Köprü Anasayfa

Alevilik

"Bahar 98" 62. Sayı

  • Ali Bin Ebi Talib

    İlhami Koçkan

    Hz. Peygambere ilk iman eden ve yine O’nun halifeleri olan Raşit Halifelerin dördüncüsü olan Hz. Ali (r.a.) İslam tarihinde siyasi, sosyal ve dini açısından derin izler bırakmış; dönemi ve sonrası hala Müslümanlar arasında tartışma ve ayrışma konusu olan kahramanlık, cesaret, ilim, ihlas, samimiyet, fedakarlık ve şefkat gibi yüksek ahlaki ve insani vasıflar bakımından müstesna bir mevkie sahip bir sahabedir.

    Hz. Ali miladi 600 yıllarında Mekke’de doğdu. Babası Hz. Peygamber’in sekiz yaşından itibaren yanında kaldığı Ebu Talib, annesi yine Hz. Peygamberin anneciğim diye hitab ettiği Fatıma binti Esed’dir.

    Doğduğu zaman Allah’ın Resulüne haber verildiğinde ona Ali ismini vermiştir; beş yaşından Hz. Peygamberin vefatına kadar O’nun yanından ayrılmamış, hayatını O’nun davasına feda etmekten çekinmemiştir.

    Hicretten iki yıl sonra Hz. Peygamberin kızı Hz. Fatıma (r.a.) ile evlenmiş, böylece Resululah’ın soyu onun soyundan devam etmiştir.

    Hz. Ali, başta Bedir, Uhud, Hendek ve Hayber olmak üzere hemen hemen bütün gazve ve seniyyelere katılmış, bu savaşlarda Resulullah’ın sancaktarlığını yapmış ve büyük cesaret ve kahramanlık göstermiştir.

    Hz. Ali, Allah’ın Resulüne vahiy katipliği, katiplik yapmış, Mekkeli Müşriklerle yapılan Hudeybiye Antlaşmasının yazma işi onun tarafından yapılmıştır.

    Hz. Peygamber vefat ettiğinde cenazesinin yıkanması ve benzeri hizmetleri, vasiyeti üzerine, Hz. Ali ile yakın akrabaları yapmışlardır.

    Hz. Ali, kendisinden önce halife seçilen ilk üç halifenin en büyük veziri oldu. Onlara elinden gelen yardımları esirgemedi. Hz. Osman devrindeki fitneleri önlemek için büyük gayret gösterdi. Fakat Hz. Osman şehit edilince, Müslümanların Halifesi olarak seçildi.

    Halifeliği döneminde, Hz. Osman’ın son zamanlarında ortaya çıkan fitne çoğalarak devam etmiş, Müslümanlar arasında Cemel, Sıffin, ve Nehrevan savaşları meydana gelmiştir.

    Hz. Ali, Kûfe’de arkadaşlarının intikamı arzusu ile yanıp tutuşan Harici Abdurrahman B. Mülcem tarafından zehirli bir hançerle sabah namazında yaralanmış, aldığı yaranın tesiriyle iki gün sonra hicri 40/661 yılında şehit olmuş ve Kûfe’ya (bugünkü Necef) defnedilmiştir.

    İlmi fahsiyeti ve fazileti

    Hz. Ali, ashab-ı kiram arasında Kur’an hadis ve özellikle fıkıh alanındaki bilgileri ile kendini kabul ettirmiş bir otoritedir. Rivayet ettiği hadislerin çoğu fıkhi konulara dair olup, tamamı 586’dır.1

    Hz. Peygamber zamanında yazdığı ve devamlı olarak kılıcının kınında taşıdığı bir hadis sahife’si vardır. Bizzat kendisinin belirttiğine göre bu sahife diyete dair hükümlerle, düşman elindeki bir esiri kurtarmanın yolları, bir kafir için Müslümanın öldürülemeyeceği, Medine’nin Harem bölgesi sınırları gibi konulardaki hadisleri ihtiva etmekteydi. Söz konusu sahife, Rıfat Fevzi Abdulmuttalib tarafından muhtevası tahlil edilerek Sahifetü Alib Ebu Talib adıyla Kahire’de yayımlanmıştır. Hz. Ali, Kur’an-ı Kerim ile bu sahifenin dışında Hz. Peygamber’den özel bir talimat almadığını ve başka bir şey yazmadığını ısrarla belirtmiştir.2

    Her alanda Hz. Peygamber’den sonra İslam’ın en büyük bilginiydi. Resul-ü Ekrem, “Beni ilmin (hikmetin) şehriyim, Ali de onun kapısıdır” buyurmuştur.3 Abdullah bin Abbas onun hakkında “Allah ilmin onda dokuzunu Ali’ye verdi. Kalan onda birini de onu insanlara ortak yaptı.”4 demiştir.

    Hz. Ali’nin hukuk bilgisi ve hüküm vermedeki başarısı sebebiyle kendinden önceki halifeler döneminde önemli meselelerde fikrine müracaat edilerek düşünce alının ve değer verilen, müracaat edilmesi ihmal edilmeyen birisidir. Bu konuda bilhassa Hz. Ömer’in hilafeti döneminde önemli fıkhi meseleri çözüm kavuşturmuştur ki, onun diyerek fıkıh ilmindeki üstünlüğünü tesbit etmiştir. Yine Hz. Ömer fıkıhla ilmindeki üstünlüğünü tesbit etmiştir. Yine Hz. Ömer fıkıhla ilgili problemleri onun döneminde halletmesinden dolayı Hz. Ali hakkında “Ali olmasaydı Ömer, helak olmuştu. Ya Rabb! Ebul-Hasan’dan sonraya beni bırakma, Ya Rabb! Ebul-Hasan’ın bulunmadığı bir güçlükle beni karşılaştırma”5 gibi sözleri söylemiştir.

    Hz. Ali, Kûfe fıkıh mektebinin hukukçularının ve bunların izinden giden müçtehid imamlar onun içtihad metodunu almışlardır.6

    Fıkıhta olduğu kadar Kur’an-ı Kerim konusunda derin bilgi sahibi olan Hz. Ali ayetlerin nerede, niçin ve ne zaman nazil olduğunu çok iyi bildiğini söylerdi. Zira Hz. Peygamber daha hayatta iken Kur’an-ı Kerim’in tamamını ezberlemiş bulunan ve onun meselelerine hakkıyla vakıf olan sayılı sahabelerden biri de o idi.7

    Ayrıca Hz. Ali fesahati ve üstün hitabeti ile de sahabeler arasında ayrı bir yer tutmaktadır. Hz. Ali’nin güzel ve hikmetli sözleri kaynaklarda nakledile gelmiştir. Hz. Ali’ye nisbet edilen şu eserler bulunmaktadır: Şerif er-Radi’nin derlediği Nehcü’l Belağa, el- Kasidetü’z-zeynebiye, el-Kasidetü’z-zeburiye, el-Kaside-tü’l-celcelutiyye, Muhammes, Cünnetü’l-esma, Münacat.8

    Hz. Ali oldukça kuvvetli bir imana sahipti. Allah’dan çok korkardı. Namaz kılarken ayağından çıkarılan okun acısını bile duymayacak kadar sonsuz bir huşu içinde olurdu. Muaviye b-Ebu Sufyan arkadaşlarından Dinar’a “bana Ali’yi anlat” demiş, o da şöyle karşılık vermişti: “Şehadet ederim, onu gece karanlığı basınca mihrapta eliyle sakalını tutup, yılan sokmuş gibi titreyerek, derde uğramışçasına ağlarken görür ve şöyle dediğini işitirdim:

    “Ey dünya, ey dünya! Uzaklaş benden, beni aldatmaya geliyorsun? Benim gönlüme girmene, benim seni sevmeme imkan yok. Heyhat! Git benden başkasını aldat. Ben seni üç kez boşadım. Artık sana dönemem. Ömrün az, değerin düşük, dileğin hordur senin. Ah ah! Azık kıt, yol uzun yolculuk uzağa, varılacak yer pek yüce.”9

    Hz. Ali Kur’an ve Sünneti en iyi bilenlerden biri olduğu bütün İslami kaynaklarca ittifakla belirtilmiştir. O tasavvuf dünyası için vazgeçilmez bir isim olmuştur. O, Kur’an ve Sünnete tam olarak bağlı, dünyevi işlerden uzak kalmayı dileyen, İslam tarihinin Cemel, Sıffın, Nehrevan gibi talihsiz olayları sonunda göz yaşı döküp, muhaliflerinin iman ve hidayeti için dua edecek kadar hassas, takva sahibi ve idealist bir mü’mindir.

    Hz. Ali Zamanında Meydana Gelen Muharebelerin Mahiyeti

    Hz. Ali gibi bir şah-ı Velayet, fitnenin bir kasırga halinden her tarafı kasıp kavurduğu bir ortamda halife oldu. Hz. Ali’nin halife oluş şartları tek kelimeyle yürek parçalayıcıydı; Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra, yeni seçilen halife Hz. Ali mutlak adalet ve mutlak faziletten zerre miktar ayrılmayan bir devlet başkanı idi. Gerçekten tarih ilginç bir paradoksla karşı karşıya bulunuyordu. Bir taraftan kimsenin haksız yere burunun bile kanamasını arzu etmeyen bir yeni yönetim; öbür tarafta Müslümanların emiri, Hz. Peygamber’in damadı, dünyada iken cennetle müjdelenmiş bir cennet insanı, Hz. Peygamberin bile haya ve edebine saygı duyduğu, aynı saygıyı meleklerin bile duyduğunu, ifade ettiği bir halifenin yerde duran kanlı cenazesi… Dört beş bin kişi bulan darbeci grubun tamamı cezalandırılacaktı.10 Hz. Ali adalet-i mahzanın uygulanması, haksızlıklara düşülmemesi, zulüm yapılmaması taraftarıydı. Çünkü adalet-i mahza suçun sübutunu kesin ve somut delile bağlıyordu. Katil kesin olarak belirlenmeden insanların cezalandırılması adalet-i mahzaya uymuyordu. Ancak, ortada gelişen olaylar da mutlaka bir kesin çözüm bekliyordu. İşte, tam bu noktada Hz. Ali ile Hz. Aişe, Hz. Zübeyr, Hz. Talha ve Hz. Muaviye gibi sahabeler görüş ayrılığına düşüyor ve bu ayrılık kanlı çatışmalara ortam hazırlıyordu. Bu olayları Bediüzzaman şöyle değerlendiriyor:

    “Cemel Vakası denilen Hz. Ali ile Hz. Talha, Hz. Zübeyr ve Hz. Aişe-i Sıddika (r.a.) arasında olan muharebe; adalet-i mahza ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir: Şöyle ki:

    “Hz. Ali, adalet-i mahzayı esas edip, şeyheyn (Hz. Ebubekir, Hz. Ömer) zamanındaki gibi o esas üzerine gitmek için içtihad etmiş. Muarızları ise (Hz. Talha, Aişe ve Zübeyr) şeyheyn zamanındaki safvet-i İslamiye (İslamın gücü) adalet-i mahzaya müsait idi. Fakat, mürur-u zamanla (zamanın ilerlemesiyle) İslamiyetleri zayıf muhtelif akvam, hayat-ı içtimaiyeye girdikleri için, adalet-i mahzanın tatbikatı çok müşkül olduğundan, “ehvenü’ş-şerri ihtiyar” denilen adalet-i nisbiye esası üzerine içtihad ettiler. Münakaşa-i içtihadiye siyasete girdiği için muharebeyi intaç etmiştir. Madem sırf “Lillah” için ve İslamiyetin menafii için içtihat edilmiş ve içtihattan muharebe tevellüt etmiş; elbette hem katil, hem maktul ikisi de ehl-i cennettir… İkisi de ehl-i sevabdır diyebiliriz. Her ne kadar Hz. Ali’nin içtihadı musib (isabetli ) ve mukabilindekilerin hata ise de, yine azaba müstahak değiller. Çünkü, içtihat eden hakkı bulsa, iki sevap var. Bulmazsa, bir nevi ibadet olan içtihat sevabı alarak bir sevap alır. Hatasından mazurdur.”11

    Şah-ı Velayet ünvanını alan Hz. Ali’nin başına gelenleri ise şöyle yorumluyordu Bediüzzaman:

    “O mübarek zat, siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim başka vazifelere layık idi. Eğer tam muvaffakiyeti siyasiye ve tamamen saltanat olsaydı. “Şah-ı Velayet” unvan-ı manidarını bihakkın kazanamayacaktır. Halbuki zahiri ve siyasi hilafetin pek çok fevkinde manevi bir saltanat kazandı ve Üstad-ı küll hükmüne geçti; hatta kıyamete kadar saltanat-ı manevisi baki kaldı.”12

    Bediüzzaman Said Nursi’ye göre, Hz. Ali ve Hz. Muaviye’nin ihtilafı hilafetle saltanatın ihtilafı idi:

    “Amma Hz. İmam-ı Ali’nin vaka-i Sıffın’da Hz. Muaviye’nin taraftarları ile muharebesi ise, hilafet ve saltanatın muharebesidir. Yani Hz. İmam-ı Ali ahkam-ı dini ve hakaik-ı İslamiye’yi ve ahireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hz. Muaviye ve taraftarları ise; hayat-ı içtimaiye-i İslamiyeyi, saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp, ruhsatı iltizam ettiler, Siyaset aleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler”13

    Hz. Ali ile İlgili Tartışma Konuları

    Ehl-i Sünnet ile Şia arasında anlaşmazlık sebebi olan ve sonraları iman esasları arasına ve itikad kitaplarına girebilecek derecede büyütülen ve Şiaların Ehl-i Sünnetten ayrılmasına sebep olan meseleleri Bediüzzaman Said Nursi şöyle değerlendiriyor:

    “Ehl-i Sünnet ve Cemaat der ki: ‘Hz. Ali (r.a.) Hulefa-i Erbaa’nın dördüncüsüdür. Hz. Sıddık (r.a.) daha efdaldir ve hilafete daha müstahak idi ki, en evvel o geçti.’ Şialar derler ki: “Hak Hz. Ali’nin (r.a.) idi. Ona haksızlık edildi. Umumundan en efdal Hz. Ali’dir.’ Davalarına getirdikleri delillerin hülasası: Derler ki, Hz. Ali (r.a.) varid ehadis-i Nebeviye ve Hz. Ali’nin (r.a.) ‘Şah-ı Velayet’ ünvanıyla, ekseriyet-i mutlaka ile evliyanın ve tariklerin mercii ve ilim ve şecaat ve ibadete harikulade sıfatları ve Hz. Peygamber Aleyhisselatü Vesselam ona ve ondan teselsül eden Al-i Beyt’e karşı şiddetli alakası gösteriyor ki, en efdal odur. Daima hilafet onun hakkı idi, ondan gasb edildi.’

    “Hz. Ali (r.a.) mükerreren, kendi ikrarı ve yirmi seneden ziyade o hulefa-i selaseye ittiba ederek onların şeyhülislamlığı makamında bulunması Şiilerin bu davalarını cerh ediyor. Hem hulefa-i selasenin zamanında hilafetlerinde fütühat-ı İslamiye ve mücahede-i a’da hadiseleri ve Hz. Ali’nin (r.a.) zamanındaki vakıalar yine hilafet-i İslamiye noktasında Şiaların davalarını cerh ediyor. Demek Ehl-i Sünnet ve Cemaatin davası haktır.

    “Hz. Ali’ye iki cihetle bakılmak gerektir. Bir ciheti şahsi kemalat ve mertebesi noktasından, ikinci cihet Al-i Beyt’in sahs-ı manevisi ise, Resul-ü Ekrem Aleyhissalatü Vesselamın bir nevi mahiyetini gösteriyor. İşte birinci nokta itibariyle, Hz. Ali (r.a.) başta olarak bütün ehl-i hakikat Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’i takdim ediyorlar. Hizmet-i İslamiyette ve kurbiyet-i ilahiyede makamlarını daha yüksek görmüşler. İkinci nokta cihetinde Hz. Ali (r.a.) şahs-ı manevi-i Al-i Beytin mümessili ve şahsı manevi-i Al-i Beyt bir hakikat-i Muhammediyeyi (a.s.m.) temsil ettiği cihetle, muvazeneye gelmez. İşte, Hz. Ali (r.a.) hakkında fevkalade senakârane ehadis-i Nebeviye bu ikinci noktaya bakıyorlar. Bu hakikati te’yid eden bir rivayet-i sahiha var ki, Resul-ü Ekrem (a.s.m.) ferman etmiş: “Her nebi nesli kendindendir. Benim neslim Ali’nin (r.a.) neslidir.

    “Hz. Ali’nin (r.a.) şahsı hakkında sair hulefadan ziyade senakârane ehadisin kesretle intişarının sırrı şudur ki Emeviler ile Hariciler ona haksız hücum ve tenkis ettiklerine mukabil, Ehli Sünnet ve Cemaat olan ehli hak, onun hakkında rivayetleri çok neşrettiler. Sair hulefa-i Raşidin ise öyle tenkid ve tenkise çok maruz kalmadıkları için onlar hakkındaki ehadisin intişarına ihtiyaç görülmedi.

    “Hem istikbalde Hz. Ali (r.a.) elim hadisata ve dahili fitnelere maruz kalacağına nazarı Nübüvvetle görmüş, Hazret-i Ali’yi (r.a.) meyusiyetten ve ümmetini onun hakkında su-i zandan kurtarmak için ‘Ben kimin dostu isem, Ali de onun dostudur’ gibi hadislerle Hz. Ali’yi (r.a.) teselli ve ümmeti irşat etmiştir.”14

    Şiiler, halifeliğin Hz. Ali’nin hakkı olduğunu iddia ederlerken başka deliller getirmeye çalışırlar. Bunlardan biride Gadir Hum hadisesidir. Şöyle ki: Veda Haccı dönüşüydü. Peygamberi-miz beraberindeki Sahabelerle birlikte Mekke ile Medine arasında bulunan Gadir Hum mevkiinde mola verdiler. Orada bir müddet istirahat edip öğle namazını kıldıktan sahabelere hitaben konuşma yapıp sonunda: “Ben kimin dostu isem Ali’de onun dostudur. Allahım ona dost olana dost ol; düşman olana da düşman ol. Ona yardım edene yardım et”15 Bu hadisi Şiiler yanlış aksettiriyor ve farklı şekilde yorumluyorlar. Peygam-ber’in (a.s.m.) Gadir Hum’da sözünü ettiği “velayet” Şiilerin kastettiği halifelik manasında değil “dost” manasındadır. Nitekim Hz. Ali’nin torunu Hasan el Müsenna bu hususta şöyle der: “Resulullah (a.s.m.) bununla halifeliği ve sultanlığı kastetmedi. Öyle demek isteseydi bunu açıkça söylerdi. Çünkü Resulullah (a.s.m.) Müs-lümanların en fasih ve en açık konuşanıdır.”16

    Diğer öne sürülen bir olayda “Kırtas” hadisesidir. Buna göre Resul-ü Ekrem, hastalığının iyice ağırlaştığı bir gün, “Bana kalem kağıt getirin de size benden sonra hiçbir zaman yolumuzu şaşırtmayacak bir yazı yazayım” buyurdu. Hz. Ömer’de oradaydı. “Resulullah’ın hastalığı ağır bastı. Yanımızda Allah’ın kitabı var. O bize yeter” diyerek kalem kağıt getirilmesine karşı çıktı. Bunun üzerine tartışma çıkınca Peygamberimiz “Benim yanımda tartışma olmaz. Beni kendi halime bırakınız” buyurdu.17 İslam tarihinde bu hadiseye “Kırtas hadisesi” denildi. Şiiler “Şayet Resulullahın isteği yerine getirilseydi Hz. Ali’yi kendinden sonra halife tayin edecekti” derler.

    Oysa bu fikir bir çok noktadan doğru değildir. Her şeyden önce Peygamber (s.a.v.) Hz. Ali’yi tayin edecek olsaydı. Hz. Ömer’in muhalefetiyle bundan vazgeçmezdi. Yapmak istediği şeyi yapardı. Kaldı ki, bu hadiseden sonra Peygamber (a.s.m.) bir kaç gün daha hayatta kalmıştı. Eğer yapmak istediği bir şey olsaydı mutlaka bu müddet zarfında yapardı.

    Yine Hz. Ali’nin, Basra’da kendisine “Halife olman için Resulullahın halifeliği sana bıraktığına dair bir ahdi ve selahiyeti mi var, yoksa kendi görüşüne göre mi hareket ediyorsun?” şeklindeki bir soruya: “Hayır, yoktur. Vallahi ben Resulullah’ı ilk tasdik ve iman den kimseyim, onun adına ilk yalan söyleyen kişi olamam. Eğer Resulullah’ın halifeliği bana bıraktığına dair bir ahdi olsaydı, Ebubekir’in de Ömer’in de onun minberine çıkmasına izin vermezdim. Onlara karşı koyacak hiçbir gücüm olmasa, ellerimle mücadele ederdim.

    “Bildiğiniz gibi Resulullah ne öldürüldü ne de birden bire öldü. O, günlerce hasta yattı. Müezzin gidiyor onu namaza çağırıyordu. O da beni ve durumumu bildiği halde, Ebubekir’e namaz kıldırmasını emrediyordu. Hanımlarından biri (Hz. Aişe) imamlık işinin Ebubekir’e verilmesine mani olmaya teşebbüs etti. Resulullah buna razı olmadı, kızdı ve ‘Ebubekir’e emrimi ulaştırın, cemaate namazı o kıldırsın’ buyurdu.”18 şeklinde cevap vermiştir.

    Şiilerin bir iddiaları da, Hz. Ali’nin Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’e biat edip onlara yardımcı olmasının onlardan korkmasına bağlamaları ve onu riyakarlıkla itham etmeleridir. Bu konuda Bediüzzaman Lem’alar isimli eserinde:

    “Amma Şia-i Hilafet ise Ehl-i Sünnet ve Cemaate karşı mahcubiyetinden başka hiçbir hakları yoktur. Çünkü bunlar Hz. Ali’yi (r.a.) fevkalade sevmek davasında oldukları halde tenkis ediyorlar ve su-i ahlakta bulunduğunu onların mezhepleri iktiza ediyor. Çünkü diyorlar ki. ‘Hz. Sıddık ile Hz. Ömer haksız oldukları halde Hz. Ali onlara mümaşaat etmiş. Şia ıstılahında takıyye etmiş, yani onlardan korkmuş, riyakarlık etmiş.’ Acaba böyle kahraman-ı İslam ve ‘Esedullah’ ünvanını kazanan ve sıddıkların kumandanı ve rehberi olan bir zatı riyakar ve korkaklık ile sevmediği zatlara tasannukârane muhabbet göstermekle, haksızlara tebaiyeti kabul etmekle muttasıf görmek, ona muhabbet değildir. O çeşit muhabbetten Hz. Ali teberri eder.

    “İşte, ehli hakkın mezhebi hiçbir cihette Hz. Ali’yi tenkis etmez, su-i ahlak ile itham etmez. Öyle bir harika-i şecaate korkaklık isnat etmez ve derler ki: ‘Hz. Ali Hulefa-i Raşidin’i hak görmeseydi, bir dakika tanımaz ve itaat etmezdi. Demek onları haklı ve racih gördüğü için, gayret ve şecaatini hakperestlik yoluna teslim etmiş”19

    Bütün bunlardan anlaşılacağı gibi Hz. Ali’ye Peygamberimizin bir vasiyeti olmadığı gibi Hz. Ali’de kendinden önceki halifelere onlardan korktuğu için biat etmemiş, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’i halifeliğe kendinden daha layık gördüğü, Hz. Osman’a da itaat edeceğine söz verdiği için karşı çıkmamıştır. Ve Hz. Ali kendinden önceki bu üç halifeyi ciddi olarak sevmiş, bunu her yerde söylemekten çekinmemiştir.

    Hz. Ebubekir’e biat etmeyenlerden bazıları Hz. Ali’ye biat etmek istediler. Fakat Hz. Ali hayatı boyunca Müslümanların birlik ve beraberliği için mücadele etmiştir. Fitne kapısını hiçbir zaman açmayacaktı. Böyle diyenleri sert bir şekilde yanından uzaklaştırdı. Mesela Hz. Ali’ye biat etmek isteyenlerden biri de Hz. Süfyan idi. Ona şöyle cevap vermişti:

    “Biz halifelik makamına Ebubekir’i (r.a.) yeterli görüyor ve layık buluyoruz. Biz onu bu işte baş başa bıraktık. Araya girmedik”20 Hz. Ali, Hz. Ebubekir’in halifeliği müddetince onun en büyük yardımcılarından oldu. Hz. Ebubekir vefat ettiğinde şu mealde bir konuşma yaptı:

    “Sen, fırtınaların ve en şiddetli kasırgaların kımıldatamadığı bir dağ idin. Resulullah’ın buyurduğu gibi sen bedeninde zayıf, Allah’ın dilinde kuvvetli, mütevazi, Allah’ın yanında ve yeryüzünde makamı yüce, mü’minlerin yanında büyüktür. Hiç kimsenin sana kini yoktu. Hiç kimsenin sende değersiz bulduğu bir vasıf yoktu. Kuvvetli olan, zayıfın hakkını alıncaya kadar senin yanında zayıftı. Zayıf olan da hakkını alıncaya kadar kuvvetliydi. Allah senin sevabından bizi mahrum etmesin. Bizi senden sonra saptırmasın.”21

    Hz. Ali kendi halifeliği müddetince Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer aleyhinde bir şey söylenmesine izin vermezdi. Bir defasında şöyle diyor: “İşittiğime göre bazıları beni Ebubekir’den ve Ömer’den üstün tutuyorlarmış. Daha önce bu hususta bir şey söylemiş olsaydım şimdi böyle söyleyenleri cezalandırırdım. Söylemediğim için bunu yapmıyorum. Kim bundan sonra böyle bir şey söylerse o iftiracıdır. Allah’ın Resulünden sonra insanların en üstünü Ebubekir sonra Ömer’dir. Allah ikisinden de razı olsun.

    “Kuru tohumları yeşerten, cansız varlıklara can veren Allah’a yemin ederim ki, Ebubekir ve Ömer’i mü’minlerin üstün ve faziletli olanlarından başkası sevmez. Günahkâr insanlardan başkası da onlara kötü gözle bakmaz, düşmanlık etmez.”22

    Hz. Ali, Hz. Ömer’e olan sevgisinden dolayı kızı Ümmü Gülsüm’ü ona nikahlamıştı.23 Hz. Ömer vefat ettiğinde Hz. Ali naşının başına gelmiş ve ona olan sevgisini ifade eden şöyle bir konuşma yapmıştır:

    “Ey Ömer, ben Allah’ın huzuruna senin istediğin bir amelle çıkmaktan çok hoşlanırım. Senden başka ameline imrendiğim kimseyi bulamadım.”24

    Hz. Ali, Hz. Ömer’in şehadetinden sonra oluşan şura tarafından seçilen Hz. Ömer’e hemen biat etti. Hz. Ali, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’i sevdiği gibi Hz. Osman’ı da severdi. Hz. Osman’ın halifeliği döneminde onun en büyük yardımcısı oldu. Fitnecilere karşı müdafaa etti. Hz. Osman’ı azledip kendisine biat etmek isteyenlerin tekliflerini reddetti. Bozguncuların biatını Hz. Osman şehit edildikten sonra da kabul etmedi ve şöyle dedi:

    “Osman’ın katillerinin biatını kabul etmekten Allah’a sığınırım”25

    Hz. Ali yirmi yıldan fazla müddetle kendisinden önceki halifelere bir şeyhülislam oldu. Onların istişarelerinde bulundu. Fikirleri her zaman kabul edildi.

    Görüldüğü gibi Şiilerin davaları esassız ve dayanaksızdır. Ehl-i sünneti tenkit etmeye, onları suçlamaya hiçbir hakları yoktur. Çünkü Ehl-i Sünnet Hz. Ali’yi tenkit etmedikleri gibi ciddi seviyorlar. Fakat Ehl-i sünnet, hadiste belirtilen ve tehlikeli sayılan aşırı muhabbetten çekiniyorlar.

    Dipnotlar

    1. TDV İslam Ansiklopedisi, 2. cilt, s. 375.

    2. a.g.e., s. 375.

    3. Tirmizi, Hadis No: 3969.

    4. Mustafa Yağmurlu, Hz. Ali, s. 122.

    5. a.g.e., s. 90.

    6. Muhammed Ebu Zehra, İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, s. 28.

    7. İslam Ansiklopedisi, 2. cilt, s. 375.

    8. a.g.e., s. 375.

    9. Hz. Ali, s. 123.

    10. Bünyamin Duran, “Tevhid Duyarlı Siyasetin Önemli Bir İlkesi: Adalet”, Köprü, sayı: 58, s. 45.

    11. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, s. 50.

    12. a.g.e., s. 51.

    13. a.g.e., s. 51.

    14. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, s. 28, 29.

    15. Ahmed b. Hambel, Müsned, IV, s. 368.

    16. İsmail Mutlu, Dört Halife Devri, s. 333.

    17. Müsned, I, s. 325.

    18. Tarihü’l-Hulefa, s. 155.

    19. Lem’alar, s. 31.

    20. Dört Halife Devri, s. 340.

    21. a.g.e., s. 341.

    22. Hayatü’s-sahabe, III, s. 348, 349.

    23. H. İbrahim Hasan, İslam Tarihi, s. 317; Dört Halife Devri, s. 343.

    24. Dört Halife Devri, s. 343.

    25. a.g.e., s. 345.