Köprü Anasayfa

Alevilik

"Bahar 98" 62. Sayı

  • Alevilik: XVI. Yüzyıla Kadar Tarihi Gelişimi ve Yavuz Devri Osmanlı-İran İlişkilerindeki Rolü

    M. Emin Üner

    İ. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Doktora yapmaktadır.

    Türkiye’de bugün sosyal bir “olgu”nun yaşanmakta olduğu muhakkak. Ancak bu olgunun tanımın da bir kargaşa var. Farklı kalemlerden, farklı zihniyete mensup kişilerden farklı tanımlar, yorumlar yapılmakta: Alevilikten bahsediyorum.

    Aleviliğin tanımında bugüne kadar tam birlik sağlanamamış ve Aleviliğin ne olduğu hakkında sağlıklı bir tanım yapılamamıştır. Sebep: Herkesin gerçeği istedikleri gibi görmek istemelerinden kaynaklanmaktadır. Ancak bu makalenin çerçevesinde bende günümüz Aleviliğine bir tanım getirmeyeceğim. Zira hedefim o değil. İslamın ilk yıllarında meydana gelen temel bazı siyasi-dini olaylar, 16. yüzyıla kadar Alevilik ve nihayet Yavuz döneminde Osmanlı-İran ilişkileri üzerinde duracağım.

    Milletleri ve onun alt grupları olan sosyal ve kültürel grupları meydana getiren bazı değerler vardır. Bu değerleri “kültür kodları” olarak adlandırıyoruz. Kültür kodları ise tarihi bir süreç içinde geçmişten kaynaklanan ve toplumun tümüne mal olarak sosyal kurumlar yoluyla günümüze damgasını vuran bir kültür ve zihniyet birikimidir. (Şerif MARDİN, Din ve İdeoloji, İst., 1983, s. 43). Sosyal hayatınızdaki birtakım değerler işte bu kültür kodlarının varyantlarıdır. Bu değerlerin gün yüzüne çıkarılması ise kültürümüzde ayrılığı değil, farklılıklar içinde bir bütün olduğumuzu ifade eder. Diğer taraftan eğer kültürümüzde bizleri ayırıcı kültür kalıpları varsa, bunları örtbas etmekle bir yere varmamız mümkün olmadığı gibi, topluma da bir fayda sağlamaz. Memleketimize de herhangi bir fayda getirmez. Hatta bu yüzden bazı tahrikçi gruplara fırsat tanımış, onların ekmeğine yağ sürmüş oluruz. Bu durumları göz önüne aldığımızda içinde yaşadığımız ve toplumumuza şekil veren kültürel değerlerimizi bizim dışımızdakilerden; özellikle Avrupalı bilim adamlarından öğrenmek yerine, ülkemizin yetiştirdiği bilim adamlarından öğrenmek realiteye daha uygun ve bilgiler daha az hatalıdır. Aksi halde Avrupalı bilim adamlarının ilmi kriterlerle ortaya koyduğu sonuçları kabul etmek zorunda kalırız. Yeri gelmişken şunu da belirtelim: Zaten Batı bugün teknik alanda olduğu gibi ilmi hakimiyetini de kurmuş durumda. Toplumumuzun kültürel gerçeklerini ortaya çıkarmak, sosyal grupların birbirlerine yakınlaşmayı sağlayacağı kanaatindeyim. Zira “Hakikatten kötülük çıkacağını düşünmek için ya sahtekâr ya da geri- zekalı olmak gerekir.” (Erol GÜNGÖR, “Tarih Tartışması”, Türk Edebiyatı Dergisi, sayı 106, s.19).

    Günümüzde bilimsel çalışmaların yoğun yapıldığı ülkelerin bilim adamları, “millet” tanımını “farklı” şekilde yapmaktadırlar. Onlar millet tanımlarını genelde “ırk”, “din” gibi birtakım “tekçi” kalıplara göre değil, “kültür” kavramı çerçevesinde yapmaktadırlar. Çünkü “sosyal halatın ve tarihin çok karmaşık dinamik açıklamasını, tek bir faktörden istemek, budalalıktan başka bir şey anlamına gelmez.” (P. SOROKİN, Çağdaş Sosyoloji Teorileri, Çev. M.M.R. ÖYMEN, Ankara, 1975, C.1, s. 105)

    Toplumun sosyal hayatında bazı farklılıklar görünse de genelde bir bütündür. Bundan dolayı bazı sosyal olayları birbirinden ayrı birer gerçeklik gibi görünürse de bunları birbirinden bütünüyle ayırmamız mümkün değil. Çünkü sosyal yapı bünyesinde meydana gelen herşey az veya çok o yapıdan kaynaklanmaktadır.

    Bugün Türkiye’de ve Türkiye’den yurt dışına giden Alevi gurubuna bakıldığı zaman, monoblok bir yapı meydana getirmediği, genç nesil Alevilerin geleneksel Aleviliğin tarihi çizgisinden zaman zaman çok farklı ve tabii ki günümüz ideolojilerinden etkilenerek çok çeşitli eğilimler içinde görünüyorlar. Bu eğilimleri gösteren yazılı belgeleri, Türkiye’de Cem, Kervan, Aşure, Pir Sultan Abdal gibi Mürşid vb. Çeşitli Alevi-Bektaşi dernek ve federasyonları tarafından yayınlanan dergi ve kitaplardır. Bunlar Aleviliğin bir din veya mezhep, yahut bir inanç sistemi değil, bir “hayat felsefesi” veya “ilerici devrimci” bir eylem tarzı olduğundan tutunuz, gerçek İslam olduğu iddiasına, yahut İslamın Türklere has biçimi olduğundan İslamla uzak-yakın ilişkisi olmayan ateist bir felsefe olduğuna kadar geniş bir yelpazede şekillendiği görülmektedir. Bu geniş yelpazede yer alan bütün eğilimlerin ileri sürdükleri ortak tez ise; Aleviliğin “demokratik, laik, özgürlükçü, çağdaş” bir inanç sistemi ve Alevi toplumunun da bu çağdaş değerleri yüzyıllardan beri sergileyen, koruyan, savunan bir toplum olduğu yönündedir. (E.R. FIĞLALI, Alevilik-Bektaşilik, Ankara, 1994, s.12)

    Yukarıdaki kavramlarla Aleviliği tanıtmaya çalışan aydınlar gerçek anlamda Alevilikten bahsetmiyorlar. Sadece günümüz dünyasında bütün toplumların paylaştığı “evrensel” değerleri Alevilik diye savunuyorlar. Bu durumun gerçekle bir ilgisi olmadığını, onu ileri sürenler de bili-yor olmalılar. Çünkü şunu herkes bilmektedir: 18-20. yüzyıllarda ortaya çıkan bu kavramlardan çok önce Alevilik vardı. Dinler tarihi, antropoloji ve sosyoloji bilenler şunu iyi bilirler ki; dinlerin, mezheplerin, inanç sistemlerinin bu kavramlarla ilgisi yoktur, en azından ayniyeti mümkün değildir. Yine herkes tarafından bilinmektedir ki, demokratik, laik v.b. kavramlar, Batı toplumlarının Yeniçağ’dan itibaren başlayan ve Yakınçağın başlangıcı kabul edilen büyük Fransız İhtilaline, hatta 20. yüzyıla ve sonrasına uzanan çok çeşitli siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel bir değişim sonrası ortaya koydukları kavramlardır. Bu kavramları bütün dünyada olduğu gibi bugün Türkiye’de Sünni toplumun ekseriyeti de paylaşmaktadır.Yine belirtelim ki kavramları paylaşmak, Alevilik değildir. Aslında “Günümüz Aleviliği” veya başka bir ifadeyle “Anadolu Aleviliği” hakkında yazılması ve aydınlanması gereken birçok şeyin olduğu konuya ilgi duyan herkes tarafından bilinmektedir. Ancak girişte de belirttiğim gibi makale-mizin esasını bu teşkil etmediği ve çok farklı yönlerden araştırma gerektiren bir konu olduğundan bu hususta bu kadarla iktifa etmek gerekir.

    Aleviliğin veya Şiiliğin ortaya çıkışına yani tarihçesine geçmeden, İslam tarihindeki ilk siyasi ve dini ayrılıkların sebebi olarak görülen bazı temel olaylara kısaca değinmekte fayda mülahaza ediyorum.

    Bu olayların en önemlisi “Vasiyetname” olayıdır. Rivayete göre, Hz. Peygamber (s.a.v.) hastalığı şiddetlendiği zaman yanında bulunanlara “Bana bir kalem ve kağıt getirin; size bir yazı (vasiyet) yazdırayım ki benden sonra ihtilafa, sapıklığa düşmeyiniz.” buyurmuştur. Bunun üzerine orada bulunanlar arasında farklı görüşler ortaya çıkar; gürültü yapmaya başlarlar. Bir kısım ashab bu son isteğin yerine geti-rilmesini isterken, başta Hz. Ömer olmak üzere diğer ashab ise Hz. Peygamberin (s.a.v.) bu sözlerin geçirmekte olduğu hastalığın şiddetinden doğan ateşin etkisiyle söylenmiş olabileceğini, esasen “Allah’ın Kitabı” ve “Peygamberin (s.a.v.) sünneti’nin kendilerine yeteceğini söylerler. Orada bulunanlar arasındaki bu çekişmeler üzerine Hz. Peygamberin (s.a.v.) canı sıkılır ve onlara “Artık yanımdan uzaklaşın; benim yanımda tartışmak doğru olmaz” buyurur. Şia’ya göre, Hz. Peygamber bu vasiyeti yazdırabilseydi, Hz. Ali’nin kendisine halef olduğunu bildirecekti. Ehl-i Sünnet ise Kur’an-ı Kerim’in tamamlaması ile yazılacak bir şey kalmadığını ayrıca “Bugün sizin dininizi tamamladım” (Maide, 4) ayetinin buna açık bir delili olduğunu savunur. Bu vasiyetname olayı ile birlikte anlatılan ve muhtevası bakımından son derece önemli bir rivayet de şöyledir:

    “Ali b. Ebu Talib, Resulullah’ın (a.s.m.) vefatına sebep olan hastalığı sırasında onun yanından çıktığında, orada bulunan halk “Ey Hasan’ın babası! Resulullah (a.s.m.) geceyi nasıl geçirdi?” dediler. O: “Allah’a hamd olsun sabaha iyileşmiş olarak çıktı” dedi. İbn Abbas dedi ki bunun üzerine el Abbas b. Abdülmuttalib, Ali’nin elinden tuttu ve şöyle dedi “Allah’a and olsun ki Resulullah (a.s.m.) bu hastalığından ölecektir; çünkü ben Abdülmuttalib oğullarının ölüm sırasındaki yüzlerini bilirim. Onun için bizimle Resulullah’ın (a.s.m.) yanına git ve ona, ondan sonra bu işin (halifelik) kime ait olacağını soralım. Eğer bize ait ise, bunu anlamış oluruz; bizden başkasında ise, ona söyler ve hakkımızda tavsiyelerde bulunur.” Bunun üzerine Hz. Ali “Resulullah’dan bunu sorar, o da bu işin bizde olmadığını söylerse, halk bize bu işi hiçbir zaman vermez. Bu bakından Allah’a andolsun ki, bunu hiçbir zaman sormam!” dedi (Taberi, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, çev. Z. Kadiri UGAN -A. TEMİR, Ankara, 1955, c. 2, s. 930)

    Hz. Peygamber eğer kendinden sonra Hz. Ali’nin halife olmasını vasiyet etmek isteseydi bunu daha önce yapardı. Fakat o takdirde halifeliğin kan akrabaları arasında ve babadan oğula geçen bir saltanat haline dönüşmesine yol açacak bir kapıyı aralamış olurdu. Bunu Hz. Peygamber istemediği gibi çok sonraları dördüncü halife olarak başa geçen Hz. Ali de bir kılıç darbesiyle yaralanıp vefat etmek üzere olduğu bir sırada kendisine kendi oğlunun halife olarak seçilmesini tavsiye edip etmediğini soranlara “bunu size ne tavsiye ederim, ne de size bundan men ederim” cevabını vermek suretiyle hilafete gelişin bir seçim işi olduğunu belli eden demokratik bir tutum takınmıştı. İşte aynı tutumu Hz. Muhammed’in (s.a.v.) de benimsemiş olduğunu Hz. Ali’yi bir çok defa methetmesine rağmen, vefatından sonra halife olarak onun seçilmesini emreden kesin bir ifadesinin olmayışı bizlere açıkça göstermektedir. Halifelik Ehl-i Beyt’e verilseydi, İslam’ın eşitlik prensibine de ters düşerdi.

    “Vasiyet” meselesini böyle açıkladıktan sonra, Müslümanların Hz. Peygamber’in vefatından sonra karşılaştıkları, büyük ihtilaf olan “halife seçimi”nden söz edebiliriz. Ancak şunu belirtmek lazım: Makalenin bir dezavantajı olayların ayrıntılarını vermek gibi bir lükse sahip olamamalarıdır. Ayrıntıları bırakıp özet vermeye çalışalım: Hz. Peygamber, müslümanların her türlü işlerini yürütecek, yani devleti yönetecek kimseyi tayin eden açık bir söz söylemeden veya yazılı bir vasiyette bulunmadığını yukarıda açıklamıştık. Hz. Peygamber vefat edince, ashab son derece telaşa düşmüş, ne yapacağını şaşırmış, kendi kendilerine ümmetin başına geçecek bir halife aramaya koyulmuştu. Bu sıra toplanan Ensar özellikle Evs ve Hazrec kabileleri “hilafet”in kendilerinde bulunmasını arzu ediyorlardı. Bu toplantı yerine giden Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer hilafetin Muhacir’lerin hakkı olduğunu ifade ettiler. Uzun konuşmalar sonunda Ensar da Muhacirlere hak verir ve orada Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in ifadesiyle “Muhacirlerin en meziyetlisi, Mağarada bulunan iki kişiden biri ve namazda Resulullah’ın halifesi” olarak seçilir. Ancak bundan sonra da bazı tartışmalar olur, fakat Hz. Ali bunlara bizzat katılmadığı gibi itibar da etmez. Mesela Utbe b. Ebi Leheb “Bu işin, Haşimo-ğulların, sonra insanların iman bakımından en ilki ve eskisi olanı, halkın Kur’an ve Sünneti en iyi bileni ve insanların Nebi’ye en bağlı bulunanı Hasan’ın babasından (Hz. Ali ) kaçıp giderecek şekilde davranmasını yasaklar. Bu durumu teyid eden çok önemli bir olay da şöyledir. Ebu Süfyan Hz. Ebu Bekir’e bi’at edildiğini duyunca, Hz. Ali’ye gelir ve halifeliği Kureyş’in küçük bir ko-lundan olan Hz. Ebu Bekir’e bırakmanın küçük düşürücü bir hareket olduğunu; isterse halifeliği zorla alabileceğini ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) yerine geçmenin Abd-u Menaf’ın hakkı olduğunu söyleyerek ona bi’at etmek ister. Fakat bu karşı Hz. Ali, “Ben asla bunun peşinde olmadım; bu, Müslümanların işidir.” Şeklinde sert bir cevap verir ve onu “Sen uzun müddet İslamiyet ve Müslümanlara düşmanlık gösterdin; fakat bu hareketinle, İslamiyete zarar veremedin. Şimdi bu sözlerini ancak Müslümanlar arasında fitne çıkarmak maksadıyla söylüyorsun. Biz Ebubekir’i halifeliğe layık bulduk” (Taberi, a.g.e, c.3., s.14-15) der ve kovar. Hz. Ali’nin bu tavrından sonra, yakınları ertesi gün Hz. Ebubekir’e bi’at ederler. Ancak Hz. Ali, Hz. Fatma’nın vefatından yani altı ay sonra bi’at eder. Böylece ümmetin bütünlüğü sağlanmış olur.

    Bediüzzaman Said NURSİ bu durumu değerlendirirken; Ehl-i Sünnet, Hz. Ali ha-lifelerin dördüncüsü olduğunu ve Hz. Ebubekir’in hilafete “daha müstehak” olduğundan ilk olarak o seçilmiştir, görüşü ile Şia’ların Hz. Ali’ye haksızlık edildi. Hz. Ali hakkında birçok hadis-i şerif olduğunu, O’nun “Şah-ı Velayet” olduğunu ilim ve kahramanlıkta çok üstün oluğuna dair görüşlerini özetleyip şöyle cevap veriyor: “Hz. Ali (r.a.) mükerreren, kendi ikrarı ile ve yirmi seneden ziyade o hulefa-i selaseye ittiba ederek onların şeyhülislamlığı makamında bulunması, Şia’ların bu davalarını cerh ediyor [fikrini çürütüyor]. Hem hulefa-i selasenin zaman-ı hilafetlerinde futühat-ı İslamiye ve mücahede-i a’da hadiseleri ve Hz. Ali’nin (r.a.) zamanındaki vakıalar, yine hilafet-i İslamiye noktasında Şia’ların davalarını cerh ediyor. Demek, Ehl-i Sünnet ve Cemaatin davası haktır. (Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Almanya, 1994, s.28). Neden Hz. Ali hakkında çok hadis rivayet olunduğunu da Bediüzzaman söyle açıklı-yor: “Emeviler ile Hariciler, ona haksız hücum ve tenkis ettiklerine mukabil, Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak, onun hakkında rivayatı çok neşrettiler. Sair Hulefa-i Raşidin ise öyle tenkit ve tenkise çok maruz kalmadıkları için, onlar hakkındaki ehadisin intişarına ihityaç görülmedi.” (Bediüzzaman, a.g.e, s. 29)

    Alevilik hareketinin ilk asgari şekli Hz. Ali’nin şahsi kapasitesine verilen değerdir. Ne var ki, Hz. Ali’ye atfedilen ilim ve iman kudretinden kaynaklanan bu karizmatik güç, sonraları yalnız Hz. Ali’nin Hz. Fatıma’dan doğan oğullarına değil, onun üçüncü oğlu Muhammed b. Hanefiyye ve oğlu Ebu Haşim’e hatta 750’lerde Haşimoğullarının diğer mensuplarından Hz. Ali’nin kardeşi Cafer ve Hz. Peygamberin amcası Abbas’a da tahsis olunuyordu. Böylesine geniş kapsamlı bir karizma anlayışı şüphe yok ki ilk Aleviliğin dikkate değer vasıflarından biridir. (E. Ruhi FIĞLALI, İmamiye Şiası, İst. 1984, s.144).

    Oysa kabiliyeti ve karizmatik gücü soya atfetmenin tehlikelerini Hz. Peygamber hayatı boyunca kendi soyundan hiç kimseyi kendinden sonra dünyevi liderliğe layık kişi olarak göstermemiştir. Hz. Peygamber’in “ben kimin mevlası isem Ali’de onun mevlasıdır” şeklindeki sözleri; sahip, efendi, veli karışmaya hakkı olan fert anlamlarına gelen “Mevla” kelimesinin de ifade ettiği gibi, Hz. Ali’nin Hz. Muhammed’den sonra İslamın öz değerlerini en iyi bilen ve dünyevi ilimlerle, ilm-i ledün sahasının müşterek temelinde yer alan Tevhid gerçeğini en mükemmel şekilde şerhe onu muktedir kılan alimlik karakterinden kaynaklanıyordu. Ehl-i Beyt’in cibilli olarak da İslam’a taraftar olacağını dikkat çeken Bediüzzaman Said Nursi, Hz. Peygamber’in İslam aleminde insanlara rehber olacak, yol gösterecek kişilerin büyük çoğunluğunun Ehl-i Beyt’ten çıkacağını belirtir. Ayrıca Hz. Peygamber’in “Size iki şey bırakıyorum, onlara temessük etseniz, necat bulursunuz; biri Kitabullah, biri Al-i Beytim”. Çünkü, Sünnet-i Seniyye’nin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan Al-i Beyt’tir. İşte bu sırra binaendir ki, Kitap ve Sünnete ittiba ünvanıyla bu hakikati hadisiye bildirilmiştir. Demek Al-i Beyt’ten vazife-i risaletçe muradı Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyeye ittibaı terk eden, hakiki Al-i Beytten olmadığı gibi, Al-i Beyte hakiki dost da olamaz” (Bediüzzaman, a.g.e., s. 28)

    Olaya modern sosyoloji açısından bakacak olursak; saltanat idaresi, son derece mahzurludur. Çünkü her nesil, yeni kanların karışımıdır. Her doğan çocuğun kabiliyet ve özelliklerinin yarısı babadan gelmektedir. Bundan dolayı her nesil yeni bir karışımdır ve her birimizde sayısız kanların karışımı akar. Meşhur ataların isimleri, onların kromozomlarına veya ırkî vasıflarına biyolojik anlamda hiç sahip bulunmayan kimseler tarafından taşınmaktadır. Bundan başka, her ferdin dünyaya gelişi anne ve babadan herbirinin genlerinin yarısının kaybını gerektirir ve bu son derece fazla olan genler, iki veya daha fazla fertte (arz etse bile) nadiren aynı bileşimi arz eder. Bundan dolayıdır ki ebeveynlerde en iyi vasıflar görülebilir ve bunların soyundan olan bir fertte bu vasıfların yerini “ kifayetsizlik, ahmaklık veya delilik” alabilir. (Maciver PAGE, Cemiyet, Çeviren: Amiran KURTKAN, İST. 1971, s.148)

    Saltanat idaresinde doğuştan verilen statüler düzeni kurulduğundan, İslam’ın hürriyetçi- eşitlikçi yapısında var olan “takva yoluyla” elde etme düzeni terk edilmiş olacaktır.

    İslam tarihinde ilk ayrılıkların sebebi olarak görülen önemli bir olay da Hz. Ali ile Hz. Talha, Hz. Zübeyir ve Hz. Aişe arasında meydana gelen “Cemel olayı” dır. Olay bütün ayrıntıları ile tarih kitaplarında yazıldığı için, burada sadece Bediüzzaman Said Nursi’nin değerlendirmesini aktaracağım. Bediüzzaman’a göre; iki taraf arasında meydana gelen savaş” adalet-i mahza ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir” dedikten sonra Hz. Ali’nin “adalet-i mahza temel prensip alarak kabul ettiğini ve bunun Hz. Ebubekir, Hz. Ömer devrinde olduğu gibi uygulanmasının mümkün olduğunu savunurken; muhalifleri ise zamanla “İslamiyetleri zaif muhtelif akvam” Müslümanların sosyal hayatına karıştıkları için “adalet-i mahzanın uygulanmasının çok zor olduğunu onun yerine “ ehven-i şer” denilen “adalet-i izafiye” nin uygulanmasının daha isabetli olacağını savundular. Olayın bir “içtihad” meselesi olduğunu, her ne kadar Hz. Ali’nin içtihadı isabetli ise de, muhaliflerinin “azaba müstehak” olmadıklarını belirtir. (Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Almanya, 1994, s.56, 57) (Adalet-i mahza: “Cenab-ı Hakkın nazar-ı merhametinde, hak haktır; küçüğüne bakılmaz. Bir masumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir ferd dahi umumun selameti için feda edilmez. Bir cemaatin selameti için, bir ferdin rızası bulunmadan, hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına, rızası ile olsa, o başka meseledir.” “Adalet-i izafiye ise, küllün selameti için, cüz’ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz.”

    İslamın ilk ayrılıklarına sebep olan ve çok farklı değerlendirmelere maruz kalan önemli bir olay da Sıffîn savaşıdır. Bediüzzaman bu savaş için “hilafet ve saltanatın muharebesidir” der. Hz. Ali’nin “ahkam-ı dini ve hakaik-i İslamiyeyi ve ahireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda” ettiğini, Muaviye ve taraftarları ise İslamın sosyal hayatını “saltanat siyasetleriyle takviye etmek için, azimeti tercih ettiler, hataya düştüler.” (Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Almanya, 1994, s.58)

    İslamın ilk yıllarında meydana gelen ve Aleviliğin (Şii) ortaya çıkışı olarak kabul edilen en önemli olay Kerbela olayıdır.

    Hz. Hüseyin, kardeşi Hz. Hasan’ın kan dökülmesini önlemek için bir antlaşma ile halifeliği Muaviye’ye bıraktıktan sonra Medine’ye çekilmişti. Fakat Kûfe bölgesinde Hz. Hasan’a taraftar olanlar Hz. Hasan’ın halifeliği Muaviye’ye bırakmasına çok gücenmişlerdi. Kufeliler el altından gelip Hz. Hüseyin’i davet ettiler. Hz. Hüseyin bu işe girişmenin, Muaviye’nin ölümünden sonra daha doğru olacağını bildirdi ve bulunduğu Medine’de zühd ve takva ile meşgul olmuştur. Ancak Muaviye’nin, oğlu Yezid’i veliaht olarak tayin etmesi üzerine durum değişmiştir. İslam’daki seçime dayalı hilafet başka bir deyişle devlet başkanlığı geleneğini “verasete dayalı saltanat” sistemine dönüştüren Muaviye 680 tarihinde ölünce, Yezid hilafet makamına geçti. Kendisini bekleyen işlerin başında, kendisine yapılması gereken bi’atın tamamlanması vardır. Daha doğrusu üç kişinin bi’atı vadır. Hz. Hüseyin, Hz. Ömer’in oğlu Abdullah, Zübeyr b. Avvam’ın oğlu Abdullah. (Hz. Ebubekir’in oğlu Abdurrahman’da bu üç kişinin arkadaşı ve Yezid’in veliahtlığını tanımayan dördüncü kişi idi. Ancak bu sırada vefat etmişti.) Yezid saltanata geçer geçmez ilk işi bu üç kişiyi kendisine biat ettermek için harekete geçmek oldu. Yezid Medine valisi olan amcasının oğlu Velid’e bu üç kişinin kendisine biat ettirmesini yazdı. Velid biat için Hz. Hüseyin Velid’in çağrısına uydu ancak o da biat etmeden Mekke’ye gitti.(Neşet ÇAĞATAY, İslam Tarihi, Ankara, 1993, s. 418)

    Hz. Hüseyin Mekke’de bulunduğu sırada Kufeliler kendisine biat etmek için davet ettiler. Hz. Hüseyin Kufe’ye gitmeye karar verince, babasının amcasının oğlu Abdullah b. Abbas çok telaşlandı ve onu caydırmak için çok uğraştı. Kufe halkının dönek insanlar olduğunu, onlara güvenilmemesini söylediyse de Hz. Hüseyin kararından dönmedi. Hz. Hüseyin yanına çoluk çocuğunu da alarak Kufe’ye gitmek üzere yola çıktı. Yolda şair Ferezdak’la karşılaştı. Kufe halkının durumunu sordu. Ferezdak şu cevabı verdi. “Halkın gönlü senin yanında, ama kılıçları Emevileri destekliyor.” Hz. Hüseyin her kime rastladıysa hepsi de Kufe’ye gitmekten vazgeçmelerini tavsiye ettiler. (Mustafa Fayda, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, Konya, 1994, C.2, s.326-27). Hz. Hüseyin ise yoluna devam eder ve Kerbela’da konaklar ve feci olay burada vuku bulur. (H. 10 Muharrem / M. 10 Ekim 680) Böylece İslam tarihinde bu elim olayda arkasından silinmeyecek izler bırakarak kapanmış oldu.

    Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ile Emeviler arasındaki mücadeleyi Bediüzzaman Said Nursi bir “din ve milliyet” mücadelesi olarak değerlendiriyor. Emevilerin İslam devletini Arap milliyet üzerine bina ettiklerini, Hz. Hüseyin ise dini bağlarını temel alıp “muhik olarak” onlara karşı mücadele ettiğini ifade eder. (Said Nursi, Mektubat, Almanya, 1994, s. 58.)

    İslam tarihindeki ilk siyasi ve dini ayrılıkları sebebi olarak görülen bu olayları özetledikten sonra, Aleviliğin ortaya çıkışı ve 16. yüzyıla kadarki tarihi seyrini kısaca vermek konumuz bütünlüğü açısından gerekmektedir.

    Alevi kelime olarak Arapça’da “ Ali’ye mensup”, “Ali’ye ait” anlamlarına gelir. Tasavvuf edebiyatında “Hz. Ali’yi sevmek, saymak ve ona bağlı olmak” anlamlarında kullanılmıştır. Bu bakımdan Hz. Ali’yi seven, sayan ve ona bağlı olan kimseye “Alevi” denir. (A.Y. OCAK, “Alevi”, TDV, İA, İST. 1989, C. 1, s.369.) Sözlük anlamının dışında “Alevi” tabiri Hz. Ali’yi en üstün sahabe olarak gören ve Hz. Muhammed’den (s.a.v.) sonra onun, Allah’ın ve Hz. Peygamber’in tayini ile “İmam”lığa gelmesi gerektiğini kabul edenler için “Şia” ile eş anlamlı olarak kullanılmıştır. “Şia” şia’nın fırka olarak ortaya çıkışına kadar, “taraftar” anlamında, Arap dilinde sık sık kullanılmış bir kelimedir. Genel anlamdaki bu kullanış, Hz. Hüseyin’in 10 Muharrem 61/680 tarihinde Kerbela’da şehid edilişinden sonraya devam etmiştir. Bu olaydan kısa sayılabilecek bir süre sonra, Şia bir terim olarak, Emevilere karşı, Hz. Hüseyin’in intikamını almak ve bu arada Hz. Ali ve soyunun haklarını aramak, onun soyuna yardım etmek için toplananları ve onlara taraftar olanları ifade etmeye başlamıştır denebilir. Bu aynı zamanda ilk “Şii” fırkaların, siyaset sahnesinde yavaş yavaş vücut bulmaya başlamalarının da en erken tarihidir. “Şii”liğin ortaya çıkmış hakkında çok değişik görüşler bulunmaktadır. (bkz. E. R. FIĞLALI, “Şiiliğin Doğuşu ve Gelişmesi”, Şiilik Sempozyumu, İst., 1993, s.35-36). Bütün bunları burada tartışmak makalemizin hem hacmini aşar, hem de gerek yoktur. Ancak yukarıda da değindiğim gibi şu kadarını söyleyelim: Şiilik en erken Hz. Hüseyin’in intikamını almak üzere toplanan ve onun yardımına gelemedikleri için dövünerek tövbe edenlerin oluşturduğu “Tevvabun” (tövbe edenler) hareketi; Şia’nın bir ıstılah haline gelişinin, yani İslam içinde siyasi bir kitleleşme hareketinin başlamakta oluşunun ilk tezahürleridir (R. STROTHMANN, “Şia”, İA, İst.1979, C.11, s.502). Bu harekete kadar müslümanlar ne”Sünni”, ne de “Şii” idiler, yalnızca “Müslüman” idiler. İhtilaf kişilerin hangisinin “daha haklı” olduğu etrafında cereyan ediyordu. Hele daha sonraları İsmailiyye ve İmamiyye fırkalarının temel inanışı olan “vasiyet” ve “İmamet” fikirleri, Hz. Hüseyin’in vefatından sonra bile henüz belli zümre de doğmuş değildi. (E. Ruhi FIĞLALI, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, İst. 1993, s.120).

    Ehl-i Beyte taraftar olduklarını söyleyen kitleler ve onlar adına ortaya çıkanlar tarih boyunca, daima birlikten mahrum ve sürekli ihtilaf halinde bulunmuşlardır. Bundan dolayı da birçok fırkaya ayrılmışlar ve bunların birçoğu da İslamla bağdaşmayan fikirler yaymışlardır. Ancak bunlardan çok azı günümüze ulaşabilmişlerdir. (Mehmet Kırkıncı, Alevilik Nedir?, İst. 1990, s.39-42)

    Şiilik Kufe’de zamanla yapı itibari ile şekil değiştirmeye başladı. Eşraf başlangıçta bu hareket de ön safta yer alıyorlardı. Ancak bunlar tehlikeyi görünce sindiler ve Şia’dan ayrıldılar. Şiilik kendi içinde da-raldı, aristokrasi ve kabile organizasyonunun tersine, gittikçe artan bir ölçüde gizli bir cemiyet, kitle haline dönüştü. (Julius WELLHAUSEN, İslamiyetin İlk Devrinde Dini-Siyasi Muhalefet Partileri, Çev. F. IŞILTAN, Ankara, 1996, s. 146). Eşraf Şii hareketinden çekilince, Mevali bu hareketin içine sokuldu. Halk tabakaları ile bağlantı kurunca Şia yavaş yavaş zamanla Arap zeminini terketti. Emevi aleyhtarlığı uzun bir süre sonra, uzaklığı dolayısıyla muhalefetin güçlenme zemini bulduğu Horasan ile irtibat kurdu. Bu sırada Şia’nın gerçek temsilcileri veya önderleri olması gereken kimseler ise bir süre sessiz kaldılar. Ali evladı zamanını Medine de siyasetten uzak bir tarzda sürdürüyorlardı. Her ne kadar iddialarından vazgeçmiş değillerse de, pek ısrarlı da görünmüyorlardı. Mücadeleyi Abbas oğullarına devretmişlerdi.

    Abbasoğullarının başarısı ile Emeviler sahneden çekildiler. Horasan ise Abbasileri uğraştıran bir bölge olma hüviyetini daima korudu. Yine Hazar Denizinin güneyindeki Deylem ve Gilan ahalisi ise hiçbir zaman tam olarak itaat altına alınamamışlardı ve Harun Reşid zamanında Zeydi-Alevi propagandası halifenin idaresine karşı muhalefetten devam ediyorlardı. 945’de Büveyhiler Bağdad’ı işgal ettiler. Deylimler’in çoğu gibi Büceyhiler de “12 İmam” şiiliğine taraftar idiler. İmamları yücelterek, şii-imamiyye’ye gelişme imkanı sağlayan ilk sülale Büceyhiler olmuştur. Büceyhiler İran ve Irak’da hakim olmalarından bir süre önce Kuzey Afrika’da ortaya çıkan, kendilerini Hz. Ali soyundan geldiklerini iddia eden Şii-İsmail devleti Fatımiler 969’da Kahire’yi ele geçirdiler. Fatımiler, Hicaz ve Mukaddes yerleri koruma görevini de elde ettiler. (A.Engin SAÇBEK, “Fatımiler”, TDV., İA, İst. 1995, c.12, s. 230)

    İslam dünyasında Şii hakimiyetinin mevcut olduğu, Abbasi halifeliğinin nüfuzunu kaybettiği gibi, büyük bir tehdit altında bulunduğu bir zamanda Selçuklular Horasan’da yeni bir güç olarak ortaya çıktılar. Selçuklu Devletinin kurulmasından hemen sonra 1043 yılında Abbasi halifesi, meşhur hukukçu Mavedi’yi elçilikle Tuğrul Bey’e göndermiş bulunuyordu. Tuğrul Bey bundan çok sonra nihayet 1055 yılında Bağdat’a yürüdü ve Büveyhilerin hakimiyetine son verdi. (M. Altay KÖYMEN, Selçuklu Devri Türk Tarihi, Ankara, 1962, s.168)

    Büyük Selçuklu veziri meşhur Nizamülmülk “Sultan Mahmut, oğlu Mesud, Sultan Tuğrul, Sultan Alparslan devirlerinde hiçbir ateşperest, Hırıstiyan, Rafizi olarak ortaya çıkıp, bir Türk’ten ileri bir mevki elde etmeye cesaret edemezdi. Zengin Türklerin, kahyaları, hizmetkârları, Horasanlı Hanefi veya Şafii mezhebinden olan temiz adamlardı. Türkler onlara Deylemi mezhepli diyerek asla kendilerine görev vermedikleri gibi, verilmesini de doğru bulmazlardı “demesine;” eğer Sultan Tuğrul ve Sultan Alparslan bir emirin bir Rafizi’yi hizmetine aldığını duysaydı kızıp onu cezalandırırdı. (Nizamülmülk, Siyasetname, Haz. M. Altay KÖYMEN, Ankara, 1982, s.207-208) gibi ifadeler kullanmasına rağmen bu devirde pek çok şehir de Şiiler kendilerine has mescit ve medreselere sahip olup, kendi mezheplerinin gereğini yerine getiriyorlardı. Devlet idaresinde ve ileri gelenlerin hizmetinde olduğu gibi, sultanlar ve halifelerin veziri olarak bulunuyorlardı (İsmail AKA, “X. yüzyıldan XX. Yüzyıla Kadar Şiilik,” Şiilik Sempozyumu, İstanbul, 1993, s.74)

    Selçukluların kudretine ve büyük gayretlerine rağmen yine Şiilik faaliyetlerinin eksik olmaması ve önlenememesi müfrit Şii ve Batınilerin ne kadar teşkilatlı ve güçlü olduklarını gösterir. Melikşah devrinin üzerinde durulmaya değer en önemli olaylarından biri İsmailiyye (Haşhaşi Nizari de denir) adı ile tanınan fırka ve Hasan Sabbah’ın faaliyetleridir. Aslen İranlı ve 12 İmam inançlarına sahip bir aileye mensup bulunan Hasan, Rey dolaylarında Fatımiler adına faaliyet gösteren dailerin tesiri ile İsmailî taraftarı olmuştur. Bu yörenin baş daisi tarafından Mısır’a ayrılıp İsfahan’a geldi. Bundan sonra Kirman, Yezd, Taberistan, Kuhistan ve Taharistan halkı arasında faaliyet gösterip taraftar topladı. Vaktiyle 9. yy’da Taberistan Alevileri tarafından inşa edilen, Kazvin civarındaki Alamut kalesini güvenilir bir sığınak olarak görerek hile ile ele geçirdi ve propaganda merkezi haline getirdi. (İ. KAFESOĞLU, Sultan Melikşah Devrinde Selçuklu İmparatorluğu, İst.1953, s. 131). İnançlarını yaymak üzere faaliyetlerini arttıran İsmaililer, tabi olmak istemeyen yerlere karşı zora başvurdular. Kendilerine karşı çıkan veya tehlikeli gördükleri düşmanlarını öldürmek suretiyle adeta bir terör havası estirdiler. Bu terör havasını Selçuklu Devleti boyunca devam ettirdiler, devleti sürekli uğraştırdılar. İsmaililer ancak Moğollar tarafından tesirsiz hale getirildiler. 1256 yılında Moğollar İsmailî kalesini aldıkları gibi Haşhaşilerin reisi Rukneddin Hurşah’da aynı akibete uğramaktan kurtulamadı. (V. V. BART-HOLD, Moğol İstilasına Kadar Türkistan, Haz. H. Dursun YILDIZ, Ankara, 1990, s.459; Abdülkerim ÖZAYDIN, Sultan Muhammed Tapar Devri Selçuklu Tarihi, Ank. 1990, s. 70) Batıniler yok edildikten sonra sıra Abbasi halifesine gelmişti. Hülagû 1258’de Bağdat üzerine yürüdü.

    Her yerde yapılan katliam burada da icra edildi. Ele geçirilen bütün hanedan mensupları öldürüldü ve Abbasiler sona erdi. Moğol idaresi İran’da bir süre İslamiyet’in idari bakımından güç kaybetmesine yol açmasına rağmen, 12 İmam şiiliğinin kuvvetlenmesine yol açtı. İlhanlılar döneminde başa geçen hükümdarın bağlı bulunduğu mezhep devlete hakim olmuştur. (Berthold SPULER, İran Moğolları, Çev. Cemal Köprülü, Ankara, 1987, s.203) Timur devrinde onun güçlü idaresinde kuvvetli bir Batıni ve müfrit bir Şii hareketine rastlanmıyor. 15. yy’da Şiilik İran’da yeniden kuvvetlendi. Şah İsmail 16. yüzyılın başında İran’da Şiiliği resmileştirdi. Şah İsmail’in 16. yüzyılın başında ortaya çıkışı o kadar ilginç olaylara sebep oldu ki, bundan dolayı onun hüküm sürdüğü dönem Orta Asya siyasi ve dini tarihinin en önemli devirlerinden birini teşkil eder “Avrupa – bilahere Hıristiyan dini ikiye ayıran karışıklık da gizlice intişar etmiş olan yeni bir mezhep gittikçe müesseseleşerek İslam alemini biribirine düşman iki fırkaya ayırmıştı” (HAMMER, Büyük Osmanlı Tarihi, Çev. Mehmet ATA, İst. 1989, c. 2, s. 413)

    Şah İsmail, Uzun Hasan’ın kızı Alemşah Halime Begüm’den dünyaya geldi. Babası Haydar bu sırada Anadolu’yu kendine bağlamaya çalışıyordu. Haydar, 1488’de Akkoyunlu komutanlarından Biçeroğlu Süleyman’la yaptığı savaşta öldü. Taraftarları bu defa büyük oğlu Yar Ali’nin etrafında toplandılar. Uzun Hasan’ın oğlu Yakup Bey, üç yeğeninin Ali, İsmail ve İbrahim’i İran’daki İstar kalesinde tutuklattı. Bu durum yaklaşık beş yıl sürdü. Bu sırada Yakup Bey ölünce oğulları taht kavgasına başladılar. Muridler İsmail’i kaçırıp gizlediler ve daha sonra Gilan’a kaçırdılar. Orada 6 yıl kaldı. 12 yaşında Hazar kıyısına Ercuvan’a gitti. Amacı Anadoluya gitmekti. Taraftarlarına Erzincan’a gelmeleri için haberler yolladı. Kendisine Erzincan’a geldi, Şah İsmail 1501’de taraftarlarını alıp Erzincan’dan ayrıldı. Şah İsmail’in “taraftar”larının niteliklerinden de söz etmek gerekiyor. Ancak bu çok uzun bir konu. Zira 1071 Malazgirt zaferinden itibaren başlayan göçlerle birlikte Anadolu’da yoğunlaşan Müslümanların durumunu incelemek gerekiyor ki bu yorumun hacminin çok üstündedir. Fakat bir fikir vermesi bakımından şu kadarını söyleyelim.

    Anadolu’ya göç eden topluluklar arasında yerleşik hayatın içinden ve büyük kültür merkezlerinden gelen “tam” ve “kitabî” olarak Müslümanlaşmış olanlar kadar, eski dini hatıralarını, geleneklerini “İslami cila” altında devam ettirerek çok sathi ve iptidai şekilde, hatta hiç Müslümanlaşmamış olanlar da vardı. (F. BABINGER, F. KÖPRÜLÜ, Anadolu İslamiyeti, İst.1996, s.48) “Bu Türk aşiretleri umumiyetle Müslüman olmakla beraber, her türlü taassuptan âzâde, dinin kendileri için çok muğlak ve nâkâbil-i icra ahkamına riayetten ziyade eski kavmi an’anelerinin zahiri müslümanlık cilasına boyanmış basit bir şekline salik, eski Türk şamanlarının haricen İslamlaşmış bir devamından başka birşey olmayan müfrit Alevi ve heterodoxe Türkmen babalarının manevi nüfuzu altında idiler” (Fuad KÖPRÜLÜ, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Ankara, 1984, s. 47). İşte Anadoludaki Şah İsmail’in taraftarları halkın bu zümresi içinden çıkıyordu. Aynı yıl Safevi Devleti’ni kurdu. Şah İsmail devleti kurarken kendisine karşı koyanları kan ve ateş saçarak yok ediyordu. Aslında bu devirde İran halkının çoğunluğu Sünni idi. Bunlardan İsfahan, Fars, Kirman ve daha pekçok yerin halkından karşı koyanlar oldu ise de, merhametsizce öldürüldüler. Böylece Şah İsmail zorla Şiiliği İranlılara kabul ettirdi.

    Başlangıçta, sadece baba ve dedesi ile müritlerine karşı girişilmiş olan şiddet hareketlerinin intikamını almayı ve belki de daha ortaya çıktığı zaman çökmekte olan Akkoyunlular ülkesini ele geçirmek suretiyle Şii bir devlet kurmayı tasarlamış olan Şah İsmail kısa zamanda arzusundan fazlasına kavuşmuştu. Ancak yapmış olduğu çeşitli savaşların hemen hepsinden başarılı çıkmış olmasına rağmen iki büyük kuvvetle karşı karşıya bulunuyordu: Doğu’da Özbekler; Batı’da ise kendisinden her bakımdan üstün olan Osmanlılar, ancak müritleri vasıtasıyla bu ikinci gücün yani Osmanlıların içine nüfuz edebildiğinden kendisi de Osmanlılar için bir tehlike teşkil ediyordu.

    Ehl-i Beyt sevgisine dayanarak Şii devletini kuran Şah İsmail’in halifeler göndermek suretiyle Anadolu’nun Batıni halkı arasında giriştiği propaganda faaliyetleri gayesine ulaşmış görünmektedir. Nitekim on iki dilimli kızıl-taç veya külahın ka-bulünden beri Erdebil Sufilerine taraftar olan Anadolulu kızılbaşlar (Ahmed Refik, “Osmanlı Devrinde Rafizilik ve Bektaşilik” Edebiyat Fak. Mecmuası IX, 1932/2, s. 25) Hatâ’î mahlası ile şiirler yazan Şah İsmail’i bir kurtarıcı olarak görüyorlardı.

    Şah İsmail’in Tebriz de başa geçmesi Osmanlılar için büyük bir tehdit oluşturduğunu belirtmiştik. Şah İsmail’in iktidarının yaslandığı güçler daha çok Anadolu ve Azerbaycan Türkmenleri, yani Selçuklular döneminden beri yerleşik Sünni iktidarına karşı gelen göçebe ve yarı göçebe Türk toplulukları idi. Her durumda Anadolu’da yaşayanlar arasında, II. Beyazıt’ın ilk yıllarından beri bir hoşnut-suzluk yaşanıyordu. Bu hoşnutsuzluk, merkezi iktidar görevlilerinin bölgede daha yaygın bir biçimde görülmelerinden, boyların geleneksel hürriyetlerinin kısıtlanmasından kaymaklanıyordu. Şah İsmail, işte böyle bir ortamda tahta çıktı. İlk başta bu hoşnutsuz kesimin ilgisini çekti. 1512’ye kadar kazandığı bir dizi zafer bu kesimin gözünde Şah İsmail’in prestijinin daha da artmasına yol açtı. Öte yandan, yayılımcı politikası için daha kalabalık bir orduya ihtiyacı olan Şah bu sempatizanları, mis-yonerlik propagandalardan oluşan etkin bir ağ kurarak kendine çekmesini bildi. Bunların bir bölümü Şah’ın yanına gitti. Diğerleri Anadolu’da kaldılar ve giderek kalabalıklaştı. Hareketin kolları yavaş yavaş Rumeli’ye dek uzandı, ve sonunda Osmanlı toprakları içinde gerçek anlamda bir “beşinci kol” oluştu. II. Beyazıt durumdan haberdar olmasına rağmen çok beceriksizce davrandı. Pek ciddi bir önlem almadı. Yaptığı tek şey, Türkmen tebalarının Azerbaycan’a göçünü önlemeye çalışmak, bunlardan bir bölümünü Mora’ya sürmek, propaganda aracı olarak gördüğü Safevi parasının Osmanlı topraklarında dolaşmasını engellemek oldu. (İ. Hakkı Uzunçarşılı, “Beyazıt II. İK, c. 2, s. 394) Şah İsmail müridlerinin İran’a gelmelerini sağlamak için Beyazıt ile giriştiği diplomatik faaliyetler olumlu sonuç vermiş, Beyazıt, taraftarlarının serbestçe Erdebili ziyaret edebileceklerini bildirmiştir. (Feridun Bey, Münşeatü’s-Selatin, İst. 1274, c. 1, s. 345).

    Babasından ve vezirlerinden daha bilinçli olan Trabzon valisi şehzade Selim tehlikenin büyüklüğünü anlamıştı. Kendi başına Safevi topraklarına birkaç akın düzenledi. Ancak babasının sertçe azarlaması üzerine tehlikeyi seyretmekten başka bir şey yapamadı. Devlet bu sırada şehzadelerin taht entrikaları içinde idi. 1511 yılının Nisan-Temmuz ayları arasında Bursa üzerinden, Antalya’dan Kayseri’ye dek ülkeyi yakıp-yıkan Osmanlı kuvvetlerini bir çok defa bozguna uğrattıktan sonra Safevi topraklarına ulaşan Şahkulu’nun “Kızılbaş isyanı” da devleti sarsmıştı. Bu olaydan bir yıl sonra Yavuz Selim tahta geçti. (Şinasi ALTUNDAĞ, “SELİM I”, İA, İst. 1980, c.10, s. 426)

    Eksiksiz bir Sünni olan Yavuz Selim’in Şah İsmail’den onun doktrininden nefret etmesi için kuşkusuz ortada her türlü sebep vardı. Ancak, o sırada giriştiği abartılı bir takım siyasi sebeplere bağlı olduğu düşünülebilir. Kendi devletinin sınırları içinde, Anadolu Alevileri düşmana hizmet eden gerçek bir yardımcı güç oluşturmaktaydı ve 1511-12 örnekleri bunlar tarafından başlatılan bir ayaklanmanın ne derece tehlikeli olabileceğini göstermişti. 1513’de geçen iki yıl içindeki karışıklıklara bulaşmış olanlara karşı bazı önlemler alındı. Bununla birlikte padişahın kırk bin Aleviyi kılıçtan geçirttiği iddiasını doğrulayan hiçbir delil yoktur. Ancak bu kırk bin kişi içinden “elebaşılar” idam edilmiştir. (Mustafa Nuri Paşa, Netayicü’l Vukuat, Ankara 1979, c.1, s.80) Olay dikkatle incelenirse görülecektir ki Yavuz Selim tarafından alınan tedbirler din veya mezhep kaygısından kaynaklanan bir durum olmadığı, siyasi bir kaygıdan olduğu gözden kaçmayacaktır. Kaldı ki “Ehl-i Beyt” mensuplarına Osmanlı Padişahları—Yavuz da dahil—son derece değer vermişler hatta kendilerinden önceki İslam devletleri gibi onların her türlü haklarını koruyan bir müesseseye, “Nakibü’l-eşraf”lığa yer vermişlerdir. (Nakibü’l-eşraf: Ehl-i Beyt mensupları arasından seçilir di. Ehl-i Beyt mensuplarının işlerine bakar, neseplerini kay-deder, doğumlarını ölümlerini deftere geçirir, onları adi mesleklere girmekten ve kötü hareketlerden bulunmaktan alıkor, haklarını korur, ganimetten kendilerine ait hisseyi alıp aralarında dağıtır, sülaleden olan kadınların dengi olmayanlarla evlenmelerine izin vermezlerdi.

    Osmanlılar da Yıldırım Beyazıt devrinden itibaren Nakibül-eşraf tayin edilmiş ve kendisine çok fazla hürmet gösterilmiştir. Protokolde devlet büyüklerinin önünde yer alırlardı. II. Abdülhamid zamanında Nakibül-eşrafların oturmaları için Yıldız civarında bir konak tahsis olunmuştu. Osmanlı saltanatı ile beraber Nakibül-eşraflık da tarihe karıştı. Yavuz Selim’in Anadolu Alevilerine karşı tutumunun bir değerlendirmesi de Alevi kesimden aktarıyorum: “Bir tarihi hata, diyorlar ki Yavuz kırkbin Alevi kesti. Yavuz asla Alevi kesmemiştir. Hz. Ali’yi sevenler, Ehl-i Beyti sevenleri kesmemiştir. Osmanlıyı yıkmak isteyenleri, İran savaşına destek olanları kesmiştir. Şimdi nasıl komünistler Alevileri kullanmak istiyorlarsa, o zamanda Şah İsmail Alevileri kullanmak istemiş.” (Orhan TÜRKDOGAN, Alevi-Bektaşi Kimliği, İst. 1995, s. 322) Yukarıdaki sözler İzmir Bergama ilçesine bağlı Pınar köyünden Alevi dedesi Nazım Kılıç’a ait.

    Yine eğer bu çatışmanın temelinde dini bir neden olsa idi. Osmanlı Devleti’nin; Dulkadiroğulları, Bayat, Afşar, Karakeçili gibi bazı Türk boylarının bir kısmını kılıçtan geçirmesi gerekirdi. Kaldı ki Yavuz Selim, Şah İsmail çatışmasında Elazığ, Maraş, Malatya, Diyarbakır bölgesi Şii Dulkadiroğullarının yönetimi altında olup, bu beylik askerleri ile Yavuz Selim’in yanında Şah İsmail’e karşı savaşmış ve bu bölgeler Ayşe Hatun Dulkadiroğlu Alaüddevle’nin kızıdır. Bunun dışında da Dulkadiroğulları Osmanlı padişahlarına, şehzadelerine kız vermişlerdir. Mesela; Dulkadiroğlu Süleyman Bey kızı Sitti Hatun’u henüz şehzade bulunan Mehmed (Fatih)’e vermiştir. Daha başka örnekleri de vardır. (Hoca Sadeddin, Tacü’t-Tevarih, İst.1979, c.1, s.398) Ayrıca Osmanlı Dulkadiroğullarını çoğu diğer beylik ve komşu devletlere karşı korumuştur.

    Görüldüğü gibi savaşın sebepleri din veya mezhep ayrılığı teşkil etmemesine rağmen, devrin şartlarına uygun olarak Yavuz Selim’in şeyhülislamdan da fetva aldığını da kaynaklar kaydediyor. (M.C. Şehabeddin TEKİNDAĞ, “Yavuz’un İran seferi”, Tarih dergisi, 1968 XVII/2, s.53) Mükemmel bir komutan olan Yavuz Selim 1514’de bizzat ordularının başına geçerken Şah İsmail’e karşı bir sefer başlattı. Yolda iken, savaş ilan ettiğini bildiren iki mektup yolladı. Bunlar hükümdarın tüm saltanatı süresince düşmanına göndereceği tek diplomatik mesaj olacaktır. 23 Ağustos 1514’te Çaldıran da Kızılbaşlar top ateşi ile paralandılar, ama yine de Osmanlılara korkunç kayıplar verdirdiler. Şah İsmail canını kurtarmış ancak Yavuz Selim’in Tebriz’e doğru ilerlemesini durduracak güçte değildi. Osmanlı kuvveti savaşmadan ele geçirdi. Yavuz’un esas gayesi Safevi devletini ortadan kaldırmaktı, ancak mümkün olmadı.

    Bütün bu olayları değerlendirsek; İslamın ilk yıllarında sahabeler arasında meydana gelen olayları değerlendirirken, bu olaylar üzerinden yaklaşık 1400 yılın geçtiğini, o devrin kendine mahsus şartlarını gözden uzak tutmamak gerekir. Ayrıca Selef-i Salihin’in dediği gibi “madem Cenab-ı Hak ellerimizi temiz kıldı, biz de dilimizi temiz tutalım” onlar yani sahabeler hakkında “kıyl ü kâl” etmeyelim. “Çünkü hem katil ve hem maktül, ikisi de ehl-i Cennettirler”. Ayrıca birinin sevildiği, öbürünün kötülendiği kişilerin aynı safta olduklarının bilinmediğini görüyoruz. Örneğin bir Hz.Ebubekir’in oğlu ile Hz.Hüseyin’in beraber oldukları unutulu-yor. Hz.Ali’nin ilk üç halife biat ettiğini ve onlarla birlikte çalışıp, düşmanlık beslemediğinin üzerinde bütün kaynaklar müttefiktir. Ehl-i Sünnet’in Hz. Ali’ye karşı herhangi bir olumsuz tavrı olamaz. Cuma hutbesinde diğer üç halife ile ismi zikredilir.

    Kimsenin buna bugüne kadar bir tepkisi görülmemiştir. Görülmesi de mümkün değildir. Aleviler ve Ehl-i Sünnet aralarındaki ihtilaf noktalarını iyi tesbit etmeli, onların çıkış sebepleri ve kimler tarafından hangi niyetle çıkarıldıklarını iyi araştırılmalıdır. Fitne ve fesat çıkaranlara—ister geçmişte, ister günümüzde olsun—itibar edilmemeli, bunların her iki tarafın iyiliğini düşünmedikleri gözden uzak tutulmamalı hatta çok dikkatli olunmalıdır. Zira tarihi kaynaklar gösteriyorki sahabeler arasında çıkan çatışmalar hep oldu-bittiye geti-rilmiştir. Cemel olayında olduğu gibi.

    İslam tarihi incelendiğinde kendilerini Ehl-i Beyt tarafları gösterenler içinde Ehl-i- Beyt ile bağdaşmayan, İslam’la asla örtüşmeyen şiddet yanlısı grupların çıktığı bir vakıadır. Örneğin Hasan Sabbah grubu, İslam aleminde terör estirmiş bir guruba sahip çıkmak için hiçbir grubun haklı gerekçeleri olamaz. Ehl-i Beyt taraftarı geçmişteki böylesi guruplara sahip çıkma-yacağı gibi, günümüzde de böylesi guruplara itibar etmeyecektir.

    Yavuz Selim ile Şah İsmail arasında meydana gelen savaşın temel belirleyici sebebi dini değil, siyasi olduğu, biraz tarih bilgisine sahip olan herkes tarafından çok rahat anlaşılır. Zira o devirde Şah İsmail’in taraftarlarının Anadolu’da yaptığı faaliyetlere başvurmuştur.

    Sözü daha fazla uzatmadan Bediüz-zaman Said Nursi’nin ifadeleriyle noktala-yalım. “Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve cemaat! Ve ey Al-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden Aleviler! Çabuk bu manasız ve hakikatsiz, haksız, zararlı olan nizaı (çekişme) aranızdan kaldırınız. Yoksa, şimdi kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındıka cereyanı, birinizi diğerinin aleyhinde alet edip, ezmesinde istimal edecek. Bunu mağlup ettikten sonra o aleti de kıracak. Siz ehl-i Tevhid olduğunuzdan uhuvveti ve ittihadı emreden yüzer esaslı rabıta-i kudsiye mabeyninizde varken, iftirak, iktiza eden cüz’i meseleleri bırakmak elzemdir” (Bediüzzaman Said NURSİ, Lem’a lar, Almanya, 1994, s. 32).