteklemişlerdir. Medreselerin büyük bir gaye ile kurulduğunu, bugün ise fonksiyonlarını yapamaz bir duruma düştüklerini, bu duruma bir çare aranmasını devamlı olarak belirtmişlerdir.64

    Gerek Kur’an-ı Kerim’de ayet-i ke-rime, gerekse Hadis-i Şeriflerde ilmin önemine dikkat çeken sayısız tesbitler vardır. İslam alimleri bunları yazılarında belirtmişlerdir. Mesela, “Hiç bilenle bilmeyenler bir olur mu?”, “Akıl sahipleri için ibret vardır” v.b. ayetler; “İlim müslümanın kaybolmuş malıdır. Nerede bulursa alsın”, “İlim tüm erkek ve kadın Müslümanlar üzerine farz kılınmıştır.” v.b. Hadis-i Şerifler İslam dininin ilme verdiği önemi göstermektedir. Diğer yandan Hz. Muhammed (s.a.v.), savaşlarda esir alınanlardan Müslümanlara okuma yazmayı öğretenleri serbest bırakmıştır.

    Türk devletleriyle münasebetler

    Daha önce Çin Türkistanı’nda Çinlilerle savaşarak (1867) devletini kuran Yakup Han’ın berat ve yardım isteğinin kabul edildiğini ve Kaşgar ordusunu eğitmek üzere subay gönderildiğini yazmıştık. Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu kötü durumdan haberi olmayan İslam devletleri, her başları sıkıştığında (halifelik kurumunun da varlığı sebebiyle) Osman-lılardan yardım istedikleri gibi özellik Rus istilasına maruz Türk Hanlıkları da yardım isteklerinde bulunmuşlardır.

    Bazen kamuoyunun da etkisiyle Bab-ı Ali, özellikle Orta Asya müslümanlarının meseleleriyle daha aktif bir şekilde ilgilenmeye çalışmıştı.65 Ancak, Rusya’nın Orta Asya’da giriştiği işgaller, 1868 Semerkand işgali Buhara Emirliği’nin sonunu getirirken buradaki hanlıkların birbirleriyle olan tüm bağlarını kesmeye çalışmıştır. Osmanlı Devleti’nden yardım alamayan Türki Cumhuriyetler kendi problemleriyle başbaşa kalmışlardır. Diğer yandan 93 Harbi sırasında, önceden Ruslar tedbir aldıkları için, Osmanlılar lehine söz konusu bölgeden herhangi bir Rus aleyh-tarlığı gelişme görülmemiştir. Rusya, bölge hanlıklarının birbirleriyle olan bağlarını koparırken 1917 den sonra Bolşevikler daha beterini yapmışlardır.

    Hindistan müslümanları ile münasebetler

    19. Yüzyılın ortalarına kadar Hindistan dahil Asya Müslümanları Osmanlılara ciddi bir yakınlık ve bağlılık besledikleri gibi, hala Osmanlı Devleti’ni dünyanın en güçlü devleti olarak düşünüyorlardı. Tabii ki Osmanlıların içinde bulunduğu durumdan haberleri yoktu. Hindistan’daki Osmanlı taraftarlığı ve İslamcı gelişmeleri bize göre;

    1. İngilizlere baskı,

    2. Basın yoluyla oluşturulan büyük Osmanlı taraftarlığı,

    3. Osmanlı savaşlarına yakın ilgi,

    4. Osmanlılara yardım, şeklinde özetlemek mümkündür.

    1. Özellikle 93 Harbinin patlak vermesiyle Hint müslümanları Osmanlıları desteklemeleri konusunda İngiltereye baskı yapmışlardır. Yayınladıkları bildiri ve dilekçelerle Osmanlıların kendileri için neler ifade ettiğini makul bir dille ve bazen şiddetli ifadelerle anlatmaya çalışmışlardır.

    “Osmanlı Sultanı bir bakıma Müslü-manların yaşadığı bütün memleketlerin sultanıdır. Bu yüzden bütün İslam dünyası O’na biat eder ve onun için gerekirse ha-yatını feda etmeye hazırdır. Onu hedef alan herhangi bir hareket bütün Müslü-manları hedef almış sayılır. Bu durumda Sultan’a herhangi bir zarar verilirse Müslümanların sessiz ve hareketsiz kalacağını zannetmek mümkün müdür?… Böyle bir durumda bütün İslam dünyası silahlanarak onun düşmanlarına karşı koymak zorundadır.”66

    Diğer yandan İngiltere’nin destek olmaması halinde “aynen Ruslardan, nefret ettiğimiz gibi İngilizlerden de nefret ederiz” diyorlardı. İngiliz Kraliçesi’nin tarafsızlık ilanı ve bunu ihlal edenlerin cezalandırılacağı yolundaki sözleri Müslümanları rahatsız etmiştir. Nusretü’l-Ahbar Gazetesi, tarafsızlık ilanının sadece İngilizler için mevzu bahis olduğunu, Müslümanların buna uyma mecburiyetinin olmadığını belirtmiştir.67

    Osmanlı taraftarlığını gelişmekte olan yerli basında açık bir şekilde görmek mümkündür. İngilizler tarafından hazırlatılan gazete raporlarına göre (Native, Newspaper Report), bazı Müslümanlar istikballerini Osmanlıların kaderi ile bir görüyorlar. Onlar için Halife, Osmanlıların şahsında sembolleşmiştir. Onun devleti de İslamın gurur kaynağıdır. Bu gazeteler Urdu Ahbar, Aligarh İnstitute Gazette, Kayserü’l-Ahbar, Envarü’l-Ahbar, Nüsre-tü’l-Ahbar’dır.68

    Hint basınına göre Şiiler de Osman-lıların dertleriyle dertlenmiş; Bedreddin Tuyabcı, Muhammed Ali Rogay, Seyyid Emir Ali ve Çırak Ali gibi nüfuzlu Şiiler, bizzat faaliyetleri organize etmek maksadıyla ortaya çıkmışlardır. Aligarh İnstitute Gazette bu olayı överek “Mutluluk verici bir şekilde, aydın Şiiler, bir takım ön yargıları atarak samimiyetle diğer Müslümanlarla (Sünnilerle) birlikte faaliyetlere başladılar. İslamın bu iki büyük mezhebinin dini ve milli birlik için ortak meselelere sahip çıkmalarından dolayı Müslümanlar sevinmelidir.”69 diye yazıyordu.

    Kayserü’l Ahbar gazetesine göre; “Türkler Müslüman olduğu için Avrupa’da hiçbir müttefikleri yoktur. Bütün Hıristiyan devletler karşı taraftadır. Maalesef Müslümanlar da Türkleri yalnız bıraktı. Türk imparatorluğu, İslam dünyasının gururu idi, Bu yüzden de Türklerin hali hazırda karşı karşıya bulundukları talihsizlikler onlardan çok bizi üzmektedir. Envarü’l Ahbar ise; “Eğer Osmanlı İmparatorluğu’nun bütünlüğüne bir halel gelirse, dinimiz, şerefimiz ve ha-yatımız felaketle karşı karşıya kalacaktır.” diyordu.70

    3. Osmanlıların girdiği her savaş Hindistan’da büyük ilgi uyandırmıştır. 93 Harbi ile ilgili girişimlerini yukarıda açıklamıştık. 1894-95 Ermeni olaylarının Avrupa kamuoyu tarafından saptırılması ve Osmanlılara yapılan baskı; “Geleneksel Haçlı zihniyetinin tekrar gün yüzüne çıkarılması” olarak değerlendirilmiştir. Müslümanlar, Avrupalıların Osmanlı vatandaşı Ermenilere sahip çıkmaya hakları olmadığını belirtmişlerdir. 1500 kişinin katılımıyla 24 Şubat 1895’te yapılan Delhi mitinginin sonuç bildirisinde; “Hindistan Müslümanları, Ermeni tahrikçilerle onların yandaşlarının yanlış ve gerçek dışı suçlamalarını protesto ederler. Türkiye’ye karşı peşin hükümlü olan ve Hıristiyanları Müslüman dostluğundan uzaklaştırmak isteyen bazı fanatik Hıristiyan çevrelerine karşı nefret duygularını dile getirirler.”71

    Türklerin 1897’de Yunanlılara karşı kazandığı zafer tüm İslam ülkelerinde büyük sevinç uyandırdığı gibi Hindistan’-da da büyük yankı yapmıştır. Bir görgü şahidinin ifadesine göre en çok konuşulan konu “Türklerin sabrı, kahramanlığı ve zaferi ile Yunanlıların korkaklığı” olmuştur. Bu atmosfer içinde kimse Yunanlıların gücü ve kapasitesi ile ilgilenmeyip, her yerde Halifenin ordularının Avrupa’nın Hıristiyan güçlerini bozguna uğrattığını söylüyorlardı.72 Diğer yandan, Yunan zaferinin İslam aleminde büyük bir sevinç uyandırmasının önemli bir sebebi de; Müslümanların muhalifi olan Hıristiyan-ları yenilgiye uğratan müminlere duyulan sempatidir.73

    4. Hint Müslümanları, en kötü şartlarda bile yardım elini uzatmakdan hiç bir zaman çekinmemişlerdir. Urdu Ahbar gazetesine göre; Türklerin içinde bulunduğu zor durumda Müslümanların Türkler için yapabilecekleri her şeyi yapmaları farzdır. Müslümanların Hindistan’da veya başka bir yerde taşıdıkları şeref ve haysiyetin Büyük Türk İmparatorluğunu’nun varlığından dolayı olduğu bir gerçektir ve eğer bu imparatorluk yok olursa, Müslümanlar son derece önemsiz olacak ve kimse dikkate almayacaktır.74

    Müslümanlar daha önce yazdığımız gibi bir taraftan bildiri ve dilekçelerle İngiltere’yi Osmanlıları desteklemeye zorlarken diğer yandan da yardım sandıkları açmışlardır. Aynı zamanda cihada katılacaklar için broşürler hazırlanarak vaizler, hafızlar, doktorlar ve sağlıklı vücuda sahip olanlar teşvik edilmiştir. Hindistan Müslümanlarının topladıkları paralar hakkında kesin bilgiler olmamakla beraber, Osmanlı vesikalarına göre 124.843 Osmanlı lirası İstanbul’a ulaşmış olup bu rakam 10 milyon Hindistan Rupi’sinin üstündedir. Bu durum başlı başına büyük hadise olup Osmanlılarla beraber herkesi şaşırtmıştır. Bu yardıma, toplumun bütün kesimlerinin katıldığı, kadınların mücevherlerini satarak katkıda bulundukları anlaşılmaktadır. Buna rağmen Hind basını, organizasyon bozukluğu, yardımın yerine ulaşmama endişesinin, istenilen yardımın toplanmasını engellediğini belirterek yardımı yeterli bulmamışlardır. Oysaki aynı sıralarda Hindis-tan’da kuraklık ve açlık hüküm sürüp, Hindistan’ın güneyinde 6 milyon insan ölmüştür. Bu durum yapılan yardımın önemini açık bir şekilde sergilemiştir.75

    Avrupa’da Osmanlılar aleyhinde oluşan kamuoyu, Hindistan müslümanlarını çileden çıkartmıştı. İngiliz liberallerinin faaliyetlerine büyük tepki göstermişlerdir. Müslümanların yaptığı bir başka yardımseverlik örneği de Osmanlı hisse senetlerini satın alarak Halife’nin yabancılara borçlu olmaktan kurtarılması yönünde kampanya başlatmalarıdır. Böylece Halife, sadece Müslümanlara borçlu olacak ve Avrupalıların baskısından kurtarılacaktı.76

    Bütün bunların günümüze kadar devam etmesi Türkiye’ye yönelik muhabbetin ta-rihi derinliklerini teşkil etmektedir.

    III. İslamcılığın tarihi gelişimi

    Tanzimat öncesi

    İslam kardeşliği kaynağını, Kur’an-ı Kerim ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Hadis-i Şerif’lerinden almaktadır. Nitekim Mekkeliler Medine’ye hicret edince, Medineliler bunlarla hem mallarını paylaşmışlar hem de kardeş olmuşlardır. Hz. Muhammed bir hadisinde; “Arabın Aceme üstünlüğü yoktur. Üstünlük takvadadır.” buyurmak suretiyle İslamiyette din, dil ırk ayrımının üstünlük sebebi olamayacağını, üstünlüğün ancak dini yaşayışta ve İslamın asliyetine uygunlukta olduğunu bildir-miştir.

    Emevilerin, Müslümanlar arasında ayırım yapmaları hem devletin sonunu hazırlarken hem de İslam Dünyasında kendilerine olan sempatinin azalmasına sebebiyet vermiştir. Abbasiler, bu hataya düşmeyerek herkese eşit davranmışlardır. Bunu hemen hemen tüm Türk-İslam devletleri devam ettirmişlerdir.

    Osmanlılar, kuruluş döneminde İslam birliğinden çok Anadolu Türk birliğini sağlamak için çaba sarfetmişlerdir. Yavuz Sultan Selim döneminde, Doğu-Güney-doğu Anadolu, Suriye ve Mısır’ın ilhakı bir bakıma siyasi yönden İslam birliğini sağlamaya yönelik olmuştur. Kanuni Sultan Süleyman’ın Hint seferlerini düzenleme sebeplerinden bir tanesi de Gücerat Hükümdarlığını Avrupa baskısından kurtarmak olmuştur.

    Osmanlıların son dönemlerine gelin-ceye kadar dünyanın değişik bölgelerinde saldırılara maruz kalan müslümanların acılarını hissetmişler ancak, değişik sebep-lerden dolayı çoğu zaman arzulanan yardım yapılamamıştır.

    Tanzimat dönemi

    Tanzimat dönemi köklü değişikliklerin yaşandığı, Avrupa’nın baskı ve etkisinin yoğun olduğu bir dönemdir. Bu dönemde hakim olan fikir, ittihad-ı anasır yani Osmanlıcılık fikridir. Her ne kadar Tanzimat Fermanı’nın baş kısmında gerilemenin sebepleri arasında eski devlet geleneğinden uzaklaşma gösterilmişse de yapılan ıslahatlarla eskiyi getirmekten çok, Avrupayla bütünleşmek hedeflenmiştir.

    Osmanlıcılık Devleti’nin bütünlüğünü korumaya yönelik olan Osmanlıcılık siyaseti, azınlıklara bir çok ödünler veril-mesine rağmen iştahların kabarmasına, Avrupa müdahalelerinin gittikçe yükselmesine sebep olmuştur. Avrupa’yı memnun etme siyaseti aydınlarımızın tepkisine sebep olurken, Islahat Fermanı’na (1856) en fazla tepki gösterenlerden birisi de Tanzimat’ın mimarı M. Reşid Paşa olmuştur.

    Avrupa’yı memnun etmeye yönelik siyaset netice vermezken azınlıklar da bir bir ayrılıyorlardı. Bu gelişmeler dahilde büyük huzursuzluklara sebep olurken, İslamcı aydınların sesleri yükselmeye başlamıştı. Özellikle Müslümanların meskun olduğu bölgelerin işgale uğramasıyla, Tanzimatın son dönemlerinden Meşrutiyete, İslam dayanışması siyaseti devredilmiştir.

    Abdülhamid dönemi

    II. Abdülhamid, Osmanlı Devleti’nin bunalım içinde İslam Dünyasının büyük kısmıyla işgal altına girdiği bir dönemde tahta geçmiştir. 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra gözler Osmanlı halifeliğine çevrilmişti. Abdülhamid, bir çok ülkeden tebrik telgrafları ( İran, Fas ve bir-iki İslam ülkesi dışında ) alırken İslam dünyasının hemen hemen tümü Avrupa’nın eğemenliği altına girmişti. Her tarafta İslam hali-fesinin etrafında oluşturulacak bir İslam birliğinin özlemi uyanmış bulunuyordu. Abdülhamid, içerde ve dışarda İslam dünyasında dindarlığı ile saygı kazanmıştı. Halk, Avrupa’dan alınan yöntemlerle değil, yerel güçlerle İslam şeriatının sayesinde Batı dünyasından bağımsız bir şekilde ayakta duracak rejimin beklentisi içinde idi. Vatandaş Tanzimat Paşalarının israfı ile Ermeni, Rum, Avrupa sarraf ve bankerlerinin aldatmalarından bıkmış, Abdülhamid’in ağırbaşlı, tutumlu, dindar görünüşünü, sade giyimini çok daha fazla saygıya değer buluyordu. Evdeki, sokaktaki, çarşıdaki adam şimdi geleneklerinin huzuru içinde yaşabilecekti.77

    Abdülhamid’in İslamcılık politikası bir çok avantajlar sağladı. Ülke dahilindeki müslüman bağlılığına seslenme, muha-liflerini etkisiz hale getirme imkânına sahip oldu. Ülke dışında Müslüman kamuoyunun büyük desteğiyle, sömürge halinde bulunan Müslümanları harekete geçirmek suretiyle, Avrupalıların içişleriyle uğraşmalarını sağlarken Osmanlı Devleti rahat bir nefes alacaktı.78

    II. Abdülhamid, padişah, sultan lakapları yerine emirü’l-müminin (halife) ünvanını kullandı. Eğitim-öğretimde dinin müfredat içindeki saatlerini arttırdı. Dindarlık, müttakilik, padişahın teveccühünü kazanan durumlar oldu. Elçilerle, murahhaslarla, komisyonlarla, mebuslarla, imkân dahilinde dış basınla, komisyonlarla, mebuslarla İslami muhabbeti celbe, kalbleri hilafet makamına ısındırmaya çaba gösterdi. Bölgesinde sevilen ve sayılan İslam alimlerini yanına davet ederek ağırlarken, Hicaz’ın muhafazasına özel önem veriyordu.79

    Fransa’da, 30 Mayıs 1894’te Hariciye bakanı olan M. Hanataux, Sultan Abdül-hamid’in müslim, gayr-i müslim tüm reayaya iyi davranarak haklarını korudu-ğunu söyler; “… Abdülhamid esmer, soluk yüzlü, endişeli bakışlı ve güzel elleri olan bir adamdır. O bu nazik eliyle, Afrika ve Asya ortalarından Balkanlara kadar olan İslam dünyasının bütün fertlerini birbirine bağlarken, aynı nazik eliyle Kudüs ve Çanakkale Boğazı’nın anahtarını da tutmaktadır. Küçük ve nazik ve fakat gerçekte çok meşgul olan bir el”80

    Sultan Abdülhamid’in takip ettiği siyaset, Osmanlıcılık yerine İslamcılık siyasetidir. O, devletin öz kaynaklarıyla bunalımdan çıkılamayacağını görmüştür. Dikkatinin büyük bir kısmını, dış politika ve diplomasiye yönelterek elindeki imkânları değerlendirmeye çalışmıştır. Tebanın önemli bir kısmının gayr-ı müslim olduğunun elbette farkında olan Padişah’ın, Osmanlıcılık yerine İslamcılık fikrine ağırlık vermesinde tarihi şartların da etkisi vardır. Hilafet kurumu Yavuz Sultan Selim zamanından beri ilk defa Sultan Abdül-hamid devrinde etkili bir siyasi araç olarak kullanılmıştır.81

    Sultan Abdülhamid, İslamcılık politikasını izlerken büyük devletleri tahrik etmemeye özel itina göstererek, dengeli ve kapsamlı bir çizgiden hareketle Osmanlı toprak bütünlüğünü korumaya çalışmıştır. Avrupa devletlerini, taviz vermek suretiyle teskin etmeyi diplomasinin esası sayan Tanzimatçıların yanında Abdülhamid’in siyaseti daha tutarlı idi.

    Sultan Abdülhamid, ülke sınırları dışında bulunan Müslümanlar üzerinde siyasi otorite kurmaktan çok dini otorite ve nüfuz kurmaya çalışmıştır. Bu maksadla daha önce Osmanlının mülkü olup, elden çıkan topraklarda yaşayan Müslümanların dini ihtiyaçlarını karşılamak, nüfuz ve otoritesini korumak maksadıyla din görevlilerinin görevlendirilmesine yönelik halifelik haklarını daima kullanmıştır. Mısır, Kıbrıs, Bulgaristan, Kırım, Bosna-Hersek gibi önemli yerlere gönderilen kadı ve müftüleri bizzat kendisi seçmiştir. İslam dünyasındaki prestijini arttırıp irtibatı sıklaştırmak maksadıyla Saraya davet ettiği ulema ve diğer bazı kişilerin ihtişamla ağırlanmaları dolayısıyla söz konusu alimlerin kendi insanlarını bu açıdan etkilemişlerdir.82

    Sultan Abdülhamid, dış siyasette takip ettiği İslamcılık siyaseti sayesinde, Halifelik makamı etrafında dünya İslam birliğini kurmaya çalışmıştır. Emirü’l-müminin ünvanını da bu sebeple kullanmıştır. Padişah, Müslümanlar arasında dayanışmayı sağlamak ve onların menfaatlerini koruma hususunda bir misyon sahibi olduğuna inanıyordu. Sultan Abdülhamid, Cava’ya siyasi temsilci tayin ederken; İran, Türkistan, Çin, Hindistan ve Afrika’ya adamlarını göndererek İslamî propagandaya girişmiştir. Milliyet fikirlerini, İslam birliğine yönelik bir tehdit olarak görüyordu. Ona göre, İngiltere bu fikirlerle İmparatorluğu parçalamak, Arabistan, Arnavutluk ve Suriye’de ayaklanma ve anarşik olaylar çıkarmaya çalışmaktadır. Padişah, din birliğinin yıkılması halinde İmparatorluğun da sonunun geleceğine inanmaktadır.83

    II. Abdülhamid, İslam ülkelerindekine “taassup” derken kendi ülkelerindeki ben-zer gelişmelere “vatanseverlik”diyen Avrupa’nın iki yüzlülüğüne dikkat çekmektedir. Padişah, İslamcılığın gücünü, İslam tarihinin idrak edilmesinde görmektedir. “İslamiyetin intişarından sonra, İslam memleketlerinde parlak bir İslam medeniyeti meydana geldiği sıralarda Avrupa koyu karanlıklar ve barbarlık içinde yaşamakta idi. Şu halde eğer, eski kuvetimizi kazanmak istiyorsak, kuvvetimizin kaynaklarını hatırlamalıyız.” dedikten sonra, Avrupalıların İslamiyeti medeniyet düşmanı olarak göstermelerini cehalet, müsamahasızlık ve peşin hükümlü saplantılarına bağlamaktadır.84

    Sultan Abdülhamid, Avrupa ve Amerika’daki teknik gelişmelere kendisinin de hayran olduğunu, onlardan en az bir asır geri olduğumuzu kabul ettiğini, ancak, kendisinin tahta geçmeden önceki ve sonraki halini, tarafsız olarak mukayese edeceklerin hızlı bir inkişafı müşahede edebileceklerini ifade ediyor.85

    II. Abdülhamid, Islahatların yavaş yavaş tatbikinden yanadır. Avrupa medeniyetinin iyi taraflarının alınarak Şark kültürüne uyumunun sağlanmasından sonra olgunlaşacak olan yeni medeniyeti, ancak kendilerinden sonraki nesillerin görebileceğini belirtir. Ona göre, inkişaf tarzımız Avrupa’ya benzememektedir. Ancak, lüzumlu hallerde harici tesirlerden faydalanılmasından yanadır. Gençlerimizin gözlerini devlet işine (memur, asker ulema v.s.) diktiğini; tüccar, mahir bir zanaatkâr veya fen adamı olmayı düşünmediklerini söyler. Kendisinin marangozluk sanatı ile meşgul olarak iyi örnek olmaya çalıştığını söyler.86

    Saltanatının sonlarına doğru siyasetine, Alman Kayzer’i II. Wilhelm’in destek olduğu görülür. Çünkü Almanya, 19. Yüzyılın sonlarına doğru Ortadoğu ile daha fazla ilgilenmeye başlamıştır. II. Wilhelm kendi ülkesinin durumunu güçlendirmek maksadıyla İngiltere, Fransa ve Rusya’ya karşı II. Abdülhamid’i kazanmak istemiştir. Bu gelişmeler II. Abdülhamid’in İslamcılık siyasetine uygun düştüğünden kendisini memnun etmiştir. İslamcılık, özellikle sömürge altındaki İslam ülkelerinde çok etkili olmuş ve buralarda milli kimliklerin gelişmesinde önemli rol oynamıştır.87

    Daha önce İslam ülkeleri arasındaki ir-tibatı sıklaştırmak gayesiyle hedeflenen demiryolu projesinden söz etmiştik. Sultan Abdülhamid döneminde önem verilen bir proje de telgraf hattıdır. Bu dönemde 30 bin kilometreden fazla telgraf hattı ge-rilmiş ve bu hatlar Hicaz’a, Yemen’e kadar uzanmıştır. Başkent, Ege ve Akdeniz’deki adalara da telgraf hatlarıyla bağlanmıştı. Böylece Osmanlı Devleti, yol ve demiryollarının gidemediği yerlere kadar telgraf hatlarını geren ilk ülke olmuştur.88

    İttihat ve terakki dönemi

    Wambery, 14 ekim 1897 tarihli, İngiliz Dışişleri Bakanı Sir Thomas’ya gönderdiği mektubunda, “üzülerek söyleyeyim ki, yıllar önce Yıldız’ın entrikaları hakkında yaptığım uyarılar dikkate alınmadı…’ İttihad-ı İslam hiçbir dönem II. Abdülhamid zamanında olduğu kadar kuvvetli olmamamıştır’ dediğim zaman kesinlikle mübalağa değildi… Eğer planlarına karşı erken tedbirler alınmaz ise Sultan sürpriz sonuçlar elde edebilir.”89 diyordu.

    1909’dan sonra çekinilen II. Abdül-hamid iktidarda yoktur. İktidar İttihad ve Terakki’nin eline geçmişti. Bazı İslam topraklarının da elden çıkması ve milliyetçilik fikrinin etkisiyle de İslamcılık politikası terkedilerek Türkçülük politikası izlenmeye başlanmıştı.

    II. Abdülhamid’ten sonra da İslam ül-kerinde İslamcılık etkisini sürdürmektedir. İtalya’nın Trablusgarb’a saldırdığı yolundaki haber Müslümanlar üzerinde büyük bir etki yapar. En sert tepki aydınlar tarafından yapılır. Comrade gazetesi savaş eki çıkartarak yardım kampanyası başlatır. Zemindar, Vatan, Paisa Ahbar, Vekil, Observer ve Hablü’l-Metin gibi gazeteler, Avrupa’nın tutumunu sert bir dille eleşti-rerek İtalya’nın tavrını yayılmacı ihtirasların utanmazca sergilenmesi olarak değerlendirirler. Gazetelerin tirajının olağanüstü artması haftalık gazetelerin günlük çıkmaları, savaşa olan ilgiyi açık bir şekilde göstermektedir.90

    Balkan Savaşı’na olan ilgi de çok fazladır. Hint uleması tarihinde ilk kez aralarındaki ihtilafları bir tarafa bırakarak birleşirler. Diyabendiler, Barelviler, Farang-i Mahaliler, Nedvetü’l-ulema ve Şiiler bir anda biraraya geldiler. Osmanlı Devleti’nin desteklenmesinin farz olduğu, zekatın kendilerine (Osmanlılara) ve-rilebileceğine dair fetvalar yayınladılar. Bu sırada yine bir çok yeni gazete çıkmıştır. Uzak köylerde ve ıssız yerlerde yaşayanlar her gün kasabalara gidip son haberleri alıyorlardı. En çok yapmak istedikleri şey, Osmanlılara yardım idi.91 İttihadçıların savaş yılları sırasında İslamcılığı devlet politikası haline getirmeleri dikkat çekicidir.92 1911 yılından itibaren Türkçü-İslamcı bir program takib ederek kendile-rince bu iki cereyanı birleştirmeye çalışmışlardır.93 Müslümanların terakki etmesinin dine bağlanmakla mümkün olduğu kendilerine teklif (1909) edilir. Ama, reddederler. Oniki yıl sonra tekrar teklif edilir ve kabul ederler. Ancak, şimdi de iş işten geçmiştir.94 Çünkü, Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmıştır.

    I. Dünya savaşı sonrası

    Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İslam dünyası en büyük desteğini kaybeder. Anadolu toprakları dört bir yandan işgal edilirken, diğer tarafta İslam ülkelerinin hemen tamamı işgal altında bulunuyordu. Avrupalıların maksadlarına ulaşarak Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamışlar ve aralarında gizli antlaşmalar yürürlüğe koymanın aceleciliğini yaşıyorlardı.

    Kurtuluş Savaşı zaferle neticelendikten sonra yeni bir Türk devleti kurulmuş ama, İslam ülkeleri sömürge halinde bulunmaya devam ediyorlardı. Ancak, daha önce ekilen tohumlar mutlaka yeşerecekti. Osmanlıcı ve İslamcı tavırlar Müslümanlar arasında dini-milli kimliğin gelişmesinde önemli rol oynamış ve bağımsızlık fikrinin oluşmasına büyük katkı yapmıştı. Hindistan Müslümanlarının tarihlerinde belki de ilk defa ittifak ettikleri konu Osmanlılara ve Osmanlı halifeliğine duyulan ilgi olmuştur. Şii-Sünni, zengin-fakir, sade-aydın vatandaş bu meselede elele vermişlerdir. Hatta., Hindular ile Müslümanların İngiltere’ye karşı birleşmelerinde de Osmanlı faktörü önemli bir etki yapmıştır.95

    Halifeliğin 1924 yılında kaldırılmasından sonra Hindular ileMüslümanlar arasındaki işbirliğinin bozulması, Osmanlıların Hindistan siyasi tarihi üzerindeki önemini açıkca sergilemektedir. Yine 1924’ten sonra Milletlerarası platformda Türkiye’nin çektiği yalnızlık ve harici kamuoyunun yeterince desteğini görmemesi Hindistan Müslümanlarının desteğinin ne kadar önemli olduğunu açıkça göstermiştir.96

    İhtilaflar ve başarısızlık

    Tanzimattan Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar belli dönemlerde taraftar bulup uygulama imkânına kavuşan Osmanlıcılık, İslamcılık, Batıcılık ve Türkçülük fikirleri Devletin yıkılışına mani olamamıştır. Tahlil ve tenkid yapılırken bu fikirlerin özü üzerinde durmak gerektiği gibi en az o kadar da bu fikir savunucularının birbirleri ve devletle olan ilişkileri üzerinde durmakta fayda vardır.

    Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde diğer cepheler de olduğu gibi fikri cephede de büyük sıkıntılar yaşanmıştır. Medrese, mektep ve tekke mensupları müsamahakâr olamamışlardır. Temayül, fikir ve maksadda ittihad edememişler. Aralarındaki fikir ayrılıkları birliği böldüğü gibi, muhtelif meşrebleri de terakkkiyi engellemiştir. Her biri mesleğine taassupla bağlandığı gibi başkasının mesleğini sathilikle itham etmek suretiyle ifrat ve tefrite kaçarak, biri diğerini dalalete düşmekle itham etmişlerdir. Cemaat olma ruhu teşekkül etmedi. Benlikler güçlü olup ön plana çıktığından dayanışma olmadı. Yardımlaşma düsturu ihmal edildi. Tenkid, gurur ve cerbezeye dayandığından müthiş bir hastalık halini aldı.97

    Meşrutiyet büyük bir tehlike ile karşı karşıya kalmıştır. Çekişmelerdeki ifrat ve tefrit istibdadı daha şiddetli bir şekilde geri getirmiştir. Bu durum, devletin yıkımı demektir. Böyle bir durumdan idareci sınıfla beraber aydınlar da sorumludur. İkinci Meşrutiyet döneminde yaşanan bütün musibetlerden tek bir parti ve ileri gelenlerini sorumlu tutmak yanlıştır. “Bir idare yalnız bir adam veya bir partinin değil, belki bütün bir neslin eseridir.” Tek bir sebeple bir devir inşa edilemez.98

    Maalesef siyasi gelişmeler insanları gruplara ayırmıştır. Oysa ki harici cereyanlara kapılmamak gerekir. Güç birliği halinde olan düşmanlara karşı ittihad gerekir. Allah için sevip, Allah için buğz etme yerine; siyaset için sevip siyaset için kin bağlamak, melek gibi kardeşe düşmanlık, hain bir siyaset arkadaşına muhabbet ve taraftarlığı netice veren zulme rıza gösterip ortak olmaya sebep olur.99

    İşte bu feci kısır çekişmeler Osmanlı Devliti’nin sonunu getirirken, yıllarca değişik cephelerde devam eden savaşlar bir çok insanımızın şehid olmasına sebep olmuştur.

    IV. İslamcılığın ünlü simaları

    Genç osmanlılar

    İslamcılık siyasetinin bazı hususlarında Genç Osmanlılar II. Abdülhamid ile mutabıktırlar. Bunun yanında İttihad ve Terakki sonraki zamanlarda faydalanmak üzere dış politikasında İslamcıdır. Ancak, onlara göre, İslam birliği politikasının açıkça izlenmesinde zarar vardır. Çünkü, bu siyaseti istemeyen Avrupa çok güçlü olduğundan, kayıplar kazançtan çok fazla olacaktır. Dünya Müslümanlarının bağımsız olmalarını kendileri de arzu ediyorlar. Abdülhamid İslam birliği siyasetini, devletin kurtuluşunda önemli bir vasıta olarak kullanırken, İttihat ve Terakki bu vasıtayı zararlı görmüştür.100

    Osmanlı aydını, Avrupa’daki Pan (Panislavizm, Pan Germanizm gibi) hareketlerinden etkilenirken, bu etkilenme ırkî esaslar üzerinde gelişmemiştir. Bir kaç istisna hariç şuurlu bir ideoloji arayışı, Osmanlı Devletinin kurtuluşuna yöneliktir. İslamcılık, yeni bir ideoloji olmayıp İslam dünyasının maruz kaldığı felaketlerden kurtulması için İslamın siyasi potansiyeli-nin değerlendirilmeye çalışılmasıdır. Zaten İmparatorluğun güçlü olduğu dönemlerde Sultanların İslam birliğini kurmak için çaba sarfetmiş olduklarını kendileri de açıkça ifade etmişlerdir.101

    Namık Kemal, İslam dünyasının maruz kaldığı tehlikeleri 1870’lerin başında görmüştür. Osmanlı Devleti’nin önderliğinde İslam dünyasının bu tehlikelerden korunması gerektiğine inanıyordu. Siyasi olmayan, kültürel İslamcılığında, “Ehl-i İslam, suret-i ittihadını politika ağrazında veya mezhep mücadelelerinde değil, vaiz önlerinde, kitap sahifelerinde aramaya muhtaçtırlar.” diyordu. Osmanlılar Avrupa’ya en yakın olduklarından daha ileride olup, ilim irfanı Asya ve Afrika kıtalarına yayarak Avrupa’ya karşı Şark dengesini kurarak insanlığın barışına da katkıda bulunacaklardı.102

    Genç Osmanlılar, 1860’lı yıllarda Londra’da bulundukları sıralarda İslamcılık fikirlerini açık olarak ifade etmeye başlarlar. Osmanlı Devleti’nin hayat kaynağı ve ruhu şeriattır. Bütün sıkıntıların giderilmesi ancak şeriat ile mümkündür. Şeriat eski yerine konulmalıdır. Çünkü, Müslüman bir toplumun hem gelenek hem de ihtiyaçlarına sadece o uyuyordu. Islahatlar ve programlar İslamî kaynaklı olmalıdır. Batılı idari müesseselerin alınması İslamiyete aykırı olmayıp savundukları şeylerin (meşrutiyet gibi) Batılı olmaktan ziyade İslamî olduğunu savunmuşlardır. En büyük istekleri şeriat tarafından, adaletle hükmetme vazifesini üstlenen Sultan-halifenin devletin başında olmasıdır.103

    Genç Osmanlıların İslamcılık ile ilgili yazıları özellikle İbret ve Basiret gazetelerinde yayınlanmıştır. Basiret, İslamcığın yayın organı haline gelmiştir. Kısa bir süre içinde bütün gündemi söz konusu yazılar teşkil etmeye başlamıştır. 1870’de yurda dönen genç Osmanlılar, 1923’e kadar Osmanlı tarihine etki edecek fikirlerini de beraberlerinde getirmişlerdir. Dahilde Osmanlı Devleti’nin Müslüman unsura dayanmasını savunmuşlardır. İslam âleminde ise, Osmanlı ağabeylerinin önderliğinde Müslümanların gelişip ilerlemelerinin sağlanmasıdır. Reform taraftarı olmakla beraber, reformların Osmanlılar tarafından ve Osmanlılar için İslamî bir yolla tesbit edilip uygulanmasını istemişlerdir. Meşrutiyeti savunarak şura ve temsilin üzerinde önemle durmuşlardır.104

    İslamcı düşünürler

    İslamcı düşünürleri belli bir çerçeve içine alıp bu fikri belli kişilere maletmek mümkün değildir. Çünkü her Müslümanın İslamcılık konusunda belli fikirlere sahip olması elbette ki tabiidir. İslamcıları belli siyasi partiye mensup göstermek de mümkün değildir. Çünkü Meşrutiyet dönemi boyunca kurulan bir çok siyasi partide İslam dayanışması fikrine mensup aydınlara rastlamak mümkündür. En büyük zorluklardan birisi de bir aydının tamamen hangi görüşe mensup olduğunun tesbitidir. Bu durum, II. Meşrutiyet dönemi söz konusu olunca daha da zorlaşmaktadır.

    Bir aydının dinî görüşlerinin yanında milliyetçi vasfının ağır basması olağandışı bir durum değildir. İşte bu yüzden isimlerini aktaracağımız aydınların tamamen İslamcı olanları olduğu gibi, başka fikirlerinin yanında İslam dayanışması konusunda fikirlerini beyan eden isimler de bulunmaktadır. İslamcı şahsiyetleri ve İslamcı fikirleriyle ün yapan aydınlarımız: Cemaleddin Efgani, Muhammed Abduh, Seyyid Ahmet Han, Seyyid Emir Ali, Said Halim Paşa, Mehmet (Küçük) Said Paşa, Mehmet Akif, Filibeli Ahmet Hilmi, İsmail Fenni Ertuğrul, Said Nursi (Bediüzzaman), Mizancı Murad, Şemsettin Günaltay, Mahmud Esad Efendi v.s.105

    Dar kapsamlı bu çalışmamızda isimlerini sıraladığımız aydınlarımızın hepsinin düşüncelerini aktarma imkânımız olmadığından, ancak bir kısmının fikirlerini sergilemeye çalışacağız.

    Cemalettin Efgani: Afgan asıllı olup 1839 yılında İran’ın Hemedan şehri civarında doğmuştur.106 Okumayı sevip, okudukları üzerinde çok düşenen bir kişiliğe sahip olan Efgani, bir çok İslam ülkesi ve Batı Avrupa ülkelerini gezip görmüştür.107 Kişiliği üzerinde belki de en çok (müsbet-menfi) konuşulan İslamcıdır. Efgani’ye tutarsız, iki yüzlü, dönek di-yerek ağır ithamlarda bulunanlar olmuştur. Abdülaziz’in dönemi ile Abdülhamid dönemindeki dahili ve harici gelişmeler göz ününe alındığında Efgani’nin hiç de öyle olmadığı görülecektir.108

    Efgani İstanbul’a geldikten sonra, II. Abdülhamid ile görüşüp İslamcılık konusunda onu etkilediği muhakkaktır. Şii-Sünni yakınlaşmasında aktif olarak çalışmıştır. Paris’te Muhammed Abduh ile birlikte, urvetü’l-vüska adlı mecmuayı çıkarmıştır. Ona göre, İslamı dünyaya hakim kılmak aklımızı, beynimizi ıslah etmekle mümkündür. Batı ile aramızda büyük bir fark olup bu farkı kapatarak, Avrupa ile mücadele etmek mümkün olacaktır. Rusya’yı durdurmak, İslam cephesini oluşturmakla mümkün olacaktır. Güçlü İslam cephesi, İngilizlerin de siyasetlerini gözden geçirmelerini netice verecektir.109

    Muhammed Abduh: Bir müddet Ergani ile beraber olmak üzere İslam dayanışması için aktif olarak çalışan aydınlarımızdandır. II. Abdülhamid döneminde İslam ülkelerinden önemli bilgiler aktarmıştır. Ona göre, din ile akıl veya başka bir ifade ile, din ve bilim ayrılmaz bir ikili oluştururlar. İlimsiz din olamayacağı gibi dinsiz ilim de olmaz. Tefsirleriyle meşhurdur. Fil suresinde geçen ve Kabe’yi yıkmaya gelen, müşrik Ebrehe ordusunu, ayakları arasına sıkıştırdıkları ufak taşlarla yokeden ebabil kuşlarının getirdiği taşları “mikrop” olarak tasvir eder.110

    Sadrazam Said Halim Paşa: Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın toruna olup İslam dayanışması savunucularındandır. İslamiyeti bir bütün olarak inanç, ahlak, yaşayış, idare ve iktisad gibi tüm yönleriyle uygulamak gerektiğine, ıslahatların yabancı kaynaklı olup bünyemize uymamasından dolayı başarısız olduğuna, milliyet unsurunu inkâr etmenin gereksiz-liğine inanır.

    Tunuslu Hayreddin Paşa: Meşrutiyet taraftarıdır. İslama aykırı olmamak kaydıyla meclis, hükümet şekli gibi mües-seselerin alınmasında sakınca görmez.111

    Mizancı Murad: Şura taraftarıdır. Hükümetin şeriat şurası tarafından desteklenmesi gereğini savunur. Şeyhülislam başkanlığında oluşturulacak şurada Asya ve Afrika’daki Müslüman ülke temsilcilerinin bulunmasını da teklif eder.

    Ahmet Mithat: Avrupalılaşma sınırının çizilmesi gerektiğini savunur. Batı mede-niyeti kendisinden güçsüz medeniyetleri yoketmektedir. Alafrangalaşma sevdasıyla, Avrupalılaşma, halkın milli kimliğini yok edecektir.112

    M. Esad Efendi: Birleşme ve dayanışma muhafaza edilmediğinden geri kalınmıştır. İslam dünyası Osmanlı Devleti’nin etrafında kenetlenmelidir. Rus tehdidi, İran-Osmanlı yakınlaşmasını sağlamalıdır. Medeniyetin maddi ve manevi cephesi vardır. Ahlaki cephe manevi yönünü, teknik, bilim maddi yönünü teşkil eder. Batının maddi yönüne ihtiyaç vardır.

    M. Akif (Ersoy): Samimi olarak İslam dayanışması taraftarı olup bu alandaki çalışmalara aktif olarak (İslam beldelerini gezerek) katılmıştır.

    Bediüzzaman Said Nursi: Mutlakiyet, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinin üçünü de yaşamıştır. Bu üç dönemde de ısrarla Doğu Anadolu’da din ilimleriyle fen bilimlerini birarada verecek bir medre-senin kurulmasına çalışmıştır. İslam dayanışmasını savunup ihtilafı, üç büyük düşmandan biri olarak görür.

    Yazdığı tefsirlerle (Risale-i Nur Külliyatı) İslama modern bir bakış açısı getirdiği gibi fikir ve düşünceleri günümüze kadar gelerek etkisini devam ettirmektedir. Meşrutiyeti ısrarla savunmuş, şeriata aykırı olmadığını belirtmiştir. 31 Mart Olayı’nda olayları yatıştırıcı rol oynayan farklı bir İslam alimidir.

    Sonuç

    İslamcılık 19. Yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkan yeni bir gelişme ve pan hareketi değildir. İslam dünyasının içinde bulunduğu sıkıntıları aşmak için İslam inancında mevcut olup günün şartlarına göre yeni bir seyir takip eden bir gelişmedir.

    İslamcılığın pan hareketleriyle hiçbir ilgisi yoktur. İslamcılık, Panislavizm tabirleri tamamen Avrupa kökenli tabirlerdir. Fransız ihtilaliyle ortaya çıkan milliyetçilik akımları pan olarak (Pan-Slavizm gibi) isimlendirildiğinden ittihad-ı İslam fikri de yanlış olarak değerlendirilmiştir.

    İslamcılık, tamamen Batı medeniyeti düşmanı olmayıp bilim ve tekniğin transferinde ısrarcı olmuşlardır. İslam dininin terakkiye mani olduğu tezini çürütmek mücadelelerinin en önemli noktasını teşkil etmiştir.

    Osmanlı toplumunda olduğu gibi, İslamcı düşünürler arasındaki ihtilaflar da bu fikirden azami ölçüde istifadeye mani olmuştur. Ancak, buna rağmen diğer fikirler (Osmanlıcılık, Batıcılık) gündemden düştükleri halde İslam dayanışması fikri gündemdeki yerini korumaktadır. Özellik yakın geçmişte cereyan eden Çeçenistan, Bosna-Hersek hadiseleri İslam dayanışmasının önemini bir kere daha ortaya koymuştur.

    Dipnotlar

    1. Abdullah Yeğin, Osmanlıca-Türkçe Yeni Lügat, 4. Baskı, İstanbul 1978.

    2. Niyazi Berkes, Türkiyede Çağdaşlaşma, İstanbul 1978, s. 404.

    3. Şamil İslam Ansiklopedisi, c. 4, İstanbul 1991, “İslamcılık” md.

    4. Bediüzzaman Said Nursi, İttihad-ı İslam (Derleme), Envar Neşriyat, İstanbul 1980, s. 12, 13.

    5. Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, c. 1, İstanbul 1984, s. 10.

    6. Nursi, e.g.e., s. 9, 10.

    7. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, c. 8, Ankara 1988, s. 540.

    8. Bayram Kodaman, “1876-1920 Arası Osmanlı Siyasi Tarihi”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, c. 12, İstanbul 1989, s. 60.

    9. Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, TTK Yay., Ankara 1987, s. 21.

    10. Azmi Özcan, Pan-İslamizm, Osmanlı Devleti, Hindistan Müslümanları ve İngiltere, TDV Arş. Mer., İstanbul 1992, s. 48.

    11. e.g.e., s. 56, 57.

    12. e.g.e., s. 59-65.

    13. Karal, a.g.e., s. 541.

    14. Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, TTK Yay., Ankara, 1984, s. 339, 340.

    15. Nursi, a.g.e., s. 14.

    16. Lewis, a.g.e., s. 338.

    17. Karal, a.g.e., s. 540.

    18. a.g.e., s. 541-542.

    19. Özcan, a.g.e., s. 49.

    20. Ferit Develioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara 1986, s. 755-1200; M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarihi Deyimleri ve Sözlüğü, c. 3, İstanbul 1993, s. 360; Yeğin, a.g.e., s. 420-662.

    21. Tarık Zafer Tunaya, İslamcılık Akımı, İstanbul 1991, s. 326, 327.

    22. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, c. 7, Ankara 1983, s. 326, 327.

    23. Nursi, a.g.e., s. 37, 38.

    24. a.g.e., s. 29.

    25. Tunaya, İslamcılık Akımı, s. 43.

    26. a.g.e., s. 44-46.

    27. Nursi, a.g.e., s. 33-35.

    28. a.g.e., s. 33, 34.

    29. a.g.e., s. 36, 37.

    30. Orhan Okay, Batı Medeniyeti Karşısında Ahmet Mithad Efendi, MEB Yay., İstanbul 1991, s. 20.

    31. Tunaya, İslamcılık Akımı, s. 78.

    32. Okay, a.g.e., s. 241.

    33. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, “İslamcılık” Mad., c. 4, İstanbul 1981, s. 424-430.

    34. Okay, a.g.e., s. 29.

    35. Nursi, a.g.e., s. 111.

    36. Tunaya, İslamcılık Akımı, s. 21-25.

    37. a.g.e., s. 21.

    38. Okay, a.g.e., s. 133, 134.

    39. Okay, a.g.e., s. 22.

    40. Karal, Osmanlı Tarihi, c. 8, s. 542, 543.

    41. Tunaya, İslamcılık Akımı, s. 53.

    42. a.g.e., s. 83, 84.

    43. Nursi, a.g.e., s. 22.

    44. Tunaya, İslamcılık Akımı, s. 91, 92.

    45. Özcan, a.g.e., s. 46, 47.

    46. Nursi, a.g.e., s. 21.

    47. Özcan, a.g.e., s. 52.

    48. Akçura, a.g.e., s. 31.

    49. Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, s. 31.

    50. Özcan, a.g.e., s. 53, 54.

    51. Kodaman, a.g.m., s. 61, 62.

    52. Özcan, a.g.e., s. 53.

    53. Kodaman, a.g.m., s. 61, 62.

    54. İ. Süreyya Sırma, II. Abdülhamid’in İslam Birliği Siyaseti, İstanbul 1985, s. 42.

    55. Lewis, a.g.e., s. 340.

    56. Özcan, a.g.e., s. 82.

    57. Sırma, a.g.e., s. 75-79.

    58. Sırma, a.g.e., s. 43, 44.

    59. Sırma, a.g.e., s. 52, 53.

    60. Sırma, a.g.e., s. 47, 48.

    61. Sırma, a.g.e., s. 54-60.

    62. Sırma, a.g.e., s. 241, 242.

    63. Nursi, a.g.e., s. 32.

    64. Tunaya, İslamcılık Akımı, s. 92.

    65. Özcan, a.g.e., s. 56, 57.

    66. Özcan, a.g.e., s. 98.

    67. Özcan, a.g.e., s. 99-101.

    68. Özcan, a.g.e., s. 96-101.

    69. Özcan, a.g.e., s. 97-98.

    70. Özcan, a.g.e., s. 100.

    71. Özcan, a.g.e., s. 146, 147.

    72. Özcan, a.g.e., s. 148, 149.

    73. Sırma, a.g.e., s. 65.

    74. Özcan, a.g.e., s. 100, 101.

    75. Özcan, a.g.e., s. 101, 102.

    76. Özcan, a.g.e., s. 99.

    77. Berkes, a.g.e., s. 331, 332.

    78. Lewis, a.g.e., s. 340.

    79. Akçura, a.g.e., s. 22, 23; Ahmet Ferit (TEK), “Bir Mektup”, Üç Tarz-ı Siyaset, Ankara 1987, s. 47.

    80. Sırma, a.g.e., s. 39, 40.

    81. Kodaman, a.g.m., s. 60, 61.

    82. Özcan, a.g.e., s. 75, 76.

    83. Karal, Osmanlı Tarihi, c. 8, s. 545, 547.

    84. a.g.e., c. 8, s. 543, 548.

    85. Sultan Abdülhamit, Siyasi Hatıratım, İstanbul 1984, s. 195.

    86. a.g.e., s. 196-202.

    87. Özcan, a.g.e., s. 90-92.

    88. Berkes, a.g.e., s. 334.

    89. Özcan, a.g.e., s. 176.

    90. Özcan, a.g.e., s. 201, 202.

    91. Özcan, a.g.e., s. 214, 215.

    92. Kodaman, a.g.m., s. 61, 62.

    93. Tunaya, İslamcılık Akımı, s. 93, 94.

    94. Nursi, a.g.e., s. 32.

    95. Özcan, a.g.e., s. 265.

    96. Özcan, a.g.e., s. 265.

    97. Nursi, a.g.e., s. 40, 41, 61-63.

    98. Tunaya, İslamcılık Akımı, s. 65.

    99. Nursi, a.g.e., s. 63, 64.

    100. Karal, Osmanlı Tarihi, c. 8, s. 549.

    101. Özcan, a.g.e., s. 49, 50.

    102. Lewis, a.g.e., s. 141.

    103. Özcan, a.g.e., s. 50, 51; Lewis, a.g.e., s. 171.

    104. Özcan, a.g.e., s. 48-51.

    105. Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, s. 10.

    106. Özcan, a.g.e., s. 54.

    107. Karal, Osmanlı Tarihi, c. 8, s. 347.

    108. Berkes, a.g.e., s. 347.

    109. Özcan, a.g.e., s. 84.

    110. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, “İslamcılık” Mad., c. 4, İstanbul 1981, s. 424-430.

    111. a.g.e., s. 428.

    112. Berkes, a.g.e., s. 368.

     

    Bibliyoğrafya

    Ahmet Bedevi Kuran, İnkılap Tarihimiz ve Jön Türkler, İstanbul 1945.

    Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, c. 12, İstanbul H. 1301.

    Azmi Özcan, Pan-İslamizm, Osmanlı Devleti, Hindistan Müslümanları ve İngiltere, TDV Arş. Mer., İstanbul 1992.

    Bediüzzaman Said Nursi, İttihad-ı İslam (Derleme), Envar Neşriyat, İstanbul 1980.

    Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, TTK Yay., Ankara.

    Cemaleddin Efendi, Siyasi Hatıratım, İstanbul 1977.

    Ebuzziya Tevfik, Yeni Osmanlılar, İstanbul 1909.

    Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, c. 7-8, Ankara 1988.

    Halil İnalcık, Tanzimat Nedir?, Ankara 1941.

    Hasan Amca, Doğmayan Hürriyet, İstanbul 1958.

    İ. Süreyya Sırma, II. Abdülhamid’in İslam Birliği Siyaseti, İstanbul 1985.

    Komisyon, Doğuştan Günümüze İslam Tarihi, Çağ. Yay., c. 15, İstanbul 1989.

    Leskovikli Mehmet Rauf, İttihat ve Terakki Cemiyeti Ne İdi?, İstanbul H. 1327.

    Mehmet Kaplan, Namık Kemal, Hayatı ve Eserleri, İstanbul 1948.

    Niyazi Berkes, Türkiyede Çağdaşlaşma, İstanbul 1978.

    Niyazi Berkes, Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler, İstanbul 1965.

    Orhan Okay, Batı Medeniyeti Karşısında Ahmet Mithad Efendi, MEB Yay., İstanbul 1991.

    Osman Turan, Türkler ve İslamiyet, Ankara 1945.

    Said Halim Paşa, Buhranlarımız, İstanbul H. 1330.

    Sultan Abdülhamit, Siyasi Hatıratım, İstanbul 1984.

    Şamil İslam Ansiklopedisi, c. 4, İstanbul 1991.

    Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri, Ankara 1964.

    Tahsin Paşa, Abdülhamit ve Yıldız Hatıraları, İstanbul 1931.

    Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, c. 1-2, İstanbul 1984.

    Tarık Zafer Tunaya, İslamcılık Akımı, İstanbul 1991.

    Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, “İslamcılık” Mad., c. 4, İstanbul 1981.

    Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, c. 12, İstanbul 1967.

    Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, TTK Yay., Ankara 1987.

    Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, İstanbul 1918.