Köprü Anasayfa

Alevilik

"Bahar 98" 62. Sayı

  • Osmanlı ve Cumhuriyetin Kuruluşunda Bektaşiler ve Günümüzde Bektaşilik

    Abdülkadir Sezgin

    Diyanet İşleri Başkanlığı Başmüfettişi/Sosyolog

    —Merhum Doç. Dr. Bedri NOYAN’ın Hakka yürüyüşü
    üzerine rahmete vesile olması niyazı ile ve bir dua niyetiyle…

    1990’lı yılların başından itibaren sivil toplum örgütleri içinde etkin bir biçimde görülmeye başlayan ve daha çok “Alevi” adını kullanan dernek ve vakıflarla, medya, bazı ekonomi çevreleri ve tabi siyasetçiler bir birleriyle çelişkili bilgiler vererek Aleviler/Bektaşiler hakkında zihinleri karıştırdılar.

    Üzülerek belirtmem lazım ki, genel olarak din ve özel olarak da dinimiz olan İslam dini hakkında yeterli bilgi sahibi olmayan millet çoğunluğu verilen bu çelişkili beyanlar, yapılan açıklamalar, açık oturum ve her türden tartışmalı toplantılar sebebiyle bu anlatılanların hangisinin doğru olduğunu seçemez duruma gelmiştir.

    Anadolu’da Selçuklu ve Osmanlı devleti ile birlikte bin yıla yaklaşan devlet geleneğimize ve bu kadarlık geçmişimize hiç bakmadan, sanki yepyeni bir problemle karşılaşmışız gibi davranmamızı izah güç sayılabilir. Ancak, Hacı Bektaş Veli’nin “ilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” özdeyişini bilenler Alevilik/Bektaşilik konusunun nevzuhur bir mesele olmadığının farkındadırlar.

    Konuya ilişkin birtek tarih, din veya tasavvuf kitabı okumamış ve konuya daha çok ideolojik ve/veya siyasi bakan kişilerin bu konuda doğru bir tanımı ortaya koymasını beklemek doğru da olamaz. Ve… öyle oldu. Bu sebeple bu kadar bilgi eksiğine dayanan tezler de doğrusu yanlışlıklarla dolu olmalıydı, bu da beklendiği gibi oldu. Zihinleri bulandırmaktan başka çare de yok, şu benim dediğimi doğru kabul edin de iş bitsin demeliydiler. Şimdi söylenenler budur.

    Doğrusunu söylemek gerekirse hala doğruyu bulma umudumuz var. İlme henüz adım atılmadığı için şansımızı kaybetmiş sayılmayız.

    İşte bu arayışlar içinde biz de, tarihi, dini, tasavvufi ve sosyolojik geçmişi ve temelleri olan Alevilikle/ Bektaşilikle ilgili olarak bazı konulara temas etmek istedik.

    Ne yazıktır ki, Aleviliği/Bektaşiliği bir etnik yapı (ırk) olarak görenler Alevi olmayanlar bu işle ilgilenmesin derken, Türk ve Müslüman olmayan Batılı ve Hıristiyan olanlarla Yahudi ilim adamları için bir itirazda bulunmadıkları gibi, onları kaynak olarak da kullanmaktadırlar.

    Şunu başlangıçta belirtmemiz lazımdır ki, Alevilik/Bektaşilik bir ırkçı hareket veya anlayış olmadığı gibi, ırkçılığı kabul de etmez. Pir Hacı Bektaş öğretisinde yetmiş iki milleti aynı gözle görmek vardır.

    Bu anlayış bir bakıma Mevlana Celaleddin’in “ne olursan ol gel” ile başlayan mesajında olduğu gibi, evrensel bir çağrıdır. Bu çağrı Yunus Emre’de “Yaratılmışı hoş gör Yaratandan ötürü” deyişi ile ideal anlatımını bulur.

    Bu anlatımda bir “Yaratan” ve bir de “yaratılan” vardır. Yaratan Yüce Tanrı, yaratılan da biz kullarız. Yani, bu anlatımda bir tek olan Allah’a iman bulunmaktadır. Onun için de nasıl olsa, hepimizi yaratan Tanrı tektir ve hepimiz O’na inanmaktayız, şu halde ona olan sevgimiz, O’nun yarattıklarına da olmalıdır, fikrini açıklar. Bunu diyen Yunus’un “iyi bir mümin” olduğu ve bu imanını “Canım kurban olsun senin yoluna/Adı güzel kendi güzel Muhammed” diyerek Muhammed Mustafa’ya imanla tamamladığını bütün dünya bilmektedir.

    Adına ister Alevilik, ister Bektaşilik denilsin, isterse bu iki kelime birlikte söylenmiş olsun anlatılmak istenilenler hep aynı şeydir. Bu bizim kendi milletimize has, bizim atalarımızın kurup geliştirdiği ve evrensel boyutlar kazandırıp bütün insanlığa hediye ettiği bir anlayış, bir hayat tarzı iken bunu, satrançta ileri sürülen at, piyon veya vezirin geri çekilmesi gibi geri çekmeye kalkmanın ne tutarlı tarafı vardır, ne de buna gücümüz yeter.

    Doğrusu, şimdi birilerinin evrensel mesajı mahalli hale getirme gayretleri içerisinde olduğu ayan beyan fark edilmektedir.

    Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi’yi yetiştiren Yusuf Hemedani ve Aslan Baba’dan Budapeşte’deki Gül Baba’ya kadar uzanan coğrafyamızda Bektaşilik pek çok milleti etki-lemiş, pek çok milletin gönlünde taht kurmuştur. Bu sebeple, şimdi yapılmakta olan kısır görüş ve düşüncelerle elde edilmek istenilen siyasi ve/veya ideolojik menfaatler de kabul edilebilir değildir.

    Dünyanın neresinde olursa olsun, güneşe bakanlar, güneşin kendileri için doğduğunu sanırlar. Halbuki güneş, sadece kendisine bakanlar için değil, her şey ve herkes için doğmaktadır.

    Alevilik veya Bektaşiliği kendi anlayış, inanış ve ideolojisi için bir model olarak görenler, yahut bunu kendi maksadı için kullanabileceklerini zannedenler aldandıklarını çok geçmeden görürler. Bununla da, Avrupa’nın Ortaçağ karanlığında yaşamadığımızı, bilgi çağını idrak ettiğimizi fark edeceklerdir.

    Küçülen dünyamızda evlerimize kadar giren bilgisayarların internet denilen dünyaya açık bilgi kapısı ile hemen herkesin tanış olduğunu kabul etmemiz lazımdır. Tek tek harfleri yazarak kaydetme yarine optik okuyucularla belgeler, arşivler ve kitaplar bu bilgi akışı içinde yer aldıkça, bulanık suda balık avlamak, yahut cahillikten istifade ile halkı kandıracaklarını sananlar meydanda kalmaya mahkum olacaklardır.

    Osmanlının kuruluşunda Bektaşilik ve Bektaşiler

    Tarih-i Lütfi1 bu konuda şunları kaydetmektedir:

    “Saltanat-ı Seniyye-i Osmaniye’de en evvel tertip olunan Yeniçeri askeri olup, Sultan Orhan zamanında tahrir ve tertibine şüru ve o esnada, o vakit eimme-i kiramından Es Seyyid Muhammed el Hacı Bektaş—Kuddise sırruhu—Hazretlerine ümeradan bazılarının irsaliyle tanzim olunacak asker için duaları talep olunmuş, aziz-i müşarün ileyh, varan memurları hüsnü kabulle telebbüs ettikleri, ridalarından züvara aba pareler ita eylediler.”

    Yani Osmanlı Devleti’nde ilk kurulan teş-kilatlardan biri Yeniçeri askeri teşkilatı olup, Sultan Orhan zamanında, ululardan Seyyid2 Muhammed Hacı Bektaş Veli Hazretlerine devlet ileri gelenlerinden bazıları gönderilmek suretiyle, kurulmakta olan ordu için duaları talep edilmiştir. Hacı Bektaş Veli Hazretleri de, gelenleri hoş bir tarzda kabul ederek, ziyaretçilere kendi giydiği elbisesinden aba parçaları (elbiseler) vermiştir.

    Daha açık bir deyişle daha kuruluş aşamasında Yeniçeri Ocağı bir Bektaşi Ocağı olarak kurulmuştur. Bu konuda bütün dünya hem fikirdir.

    Bu sebepledir ki, Hacı Bektaş Veli’nin sıfatları arasında “Gaziler Serdarı” ve “Alp Erenlerin Serçeşmesi” de bulunmaktadır.

    Bektaşilik, Osmanlı’nın resmi ideolojisi olarak Yeniçeri Ocağının imha edildiği ve adına “Vak’a-i Hayriye” denilen 1826 yılına kadar da devam etmiştir.

    En azından başlangıcından kapandığı tarih olan 1826 yılına kadar çalışmaları anlatan günümüzde kaleme alınmış bir tek çalışmaya şahit olmayışımız ayıp olarak bize yetmelidir. Özellikle de Alevilik/Bektaşilik çalışmaları için kurulduğu iddiasını taşıyan vakıf ve dernekler için bundan daha büyük ayıp olamaz.

    Bir de bu konularda yapılmış yüksek lisans ve doktora tezleri vardır ki, bunlara bakarsanız Aleviler başlangıcından itibaren Osmanlı devlet idaresi ile ters (Ortodoks) İslamı benimsemiş Osmanlı ile gayri Sünni (heterodoksi)yi benimsemiş Aleviler hep zıt kutupları oluşturmuşlardır. Bu çatışmalı ortam Cumhuriyete kadar gelmiştir. Bu fikirleri Alevilik/Bektaşilik olarak kabul edenlerin bir taraftan tasavvuftan, vahdet-i vücud ve vahdet-i mevcuttan bahsetmeleri, Bektaşiliğe ait bir takım ayin zikir usullerin çağdaş, hatta laik toplumsal kurumlar gibi göstermeleri ise, anlaşılabilir gibi görünmemektedir.3

    Hacı Bektaş Velayetnamesinde Osman ve Orhan Bey

    Alevi/Bektaşilerce makbul sayılan ve Hazreti Pir’in menkıbe ve kerametlerinin anlatıldığı Velayetname-i Hünkar Hacı Bektaşi Veli El Horasani’de,4 Bektaşilerin Osmanlı Devletinin kuruluşunda birinci derece etkili olduklarını, hatta Ertuğrul Beyin ölümünden sonra Osman Beyin Kayı aşiretine Bey olmasını Hacı Bektaşi Veli’nin sağladığını gösteren bir bölüm bulunmaktadır. Bu anlayış Bektaşilerin, en azından 1826 yılına kadar, bu devlet bizim kurduğumuz devlet diye sahip çıkmalarının tarihi, siyasi, dini ve psikolojik temelini oluşturmaktadır.

    Müstakil bir bab (bölüm) halindeki menkıbe şöyle:

    “Rivayet olunur ki, Kayı Beyi Ertuğrul Hakk’a yürüyüp, rahmeti Rahman’a kavuştuktan sonda, aşiretin beyliğine Ertuğrul Beyin büyük oğlu Gündüz Bey geçmiş. Osman yağız mı yağız, deli mi deli, ele avuca sığmaz bir yiğit, bir delikanlıdır. Sergerdelerini toplayarak zaman zaman Bizans üzerine akınlar yapmaktadır. Devletin zayıflığını hisseden Selçuklu Sultanı da Bizans ile hudut güvenliği anlaşmaları yapmıştır. Bu anlaşmaya göre her iki taraf da bir birlerinin sınırlarının değişmezliğini kabul ile, iyi komşuluk ilişkileri içinde yaşayacaklardır. Osman bu anlaşmalara riayet etmez. Bizanslılar bunun üzerine Selçuklu Hükümdarına bir mektup yazıp göndererek, Osman Bey denilen bu delikanlının yaptıklarını anlatıp şikayet eder ve eğer bunu durdurmazsanız, size karşı daha önce yaptığımız anlaşmalardan vazgeçerek ve biz de sizin topraklarınıza saldıracağız, diyerek bu delikanlının cezalandırılmasını ister.

    “Elçilerin bunu Selçuklu Sarayına, Konya’ya getirmesinden sonra, Selçuklu Sultanı bir müfreze göndererek, bu söz dinlemez, ele avuca sığmaz Osman nam kimseyi Konya’ya getirip cezalandırmak ister.

    “Söğüt’e gelen müfreze Osman Beyin elini, kolunu bağlayıp Konya’ya getirir. Konya’da Osman Bey’i gören kumandanlarla vezirler, bu yiğide hayran olurlar. Böyle bir yiğidin cezalandırılamayacağı kanaatına varırlar ve bu fikirlerini Sultana arz ederler.

    “Selçuklu Sultanı bunun üzerine: Madem öyle dersiniz, o zaman bu Osman’ı Suluca-karahöyük’e götürünüz, Hazreti Pir ne derse onu yapalım, diye ferman buyurur.

    “Eli kolu bağlı olarak huzuruna getirilen Osman’ı görür görmez Hazreti Pir heyecanlanır ve derhal çözülüp serbest bırakılmasını ister. Kendisine izzet ve ikramda bulunur. O’nu getiren askerlere dönüp:

    “Ben burada yıllardır Osman’ı beklerdim, deyip sakladığı bir sandıktan bir taç çıkartıp Osman’a giydirir ve: Biz O’na hünkarlık verdik, Selçuklu Sultanına selam idünüz, o da Beylük versün! der.

    “Bunun üzerine Ağabey Gündüz, Kayı Boyu Beyliğinden alınıp, Beylik görevi Osman’a verilir. Osman, Hünkar Hacı Bektaş Veli buyruğu ile Kayı boyuna Bey olur.”

    Ayrıca Sultan Orhan’ın Yeniçeri teşkilatını kurduğunda, Hacıbektaş’a getirilen askerlerle ilgili menkıbeler zikredilir.

    Yüzlerce yıl Bektaşi tekke ve dergahlarında okunan bu menkıbeler ve onların meydana getirdiği atmosfer; sosyo-psikolojik muhit nasıl inkar edilebilir?

    1362-63 yılında çıkartılan bir kanunname ile esirlerden alınan ve adına “Pencik” denilen “Humus” vergisinin5 Gaziler Serdarı Hacı Bektaş Veli’ye ödendiği, daha sonra, bu vergilerin Murat Hüdavendigar zamanında Seyit Ali Sultan, Kara Rüstem ve Çandarlı Kara Halil Paşa’nın da imza koyduğu bir anlaşma ile orduya bırakıldığı6 anlaşılmaktadır. Ayrıca tekkenin sahip olduğu vakıf gelirleri yanında, başka gelirlerinin de mevcut olduğu bilinmektedir.7 1826 yılında tekkenin kapatılması üzerine bu gelirlerin bir kısmının yeniden bağlandığı biliniyor. Hala kısmen devam eden ve adına “Hakkullah” denilen paranın Şamanlarda da örneği görülen din adamı tarafından toplanılan paralardan olmayıp, yasak döneminde, tarikat faaliyetlerini idame ettirebilmek için cemaat ileri gelenlerinin koyduğu özel bir tarikat vergisi niteliğinde olduğunu biliyoruz.

    Kaldı ki, Fransız Hasluk’un da kabul ve itiraf ettiği gibi8 Osmanlı fetihlerinden sonra, fethedilen yere gelen ilk sivil kurum Bektaşi Tekkesidir. Ayrıca pek çok Bektaşi Şeyhi de Osmanlı’nın askeri harekatına dervişleri ile birlikte katılmışlardır. Budapeşte’de medfun bulunan Gül Baba bu dervişlerin en meşhuru olmalıdır. Sefer sırasında vefat eden ve bu sebeple kabul edilen Gül Babanın cenaze namazına Kanuni Sultan Süleyman bizzat katılmış ve defin merasimi sonuna kadar da mezarlıkta cemaatle birlikte bulunmuştur. Bu husus Gül Babanın Türbesindeki kitabede de kayıtlıdır.

    1997 Yılında Hakk’a yürümüş olan Dede-Baba Doç. Dr. Bedri Noyan da: “Bektaşilik uzun yıllar Osmanlı Devleti himayesinde Tanrı yolu olarak benimsenmiş ve korunmuştur”9 derken, Osmanlı dönemine ilişkin son yıllarda yazılıp söylenenlerin hilafına bir hususa işaret etmiş olmaktadır.

    Osmanlı döneminin son ve Cumhuriyet döneminin ilk Bektaşi Çelebisi Cemalettin Efendi’nin de topladığı “Mücahidin Alayı” adlı bir gönüllü birliği ile Rus cephesinde savaşa iştirak ettiğini biliyoruz.10

    Bektaşi Tekkelerin 1862 tarihinde yeniden açılmasından sonra 18 Sefer 1322 (1904) tarihinde Çelebi Cemaleddin Efendi’ye Hacı Bektaş Veli Vakfı Mütevelliği verildiğini de yine merhum Bedri Noyan Dede-Baba’dan öğreniyoruz.11

    Günümüz “Alevici yazarları”nın aksine Osmanlı sebebiyle Yesevi Tarikatına bağlı olduğu gibi, Sultan Orhan, Sarı Beyazıt, Yavuz Sultan Selim ve nihayet Sultan Abdülaziz de Bektaşi Tarikatına ikrar vermiş devlet başkanları idi.

    Bu günkü problemlerin de kaynağını oluşturan 1826-1862 yılları arasında Bektaşiliğin kapalı ve Bektaşi’yim demek dahil, Bektaşiler lehine konuşmanın suç ve karalamanın serbest olduğu dönemdir. Bu konu bizim kitaplarımızda ve doktora çalışmamızda arşiv belgeleriyle ortaya konulmuştur.12 Bu konuyu teferruatıyla ve “iyi ki yapıldı” üslubu ile anlatan “Üssü Zafer”13 adlı eser Türk ilim hayatına tarafımızdan kazandırılmıştır.

    Unutmamak lazımdır ki, imparatorluk Türkiye’sinin sosyal hayatını günümüze kadar, şiddetle tesir altına alan iki büyük Türk Tarikatı Mevlevilik ve Bektaşiliktir. Evliya Çelebi’nin yaşadığı devirde İstanbul’daki tekke sayısı 557’dir ve bunların çoğunluğunu Bektaşi ve peşinden de Mevlevi tekkeleri oluştururdu.14

    Geçmişi karalamanın, şimdiki zamanı ve geleceği de karalama olduğunu ne zaman kabul edeceğiz?

    Üstelik geçmiş, yani tarih de bizim tarihimizdir; biz karalasak da aklasak da tarihçiler gerçeği bilmektedir ve bu gerçeğin kamuoyundan gizlenmesinin de kimseye yararı yoktur.

    Atatürk Hacıbektaş’ta

    Atatürk ve arkadaşları 21 Kanunu Evvel 1335 (23 Aralık 1919) Pazar günü Hacıbektaş ilçesine gelmiştir. Bu gelişinde Hacı Bektaş evlatlarından Çelebi Cemaleddin Efendi’nin konağında kaldığını, ayrıca Salih Niyazi Baba’yı ziyaret ederek birlikte yemek yediklerini ve her iki Bektaşi büyüğünün de Milli Mücadeleye destek sözü verdiklerini biliyoruz.15 Söz vermenin dışında Salih Niyazı Baba’nın Atatürk’e 1880 altın verdiği16 de bi-linmektedir. Çelebilerin ise, verdikleri parayı saymaksızın Atatürk’e verdikleri rivayet olunduğu gibi, Çelebi Cemalettin Efendi’nin:

    “Anadolu’da bulunan Ceddim Hacı Bektaş Veli Hazretlerine samimi muhabbeti bulunan bilcümle muhibban ve Hanedan taraf-ı halisanelerine” başlıklı bir genelge neşrederek, Mustafa Kemal Paşa’ya muhalefet edeceklerin Hacı Bektaş’la kat’iyen münasebetlerinin olmayacağını ilan ettiği anlaşılmaktadır. Çelebi Cemaleddin Efendi daha sonra Kırşehir Mebusu olarak Meclise girmiş yan edilmiştir17 ve BMM Başkan Vekilliği görevinde de bulunmuştur.

    Alevilerin/Bektaşilerin Atatürk ve Cumhuriyete sahip çıkmalarının en önemli sebebi ve dayanağı olarak gösterilen Milli Mücadele günlerinde Atatürk’ün Hacıbektaş’ı ziyareti ve Çelebi Cemaleddin Efendinin Meclis Başkan Vekilliği yapmasıdır.

    Hangi sebeple olursa olsun Alevilerin Bektaşilerin Cumhuriyete sahip çıktıklarında kimsenin tereddüdü bulunmamaktadır. Tıpkı Osmanlının kuruluş ve yükselme dönemlerinde olduğu gibi, canla başla Cumhuriyetin de kurulup gelişmesinde ciddi katkıları olan Aleviler/Bektaşiler, bu bakımdan kutlanmaya ve övülmeye değerdir. Bu da doğaldır. Çünkü bu devletlerin her ikisi de hem Türk devletidir, hem de kurucuları arasında Alevi/Bektaşi kültürüne mensup insanlar bulunmaktadır.

    Bir takım yazarlar, Aleviliğin/Bektaşiliğin laiklik olduğu iddiasında bulunarak, bizim Osmanlı ile ilgili olarak belirttiğimiz hususlara itiraz etmekte ve Cumhuriyetle Osmanlı’nın bir birinin devamı değil muhalifi veya muarızı zannettiklerinden, Cumhuriyeti destekleyenlerin Osmanlıyı destekleyemeyecekleri iddiasında bulunmaktadırlar.

    Bu iddialar tutarsızdır. Osmanlı Selçuklu ve Akkoyunlu mirasına sahip çıktığı gibi, Cumhuriyet’te Osmanlıdan pek çok şeyi devralmıştır. Aslında Nihal Atsız’ın dediği gibi, bu devletler, ayrı ayrı devletler değildir. Türk devletinde gerçekleşen “Hanedan” veya yönetim değişikliğidir.18 Yoksa devlet aynı devlettir. Nitekim 1 Kasım 1922 de Saltanatın ilga edildiği haberi İstanbul’a gelir gelmez, Sadrazam’ın kendisine görev vermiş olan Padişaha çıkarak, Ankara’da Saltanatın ilga edildiğinden bahisle, bir devlette iki “Sadrazam” (Başbakan) olamayacağını beyanla görevi 4 Kasım 1922’de iade ettiğini herkes bilmektedir.19

    Bunları yok sayarak veya bunları bilmeden, bir yere varmamız mümkün değildir. Ayrıca, birini sevmenin diğerine sövmeyi gerektirdiği gibi yanlış bir anlayışın bizi, karanlığa götüreceği ise açıktır.

    Türkiye Cumhuriyeti ne kadar bizim devletimizse, Osmanlı da o kadar bizim devletimizdi.

    Şer’iye ve Evkaf Vekaleti’nin 3 Mart 1924 tarihinde kapatılmasından tam bir buçuk yıl sonra 2 Eylül 1925 tarihinde 677 sayılı kanunla tekkeler ve tarikatlar da kapatılmış ve faaliyetleri yasaklanmıştır.

    Tarikatların kapatılmasının iki temel sebebinden birisi, Şeyh Sait İsyanı,20 diğeri de tarikatlardaki tefessüh ve savaş sonrasının sıkıntılarını istismar eden tarikatçıların tavrıdır.

    Yasağa rağmen ülkemizin her tarafını dolduran tarikatlardaki deformasyon sosyal hayatımızı ciddi şekilde etkilemeye devam etmektedir.

    Alevilik/Bektaşilik konusunda yazıp çizen veya vakıf ve dernekler kuranların siyasi istismar amaçlı çalışmalar yerine, temel insan hakları ve hürriyetleri açısından yaklaşarak çözümler üretmesi gerekir.

    Çünkü, kendilerini örmek aldığımız ve kendileriyle birleşip entegre olmak istediğimiz Avrupa’da bugün bütün tarikatlar serbesttir. Kendi kıyafetleri ile gezerler ve bazı büyük tarikatların, milyarları aşan varlıkları vardır.21 ABD ve Japonya gibi ülkelerde de durum aynıdır.

    Günümüzde Bektaşilik ve Bektaşilerin Problemleri

    Bu konuyu belli bir disipline de bağlı kalmaksızın aşağıdaki biçimde maddeler halinde anlatmayı uygun bulduk:

    a. Terminoloji Problemi:

    Bektaşi Tarikatı da diğer tarikatlar gibi klasik bir tarikattır ve tamamen İslami bir kimliğe sahiptir. XII. yüzyıldan XX. yüzyılın başına kadar uygulamalar da bunun reddedilmez tanığıdır. Fakat, bu konulardan habersiz veya mensup olduğu ideolojisi itibariyle kendisini Müslüman saymayan bir takım kimseler, bu gerçeği inkar ederek kendi ideolojilerine uygun yeni iddialar ileri sürmekte ve zihinleri bulandırmaktadır.

    İmparatorluk dönemimizde, yurdun her tarafında, her türlü belgede sadece Bektaşi kelimesinin kullanıldığı ve 1826 yılında Bektaşiliğin yasaklanması sonrasında kendilerini tanıtıcı bir kelime olarak Bektaşiler tarafından Alevi kelimesinin kullanılmaya başlandığı ve bu kelime etrafında günümüzde bir takım spekülasyonlar meydana getirildiği bilinmektedir.

    Bugün bütün İslam dünyasında kullanılan “Alevi” kelimesinin, hemen hemen her ülkede farklı anlamlara geldiği de bilinmektedir. Mesela, İran’da “ben Aleviyim”dendiğinde, Hz. Ali soyuna mensup olduğunuz anlaşılır ve Hz. Ali torunlarından kimin soyundan olduğunuz, sorulur.22 Medine’de de durum aynıdır.

    Eğer Azerbaycan’da Alevi olduğunuzu söylerseniz, size hayretle bakarlar ve Hz. Ali’yi Allah kabul ettiğinizi zannederler. Çünkü, orada Alevi sözü “Ali Allahi”ler denilenleri ifade eder.23

    Bektaşilik ise, hiç bir yanlış anlamaya meydan vermeyen açık ve net bir deyimdir.

    Bu noktadan bakıldığında, mesela Nahçıvan’da önce şaşırırsınız, cadde ve meydan ismi olarak bile Bektaşi isimleri vardır. Sosyalist dönemde 15 yıl kadar Eğitim Bakanlığı yapmış bir zat sebebiyle24 Bektaşi adı cadde ve meydanlara verilmiştir. Aile ismi olarak Bektaşi adı orada yaşamaktadır. Ancak Bektaşilik hakkında fazla bilgi yoktur.25

    Ülkemizde Aleviler denilince bundan Bektaşiler kastedilmektedir. Nitekim Alevi kelimesi, Bektaşi kelimesi yasaklandıktan sonra onunu yerine kullanılmaya başlanmıştır. Ancak özellikle de 1990 sonrasında Alevi kelimesinin, Bektaşi, Halveti, Kalenderi, Torlak, Nusayri, Ateist, Ateşperest, güneşe tapan gibi, bir biri ile yan yana dahi gelmeleri mümkün olmayan, dini, felsefi grupların hepsine şamil olacak şekilde, karalama bir deyim olarak kullanılmaya çalışıldığı görülmektedir. Alevi kelimesinin hatta solcu, sosyalist, azınlık ırkçısı anlamlarında bile kullanıldığına şahit olunmaktadır.

    Bu sebeple de kimin hangi Alevilikten veya nasıl bir inançtan bahsettiği anlaşılamamaktadır.

    Aleviler için Fuat Köprülü ile kullanılmaya başlayan ve günümüzde de daha çok Fransız tarih ekolüne mensup olanlarca ifade edilen heterodoks deyişinden Sünni olmayan anlamı mı, yoksa sapık, yoldan çıkmış anlamı mı kast edildiği izaha muhtaç görünmektedir.

    Alevilerle/Bektaşilerle ilgili olarak kullanılan (şeriat, tarikat, marifet, hakikat, zikir, niyaz, ayin gibi) tasavvuf terimleri yazarlara göre, tarihi ve klasik anlamları dışında ve bazen de zıt anlamlar da kullanılmaktadır.

    b. Siyasallaşma Problemi:

    Günümüzde hemen her şey gibi, bir din problemi olan Alevilik/Bektaşilik konusu, kendi alanı içinde değerlendirilmesi gerekir-ken, siyasallaşmış ve tamamen siyasi bir muhtevada ele alınmaktadır. Hatta o kadar ki, din kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı, belki de konunun aşırı derecede siyasallaşmış olması sebebiyle Alevilik/Bektaşilik konusunu din problemi olarak algılamak bile istememektedir.

    Laik devlet yapımız içinde, dinin siyasete alet edilmesi yasaklanmış olduğu için davalar açıldığı günümüzde ortalıkta, Aleviler parti kuruyor, Aleviler şu partiyi destekliyor, Aleviler şu partiye destek vermezler, Aleviler şunu istiyor, bunu istemiyor gibi pek çok söylentiler dolaştığı ve mevcut partilerden en sağdakinden en soldakine kadar bütün siyesi partilerin Alevilik üzerine siyaset geliştirmekte oldukları halde görevi bu işleri takip olan “ilgili ve yetkili”ler harekete geçmemektedir.

    Nerede ise, hemen herkes Aleviliği/-Bektaşiliği bir siyasi konu zannetmektedir.

    Rufai, Kadiri veya Nakşi tarikatından bahsedildiğinde “dinci, şeriatçı” imajı ortaya çıkmaktadır.

    Halbuki tarikat olma bakımından Aleviliğin/Bektaşiliğin diğer tarikatlarla bundan hiç farkı olmadığı bilinmektedir.

    Tarikatçılığın yasaklığı sebebiyle—yukarıda da temas edildiği gibi—eskiden olmayan yeni bir takım müesseseler de icat edilmektedir. Bu yeni icat şeylerin başında “Cemevi”nin geldiğinde kuşku yoktur.

    Devrim kanunları kabul edilen kanunlardan birisi ile kapatılmış tarikatlara, sırf siyaset ve rey endişesi ile bütçeden para verilmesi ise, sadece bize ait garipliklerden olmalıdır.

    Öyle zannediliyor ki bir kaç vakıf derneğe para verilince Aleviler/Bektaşiler iktidar partisine rey verecekler… Yahut bu paraların Alevi/Bektaşi fakirlerine ulaşacağını zannedenler de var. Bu paranın siyaset yapan bir kaç vakıf veya dernek yöneticisine kaldığını bilenler de bilmezlikten geliyor.

    Devletin temelini oluşturan laikliğin, devletin din, mezhep ve tarikatlar karşısında adil ve eşit bir tutum takınması gerektiği ve dinle doğrudan bağlantılı olan bu unsurların siyaset dışında tutulması lazım geldiği henüz anlaşılamamış, gözükmektedir.

    Alevi-Sünni, her ne olursa olsun, dinle ilgili her şeyin siyaset dışı kalması gerektiğinin altını özellikle çizmek istiyoruz.

    Laikliğe herkesin rıza göstermesi gerekir. Bizim partiye rey verenlerin istisna edelim mantığı, patolojik bir mantık olmalıdır.

    Alevilik/Bektaşilik konusu laiklik şemsiyesi altına alınarak siyaset dışına çıkartılmadan her hangi bir çözüme kavuşturulamaz.

    Alevilik/Bektaşilik siyaset ve ticaret metaı olmaktan kurtarılmalıdır.

    c. Zaman ve Mekan Problemi:

    Alevilik/Bektaşilikten bahsedenlerin büyük bölümü tarihe ait zaman dilimleri ile günümüzü bir birine karıştırmakta; bunlardan bir kısmı da Türklerin Aleviliği İran’dan aldığını zannetmektedirler.

    Ayrıca, konu Türkiye ve İran olunca da iki ülke arasındaki hududun Safevi ve Osmanlı devletleri zamanında da aynı olduğu zannedilerek mekan karıştırılmaktadır. Özellikle de Alevi/Bektaşilere yapılmış olan zulüm ve baskı dönemi olan 1826-1862 yılları yerine bütün Osmanlı tarihi böyle zannedilirken, Hacı Bektaş Veli, Şeyh Edebalı, Geyikli Baba ve Osmanlı tarihi böyle zannedilirken, Hacı Bektaş Veli, Yeniçerilerin Bektaşiliğinden hiç bahsedilmemektedir.

    Osmanlı tarihi boyunca Aleviler/Bektaşiler zulüm görmüşlerse, kendileri Bektaşi olan ve istemedikleri Padişahları “al aşağı” ediveren Yeniçeri askerleri bu zulme niye dur dememişler diye bir soru bile akla gelmemektedir.

    Çorum ili Osmancık ilçesinden olan Baltacı Mehmet Paşa gibi yüzlerce Osmanlı Paşasının Alevi/Bektaşi olduğunu bugün biliyoruz. Bu adamlar, kendi zamanlarında Bektaşiliklerini sakladılar mı sanıyoruz?

    Bugünkü değerlendirme hatta topyekun meseleyi kavramadaki en önemli handikapımız zaman ve mekan konusunda zihnimizin netliğe kavuşmaması gözükmektedir.

    Osmanlı Tarihi konularında doktora veya benzeri uzmanlık çalışması yapmış olanlar içinde—ne hikmetse—Yavuz Sultan Selim dönemi çalışmış adamımız yoktur. Fakat, Osmanlı paleografyası okuyamayan ve eski deyimi ile “Elif’i görünce mertek zanneden” nice yazar, Yavuz dönemi ile ilgili hükümler vermektedir.

    Özellikle de Safevi Şeyhleri’nin merkezi olan Erdebil, Erdebil Tekkesi ve Safevi ideolojisinin ideologları Şeyh Safiyüddin, Şeyh Sadrettin, Şeyh İbrahim, Şeyh Cüneyt, Şeyh Haydar ve nihayet Şah İsmail silsilesi ve yaklaşık 250 yıllık bir zamanı ve bunların Trabzon’dan Konya’ya kadar uzanan serüvenlerini hatta neler yaptıklarını26 ve bunların etrafında yer alan Türk oymak ve boylarını bilmeden söylenen şeylerin yanlış olabileceği aklımıza bile gelmemektedir.27

    Zaman ve mekanla birlikte bu konularda bilgi eksikliği bulunanlar, tarihi, tarihi olayları, bu olayların geçtiği mekanları birbirine karıştırmakta ve sonuçta içinden çıkılmaz karışıklıklara şahit olunmaktadır.

    TV’lerde bazı Profesörlerce Sünniliği 1517’de Mısır’ın fethinden sonra, Yavuz’un Mısır’dan, Sünni din adamlarından alarak ülkemize getirdiği iddiası söz konusu, gülünç durumlara bir misal olarak zikredilebilir.

    Bu iddiaya göre, devlet ve millet olarak Sünni olmayan Osmanlı bu tarihten sonra Sünniliği seçmiştir. Halkı zorla Sünnileştir-mişiz! Madem öyle ise, Sünni olmayan İran’la niçin savaş yapılmıştır?

    d. Yeni Bir Din Yahut Ateizm Problemi:

    Dün Komünizm varken bütün hür dünya, Komünizme karşı müşterek tedbirler alma ve insanlığı bu fesadın tehlikesinden korumaya çalışıyordu. Sovyetlerin çöküşü ile birlikte Komünizm de ortadan kayboldu gitti ve bu tehlike de ortadan kalktı.

    Şimdi, aynı hür dünya bu sefer eski Sovyetlerin yayılan din tanımazlık olarak tanımlanabilecek olan “ateizm” fesadına karşı iş birliği yapmaktadır. Bizim de yakından takip ettiğimiz bu faaliyetlere Vatikan dahil Hıristiyanlar, Yahudiler ve Müslümanlar ikili veya üçlü çalışmalar yaparak katılmaktadırlar.

    Gerçekten de ateizm insanlık için aşa-ğılayıcı, disiplin tanımaz ve kamu düzeni açısından da ciddi problemler içeren bir inkar sistemidir. Dinlerin iman sisteminin zıddına, inanılması gereken her şeyi inkarı esas alır.

    Bizde Abdullah Cevdet ve arkadaşları tarafından gündeme getirilmiş ve bir süre eğitimimizi de etkilemiş olan bu ateizm denilen akım, Eski Yunan Felsefesine dayanıyor ve kelime anlamı “Allahsızlık ve inkar” anlamlarına geliyor.28

    Sovyetler Birliği devrinde her dereceli okulda ve her bilim dalında ateizm bir ilim gibi okutulurdu ve baraj dersti. Bu dersi geçemeyen sınıfta kalırdı.

    İşte burada okutulan ders kitaplarına göre de ateizm: “Ateizmin (inkar etmek) etik ettiği mühim problemler, gerçekliğin insan şuurunda tahrif edilmiş in’ikası olan dinin sosyal tabiatı, onun meydana gelmesi, inkişafı ve aradan kaldırılmasıdır. İlmi ateist nazariye yalnız dinin, onun sosyal tabiatının ve içtimai rolünün ilmi tahlili esasında mümkündür.

    “İlmi ateizm dini itikatların meydana gelmesinin ve mevcutluğunun sebeplerini aydınlaştırarak, onun aradan kaldırılması yollarını ve usullerin muayyenleştirerek, dini tasavvurların ve anlayışların bütün kompleksinin: Allah’a imanı, ruhun ölmezliğini, kıyamet gününü, alın yazısını (kadere iman), ahiret mükafatını vb. tahlilden geçirir. İlmi ateizm materyalist mevkiden dini aslının, esasının olmadığının felsefi, tabii-ilmi tarihi ve psikolojik ispatını yapar.”29

    Marksist-Leninci felsefeye dayanan ateizm, komünizmin özünü ve inanç kısmını oluştururdu.

    Osmanlı gibi bir devleti kurmuş ve bütün dünyaya medeniyet ve insanlık öğretmiş bir toplumu bu şekilde insan haysiyetine ters bir anlayışa çekme çabalarını hoş görmek, en azından insanlık onuruna, milli medeniyet, kültür ve tarihimize saygısızlıktır.

    Ateistler kabul etse de etmese de Aleviler/-Bektaşiler Türk’tür ve Müslüman’dır.

    e. Aşırı Sol ve Bölücü Örgütler

    Aleviler/Bektaşiler arasında taban oluşturmak isteyen aşırı sola mensup terör örgütleri ve etnik bölücü terör örgütleri, Aleviliği ve Alevileri savunuyor görünerek kendi siyasi ve ideolojik anlayışlarını Alevilik/Bektaşilik olarak sunmaya çalışmakta, yurt içinde ve dışında bu maksatla yayınlar yapmaktadırlar.

    Bu örgütler:

    1. TKP/ İşçinin Sesi,
    2. Devrimci Yol,
    3. TDP Türkiye Devrim Partisi (TKP-B),
    4. TKP/ML,
    5. MLKP-K (Marksist-Leninist Komünist Parti-Kuruluş),
    6. PKK,
    7. TİKKO,
    8. Kürdistan Aleviler Birliği, gibi örgütlerdir.

    Özellikle son aylarda Karadeniz bölgesine sarkan bu aşırı sol terör örgütlerinin Alevi/Bektaşi vatandaşları kendi yandaşları gibi gösterme çabasında oldukları bilinmektedir. Alevi Sünni bütün vatandaşların ve güvenlik güçlerinin dikkatli davranarak bu oyuna gelmemeleri lazımdır.

    f. Kiliselerin ve yabancıların destekleri:

    Çeşitli kiliselerle, yurt dışındaki bazı belediye, mahalli senato ve üniversite gibi kuruluşlar, toplantı, hafta, yıldönümü gibi bahaneler ve mahalli kültürün yaşatılması gibi kılıflarla bölücü ve bozguncu muhtevalı ve istismara yönelik çalışmalara maddi destek sağlamaktadır.

    Türkiye ve Orta Doğuda Alevilik ve Batıni Hareketler Enstitüsü gibi bir takım enstitü ve araştırma merkezleri de bulundukları ülkelerin istihbarat teşkilatlarının çizdiği milli politikalar istikametinde faaliyetler yaparak bu bölücü ve bozguncu faaliyetleri kültürel açıdan desteklemektedirler.

    g. Muhafazakâr Alevilik/Bektaşilik Sahipsiz:

    Yurt içinde ve yurt dışında muhafazakar Alevi/Bektaşi kesim sahipsiz ve ilgisiz durumdadır. Anasından babasından gördüğü, bildiği; ikrar verdiği Bektaşiliği yaşamak isteyen, her işini Musahibinden ve Dede veya Baba’da öğrendiği gibi yapmak isteyen ve Alevi/Bek-taşi grubun çoğunluğunu oluşturan halk hem bilgi, hem para, hem de organizasyon bakımından zayıf durumdadır.

    Dedeler, Babalar hem bilgi bakımından yetersiz, hem de tarikatçı damgasını yiyecekler diye çekingendirler. Medya kendilerine ilgi göstermemektedir. Devletin maddi yardımı örgütlere ulaşmaktadır. Kültürel bakımdan, ilgi desteği bakımından kendilerine yardımcı olabilecek resmi veya gönüllü kuruluşları yoktur.

    Malatya’daki Hacı Bektaş Derneği ve Cem Vakfı’nın bazı şubeleri gibi bir kaç gönüllü kuruluş yanında Hacı Bektaş Çelebisi ve bir kaç Baba kendi gayretleri ile bir takım telkinlerle cemaatı kendi çizgisi içinde tutabilmenin gayretini göstermektedir.

    h. Köyün Şehirleri İşgali ve Bektaşiliğin Köylüleşmesi

    Yolsuz, okulsuz, susuz, kitle haberleşme imkanlarından yeterince istifade edememiş, şehirdeki sağlık ve sosyal imkanları bulunamayan insanların yaşayışları, olaylara bakışları, dünya görüşleri elbette biraz daha geri olmaktadır.

    Kalkınmış ülke, köydeki imkanların seviyesini şehir seviyesine getirmiş ülkedir, demek bile mümkündür.

    Denilebilir ki, önemli olan insan olmaktır, köylü veya şehirli olmak o kadar önemli değildir.

    Doğrusu, günümüzde yaşanılan din kaynaklı bütün problemlerin baş kaynağı, köylülüğün şehirleri işgal etmesi; okumuş-yazmış ama köylülükten kurtulamamış, medeniyetin imkanlarından istifade edeme-yerek dünya görüşünü değiştirememiş köylülerin din adamı sınıfını ve din ilimlerinde (ilahiyat fakülteleri) akademik kadroları işgal etmiş olmalarındadır.

    Aynı akıbet Alevilik konusunda da yaşanmaktadır.

    Dün, Cumhuriyet öncesi ve tarikatlar kapa-tılıncaya kadar, Hacı Bektaş Veli tarikatına girmiş köylüye Kızılbaş veya Alevi, şehirliye ise Bektaşi denilirdi.

    Şehirlerde devlet denetimi daha fazla olduğu için, tarikatların kapanmasıyla, diğer tarikatlarda olduğu gibi, Bektaşilik de sıkı denetimle ortadan kalktı. Tarikatların çok partili dönemde siyasette kullanılması başladığında, diğer tarikatlarla birlikte Bektaşilik de istismar konusu oldu.

    Ülkemiz sosyal yapısı bakımından da önemli bir problem olan bu konu zaman zaman “gecekondu” problemi şeklinde incelemelere konu olmuşsa da, sosyal yapı ve sosyal değişme noktasından yeteri kadar incelenmemiş görünmektedir.

    Cemiyetimizde entelektüel, aristokrat ve aydın kesim olarak da anlatılan kesimde din konusunda farklı algılamaların olması, din adamlarının dili ile bu kesimin dilinin bir birinden farklı olması; tarihimizdeki en yüksek seviyede akademik din bilgini seviyesine ulaşmış olmamıza rağmen, İslamın iyi anlatılamaması gibi sebeplerin en önemlisinin köylü insanların din ve dünyaya bakışlarında bir gelişme ve değişme yaşamadan; bir dünya görüşü elde edemeden din adamı sınıfı içinde ciddi bir yekuna kavuşması var gözükmektedir.

    1950’lerde yeniden başlayan din eğitim ve öğretimine şehirlilerin ilgi göstermemesi yüzünden, dünyayı kendi köyleri zanneden bir takım köylü çocukları, çoğu bir takım dernek ve vakıfların yardım ve katkıları ve (aman ha başını dik tutma, sen dersini ezberle, yere bak) gibi lüzumsuz ve aşağılayıcı telkinleriyle yapmış olan insanlar akademik çalışmalar yaptılar, derslerinde çok başarılı oldular ama hayatı ve dünyayı öğrenemediler.

    Şehirlerin yerleşik insanları olan aristokratlarla aydınlarının problemlerini anlayamadılar ve bunlara verdikleri cevaplar da bu kesim tarafından yetersiz ve kaba bulundu.

    “Aydın din adamı” arayışı bu sebeple hala devam ediyor.

    Arada bir çıkan ve ümit veren insanlar da, şöhretin ve bu yeni çevrenin baskısı ile “ne oldum delisi” dedikleri şekle dönüyorlar.

    Kültürümüzde pek çok bakımdan köy-şehir ayırımı vardır. Bu ayırımın azaltılması, köylerimizin de şehirlerdeki imkanlara kavuşmasıdır. Normal sosyal gelişme bu şekilde sağlanır.

    Osmanlı İmparatorluğu döneminden, tarikatların kapandığı döneme kadar Hacı Bektaş Veli Tarikatına bağlı olan şehirlilere Bektaşi, köylülere de Kızılbaş denirdi.30

    Bizim bu yazımızda (Alevi/Bektaşi) şeklinde birlikte kullanmamız, bunların eş anlamlı olduğunu belirtme ve anlatım kolaylığı düşünülerek yapılmıştır.

    Köyde tarikat toplantısı olan Cem Ayini, saz veya kopuzla, aşığın okuduğu nefeslerle yapılırken, şehirdeki Bektaşi toplantılarında saz veya kopuzun yanında kudüm, tambur, çalpala gibi aletler de kullanılır31 ve Cem Ayininin yapılış maksadına uygun bestelenmiş ayinler icra edilirdi.

    Bu besteler arasında da en çok saba, segah, neva, uşşak, hicaz ve hüseyni makamları yer alırdı.

    Osmanlı döneminde olduğu gibi, Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda da, Muharrem ayının ilk on günü öğle ezanları camilerde ağıt havasını andıran “Hüseyni” makamında okunurdu. Bu toplumun bütünü tarafından paylaşılan Kerbela hüznünü hatırlatırdı.

    Eski toplum yapımız “tarım toplumu” özelliği gösterdiğinden köy Bektaşiliği bu yapıya uygun bir tarzda düzenlenmişti. Tarım düzenimizde işin olmadığı mevsim olan kış günleri tarikat toplantılarının yapıldığı zamanlardı.

    Şehir hayatında biraz daha farklı yapı vardı. Çok az bulunan memur yanında esnaf ve zanaatkar yılın her mevsiminde çalışırdı. İnsanlar içinde okur yazarlar ve sanatkarlarda bulunurdu. Özellikle İstanbul gibi, pek çok tarikatın olduğu ve devlet başkanlarının oturduğu yerde protokole katılan, Padişahı tahta çıkaran, taç giydiren, kılıç kuşatan törenlerde Mevlevilerle birlikte olan şehir Bektaşileri, Bektaşiliği entelektüel bir boyuta taşımışlardı.

    Toplum yapısındaki değişiklikler, köyden şehre göç, sanayiin gelişmesi, gecekondulaşma gibi sebeplerle köylülerle birlikte “köyden indim şehre, şaşırdım birden bire” deyişinde özetlenen bir şaşkınlık dönemi hala yaşanmaya devam edilmektedir.

    Köyleri şehirleştireceğimize, bu yapı ile şehirleri köyleştirmiş olduk. Köylü Alevi/Bektaşi Dedesi şehirde de evlerde toplantılar düzenleyerek, köy usulü ayinler yapmaya devam etti.

    Bazı yerlerde buna da imkan yoktu. İş ha-yatı pek çok şeye fırsat vermiyor, ekmek parası insanların bütün vaktini alıyordu. Birdenbire Alevilik gündemi işgale başlayınca, Alevi/Bektaşilerin yaşadıkları mahallelerde dernekler, vakıflar kurulmaya başladı ve çoğunluk köylü olduğu ve bağlı olduğu tarikat adamları da köylü Dedeler olduğu için, şehir Bektaşiliği yerine köylü Bektaşiliği olan Kızılbaşlık şehirleri ve medyayı doldurdu.

    Şehirlerde azınlığa düşen Şehir Kızılbaşları diyebileceğimiz Bektaşiler ve şehirlilerin tarikat adamı olan Babalar, nerede ise tanınmaz duruma düştüler.

    Eskiden büyük salonlarda, kalabalık cemaatlerle yapılan Bektaşi ayinleri yerine, yeni icat “Cemevleri”nde, küçük guruplarla, tıpkı köylerde yapılan ayinler icra edilmeye başladı.

    Dedeler eskiden ezberledikleri ve kendilerinden de cahil olan köylülere hitap eden nasihat, tebliğ ve duaları otantik olarak tekrarlamanın dışında, bu yeni duruma intibakı sağlayamadılar.

    Alevilik konusunu anlatan günümüz yazarları ayin sırasındaki müziği göstererek Alevilik/Bektaşilikten ayrı olduğunu ileri sürüp, aralarında ayrılık yoksa, Sünniler niçin namazda saz çalmıyorlar gibi bir soru da soruyorlar.

    Tarikat ve tasavvuf hakkında bilgi sahibi olmayanların sormasını makul bulmakla birlikte, bunları bildikleri halde sorunların iyi niyetli olmadıkları da anlaşılmaktadır.

    Tarikatlarda, tarikatın ibadeti olan zikir ve ayinlerde ritim saz kullanılmaktadır. Sadece “hafi” (sessiz ve gizli) zikri benimsemiş olan Nakşilikte ritim saz yoktur. Onun dışında kalan, Mevlevi, Kadiri, Rufai, Halveti, Gülşeni… tarikatları ve benzerlerinde farklı musiki aletleri ritim saz olarak kullanılır. Tarikat ibadetleri hiç bir zaman, bizim ülke-mizde camilerde yapılmamıştır.

    Şeriatın ibadeti olan namaz ise, bütün tarikatlarda olduğu gibi Alevilik/Bektaşilikte de vardır ve bunu inkar, sadece inkar eden kişinin şahsi görüşü olur.32

    Mevlevilerde ve Bektaşilerde, ayin başlangıcında halka veya salonun durumuna göre, salonu çevreleyecek şekilde oturan dervişlerin birbirlerine ve posta niyaz etmelerini, namaz kelimesi ile anlatmak ve buna “halka namazı” gibi isim verme işi yeni icat bir yakıştırmadır. Bu bir niyazdır.

    Alevilik/Bektaşilerde, Sünnilikten farklıdır, çünkü camiye isteyen herkes girebildiği halde Cem’e herkes giremez, diyenler suç işleyenlerin, günahkarların bu ayine katılamayacaklarını belirterek bunun önemli bir fark olduğunu ifade etmektedirler.

    Doğrusu bütün tarikatlarda, tarikat ayinine sadece o tarikata daha önce usulüne göre girmiş olanlar katılır; bu genel kuraldır. Diğer muhipler ve seyirciler sahnede okuyan sanatkara tempo tutarak katılmak kabilinden katılırlar ve zikri kendileri de sanki derviş gibi, şeyhin tekrarlarına ve talimatlarına göre gönüllü olarak iştirak ederler.

    Ancak Ayin-i Cem bir farklılık gösterir ve burada Baba veya Dede’nin “Hakim”lik görevi de vardır. Dar-ı Mansur’a çekilen Can’a işlediği iddia edilen suçu sorulur, gerekirse şahitler dinlenir ve Baba veya Dede kararını açıklar ve infaz eder.33

    Bugüne kadar bu ayindeki Baba veya Dede “Hakim” gibi karar verip, Savcı veya Polis müdürü gibi infaz yapmasında bu yetkileri kimden alır? Bu yetkilerin kaynağı nedir? diye hiç kimse sormamış veya düşünmemiş gözükmektedir.

    Gerçekten bu yargı yetkisinin kaynağı laiklik midir? Çağdaşlık mıdır? Demokrasi veya halk mıdır? Yoksa ilahi midir?

    Dede veya Baba hakim (yargıç) sıfatıyla sürgün ve ölüm cezaları dahil, pek çok ceza verebilir ve cezasını çekmeden suçluyu tekrar ayine alırsa, suçlunun cezasını kendisi çeker.

    Diğer taraftan sadece bir gösteri haline dönen bu Cem törenleri, ticari bir faaliyete dönme eğilimi göstermesi bir yana, tanıdık, tanımadık herkesin katıldığı toplantılar şekliyle zaten özelliğini kaybetmiş görünmektedir.

    Şehirler köyden farklı olduğu için, kimse, diğerinin ne yaptığını bilememekte ve takip edememektedir. Baba veya Dede birini “düşkün” ilan etse bile, düşküne uygulanan toplumla ilişkilerini kesme müeyyidesi nasıl uygulanabilir?

    Kaldı ki, bugün liderlik yapan pek çok insanın Alevilik/Bektaşilik ölçülerine göre düşkün olduğunu herkes bilmektedir. İkrar vermemiş liderler ise, ayrı bir problemdir.

    Biz bu yazımızla din, tasavvuf ve tarikat hakkında bilgi eksikliği olanların yaptıkları yanlışlıklara işaret etmek istedik. Başka niyetimiz de yoktur.

    Diğer taraftan tarım toplumu için düzenlenmiş tarikat kurallarının körü körüne savunulması ve taklidi yerine, artık şehirli toplum için düzenlenmesi gereğine de işaret etmiş olduk.

    Yasak devam ederken bu reform sayılabilecek düzenlemeleri yapmak mümkün değildir.

    Tarikatları yasaklayan 677 sayılı kanun daha önce bir kaç değişikliğe maruz kalmıştır. Bu mesele din, tarih, hukuk, sosyoloji, sosyal psikoloji, strateji ve güvenlik uzmanları başta olmak üzere ilim ve devlet adamlarınca müzakere edilerek, tarikatlar yeniden açılmalıdır. Bize göre, başlamış olan sosyal çözülmeyi önlemenin en doğru yolu budur.

    Diğer Bazı Problemler

    Aleviliğin bu günkü problemlerini her hangi bir disipline bağlı kalmadan aşağıdaki şekilde ve maddeler halinde saymak mümkündür:

    a. Alevilik müstakil bir dinse, kurucusu kim, temel esasları ne, öteki dinlerden farkı ve toplumumuz veya vatandaşlarımız için gerekli olduğunu gösteren ilkeleri nelerdir?

    Kaldı ki, milletin bin yılı aşkın mensup olduğu ve memnun da olduğu bir dini de bulunmaktadır. İşin garibi, bu siyasiler de bu milletin kabul ettiği İslam dinine mensup olduklarını söylemektedirler ve milletimizin yeni bir dine de ihtiyacı bulunmamaktadır.

    b. Alevilik gerçekten farklı bir İslam mezhebi ise, öteki mezheplerle benzer ve farklı tarafları nelerdir? Bu mezhep bir inanç mezhebi mi, yoksa fıkhi bir mezhep midir?

    Eğer farklı bir mezhepse, farz edelim ki, Caferi Mezhebi ise, İran, Irak ve Suriye Caferileri ile benzerlikleri ve farklılıkları ne-lerdir?

    c. Bunların hiçbiri doğru değil de, Türkiye Alevileri bir tarikat mensubu iseler—ki öyledir ve bu tarikatın adı Bektaşi Tarikatı’dır—insanlarımız, herhangi bir tarikata girmek için, sadece o tarikatın dayandığı dine mensup olmanın şart olduğunu; tarikatlara girmek için şu veya bu mezhebe mensup olmanın hiç bir dinde şart olmadığını, bir tarikata o dine mensup olmak şartı ile farklı mezheplerden insanların girebileceğini nereden bilsinler?

    Ülkemizde tarikatlar resmen kapalı, tarikatçılık (de facto) bir durumda, fiilen serbest konumdadır.

    Cumhurbaşkanı ve başbakan dahil, pek çok devlet yetkilisi tarikat liderlerini ve tarikatların örgüt evi olan Tekke veya Dergahları ziyaret etmekte, devlet bütçesinden buralara paralar verilmektedir.

    Bunu hukuk devleti kavramı ile yanyana getirmek mümkün gözükmemektedir.

    Anayasa aykırılığı öne sürülemeyecek olan kanunlardan olan 677 sayılı kanunun adı bu bakımdan çok önemlidir: “Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedar-lıklar ile bir takım Ünvanların Men ve ilgasına dair Kanun”

    Bu kanuna göre; “alelumum tarikatlarla şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, çelebilik, babalık, emirlik, naiblik, halifelik, falcılık, üfürükçülük ve gaibden haber vermek ve murada kavuşturmak maksadı ile muskacılık gibi ünvan ve sıfatların istimali, bu ünvan ve sıfatlara ait hizmet ifa ve kisve ihtisası memnudur.”

    Buna rağmen hukuk profesörü de çıkıp dede olduğunu, seyyid olduğunu rahatlıkla söylemektedir.

    Bu suçları işleyenlere hapis, para ve sürgün cezası verileceği de yazılıdır.

    Bu konuda neler oluyor diye TV’lere bakmak, dergi ve gazeteleri görmek yeterlidir.

    Bu kanunla yasaklanıp da, fiilen varlığını sürdürmeyen birtek husus yoktur.

    Asıl tehlike, yasağa rağmen var olmaya razı, yani illegale razı olanların legaliteye; hukuki, meşru olana razı olmamalarıdır.

    Hatta daha da önemlisi Cumhuriyetin laik mahkemelerinin kanunla yasaklanmış bu ünvanlar konusunda kararla tespit yapmaları; bir takım insanların şeyh, dede, baba veya seyyid olduklarına karar vermeleridir.

    İstanbul’daki Hukuk Mahkemelerinden birisinin açılmış bir “tesbit davası” sebebiyle, davayı reddetmek yerine bu tür bir seyyidlik kararı verdiğini kendisine nakletme fırsatı bulduğum Anayasa Mahkemesi Emekli Başkanı Y. Güngör Özden, inanamamış ve böyle bir konuda laik devletin yargıcı karar veremez, demişti.

    Ama, bütün bunlar var ve ülkemiz bu yasakların serbestçe varlığını sürdürdüğü bir cennet manzarası arzetmektedir.

    Biz, tarikatların yasaklanmasından yana değiliz. En doğudan en batıya bütün çağdaş ülkelerde halkın kabul ettiği dinlere ait tarikatlar serbesttir. Bu inanç hürriyetinin zaruri bir sonucudur. Ama, bunlar hiç bir zaman kaos yaratacak biçimde başıboş anlamında serbest değildir.

    Ülkemizde de böyle olmasını; tarikatların laiklik şemsiyesi altına alınarak siyaset dışına çekilmesini ve devletin denetim ve gözetimi altında faaliyette bulunmalarını arzu ediyoruz. Yasakçılar ve yasağa rağbet edenler de buna razı olamamaktadır.

    Bu milletimizin topyekün en büyük düşmanıdır. Her alanda olduğu gibi, Alevilik konusunda da en büyük düşman cehalettir.

    Bütün dünyada Alevilik konusunda üretilen bilgi bakımından en geri olan ülke bizim ülkemizdir. Üstelik bizim ülkemizde yaşanılan ve bizim ülkemizde bulunan bir inançla ilgili olarak en az bilgi sahibi olanların bizler olduğumuzu söylememiz gerekiyor.

    ABD’den İsrail’e, Fransa’dan Rusya’ya varıncaya kadar bu işle meşgul olanların en az bilgili olanları, yahut en fazla cahili olanları, bizde bu işle uğraşanlardır.

    Ayrıca, Bütün Türk vatandaşlarının en önemli problemlerinden biri işsizlik ve bunun sonucu olarak da fukaralıktır. Alevi vatandaşlarımızda bu fukaralığın ezici baskısı altındadır.

    Cehalet ve fukaralığın önünün alınması bizim en önemli meselemizdir.

    Millet olarak bu iki canavarı yenmek için el birliği etmek; millet olarak birlik ve beraberliğimizi her şart altında sağlamamız lazımdır. Bu hiçbir zaman bir tek partide, bir tek görüşte toplanmak değil; milli birlik ve beraberlik içinde, birbirimizi severek çalışmak demektir.

    Demokrasi içinde birlik, çalışma ve kalkınmak…

    Anadoluculuk ve Anadolu’da Türk Birliği Fikri, XIII. yüzyılda Horasan’dan gelen ve Yesevi dervişleri olarak bilinen Alp Erenlerle sağlanmıştır.

    Bilindiği gibi Horasan, bugün güney kısmı İran topraklarında, kuzey ve doğu kısmı da Türkmenistan, Özbekistan ve Kazakistan sınırlarında uzanan bir coğrafyadır.

    Anadolu Erenleri de denilen Hacı Bektaş Veli, Mevlana, Şeyh Edebalı, Abdal Musa, Geyikli Baba, Yatağan Baba, Gajgaj Baba gibi büyüklerin tamamı Horasan bölgesinden gelmişlerdir.

    Batıya giden Türkün yurt tutması ve birlik ve beraberlik içinde yurtlarında mutlu olmaları sevdası diye ifade edebileceğimiz kutlu düşünce, eline, diline, beline sahip olmaları şuuru ile varlığını sürdürmüş; başını Ahmet Yesevi’nin çektiği Horasan Tekkesi bir bakıma Anadoluculuğun ideolojisi olmuştu.

    Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan Bey tarafından, kendisinden önce gelmiş ve daha da batıda bir devlet kurmuş olan Osmanlılar ile kendi devleti arasındaki rekabet sebebiyle Erdebil şehrinde bir Tekke kurdurmuştur. Bu tekke bugünkü terimi ile ve tam anlamıyla bir stratejik araştırmalar merkezi idi.

    Şeyh Sefiyyüddin, Şeyh Haydar, Şeyh Cüneyt’le iki asra yakın ömrü olan bu tekke, gerçekten çok ciddi çalışmalar yapmış ve her ikisi de aynı millete, aynı dine mensup Akkoyunlularla Osmanlılar arasında siyasi ve ideolojik farklar meydana koymuş ve Akkoyunlu Devletini Safevi Devleti haline getirmiştir.34

    Bu farklı siyasi ve ideolojik görüşün gelişmesinden sonra Türkistan’la Anadolu’nun irtibatı kesilme noktasına gelmiştir.

    Bugün ülkemizde Aleviler arasındaki en önemli problem hala nesli kesilmiş olan bu Erdebil tekkesinin ideolojik görüşleridir ve bu tekkeye ilişkin yapılmış ilmi, tarihi ciddi araştırmalar yoktur.

    Erdebil tekkesinin stratejik çalışmaları tasavvuf çizgisini aşıp, ideoloji boyutuna kavuşunca tasavvuf çalışmaları son buldu. Anadolu’daki Türklerle aynı dine ve aynı dile sahip olmalarına rağmen farklılığı yaka-lamışlardı. Artık inanç ve ibadet bakımından da farklılık meydana gelmişti. O gelişmeye kadar Sünni olan İran coğrafyasındaki Müslümanlar artık Şii idiler. Bu gelişmeyi meydana getirenler tamamen Türk boyları idi, hatta Farkları Şiileştirmek için zor bile kullanmışlardı.35

    Bu konuda hem Alevi, hem de Sünni ke-simde ciddi bir bilgi eksikliği vardır.36 Bu eksiklik o zaman ki Safevi ve Osmanlı siyasi sınırlarından başlayarak, zaman, mekan ve olayların karıştırılmasına kadar uzanmaktadır.

    Bize göre tarihçilerimiz arasında Safeviler üzerinde çalışma yapanların yok denecek kadar azlığı bu bilgi eksikliğinin en önemli sebebi sayılmaktadır.

    Horasan Tekkesi eğitim, öğretimle Anadolu’da gelişmesini sürdürürken, Erdebil tekkesi XVI. yüzyılda tasavvufi faaliyetlerini bırakıp Şiiliğe dönüşü ile eski mensuplarını başsız ve gelişme imkanı olmayan bir karanlığa terk etmiştir.

    Daha önce Erdebil Tekkesine intisap etmiş olan Sivas, Erzincan, Malatya gibi şehirlerdeki Dede ve şeyhleri besleyen tasavvufi ve ideolojik destek kesilmiş, ayrıca daha sonra buraların Osmanlı topraklarına katılması da bu bilgi akşını hepten imkansız kılmıştır.

    Bir süre kendi başlarına devam etme mücadelesi verin Erdebilliler, daha sonra Hacı Bektaş tebliğlerinden istifadeye başlamışlar ve zorunlu olarak Hacı Bektaşlı, yani Horasanlı olmaya mecbur kalmışlardır.

    Hala Anadolu’nun değişik yerlerine Erdebilli olduğunu söyleyen Dede’ler de artık Erdebil’in ne olduğunu bilmemektedirler. Ama, Erdebil ismi hala yaşamaktadır.

    Aleviler arasındaki asıl problem bu Erdebil-Horasan çekişmesinde gizildir.

    Bugün cari olan Türkiye-İran devletleri arasındaki ideolojik farklılık da, denilebilir ki, temellerini Horasan-Erdebil farklılaşmasında bulur.

    Bu iki tekkenin görüşleri Tasavvuf Tarihi veya Siyasi Tarih tarafından yeteri kadar aydınlatılmamış gözükmektedir.

    Ancak, bu iki tekkeye işaret ederken, Tekkelerin yüzlerce yıldır istihbarat ve strateji çalışmaları yaptıklarını da ifade etmiş olduğumuzu zannediyorum.

    Çözüm: Laik, Demokratik Hukuk devletinde

    Alevilik için pek çok kişi ve kuruluş şimdilik haklar elde etme peşindedir. Nereden, nasıl mali imkan temin edeceklerini hallettikten sonra, hangi kuruluşta nasıl temsil edilmek istediklerine sıra gelecek.

    Bu arada, diğer tarikatlar ne kadar bu yeni sistemle uyum gösteriyorsa, Aleviler de o kadar bu sisteme uyum gösterir. Bir takım Dede, Baba veya Alevi liderlerinin kendilerini devrimci, Atatürkçü göstermeleri ya bilgisizlikten ya da gösteri türündendir.

    Hatta bazı tarikat liderlerini halka açık gösteri türü “ayin-i Cem”lerde Atatürk’ü de tarikat piri gibi saymaları bir siyasi tavır olarak görülüyor ve sırıtıyor.

    Bütün tarikatlar için çare, genellikle laiklik, demokrasi ve hukuk devletidir.

    Tarikatlar dini organizasyonlardır ve yüzlerce yıllık geçmişleri vardır. Bunların laiklik şemsiyesine alınarak, siyaset alanı dışına çekilmesi ve tıpkı din işinin Anayasada ifade edildiği gibi, her türü siyasi görüş ve düşüncenin üstüne oturtulması lazımdır.

    Tarikatların, yasağın cennetinde yaşamaları yerine, demokrasi bahçesinde; devletin denetim ve gözetimi altında olması lazımdır.

    Bunun uygulama imkanı bulabilmesi içinde Diyanet İşleri Başkanlığı’na “Tarikatlar Daire Başkanlığı” ilave edilmeli ve kendile-rine faaliyet izni verilen tarikatların birinci adamlarından oluşacak ve çalışma usul, adab ve erkanlarını düzenleyecek mevzuatlarla, tarikatlar arası işbirliği, ahenk ve diyalogu sağlayacak hususlarda danışmanlık yapacak bir “Şeyhler Meclisi”nin kurulması yerinde olacaktır.

    Bu, bizim çözüm önerimizdir, tarihi temeli olduğu gibi laiklik kuralının da gereğidir.

    Sonuç

    1. Alevilik/Bektaşilik tamamen bize has, bizim kurup geliştirdiğimiz ve bütün coğrafyamızda hala varlığı bilinen İslami bir tarikattır. Tarikatlarla ilgili hukuki, dini, sos-yolojik meşruiyet tabanı oluşturulmalıdır.

    2. Tarikatlar da laiklik şemsiyesi altına alınarak, siyaset yasağı alanına çekilmelidir.

    3. Diğer tarikatlar gibi, bazı deformasyon izleri Alevilik/Bektaşilikte de vardır. Bunları başka din veya mezheplere benzetmek yerine, tarihi içinde “özüne” dönerek yanlışlıklarını düzeltmek lazımdır.

    Bunun için :

    a. Devlet Arşivleri içinde yer alan Bektaşilikle ilgili belgeler devletimiz tarafından asılları, okunuşları ve bugünkü Türkçe-leriyle birlikte yayınlanmalıdır.

    b. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nde bulunan Bektaşi vakıflarına ait vakfiyeler de aynı şekil-de neşredilmelidir.

    c. Konu tarihi ve sosyolojik boyutu ile bile bir din problemi olduğundan, Diyanet İşleri Başkanlığı ve İlahiyat Fakülteleri bunu bir din problemi olarak kabul ederek, ivedilikle ele almalıdır.

    d. Kültür Bakanlığı “ Ceride-i Sufiye” dahil olmak üzere, Bektaşi Baba ve Dedeleri tarafından yazılmış Osmanlı paleografyası ile yazılmış eserleri süratle yeni harflerimizle neşretmelidir.

    4. Bütün bunlar yapılırken Pir Hacı Bektaş Veli’nin; “ilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” görüşü ilke olarak benimsenmeli ve bu konularda tarafsız ilmi çalışmaların, akademik bir disiplin ve kontrolde tutulması gerektiğinden G. Ü. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi para ve perso-nel bakımından desteklenmelidir.

    Dipnotlar

    1. Ahmet Lütfi, Tarih-i Lütfi, 1290 İstanbul’dan naklen Alevilik Deyince, s. 52, 1996 İstanbul adlı kitabımıza bakılabilir.

    2. Seyyid; Peygamber soyuna mensup olanlardan Hz. Hüseyin evlatlarına verilen isimdir. Hz. Hasan çocuklarına ise Şerif denilir. Osmanlı Döneminde Seyyid ve Şeriflkerin defterini tutan, adına “Nakib’ü-l eşraf” denilen memurlar vardı. Bunlara ait defterler Şer’iye sicilleri arşivlerinde muhafaza edilmektedir.

    3. Bu tarih ve ilmi gerçeklerden habersiz ilmi(!) tezlere örnek olmak üzere A. Yalçınkaya’nın, “Alevilikte Toplumsal Kurumlar ve İktidar, Ankara 1996” adlı çalışması zikredilebilir. Jüri üyeleri içinde Osmanlı tarihçilerinin olmayışı ve olaylara ideolojik bakışı alışkanlığından vazgeçmedeki isteksizlik, sözünü ettiğimiz yanlışlıkların yapılanmasına ve akademik hayatımızın büyük ölçüde prestij kaybına neden olmaktadır. Bu yanlışların bir süre daha devam edeceği kanaatındayız.

    4. Velayetname-i Hünkar Hacı Bektaş Veli El Horasani, tarihsiz el yazması, istinsah tarihi 1219, Diyanet İşleri Başkanlığı Kütüphanesi No: 714.

    5. Pencik, Pencik Kanunu ve benzer deyimler için bkz: M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1971, C. II, s. 766-769.

    6. Ali Süner, Hacı Bektaş Veli, s. 13, Ankara 1990.

    7. Vakıf gelirlerine örmek olmak üzere Sultan II. Abdülhamid Han’ın 1 Rabiülevvel 1322 tarihli fermanı incelenebilir. Ferman için bkz: Bedri Noyan, Türk Milli Kültüründe ve Kurtuluş Savaşında Bektaşiler, 52, 53, Belge no: 2, Ankara 1990.

    8. F. W. Hasluk, Bektaşilik Tetkikleri, Terc. Ragıp Hulusi, 1928 İstanbul.

    9. Bedri Noyan, Türk Milli Kültüründe ve Kurtuluş Savaşı’nda Bektaşiler, s. 22, Ankara 1990.

    10. Noyan, a.g.e., 28. (A. Celalettin Ulusoy, Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli ve Alevi Bektaşi Yolu, Hacıbektaş 1986’dan naklen).

    11. Noyan, a.g.e., 27.

    12. Abdülkadir Sezgin, Türkiye’de Alevilik-Bektaşilik Üzerine Sosyolojik bir Araştırma, İstanbul 1996, Yayınlanmamış doktora tezi (neşre hazırlanmaktadır); Hacı Bektaş Veli ve Bektaşilik, 1995 İstanbul, 5. Baskı; Alevilik Deyince, İstanbul 1996.

    13. Esat Efendi, Üssü Zafer, 1240 İstunbul. (Bu eser Hacı Bektaş Veli kütüphanesinde de vardır.)

    14. Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, C. 10, s. 367-370, İstanbul 1978.

    15. Atatürk’ün Hacıbektaş ziyareti için; M. Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, C. II, s. 492, 493, Ankara 1986; ayrıca Süner, a.g.e., 70-73; Noyan, a.g.e., s. 27-33.

    16. Sümer, a.g.e., s. 72.

    17. 25 Nisan tarihli bir genelge/beyanname için bkz: Noyan, a.g.e., s. 30, 31. (Yenigün, 25 Nisan 1335 tarihli nüshadan nakil.)

    18. Nihal Atsız, Türk Tarihinde Meseleler, İstanbul 1966.

    19. M. Zekai Konrapa, Bolu Tarihi, Bolu 1966; Öztuna, a.g.e., C. 7, s. 304, İstanbul 1978.

    20. Öztuna, a.g.e., C. 10, s. 374.

    21. Öztuna, a.g.e., C. 10, s. 374.

    22. Daha fazla bilgi için: İrene Melikoff, Uyur İdik Uyardılar, İstanbul 1994. (Terc. Turan Alptekin).

    23. Bu konuda bilgi için bkz: J. A. Belyayev, Müselman Terigetleri, s. 85-88, Bakü 1958.

    24. Yanlış hatırlamı-yorsam bu zatın adı Fevzi Bektaşi olmalıdır.

    25. Bu konuda bilgi için “Alevilik Deyince” adlı kitabımızın önsözüne bakılabilir. Nahçıvan’da Bektaşilikle ilgili olarak bir tek cümle tesbit edilebilmiştir, o da “Bektaşilik İslam’ın Türkçe yozmasıdır” cümlesidir. Yozma, tefsir anlamındadır.

    26. Bunlarla ilgili mütemmim bilgi için diğer kaynaklarla birlikte: Walther Hınz, Uzun Hasan ve Şeyh Cüneyd, Tec. Tevfik Bıyıkoğlu, Ankara 1981.

    27. Bu konuda detay bilgi için bkz: Faruk Sümer, Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, Ankara 1976.

    28. Ateizm kelimesi hakkında geniş bilgi için bkz: J. A. Bahıkin, M. C. Belenki, A. B. Belov, Ateistin Cep Lügati, Ateizm maddesi, s. 27-30, Bakü 1987.

    29. Penah Mahmudof ve arkadaşları (Rusça aslından tercüme edenler) İlmi Ateizm, Yüksek Okullar için ders kitabı, s. 4, 5, Bakü 1981.

    30. Daha fazla bilgi için bkz: Besim Atalay, Bektaşilik ve Edebiyatı, İstanbul 1340 ve Hacı Bektaş Veli ve Bektaşilik adlı eserimize bakılabilir.

    31. Ali Sümer, a.g.e., s. 57.

    32. Bu konuyu arzu edenler, Bektaşi büyüğü olan Münci Baba’nın (Mehmet Şeyyat) Tarikat-i Aliyye-i Bektaşiye, 1338-1340 İstanbul adlı eserine bakılabilir. Bu kitap Yrd. Doç. Dr. Ahmet Gürtaş tarafından günümüz Türkçesine çevrildi ve Türkiye Diyanet Vakfı yayınları arasında yayınlandı.

    Ayrıca, Galip Baba, Hacı Bektaş Veli ve Bektaşilik, Yarın Gazetesi, 15 Eylül-13 Kasım 1930 tarihleri arasında neşredilmiş olan dizi yazı da okunmalıdır.

    33. Besim Atalay, Bektaşilik ve Edebiyatı adlı eserinde, Tarsus ilçemizde suç işlemiş (muhtemelen zina yapmış) birisi için “ağaca bağlanarak yakılması” cezasının verildiğini ve bu cezanın “ibret-i alem olması için” çocukları tarafından çam ağacına bağlanarak yakıldığını kaydetmektedir. Bu çok önemli bir örnektir. (Bunun İran’da zina edenlerin taşlanarak öldürülmesinden sistem olarak ne farkı olduğunun değerlendirilmesi okuyuculara bırakılmıştır.)

    34. Hınz, a.g.e.; Sümer, a.g.e.

    35. Sümer, a.g.e.

    36. Yavuz Sultan Selim’in Hükümdar olmadan önceki Osmanlı-Safevi siyasi sınırları için bkz. Öztuna, Türkiye, C. 3.