Köprü Anasayfa

İslamî Hizmet Metodları

"Yaz 98" 63. Sayı

  • Bediüzzaman’a Göre Günümüzde Hizmet Metodu-Cihad-ı Mânevî: İrşad ve Tebliğ

    Ali Ferşadoğlu

    Gazeteci-yazar

    Bugün, gerek ferd, gerek cemaatler, gerekse İslam alemi olarak, merhale kat etmemiz gereken meselelerin başında “İslama hizmet tarzı” gelmektedir. Bu mevzudaki sıkıntıların kaynağı, hiç şüphesiz ki, İslamiyet’e olan uzaklığımızdır. Bunun sebeplerinden birisi, son bir-iki asırdır İslami eğitim ve terbiyeden uzak kalışımız veya bırakılışımızdır. Henüz Kur’an’ı yüzünden yeni yeni öğrenmeye çalışıyoruz. Manasını öğrenip ruhumuza sindirip hayata aksettirmek için çok daha fazla çaba sarf etmemiz gerekiyor…

    Bu arada, çeşitli sebeplerden dolayı da kendimizi yenileyemiyoruz. Çoğu kez, eski zamanın metod ve üsluplarına, hizmet tarzına takılıp kalıyoruz. Oysa, her devrin bir hükmü vardır. Geçmiş devirlerin vasıtaları, tekniği, teknolojisi, ilmi birikimi ayrı, bu zamanın ayrıdır.

    Ulaşım vasıtalarının teknolojisi kağnı, at arabası, deve; savaş malzemeleri ok, top-tüfek seviyesinde olan devredeki hizmet anlayışı, hareket tarzı; elbette o vasıtalar süratinde olacaktır. Bilgi birikimi de, hizmet anlayışı da aynı paralelde olmalıdır.

    Günümüzde ise, vasıtalar sürat kesb etmiş. Teknik ve teknoloji baş döndürücü bir hızla ilerlemektedir. Eskiden üç-beş ayda varılan bir yere, şimdi iki saatte ulaşılıyor. Şu halde, bu zamanın İslami hizmet tarzı da, bugünün zeka, ilmi birikim, teknik, teknolojik seviye ve süratine göre olmalıdır.

    ***

    “Hizmet” kelimesine; Kur’an, Sünnet çerçevesinde, İslam, iman yolunda çalışmak, maddi-manevi gayret sarf etmek ile cihad, tebliğ, irşad gibi geniş manalar yüklenmiştir.

    15 asırdan beri bu mefhumlar etrafında billurlaşan “İslami hizmet” metodunu genişçe ele alacağız. Bilhassa, Bediüzzaman’a göre, “cihad, irşad ve tebliğ” meselelerini teferruatlı olarak inceleyeceğiz. Gayet tabii ki, her meselede olduğu gibi, bu hususlara da Asr-ı Saadet perspektifinden bakmak durumundayız. Çünkü, o bizim için yegane örnek, yegane modeldir.

    Günümüz sosyal ve siyasi akımlarının tahlili, Deccalizm ve tahribatı; İslam aleminin kültür yapısı; medrese, tekke ve zaviyenin durumu; cihad ve cihad çeşitleri, günümüzde cihad stratejisi; manevi cihadın pratik hayata yansıması, irşad, tebliğ metodu; hoşgörü ve sınırı, Kur’an’i hizmet stratejisini kimler çizer; içtihad, müçtehid; cihadın duygu boyutu; zamanımızda hizmet ehlinin taşıması gereken vasıflar, ehl-i hizmetin metod ve üslubu, hizmet ehline musallat olan muzır maniler, desiseler; maddi cihadın dahildeki müspet boyutu, imanın—kalkınma ile olan ilişkisi; cehalet, fakr ve ihtilaf-ı efkara karşı verilecek savaş; harice karşı silahlı cihad; günümüz siyaset stratejisi; siyasetle cihad olur mu; Allah’ın indirdiğiyle hükmetmek, şeriatın siyasete bakışı; İslam alemindeki siyasi akımlar gibi geniş bir yelpazeden yaklaşacağız.

    ***

    Mevzuun temelini “cihad-ı manevi” teşkil ediyor. O halde girişi, “tebliğ ve irşad”a ayırmamız tabiidir.

    Cihadın, maddi ve manevi boyutları vardır. Günümüzde geçerli olan esas cihad, “manevi” cihaddır. O da, ilim ile, fikir ile, iman ile, kalem ile olacaktır. Dahildeki cihadın maddi boyutunun inkişafı da sağlam bir imana bağlıdır. Yani, “çalışmak, tevekkül, zekat” gibi İslami ibadet ve emirlerle gerçekleşecektir. Bunlar da, sağlam bir imana, yani fikri altyapıya bağlıdır. Çünkü, Kur’an’i tevekküle yapışmayan, tembelliğe düşer, ihlasla çalışmayan hırs gösterir, kaybeder, zekatı vermek istemeyen, ekonominin itici gücünden mahrum kalır, faiz bataklığına saplanır; duygularına istikamet veremeyen aşırılıklara düşer; cemaat-leşmeyen (cemaatle vakit namazı, Cuma ve Bayram namazları) kültür alışverişi ve dayanışmayı sağlayamaz, yeniliklerden haberdar olamaz ve hakeza…

    ***

    Yegane tebliğ ve irşad kitabı Kur’an-ı azimüşşandır. Baştan ayağa, irşad, tebliğ ve davet hakikatleriyle doludur.

    124 bin, peygamber “tebliğ” ile vazifelendirilmiştir.

    Hz. adem (a.s.) başlayan suhuf ve sair semavi kitaplar da irşad için indirilmiştir.

    124 milyonu aşkın evliya da bu nurani irşad halkasında vazife almıştır.

    Tebliğ, peygamberliğin beş vasfından en önemlisidir. Şu halde, irşad ve tebliğ, Muhammedi (a.s.m.), Kur’an’i, meleki, nebevi bir özelliktir.

    “Emr-i bil-ma’ruf nehy-i an’il-münker”, dinin emrettiklerini ve sakındırdıklarını, yani Kur’an ve İslam hakikatlerini neşretmek; bildirmek, tebliğ etmek; kötü, çirkin ve zararlı şeylerden de insanları uzaklaştırmaktır. Aynı zamanda tebliğ ve irşad görevini şartlarına riayet ederek ifa etmektir.

    Her meselede olduğu gibi, gayet tabiidir ki, bu vazifeyi yerine getirmenin usul, metod ve prensipleri olmalıdır. Herkes, kendi anlayışına göre bir yol tutturamaz. Bu sahada otorite olan İslam uleması, irşadın prensiplerini madde madde sıralamışlardır. Ve çok değerli, orijinal Kur’an’i metod ve üsluplar çıkarmışlardır.

    Allah yoluna, güzellikle, iyilikle çağırmamız ve nezahet içinde mücadele etme-mizi bizzat Kur’an istiyor. Bu hususlar, tebliğ ve irşad bahislerinde uzun uzun ve en ince teferruatına kadar incelenmiş… Yeri geldikçe, biz de özet bilgiler sunacağız.

    ***

    Hariçteki cihadın bir cephesi de yine manevidir. İslam, Kur’an’ın kesin, parlak ilmi delil ve bürhanlarıyla tebliğ edilecektir. Dahilde asla “maddi silah” kullanılmaz. Harici düşmanlar, “silahla” tecavüz ettiklerinde, cihad, artık silahla yapılacaktır. Çünkü, millet ve vatan sevgisi imandandır.

    Manevi cihad, bu zamanda farzdır. Tebliğ ve irşad, imtihan ve yaradılış sırrı ile alakalıdır. Dünyaya gönderilişimizin hikmetlerinden birisi budur. Her mü’min istisnasız “emr-i bil-ma’ruf, nahy-i anil-münker” ile vazifelendirilmiştir…

    Vahiy, İlahi bir tebliğdir. Cenab-ı Hakkın, “Habir, Rab, Hakim, alim” gibi isimleri, tebliğ ve irşada da bakar aynı zamanda.

    Cebrail (a.s.) de, Allah ü Tealanın emirlerini resullerine tebliğ etmekle vazifeli en büyük meleklerden birisidir. Demek tebliğin aynı zamanda, “yaradılış ve Rububiyet” dairesi ile de alakası bulunmaktadır.

    Resul-i Ekrem (a.s.m.) ins ve cinne Kur’an’ı tebliğ etmiş mürşid-i ekmeldir. Örnek alınacak yegane şahsiyettir.

    ***

    İnsanın manevi yapısı tanınmadan tatmin edilemez, huzurlu ve mutlu olamaz. Ruha takılan duyu, duygu, his ve latifelere hangi gıdayı, ne miktarda vermek gerekir? Herkes bilir ki, bir alet ve cihaz tanınmadan çalıştırılamaz, ondan istifade edilemez. Kısa zamanda bozulur, tahrip edilir.

    Cihadın ruh, duygu ve latifeler boyutu nedir? Hizmet, cihad-ı manevi, insana yönelik yapılacaktır. İnsan madde-ruh yapısıyla, komplike ve girift bir varlıktır. Ruhumuza o kadar hassas ve ince hisler, latifeler takılmış ki, bazan en basit bir olay karşısında veya dünyanın ucunda meydana gelen bir hadise, bizi müteessir edebiliyor, etkileyebiliyor.

    Bakmak ayrı şeydir, görmek ayrı bir şeydir. Ses işitmek başka, neler söylendiğini, niçin söylendiğini duymak ve anlamak ayrı bir şeydir. İnsan ruhuna takılan duyu, duygu, manevi cihaz ve aletlerin, dengeli ve ölçülü bir biçimde çalıştırılması gerekir. İnsaniyet, ancak o zaman tezahür eder ve yaradılış hikmetini tahakkuk ettirir.

    ***

    İman, İslam, Kur’an, Sünnet yolunda çalışan cihad-ı manevinin hizmetkarlarını bekleyen çok zor şartlar, engeller manialar vardır. Allah yolunda mücahede edenler, pekçok tehlikelerle karşı karşıyadırlar. Okulda sınıf yükseldikçe, iş yerinde derece arttıkça, imtihanın ağırlaştığı, mes’uliyetin arttığı gibi, onlar için de imtihan daha da şiddetlenmiş ve ağırlaşmıştır.

    Bunların en önemlileri, hubb-u cah denen şan, şöhret, havf, yani korku, tama dediğimiz geçim endişesi, enaniyet, ırkçılık, tembellik ve hatta ziyade çalışkanlık ve hamiyet damarıdır. Bunları, tehlikeli damarlardır ve dessas zalimler farkına varmadan bunları işletmekte ve ehl-i hizmeti, hizmetinden alıkoymaktadırlar.

    Mü’min, bu muzır manilere karşı tedbir almak ve dessas zalimlere karşı uyanık bulunmak zorundadır.

    Hizmet ehli, bu çarpıcı cereyanlar karşısında hangi özellikleri taşımalıdır? Kur’an, iman hakikatlerini başkalarına ulaştırmadan önce, kendi duygularına nasıl bir yön vermelidir, ruhunu nasıl terbiye etmelidir; hangi sıfatlarla muttasıf olmalıdır? Bu suallerin cevaplarını da aramaya çalıştık.

    ***

    Risale-i Nur, Kur’an, iman, tefsir, hadis, kelam, fıkıh, tasavvuf, ahlak, eğitim, psikoloji, sosyoloji vesair konularda yenilikler getirdiği gibi, içtimai ve siyasi konularda da yenilikler getirmiştir. Diğer bir ifadeyle, bu zamandaki siyaset stratejisinin fetva vazifesiyle de Bediüzzaman Said Nursi tavzif edilmiştir.

    Emirdağ, Kastamonu, Barla Lahikaları, Hutbe-i Şamiye, Münazarat, Divan-ı Harb-i Örfi, Tarihçe-i Hayatı, hatta Lem’alar gibi temel eserlerinde ve üzerinde, “Risale-i Nur Külliyatı”ndan yazan her eserinde siyasi ve içtimai konularla ilgili tahliller yapmıştır. Kendi tabiriyle, “Siyaset-i İslamiye perdesiyle o hakikate bakmış” asrın siyasi şablonunu, menfi siyaset cereyanları tespit etmiş; onlara karşı alınması gereken tedbirleri de göstermiştir. Hem siyasete, hem siyaset adamlarına yön vermiştir.

    Mesela, Münazarat, isimli eseri için, “İşte, tamimen lilfaide, suallerini cevaplarımla musafaha ettirerek şu kitabı yazdım; ta birbirine muavenette bulunsun. Hem de, görmediğim Ekrad ve emsaline, şu kitap, bana bilvekale onlarla konuşarak cevap versin; hem de, lisanları kalblerine tercümanlık edemeyenlere bedelen sual etsin. Elhasıl, şu kitap, tarafımdan cevap, onların canibinden sual etmek vazifesiyle mükelleftir. Hem de siyaset tabiblerine, teşhis-i illete dair hizmet ile muvazzaftır.” (Münazarat, Yeni Asya Neşriyat, s. 20.) ifadelerini kullanmaktadır.

    ***

    Deccalizm akımı dünyayı ve İslam ülkelerini abluka altına almıştır. Bu cereyan, her türlü zararlı, tehlikeli, sapık ve sapıtmış felsefi düşünceleri ihtiva eder.

    Medrese, tekke ve zaviye Deccalizmin saldırılarına cevap veremezdi. Çünkü, Deccalizm, “fen, felsefe ve ilim” perdesi altında geliyor. Oysa medrese ve tekkelerden fen ilimleri kaldırılmıştı. Bundan dolayı taassup hüküm sürüyordu. Oysa, İslamiyet “taassubu” değil, “selabeti”, hakkı, gerçeği, akıl ve hakkı bürhanlarla bulduktan sonra ona sık sıkı sarılmayı getiriyor. Ne yazık ki, medrese ve tekke bundan mahrumdu.

    Bu yıkıcı cereyanlara karşı siyasetle mukabele edilemeyeceği açıktır. Öyle ise, bu zamandaki Kur’an’i siyaset stratejisini kim çizecektir?

    Büyük bir İslam mütefekkiri, bir müçtehidi, bir müceddidi makamında Bediüz-zaman’ın günümüz için koyduğu teşhis, “iman zaafı”dır. Yani, inkar-ı Uluhiyet, maddeperestlik, tabiatperestlik ve Decca-lizmin fitnesiyle de palazlanan şehvetpe-restliktir.

    “Bilirsiniz ki; eğer dalalet cehaletten gelse, izalesi kolaydır. Fakat, dalalet fenden ve ilimden gelse, izalesi müşküldür” di-yerek İslamın bütün meselelerini izah ve ispat eder.

    “İspata ne ihtiyaç var? Bu kalb ve hidayet meselesidir. Dileyen iman eder, dileyen etmez!” gibi bir yaklaşım sergi-lenebilir.

    Kur’an, en büyük, en mükemmel bir tebliğ ve davet kitabıdır. Evvela, ispat etmek lüzumuna, “…Allah batılı yok eder ve hakkı delilleriyle ispat eder…” (Şura, 24) ayetiyle işaret eder. O, baştan ayağa, Allah’ın varlığı ve birliğini ispat eden deliller ile doludur. Bunların birçoğu ilmi, bir kısmı akli, bir kısmı ise mantıkidir. Yaklaşık 1000 ayet-i kerime, Allah’ın varlığı ve birliğini nazara verir, ispat ve izah eder. Kur’an, Allah’ın varlığı ve birliğine, kainat kitabından gösterilen delil ve mi-saller hakkındaki fermanlarını ilerde daha detaylı olarak işlemeye gayret edeceğiz.

    ***

    Şimdi, Bediüzzaman’ın günümüze taşıdığı Kur’an’i ve Sünneti hizmet stratejisinin ana başlıklarını verelim:

    1-İman zaafı: Herşeyin aslı, temeli, altyapısı iman, yani inanç ve fikirdir. İslamın temeli olan iman meseleleri akıl, kalb ve vicdanlara yerleşmedikçe, ibadetler de sosyal ve teknik fonksiyonlarını gösteremez, sair hususlar da tahakkuk edemez.

    2-İslam’ı tek yönden değil, iman, ibadet, ilim, eğitim, ahlak, terbiye, hukuk, sosyoloji, pedagoji vesaire gibi her yönden ele almak.

    3-İspat ve ikna metodunu kullanmak: İslamın bütün meselelerini, aklen, mantıken, ilmen, fennen ispat ve izah etmek; ilim, fen ve felsefeden gelen hücumları püskürtmek.

    4-Hizmetin ana üslubunu “cihad-ı manevi” olarak tespit etmek ve bütün enerjiyi buna hasretmek.

    5-Devamlı yenilenmek, tecdid etmek ve gelişmelere göre ilmi, fenni malzemeleri kullanmak.

    6-Eski zamanda geçerli olan tarikat ve tasasavvuf metodlarının günümüz şartlarına uyanları almak, sair kısımlarını tashih etmek ve sebeplerini açıklamak.

    7-Siyaseti en geri plana itmek; fakat ana meselelerini tespit edip yön vermek; yerli yerine oturtmak.

    I. Bölüm

    Günümüz şartlarına kısa bir tahlil

    19. asır, Batı alemi için ilim ve teknoloji açısından yükselişe geçişin; Müslümanlar açısından, ilmi, fikri ve ekonomik çöküş ile gerilemeye başlamanın dehşet dolu devridir.

    Kur’an etrafındaki surlar; Osmanlı devletinin çöküş sürecine girmesiyle; medreselerden fen ilimleri kaldırılması, tekke ve zaviyeler de kendilerini yenileyememiş olmasıyla yıkılmaya yüz tutmuş. Askeri sahadaki gerileme, ilmiye sınıfındada da görülmeye başlamış. Eğitim mües-sesesi de skolastik bataklığa doğru saplanmaya başlamış. Dolayısıyla fenden ve felsefeden gelen hücumlar durdurulamamış.

    Osmanlı’da böyle olduğu gibi, İslam alemi de aşağı yukarı aynı vaziyette idi. Zaten İslam ülkeleri, evvela kültür emperyalizmi, daha sonra ekonomik ve sonra siyasi ve idari açıdan işgal edilmiş; sömürgeleştirilmiş.

    Sanayi devrimi ile ortaya çıkan buharlı tren, bu sömürgeleştirmeye teknolojik hız kazandırmış. Yolunu şaşırmış Batı felsefesinin “izm”leri de, silah, erzak ve cephane ile birlikte trene binip, İslam ülkelerini kısa zamanda abluka altına almaya başlamış.

    İşte bu hengamede, Kur’an’ın i’cazı doğrudan doğruya kendi zırhı olmuş. Bu hücumlar karşısında o zırhı parlatan, cilalayan Risale-i Nur’dur. Manevi cephedeki bu felaketin tasvirini, Bediüzzaman’ın “ümid ile havfın” dengelediği objektif ifadelerinden takip edelim:

    “Eski Harb-i Umumiden evvel ve evailinde, bir vakıa-i sadıkada görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ müthiş infilak etti. Dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır. Dedim: “Ana, korkma. Cenab-ı Hakkın emridir; O Rahimdir ve Hakimdir.”

    “Birden, o halette iken, baktım ki, mühim bir zat bana amirane diyor ki: “İ’caz-ı Kur’an’ı beyan et.”

    “Uyandım, anladım ki, bir büyük infilak olacak. O infilak ve inkılaptan sonra, Kur’an etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’an kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur’an’a hücum edilecek; i’cazı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i’cazın bir nev’ini şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak. Ve namzet olduğumu anladım.” (Barla Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, s. 11)

    Deccalizm akımı

    O tarihten günümüz dünyasının geçirdiği ve içinde bulunduğu durumu tespit etmeye çalışırsak, şöyle bir tablo ile karşılaşıyoruz:

    Başta ateizm olmak üzere, çeşitli fitne fırtınaları, ve fesat kasırgaları, nefis, kadın, para, makam ve mevki olmak üzere herşeyin putlaştırılması, kötü alışkanlıkların damarlara işlemesi, adeta bağımlılık haline gelmesi açısından adeta “cehalet devri”ne benzemektedir.

    Üzerinde vurgu yaptığımız husus, bugünün inanç sistemi, ahlaki yapısı, putçuluk anlayışı ile “cehalet devri”nin adeta örtüşmesidir.

    Evet, günümüzü Deccalizm fırtınaları sarsmakta, dalgalandırmaktadır. Deccalizm, basit bir sosyal hadise, gelip geçici bir fitne rüzgarı değildir. Asrımızı ve gelecek devri çalkalayan, insanları mana alemlerinden koparıp, maddenin, nefsin, enaniyetin şehvetin vadilerinde koşturan müthiş bir kasırga, dehşetli bir fırtınadır.

    Deccalizmin temelleri, 1789 Fransız İhtilal-i kebirine, ondan sonra da 1850’lerde Auguste Comte ile başlayan “ateist pozitivizm”e ve “ateizm”e dayanır.

    Şöyle iddia ediliyordu: “Artık dine, manevi değerlere ihtiyaç yok. İnsanlığın bütün ihtiyaçlarını, suallerinin cevabını akıl, fen ve felsefe ile cevaplandıracağız.”

    Akıl ve ilim putlaştırılır. Manevi değerler, kalb, insanın ulvi duyguları geri plana itilir. Kur’an’ın, “Elbette nev-i beşer, ahir vakitte ulum ve fünuna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir.” (Sözler, Yeni Asya Neşriyat, s. 240) gibi mu’cizane ihbarıyla bu devrede gücün ilmin eline geçmiş.

    Rönesans’tan sonra kuvvet kazanan ateizm, Nietsche, Hegel, Fuerbach, J. Paul Sartre, Heidegger ateizmin temsilcilerindendir. Tabiatperest olan ateistler, “Tanrı ölmüştür” diyerek, maneviyeta savaş açmışlardır.

    1791’de Olympe de Geuges’in Kadın Hakları Beyannamesi ile, Feminizm nükseder: Kadınlığı önplana çıkarır, kadınları yuvalarından çıkarıp sokaklara döker; beşerin huzurunu bozar.

    Gerçi “feminizm”, Kilise’nin, kadını insan yerine koymayıp “şeytan” saymasına ve 1830’lara kadar Batıda süren “beyaz kadın” ticaretine bir tepki olarak doğdu. Fakat, kapitalizmin, metaryalizmin, ateizmin, Freudizm’in kuvvet vermesiyle, tamamen çığırından çıkmış ve günümüzü kasıp kavuran bir fitne haline gelmiştir.

    Augusteizmin, materyalist düşüncenin hemen peşinden Freudizm çıkar. Viyanalı Yahudi Dr. S. Freud, herşeyi “nefse, şehvete” bağlar; ulvi duyguları inkar eder.

    Hemen peşinden Darwinizm gelir: Darwin İngiliz biyoloji ve tabiat alimidir. 1859 da, Nevilerin Menşei, isimli kıtabıyla, insanlığı Halık-ı kainattan koparır, tabiata, tabii seleksiyona, evrime, maymuna, tesadüflere bağlar…

    Ardından Marksizm çıkar: Alman Yahudisi Karl Marks ve arkadaşı Engels, dine “afyon” der, maneviyata savaş açar; ahlakı kökünden ifsat eder. Lenin ise, bu düşünceyi geliştirerek pratiğe geçirir.

    O sıralarda Sosyalizm zaten devrededir. Çeşitli versiyonlarıyla, “materyalizm”in de hamiliğini yüklenir.

    Buna paralel Komünizm denen büyük Deccal, bütün gücüyle tahribatını sürdürmekte, mana adına ne varsa, söküp atmaya çalışır.

    Bu devrede Batıda, Kilisenin baskısı ve tasallutundan, Engizisyon istibdatından iki cereyan daha çıkar: Laikizm ve sekülarizm. Biri dini dünya işlerinden ayırır, vicdanı kalbe hapseder, hayata geçirmez. Öbürü, dine ses çıkarmamakla beraber, hayatı hiç karıştırmaz. Hepsi de maddeye, nefse, şehvani duygulara hizmeti esas aldı. Maneviyatı dünyalarından çıkardı.

    Bütün bu “izm”lerin birleşmesinden de “Deccalizm” meydana geliyor. Hangi isim ve “izm” altında olursa olsun, bu akım, bu cereyan, manevi hiçbir şeyi kabul etmiyor. Varlığının sebebi de, onlara karşı savaş açmaktı. Bu akımın Türkiye’deki yansımasını da şöyle tasvir ediyor Bediüzzaman:

    “…Bin üç yüz otuz sekizde Ankara’ya gittim. İslam ordusunun Yunan’a galebesinden neşe alan ehl-i imanın kuvvetli efkarı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalıştığını gördüm. “Eyvah!” dedim, “Bu ejderha imanın erkanına ilişecek.” O vakit, şu ayet-i kerime bedahet derecesinde Vücud ve Vahdaniyeti ifham ettiği cihetle, ondan istimdat edip, o zındıkanın başını dağıtacak derecede Kur’an-ı Hakim’den alınan kuvvetli bir bürhanı, Arabi bir risalede yazdım. Ankara’da Yeni Gün Matbaasında tab’ ettirmiştim. Fakat, maatteessüf, Arabi bilen az ve ehemmiyetle bakanlar da nadir olmakla beraber, gayet muhtasar ve mücmel bir surette o kuvvetli bürhan tesirini göstermedi. Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu…” (A.g.e., s. 132.)

    Hâlâ farkında değiliz!

    Deccalizm akımını biraz daha müşahhaslaştırırsak ve bazı rivayetleri nakledersek şöyle bir tablo ile karşılaşmaktayız. Ki, henüz, birçoğumuz bunun vehametinden haberdar değiliz. Hala basit, sathi bir hareketle bu fitne fırtınası karşısında daya-nabilecek sanılıyor.

    Rivayette var ki: “İsa (a.s) Deccalı öldürdüğü münasebetiyle Deccal’ın fevkalade büyük ve minareden daha yüksek bir azamet-i heykelde ve Hz. İsa (a.s.) ona nisbeten çok küçük bulunduğunu” (Feyz’ül-Kadir, hadis no: 4249) gösterir.

    Bunun bir tevili şu olmak gerektir ki, İsa (a.s.) nur-u iman ile tanıyan ve tabi olan cemaat-i ruhaniye-i mücahidinin kemiyeti, Deccalın mektepçe ve askerce, ilmi ve maddi ordularına nisbeten çok az ve küçük olmasına işaret ve kinayedir.

    Rivayette var ki: “Deccal çıktığı gün bütün dünya işitir ve kırk günde dünyayı gezer ve harikulade bir eşeği vardır.” (Kenz’ül-Ummal, 14:330)

    Allahu alem, bu rivayetler tamamen sahih olmak şartıyla tevilleri şudur. Bu rivayetler haber verir ki, Deccal zamanında muhabere ve seyahat o derece terakki edecek ki, bir hadise bir günde umum dünyada işitilecek radyo ile bağırır; şark, garp işitir ve umum ceridelerinde okunacak ve bir adam kırk günde dünyayı devredecek ve yedi kıtasını ve 70 hükumetini görecek ve gezecek diye zuhurundan on asır evvel, telgraf, telefon, radyo, şimendifer, tayyareden mu’cizane haber verir. Hem de Deccal, hem Deccallık haysiyyetiyle değil, belki gayet müstebit bir kral sıfatıyla işitilir. Ve gezmesi de her yeri istila etmek için değil, belki fitneyi uyandırmak ve insanları baştan çıkartmak içindir. Ve bindiği merkebi ve himarı ise, ya şimendiferdir ki, bir kulağı ve bir başı cehennem gibi ateş ocağı, diğer kulağı yalancı cennet gibi, güzelce tezyin ve tefriş edilmiş. Düşmanlarını ateşli başına, dostlarını ziyafetli başına gönderir; veyahut onun eşeği, merkebi, dehşetli bir otomobildir veya tayyaredir veyahut… (Sükut lazım!)

    ***

    Ahirzamanda Hz. İsa aleyhisselam, Deccalı öldürdükten sonra, insanlar ekseriyetle din-i hakka girerler. Halbuki, rivayetlerde gelmiştir ki, “Yeryüzünde Allah Allah diyenler bulundukça kıyamet kopmaz” (Sahih-i Müslim, 1:131, 4:2268); Müsned, 3:107) böyle umumiyetle imana geldikten sonra, nasıl umumiyetle küfre giderler?

    Elcevap: Hadis-i sahihte rivayet edilen “Hz. İsa (a.s.) geleceğini ve şeriat-ı İslamiye ile amel edeceğini Deccal’ı öldüreceğini” (Sahih-i Buhari, 4:205; Sahih-i Müslim, 1:136) imanı zaif olanlar istib’at ediyorlar (uzak görüyorlar). Onun hakikati izah edilse, hiçbir istib’a yeri kalmaz. Şöyle ki:

    O hadisin ve Süfyan ve Mehdi hakkındaki hadislerin ifade ettikleri mana budur ki, ahirzamanda dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak.

    Birisi: Nifak perdesi altında, Risalet-i Ahmediyeye (a.s.m.) inkar edecek Süfyan namında müthiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslamiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı, Al-i beyt-i Nebe-vinin silsile-i nuranisine bağlanan ehl-i velayet ve ehl-i kemalin başına geçecek Al-i beytten Muhammed Mehdi isminde bir zat, o Süfyanın şahs-ı manevisi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır.

    İşte, o nifak budur. İslam Süfyanı, işlerini sinsice bir politika ile yürütmüş, İslamı öldürmeye kalkışmıştır.

    İkinci cereyan ise: Tabiiyyunun, maddiyyun felsefesinden tevellüd eden bir cereyan-ı nemrudane, gittikçe ahirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulur. Uluhiyeti inkar edecek bir dereceye gelir. Nasıl bir padişahı tanımayan ve ordudaki zabıtan efradının askerleri olduğunu kabul etmeyen vahşi bir adam, herkese, her askere bir nevi padişahlık ve guna hakimiyet verir; öyle de, Allah’ı inkar eden ve o cereyan efradları birer küçük nemrud hükmünde nefislerine birer rububiyet verir ve onların başına geçen en büyükleri ispirtizma ve manyetizmanın hadisatı nevinden müthiş harikalara mazhar olan Deccal ise, daha ileri gidip cebbarane suri hükumetini bir nevi, rububiyet tasavvur edip uluhiyetini ilan eder. (Mektubat, s. 60)

    Marksizm, yani komünizm, ateizm, uluhiyet davası, Lenin ve Stalin eliyle Rusya’da aynı şeyi uygulamıştır. Milyonlarca insan öldürülmüş, onlara kıyamda durulmuş, secde edilmiş, bir nevi uluhiyetleri, heykellerine gösterilen saygı ile ortaya çıkmıştır. “Din bir afyondur” diyen komünizm tabiatperestleri ve maddeperestleri, dinin yerine komünizmi, ateizmi koymuşlardır.

    Türkiye’de de Süfyan, dini kaldırarak, onun yerine “altı oku”, yani CHP’nin umdelerini getirmiş ve heykellere, porte ve büstlere saygıyı getirmiştir. Yukarıda izah edilmeye çalışıldığı gibi, 1926’lardan 1930’lara kadar okullardan din dersleri kaldırılmış, toplumun hayatından din tamamen öldürülmeye, İslam kültürü silinmeye çalışılmıştır.

    Bir sineğe mağlup olan ve bir sineğin kanadını bile icad edemeyen aciz bir insanın uluhiyyet dava etmesi, ne derece ahmakçasına maskaralık olduğu olduğu malumdur. İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hz. İsa (a.s.) şahsiyet-i manevisinden ibaret olan hakiki İsevilik dini, zuhur edecek, yani rahmet-i İlahiyenin semasından nüzul edecek. Hal-ı hazır Hıristiyanlık dini o hakikate karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslamiye ile birleşecek, manen Hıristiyanlık bir nevi, İslamiyete inkılap edecektir. Ve Kur’an’a iktida ederek, o İsevilik şahs-ı manevisine tabi ve İslamiyet metbu makamında kalacak. Din-i hak bu iltihak neticesinde azim bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karşı, ayrı ayrı iken mağlup olan İsevilik ve İslamiyet ittihad neticesinde dinsizlik cereyanında galebe edip dağıtacak istidadında iken, alem-i semavattan cism-i beşeriyesiyle bulunan şahs-ı İsa (a.s.) o din-i hak cereyanının başına geçeceği bir muhbir-i sadık, bir Kadir-i Külli Şey’in vadine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş haktır. Madem Kadir-i Külli Şey vaat etmiş, elbette yapacaktır.” (Mektubat, s. 60)

    “Onlar, İsa’yı inkar etmeleri, Meryem’e pek büyük bir iftirada bulunmaları ve Allah’ın Resulü Meryem oğlu Mesih İsa’yı biz öldürdük demeleri sebebiyle de, lanete uğramışlardır. Onu ne öldürdüler ne de astılar. Fakat başkası ona benzetildi de, onu öldürdüler. Muhakkak ki, bu hususta ihtilafa düşerler. İsa’yı öldürüp öldürmedikleri hakkında şüphe içindedirler. Onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Kapıldıkları şey, ancak, bir zan ve tahminden ibarettir. (Nisa Suresi, 156-157)

    “Hakikatte ise Allah onu kendi huzuruna yükseltti. Allah’ın kudreti herkese galiptir. Ve onun her işi hikmetledir. (Nisa Suresi, 158)

    “Kitap ehlinden hiçbir kimse yoktur ki, ölümden önce İsa’nın hak peygamber olduğuna iman etmesin. Kıyamet gününde ise İsa, onlar üzerine şahitlik edecektir.” (Nisa Suresi, 159)

    Hangi cereyan ne kadar zarar verir?

    1917 Bolşevizm ihtilalinden sonra, Rusya’da “din afyondur” uygulamasıyla başlatılan bütün dinlere ait mabedlerin ka-patılması, inançların yaşanmasının yasaklanması, örf ve geleneklere müsaade edilmemesi anlayışının, 1925’lerden sonra, aynen Türkiye’de uygulanmasını ne ile izah etmeliyiz?

    Bir İslam beldesi olan ve 1000 yıldan beri İslamiyete hizmet eden bu vatan ahalisine, din-iman yasak, ezan yasak, İslami harfleri kullanmak yasak, dini bir kitap okumak yasak, inanca dayalı örf ve gelenekleri de tatbik etmek yasak!

    Zaten ülkemizde, İslamiyet, Kur’an ve vatan zararına üç menfi ve yıkıcı akım hulul etmeye başlamıştı: Etkilerini kaybetmekle beraber, hala faaliyetlerini sürdürüyorlar.

    1-Komünist, dinsizlik cereyanı. Bu cereyan, yüzde 30-40 adama zarar verebilir.

    2-Eskiden beri müstemlekatların (sömürgecilerin) Türklerle alakalarını kesmek için, Türkiye dairesinde dinsizliği neşretmek için, ifsat komitesi namında bir komite. Bu da yüzde 10-20 adamı bozabilir.

    3-Garplılaşmak ve Hıristiyanlara benzemek ve bir nevi Prutluk mezhebini İslamiyet içinde yerleştirmeye çalışan ve dinde hissesi olmayan bir kısım siyasiler heyetidir. Bu cereyan belki yüzde, belki binde birisini, Kur’an ve İslamiyet aleyhine çevirebilir. (a.g.e., 177)

    En önemlisi, iki cereyan olduğu açıktır. Bu cereyanların hamisi de, herhalde “Deccalizm”den başkası değildir. Çünkü en önemli silahı ve taktiği, gençliğin kör hissiyatıdır. Zenginlerin malını fakirlere; ehl-i namusun kızlarını serserilere peşkeş çekti. Hayasızca hamamlarda birlikte, üryan olarak yıkanmalarına müsaade etti.

    Öyle bir fitne ki, “kardeşi kardeşe öldürtüp”, Hıristiyan alemini kasıp kavurduktan ve hallaç pamuğu gibi savurduktan sonra, İslam aleminin mahallelerine dalmış, kıvılcımlarını sıçratmıştı…

    İslam alemini de sarsmış

    Deccalizm, sadece Müslümanlara karşı değil, bütün inançlara, dinlere karşı savaş açmıştır. Hıristiyan alemini tar ü mar ettikten sonra, İslam ülkelerine de sirayet etmiş, imani zaafı doğurduktan sonra, ahlaki temelleri de sarmıştır.

    Nasıl bir dehşet devrinin şartları içindeyiz? Bunu tespit ettikten sonra, “Neden evvela iman, itikad üzerinde durmalıyız?” sualinin cevabına rahatlıkla geçebiliriz.

    Günümüz,

    “Münkerat zamanı: İman esaslarının inkar edilip, ateizmin hüküm sürdüğü devir,

    *Yabancı adetlerin istilası zamanı,

    *Bid’aların çok olup her yere girdiği vasat,

    *Dalaletin tahribatı hengamı” (Sözler, Yeni Asya Neşriyat, s. 442) olduğu açık.

    Ayrıca, iman esasları ile namaz, oruç, hac, zekat ve İslamın sair temel şartları, temel günümüzde terk ediliyorlar. Ve onlara hücum edilmektedir. Tabiatperestler, ateistler, pozitivistler ve sair felsefi akımcılar tarafından. Öyle ise, bütün gayret ve çalışmayı, onların ihya ve yerleşmesine ayırmak icap ediyor.

    Her mevsimde rağbet edilen bir mal, meyve bulunur. Kışın yünlü, kalın elbiseler, yazın ince beyazlar renkte olanlar revaçtadır. Bugünkü alem çarşısında, meşherinde, sosyal hayatında da, üç mesele revaçtadır ve bütün akıl ve zihinleri meşgul etmektedir:

    *Siyaset metaı,

    *Dünya hayatının temini, şaşaası, lüksü…

    *Felsefe…

    Dolayısıyla, bu münkerat zamanının gerekleri, ihtiyaçlarına göre Kur’an’i melzeme, ilaç üretmek gerekiyor.

    Ve özellikle günümüzde, insanların akıl, mantık ve vicdanlarını tatmin edecek, his ve latifelirini doyuracak tarzda izah ve ispat etmek son derece önem kesbetmiş. Çünkü, bu zamanın insanı bilmediğinden ibadeti terk etmiyor veya gayr-i meşru hayatın zararlarını idrak etmediğinden o sefaletin içine düşmüyor! Zararı zarar bildiği halde düşüyor.

    Mesela, sigarının zararlarını, alkolun, kumarın, fuhşun dehşetli tahribatını, uyuşturucunun iflah etmez neticelerini bilmeyen yok gibidir. Ama, yine de gençler, insanlar bu zaafın içine düşüyorlar. Sebebi “bilmezlik” değil, imanın zayıf olması, nefsin zaaf içine düşmesindendir:

    “Sefahet ehlini ve dalalete düşenleri o cihetle-aklı başında olanlarını-kurtarıyor. Çünkü, bu zamanda iki dehşetli hal var:

    “Birincisi: Akıbeti görmeyen ve bir dirhem hazır lezzeti ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyat-ı insaniye akıl ve fikre galebe ettiğinden, ehl-i sefaheti sefahetinden kurtarmanın yegane çaresi, ehl-i sefahetin aynı lezzetinde, elemini gösterip hissini mağlup etmektir. Ve “Onlar dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler…” (İbrahim, 3.) ayetinin işaretiyle, bu zamanda, ahiretin elmas gibi nimetlerini, lezzetlerini bildiği halde dünyevi kırılacak şişe parçalarını onlara tercih etmek, ehl-i iman iken ehl-i dalalete o hubb-u dünya ve o sır için tabi olmak tehlikesi”nin var olmasından…

    “Bu asırda dehşetli ikinci hal: Eski zamanda Küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalaletler ve küfr-ü inadiden gelen temerrüd bu zamana nisbeten pek azdı. Onun için eski İslam muhakkiklerinin dersleri, hüccetleri o zamanda tam kafi olurdu, küfr-ü meşkuku çabuk izale ederlerdi. Allah’a iman umumi olduğundan, Allah’ı tanıttırmakla ve Cehennem azabını ihtar etmekle, çokları sefahetlerden, dalaletlerden vazgeçebilirlerdi. Şimdi ise, eski zamanda bir memlekette olan bir kafir-i mutlak ye-rine, şimdi bir kasabada yüz tane bulunabilir. Eskide fen ve ilim ile dalalete girip inat ve temerrüd ile hakaik-ı imana karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece ziyade olmuş. Bu mütemerrid inatçılar, firavunluk derecesinde bir gurur ile ve dehşetli dalaletleriyle hakaik-ı imaniyeye karşı muaraza ettiklerinden, elbette bunlara karşı, atom bombası gibi, bu dünyada onların temellerini parça parça edecek bir hakikat-i kudsiye lazımdır ki, onların tecavüzatını durdursun ve bir kısmını imana getirsin.” (Ayetü’l-Kübra, Yeni Asya Neşriyat, s. 191-193; 199-200.)

    Öyle ise, bu noktalara tahşidat yapmak gerekiyor!

    “Kur’an-ı Hakimin sırr-ı i’cazıyla hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur, bu dünyada bir manevi Cehennemi, dalalette gösterdiği gibi, imanda dahi bu dünyada manevi bir Cennet bulunduğunu ispat ediyor; ve günahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde manevi elim elemleri gösterip, hasenat ve güzel hasletlerde ve hakaik-i şeriatın amelinde Cennet lezaiz i gibi manevi lezzetler bulunduğunu ispat ediyor.

    “İşte, Cenab-ı Hakka hadsiz şükürler olsun ki, bu zamanın tam yarasına bir tiryak olarak Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyanın bir mu’cize-i maneviyesi ve lemeatı bulunan Risale-i Nur, pekçok muvazenelerle en dehşetli muannid mütemerridleri, Kur’an’ın elmas kılıncı ile kırıyor ve kainat zerreleri adedince Vahdaniyet-i İlahiyeye ve imanın hakikatlerine hüccetleri, delilleri gösteri-yor…

    “Evet, Risale-i Nur iman ve küfür muvazenelerini ve hidayet ve dalalet mukayeselerini bu mezkur hakikatleri bilmüşahede ispat ediyor.” (A.g.e., 191.)

    Her asırda, bir kısım mümtaz şahsiyetlerin manen tavzif edildiğini ve Kur’an ile Sünnet’in etrafında halelenerek o kudsi hizmet halkasında yer aldıklarını biliyoruz. Onlara müceddid ve müçtehid deniyor. Onların referansı da yine Kur’an ve Sünnettir.

    Evet, acaba Kur’an ve Sünnet içtihad müessesesine ve müceddidlere nasıl bakmaktadır? Bu sualin cevabını vermeden önce, reform meselesine, mevzumuz açısından bakmak durumundayız. Bu meseleye girmeden önce, zaman zaman İslam ülkelerini fikren çalkalayan “reform” konusuna kısaca değinelim.

    Deccalizme karşı nasıl bir strateji?

    İşte bu Deccalizm’e karşı bir strateji geliştirmek kaçınılmazdı. Ancak, siyaset ve maddi güç ile bu yıkıcı dehşetengiz akımlara karşı cevap verilemeyeceği, mukabele edilemeyeceği gerçeği de gözardı edilemezdi. Çünkü, “İlim, akıl ve fen” ile hücum ediyor. Münafıkane siyaset, dessasane güce dayanmaktadır.

    Böyle bir cereyana karşı, siyasetin hangi prensibi, hangi düsturu, hangi malzemesi, hangi esasları ile bu zihniyetlerin hücumları durdurulabilir? Üstelik siyaset değişkendir, hem de her siyasi akım, herkesi bağlamaz. Ancak Kur’an nurları ve iman hakikatleri ile cevap verilebilir. Çünkü, cihanşumuldürler. Takip edelim:

    “Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı ahirzamana ait haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul’da tevilini söylediği hadislerin ihbar ettiği ahirzamanın dehşetli şahıslarının alem-i İslam ve insaniyette zuhur ettiğini görür. Ve yine, gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan hizbü’l-Kur’an hakkında, ‘O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset canibiyle onlara galebe edilmez; ancak manevi kılınç hükmünde i’caz-ı Kur’an’ın nurlarıyla mukabele edilebilir’ tavsiyesine müracaatla, Ankara’-da teşrik-i mesai edemeyeceği için, kendisine tevdi edilmek istenen mebusluk, Darü’l-Hikmeti’l-İslamiye gibi Diyanetteki azalığı, hem Vilayat-ı Şarkiye umumi va-izliği” tekliflerini kabul etmez. Kendisini fikrinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankara’dan ayrılmamasını rica için istas-yona kadar gelen bir kısım mebusların da arzularına uyamayacağını bildirerek, Ankara’dan ayrılır, Van’a gider. Ve orada hayat-ı içtimaiyeden uzaklaşarak Erek Dağı eteğinde, Zernebad Suyu başında bir mağaracıkta idame-i hayat etmeye başlar.” (Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, s. 131-132.)

    ***

    Şu halde, bu zamanda, İslam’a hizmetin birinci şartı, iman esaslarını listenin birinci maddesi yapmaktır. Evvela fikri ve itikadi altyapı sağlamlaştırılmalıdır. Gerçi bu, hemen her ideoloji ve din için de geçerlidir. İnsanlar, öncelikle o ideoloji, akım veya dinin kurtarıcı olduğuna inanırlar; sonra ona sahip çıkıp yaymaya başlarlar. Daha sonra da bir güç olarak kendisini gösterir.

    “Bu zaman, imanı kurtarmak zamanıdır. Seyr-i süluk-u kalbi ile, tarikat mesleğinde bu bid’alar zamanında çok müşkülat bulunduğundan, Nur dairesi hakikat mesleğinde gidip, tarikatlerin faydasını temin eder. (Emirdağ Lahikası-I, s. 237-238.)

    Medrese ve tekkenin durumu

    Yeri gelmiş iken, medrese, tekke ve zaviyenin durumunu, bu akımlar karşısındaki tavrını tespit edelim: Medrese, tekke ve zaviye Deccalizm’in saldırılarına cevap veremezdi. Çünkü, Deccalizm, “fen, felsefe ve ilim” perdesi altında geliyor. Oysa, Osmanlı’nın Yükselme Devri’nde, Fatih Sultan Mehmed zamanında, Sahn-ı Seman üniversitelerinde, din ilimleri ile fen ilimleri yan yana okutuluyordu.

    Daha sonra medrese ve tekkelerden fen ilimleri kaldırılmıştı. Bundan dolayı taassup hüküm sürüyordu. Oysa, İslamiyet “taassubu” değil, “selabeti”, hakkı, gerçeği, akıl ve bürhanlarla bulduktan sonra ona sıkı sıkı sarılmayı getiriyor. Ne yazık ki, medrese ve tekke bundan mahrumdu.

    Şimdi medreseden çıkmış, medresenin problemlerini teşhis etmiş ve reçetesini de yazmış Bediüzzaman’ın değerlendirmesini takip edelim:

    “Pek çok adam meylü’l-ağalık ve meylü’l-amiriyet ve meylü’t-tefevvukla mütehakkim geçinmek istediğinden, ilmin şanında olan teşvik ve irşad ve nasihat ve lutfu terk edip, kendi istibdad ve tefevvukuna vesile-i cebir ve tanif eder. İlme hizmete bedel, ilmi istihdam eder. Buna binaen, vezaif ehil olmayanın ellerine geçti. Bahusus medaris (Osmanlı üniversiteleleri) bununla indirasa yüz tuttu. Buna çare-i yegane, daire-i vahidenin hükmünde olan müderrisleri, darülfünun gibi çok devaire tebdil ve tertip etmektir. Ta, herkes sevk-i insanisiyle hakkına gitmekle, hikmet-i ezeliyenin emr-i manevisini, meyl-i fıtrisiyle imtisal edip kaide-i taksimü’l-a’male tatbik edilsin.” (Muhakemat, s. 47.)

    Bu arada, medresede, “alet” ilmi olan Arapça’ya kaydı nazarlar. Sanki alet ilmini okuyunca, diğer ilimler de tahsil edilmiş oluyordu. Devamını medrese ehlinden dinliyoruz:

    “Ulum-u medarisin tedennisine ve mecra-yı tabiiden çevrilmesine bir sebeb-i mühim budur: Ulum-u aliye maksud-u bizzat sırasına geçtiğinden, ulum-u aliye mühmel kaldığı gibi, libas-ı mana hükmünde olan ibare-i Arabiyenin halli, ezhanı zaptederek, asıl maksut olan ilim ise tebei kalmakla beraber ibareleri bir derece mebzul olan ve silsile-i tahsile resmen geçen kitaplar evkat, efkarı kendine hasredip harice çıkmasına meydan vermemeleridir.”(A.g.e. 47)

    ***

    Günümüz insanının zamanı kısa, ömrü kısa, işleri çok, vakit sermayesi ise pek azdır. Medrese usulü ile ilim tahsil edemez. Çünkü, medrese usul ve metoduyla en azından, 10-15 sene gerekir ki, ancak İslami kelime ve mefhumlar anlaşılabilsin, Kur’an dili ve mefhumlarına hakimiyet sağla-nabilsin. Oysa buna zamanımızın şartları müsait değil. Halbuki, bu meselelerin öğrenilmesi, müzakere ve mütalaa edilmesi gerekir:

    “Ehl-i ilim, ehl-i tasavvuf ve ehl-i mektep ve fen, Bediüzzaman’ın eserlerinden sadece istifaza ve istifade ederler. Evet, üç aylık bir tahsili bulunan ve kırk seneden beri Kur’an-ı Kerim’den başka bir kitapla iştigal etmeyen, yüz otuzu Türkçe, on beşi Arapça olan eserlerini telif ederken hiçbir kitaba müracaat etmediği, henüz hayatta olan katipleri tarafından şehadet edilen, esasen kütüphanesi de bulunmayan, yarım ümmi bir zat, öyle misilsiz bir ilanatla, ulum-u cedide de dahil mütenevvi’ ilimlerde, yüksek alimler ve büyük mürşidlerle, genç yaşında yaptığı münazaraların hepsinde muvaffak olduğu meydanda bulunan, ittifaklı olan meseleleri tasdik ve ihtilaflı olanları tashih eden, kendisi için “Bediüzzaman’ın cevap veremeyeceği bir sual yoktur” diye allameler tarafından tasdik edilen ve Avrupa’nın bir kısım idraksiz ve garazkar feylesoflarının, müteşabih ayet-i kerime ve hadis-i şeriflere yaptığı taarruz-larını, o ayet ve hadislerin birer mu’cize olduğunu eserleriyle ispat ederek itirazlarını kökünden yıkan ve böylece evhama düşürülen bazı ehl-i ilmi de kurtarıp, İslamiyete olan hücumları akim bırakan Said Nursi gibi bir müellifin, elbette dahi bir müfessir-i Kur’an ve onun ilminin vehbi ve vasi’ olduğuna, eserleri olan Nur Risalelerinin bir hayat boyunca okumaya layık harika bir şaheser olduğuna şüphe edilemez.” (Sözler, 709.)

    Medreselerde okutulan Arapça gramerin başlangıcı olan “Emsile, Bina, İzhar, Maksut” gibi eserleri okumak, dili öğrenmek içindir. Yani, Arapça, alet ilmidir. Arapça aleti ile, Kur’an’ın feyiz kapıları açılacaktır.

    Arapça’yı okumak da kafi değildir. Bunun yanında, pek çok formüllerin öğrenilmesi gerekmektedir. Mesela, Latince’yi öğrenmekle felsefe; Farsça’yı veya Osmanlıca’yı öğrenmekle Divan Edebiyatı hakkında málumat sahibi olunulmuş olmaz! Bunun yanında, o dillerle yazılmış eserlerin incelenmesi tetkik edilmesi gerekir.

    Aynen onun gibi, Arapça ve sair alet ilimlerini öğrenmek kifayet etmez. İşte Risale-i Nur, bir taraftan Kur’an’i kelimeleri öğretirken, diğer taraftan İslami kültürün, ilimlerin derinliğine nüfuz edecek ilimleri, kelime ve mefhumları, formülleri de öğretmektedir. Bunu da, aynı anda, çok kısa zamanda yapmaktadır.

    II. Bölüm

    Bu zamandaki Kur’an’i hizmet stratejisini kim çizecek?

    Tekrar vurgulayalım ki, örnek alacağımız yegane şahsiyet, Peygamber Efendimiz (a.s.m.), yegane kitap, “Madem mürşidimizdir, üstadımızdır, imamımızdır, her bir adabda rehberimizdir.” (Barla Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, s. 11.) Kur’an ve onun gerçek müfessiri Sünnet’tir. Öyle ise günümüz hizmet, tebliğ, irşad, cihad stratejisini de Kur’an formüle etmiştir.

    Her ilmin, her sahanın bir uzmanı, otoritesi vardır. Kur’an ve Sünnet, ebede kadar baki olduğuna ve bütün zaman ve mekanlara, meslek ve meşreplere hitap ettiklerine ve iki dünya saadetinin anahtarını taşıdıklarına göre; bu zamandaki mesajlarını almak, anlamak için de yine bir “müceddide, müçtehide”, yani ihtisas sahibi ve otoriteye ihtiyaç var.

    Her mevsimde, rağbet edilen bir mal, meyve bulunur. Kışın yünlü, kalın elbiseler, “C Vitamini” ihtiva eden meyveler; yazın ince beyazlar giyecekler ve sulu meyveler rağbettedir.

    Alem çarşısında, meşherinde, sosyal hayatında da, her asırda, her devirde bir fikir, düşünce, hüküm rağbet görür. Bütün kabiliyetler, istidatlar, fikirler, akıllar, duygular ona teveccüh eder.

    Bugünkü hastalığın temelinde, “inanç-sızlık, iman ve ahlak zaafı” yatmaktadır. Tıpkı, Kur’an’ın nazil olduğu ilk devreye benzemektedir. Kur’an surelerine baktığımızda, Mekki ayetlerin iman şartları, Medeni ayetlerin İslam şartları üzerinde durduğunu görürüz. Bu da, “surelere göre” nasıl bir yol ve usul takip edeceğimizi göstermiyor mu?

    Ayrıca, Kur’an ve Sünnetin müteşabihatı, yani teşbih, benzetme yolu ile de anlattığı bir çok meseleler var. Herkes, her meselesini idrak edemez. Bilhassa, “Sana Kur’an’ı indiren de Odur. O Kur’an’ın ayetlerinden bir kısmı hüküm ve manası açıkça ve kolayca anlaşılan muhkem ayetlerdir ki, kitabın aslı ve anası bunlardır. Bütün hükümler bu ayetlere göre verilir. Diğer bir kısım ayetler ise değişik şekillerde anlaşılması mümkün olan müteşabih ayetlerdir ki, bunların asıl manasını herkes kolayca anlayamaz. İşte kalplerinde sapıklığa meyil bulunan kimseler, muhkem ayetleri bırakır da, fitne aramak ve yalan yanlış yorumlayıp halkı şüpheye düşürmek için müteşabih ayetlere yönelirler. Halbuki o ayetlerin tefsirini, Allah’tan başkası bilemez. İlimde derinlik ve istikamet sahibi olanlar ise, ‘Biz buna inandık, muhkem ayetler de, müteşabih ayetler de hepsi Rabbimizin katından indirilmiştir’ derler. Bunları ancak akıl sahibi olanlar düşünüp anlar” (Al-i İmran, 7.) ayetinde haber verilen hususların “ilimde derinlik sahibi olanlar” tarafından açıklanması gerekir.

    Müçtehid ve müceddidlere de, “…Halbuki bu haberi yayacak yerde, Peygambere ve mü’minlerden ihtisas ve selahiyet sahibi kimselere müracaat etselerdi, elbette o kimselerden hüküm çıkarmaya ehliyetli olanlar işin doğrusunu bilirlerdi…” (Nisa, 83.) ayeti işaret etmektedir.

    Günümüzün müçtehidi, müceddidi Bediüzzaman Said Nursi’dir. Bu asırda Kur’an ve Sünnete hizmet stratejisini de o çizecektir. Onun da hizmet metodu, Kur’an ve Sünnet, yani Ehl-i Sünnet ve Cemaat yoludur. Diğer bir ifadeyle, Asr-ı Saadeti model olarak almış, o parlak hizmet devrinin üslubunu günümüze taşımıştır.

    Şüphesiz ki, Bediüzzaman’ı, Risale-i Nurları müceddid, müçtehid kabul etme-miz; sadece hissi, kalbi bir taraftarlık ile körü körüne bir muhabbet bağlılığına dayanmıyor:

    “Zannederim ki, o enaniyet-i ilmiyeyi fazla taşıyan zatlar da anladılar ki, neşrolunan Sözler, hakaik-i Kur’an’iyenin birer anahtarı ve o hakaiki inkar etmeye çalışanların başlarına inen birer elmas kılınçtır. O ehl-i fazl ve kemal ve kuvvetli enaniyet-i ilmiyeyi taşıyan zatlar bilsinler ki, bana değil, Kur’an-ı Hakime talebe ve şakirt oluyorlar; ben de onların bir ders arkadaşıyım. Haydi, farz-ı muhal olarak, ben üstadlık dava etsem, madem şimdi ehl-i imanın tabakatını, avamdan havassa kadar, maruz kaldıkları evham ve şübehattan kurtarmak çaresini bulduk; o ulema ya daha kolay bir çaresini bulsunlar veyahut bu çareyi iltizam edip ders versinler, taraftar olsunlar. Ulemaü’s-su’ hakkında bir tehdid-i azim var; bu zamanda ehl-i ilim ziyade dikkat etmeli. Halbuki, bilmecburiye bunu haber veriyorum ki:

    “Bu dürus-u Kur’an’iyenin dairesi içinde olanlar, allame ve müçtehidler de olsalar, vazifeleri, ulum-u imaniye cihetinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü, çok emarelerle anlamışız ki, bu ulum-u imaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enaniyet-i ilmiyeden aldığı bir hisle, şerh ve izah haricinde bir şey yazsa, soğuk bir muaraza veya nakıs bir taklitçilik hükmüne geçer. Çünkü, çok delillerle ve emarelerle tahakkuk etmiş ki, Risale-i Nur eczaları Kur’an’ın tereşşuhatıdır; bizler, taksimü’l-a’mal kaidesiyle, her birimiz bir vazife deruhte edip o ab-ı hayat tereşşuhatını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz.” (Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, s. 413)

    Evet, Risale-i Nur incelendiğinde, Kur’an’ın bir manevi parıltısı, mu’cizesi ve Sünnet’in günümüze bakan bir yansıması olduğu apaçık görülür. İslam’ı, başta iman, İslam şartları olmak üzere, ibadet, hukuk ve ahlakını en güzel anlatan ve tebliğ eden, en kısa, en iktisatlı, en emniyetli, en rahat, en kolay, en kestirme, en sevaplı hizmet yo-lunu çizdiği de şüpheden varestedir. Çünkü Kur’an’i irşad böyledir:

    “Şimdi tahakkuk etmiş, şu şöyledir. Öyleyse, şek ve şüphe etmemek lazımdır ki, muciz ve en yüksek derece-i belagatta olan Kur’an-ı mürşid, esalib-i Arab’a en muva-fıkı ve tarik-i istidlalin en müstakim ve en vazıhı ve en kısasını ihtiyar edecektir. Demek, hissiyat-ı ammeyi tefhim ve irşad için bir derece ihtiram edecektir. Demek, delil olan intizam-ı kainatı öyle bir vecihle zikredecek ki, onlarca maruf ve akıllarına menus ola. Yoksa delil, müddeadan daha hafi olmuş olur. Bu ise, tarik-i irşada ve meslek-i belagata ve mezheb-i i’caza muhaliftir. Mesela, eğer Kur’an deseydi, ‘Ya ey yühennas! Fezada uçan meczup ve misafir ve müteharrik olan küre-i zemine ve cereyanıyla beraber müstakarrında istikrar eden şemse ve ecram-ı ulviyeyi birbiriyle bağlayan cazibe-i umumiyeye ve feza-yı gayr-ı mütenahide dal ve budakları münteşir olan şecere-i hilkatten, anasır-ı kesireden olan münasebat-ı kimyeviyeye nazar ve tedebbür ediniz-ta Sani-i alemin azametini tasavvur edesiniz.” Veyahut, “O kadar küçüklüğüyle beraber bir alem-i hayvanat-ı hurdebiniyeyi istiab eden bir katre suya, aklın hurdebiniyle temaşa ediniz-ta Sani-i Kainatın herşeye kadir olduğunu tasdik edesiniz.” Acaba, o halde delil müddeadan daha hafi ve daha muhtac-ı izah olmaz mıydı? Hem de onlarca muzlim birşeyle, hakikatı tenvir etmek veyahut onların bedahet-i hislerine karşı mugalata-i nefis gibi bir emr-i gayr-ı makule teklif olmaz mıydı? Halbuki i’caz-ı Kur’an pek yüksek ve pek münezzehtir ki, onun safi ve parlak damenine ihlal-i ifham olan gubar konabilsin.” (Muhakemat, s. 12-13.)

    Bediüzzaman’ın iman, kelam, fıkıh, sosyoloji, eğitim, ahlak, pedagoji, tasavvuf, psikoloji gibi hemen her sahada Kur’an’i çerçevede çizmiş olduğu yeni, yepyeni metodlara, günümüz “hizmet stratejisini” de ekler. Çünkü, Kur’an’ın tebliği, İslami irşad ancak gelişen ve değişen şartlara, ilmi gelişmelere paralel hizmet anlayışıyla mümkündür.

    Bugünün imamı-müceddidi: Risale-i Nur

    Tecdid; yenileme, restorasyon, imar demektir. Müceddid yeni ve değişik bir hüküm koymaz, koyamaz. Ancak, Kur’an ve Sünnette var olan hükümleri, açığa çıkarır, yeni ve orijinal bir üslup geliştirir, asrın anlayışına göre izah ve ispat eder. Bu arada, İslamiyete hulul eden ve başka kültürlerden sızan hurafe ve yanlışları te-mizler. Yeni bir bakış açısı getirir.

    ***

    Her konuda olduğu gibi, imamet, müceddidlik meselesinde de müracaat edeceğimiz birinci kaynak, Kur’an’dır. İkinci kaynak ise, Sünnet’tir, hadisdir. İmamlık, önderlik, müceddidlik, müçtehidlik gibi meselelere, Kur’an, şöyle işaret etmektedir:

    “Allah’a itaat edin, Resule ve sizden olan emir sahibine de itaat edin…” (Nisa, 59.)

    Peygamber Efendimiz (a.s.m.), bu ayet-i kerimeye, “Kim zamanının imamını tanımadan ölürse, cahiliyye ölümüyle ölür” şeklinde de bir yorum getirmiştir.

    Ömer Nasuhi Bilmen, “ululemr” kelimesini fıkıh ıstılahı olarak ele alarak şöyle yorumlar:

    “Ya İslam cemaatinin intibahiyle veya kendisinin kuvvet ve nüfuzuyla hakimiyet makamını ihraz edip, Müslümanların bir emniyet ve selamet dairesinde yaşamalarını temine muvaffak olan herhangi bir müslim zattır.”

    Şu halde, “emir”i, sultan, halife diye anlamak mümkün olduğu gibi, “imam, müceddid, müçtehid” diye anlamak da mümkündür. O kelimeye bu manaları da yüklemek mümkündür.

    Yani, bu zat, iman, ibadet, ilim, fikir, düşünce, eğitim, ittihad-ı İslam, yüksek İslam siyaseti ve içtimai meseleler hakkında, kuvvetli bir dirayete, otoriteye sahip olup, bu noktalarda yeni ve orijinal çığırlar açarak, Müslümanları bir araya getirendir…

    Bu husustaki hadis sadece yukarıda zikrettiğimiz değildir. Müceddidlik meselesine temas eden bir diğer hadis de şöyledir:

    “Muhakkak ki Allah, bu ümmete her yüz sene başında dinini yenileyen bir müceddid gönderir.” (Ebu Davud, Melahim:1)

    İman-küfür mücadelesi ve imtihan devam ettiğine göre, dini meselelerde de Müslümanlar ya zayıflatılmakta, ya bir takım hurafe ve yanlışlar dine sokulmaktadır. Bunlar, cehaletten kaynaklandığı gibi, kasıtlı da olabilir. İşte, müceddidler, gelişen ve değişen şartları da nazara alarak, dini meselelere yeni yorumlar getirirler, hurafe ve yanlışlardan sıyırırlar.

    Bu konuya Al-i İmran Suresinin 7. ayeti destek verdiğini söylemek, herhalde yanlış bir yorum olmaz:

    “Onun tevilini Allah’tan başkası bilemez. İlimde derinlik ve istikamet sahibi olanlar ise, ‘Biz buna inandık. Hepsi Rabbimizin katından indirilmiştir.”

    Böylece esrarlı ve gizli hakikatlere, mecaz ve müteşabih olan meselelere açıklık ve gerçekleri dile getirmeye gayret ederler.

    Yalnız gözden kaçırılmaması gereken önemli bir nokta vardır: Müceddidler, müctehidler yeni bir mesele ilave etmezler, yeni bir hüküm koymazlar. Onlar da, Kur’an’a ve Sünnet’e tabidirler. Remzen, işareten konmuş olan kapalı hükümleri, meseleleri sadece, açıklarlar, yorumlarlar, ortaya çıkarırlar, zamanın anlayışına sunar-lar, yeni ve orijinal bir açıdan ele alırlar…

    Ve İslamiyete yapılan hücumları durdururlar, sokuşturulmuş olan hurafeleri temiz-lerler, yanlış anlaşılmaları engellerler. İslamı, asrın idrakine sunarlar.

    ***

    Şu halde, bugün de, Bediüzzaman’ın tesbitiyle, “Evet, bu zamanda, hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimaiye (toplum hayatı) ve şeriat için, hem hukuk-u amme (herkesin hukuku, insan hakları, hayvan hakları, eşya hakları) ve siyaset-i İslamiye (İslamın siyaset stratejisi, tebliğden içtimai meselelere, devlet idaresi ve partilerin nasıl olması lazımgeldiğine, propagandanın usulüne kadar her meseledeki siyaseti kastediyor) için, gayet ehemmiyetli bir müceddid ister”

    Zira, iman esasları, ilim ve felsefe tarafından hücuma maruz… İbadetler terkediliyor. Terbiye-i İslamiye zedelenmiş. Şüphe ve vesveseler her tarafı kuşatmış. Hurafeler almış başını gidiyor. Haklar çiğneniyor, ibadet, din, ahlaktan ziyade başka dünyevi meseleler ön plana çıkmış.

    ***

    Yukarıdaki izahlar ışığında, Risale-i Nur’un, dolayısıyla Bediüzzaman, günümüzün müceddidi, müçtehididir. Evet, müceddidler zenbil ile gökten inmezler. Ortaya koydukları çalışma, performans ve eserleriyle kendilerini gösterirler.

    İmam-ı Gazali de İmam-ı Rabbani gibi bir müceddiddir. O da ilk 50 yılı aşkın bir zaman inkar edilmiş, yani kabul edilmemiştir. Hatta, zamanın resmi dini otoriteleri tarafından eserlerinin İslama aykırılığı” gerekçesiyle, yakıldığı ifade edilir. Ancak, Gazali, daha sonraları, asırlar boyu, günümüze kadar “Hüccetü’l-İslam” (İslamın delili, İslamın hak olduğunun ispatı) olarak kabul edilegelmiştir.

    “Ve her asırda dine ve imana tam hizmet eden müceddidler geldikleri gibi, bu acip ve komitecilik ve şahs-ı manevi-i dalaletin tecavüzü zamanında bir şahs-ı manevi müceddid olmak lazım gelir. Eski zamana benzemez. Şahıs ne kadar da harika olsa, şahs-ı maneviye karşı mağlup olmak kabildir. Risale-i Nur’un o cihette bir nevi müceddid olması kaviyyen muhtemel olduğundan, o sıfatlar-haşa-benim haddim değil; belki mükerrer yazdığım gibi, benim hayatım Risale-i Nur’a bir nevi çekirdek olabilir. Kur’an’ın feyziyle, Cenab-ı Hakkın ihsanıyla o çekirdekten Risale-i Nur’un meyvedar, kıymettar bir ağaç hükmüne icad-ı İlahi ile geçmesidir. Ben bir çekir-dektim, çürüdüm, gittim. Bütün kıymet Kur’an-ı Hakimin manası ve hakikatli tefsiri olan Risale-i Nur’a aittir.” (Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, s. 377.)

    Bediüzzaman, Risale-i Nur’lar ile içtihad etmiş, yenilemiş, iman meselelerini ispat etmiş, ibadet ve sünnet-i seniyyeyi ihya etmiş, İslama sokulan yanlış anlayış ve düşünceleri, hurafeleri, bid’atları temiz-lemiştir.

    Sözler ile iman esaslarını izah ve isbat ederek, Tabiat Risalesi ile, tabiatperest felsefecilerin, pozitivistlerin kalelerini yerle bir etmiş, Gençlik Rehberi ve Hanımlar Rehberi ile Freudizmcileri, sair eserleri ile Darwinistlerin mesleklerinin çürük olduğunu izah etmiş. Nur Külliyatı ile, “pozitivizm, ateizm, Marksizm, komünizm, sosyalizm, kapitalizmi, Freudizm, Darwinizm, laikizm, sekülarizm” gibi. Ne kadar “izm” varsa, hepsinin iddialarını çürütmüş, İslam’a olan hücumlarını, ilmi, akli, mantıki kalkanlar ile durdurmuştur.

    İbadetlerin lüzumunu isbat etmiş, din ve şeriatın ticaret, miras, ukubat meselelerinin psiko-sosyolojik tahlilini yapmış, Münazarat ve Lahikalar ile siyaset-i İslamiye ve hukuk-u ammeye dair meseleleri halletmiş. İslam aleminin ve insanlık aleminin problemlerini teşhis etmiş, reçetesini yazmış…

    Hemen her konuda, yeni bir yorum, orijinal bir değerlendirme getirmiş. Altı bin küsür sahifelik Risale-i Nur eserleri incelendiğinde, baştan ayağa, her müşkülün halledildiği, her probleme çare getirildiği görülür. Şimdiye kadar, 20 binin üzerinde meseleye temas ettiği, izah ve isbat ettiği, akıl, kalb ve vicdanları tatmin eder tarzda ortaya koyduğu tesbit edilebilmiş.

    İman edenlerin “imanlarının takviye” ve taklitten kurtulup hakiki iman etmeleri de Risale-i Nur’un vazifeleri içindedir. Şu ayet de onu emrediyor:

    “Ey iman edenler! Allah’a, Resülüne, Resulü üzerine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaplara hakkıyla iman edin…” (Nisa, 136)

    Evet, ayetin başındaki hitap önemli. Birkaç yerde tekrarlanıyor:

    “Ey iman edenler, iman edin!.. Allah’a ve Resulüne hakkıyle iman etmek!”

    İşte Risale-i Nur’un bir özelliği de, ehl-i imanın imanlarını takviye etmek, hakkıyla iman etmelerine yardımcı olmaktır.

    İslam kaynaklarında müctehid

    İslam kaynaklarında, bir müçtehid ve müceddid de bulunması gereken şartlar, teferruatlı olarak sıralanmaktadır.

    Bir müçtehidde mutlak bulunması gereken şartlar: Adalet sahibi olması (yani fasık olmaması), akıl olması (mecnun ve matuh olmamak), büluğa ermiş olması, erkek olması, hür olması.

    Bulunması temenni edilen şartlar: Usül ve füru’da müçtehid sahibi olmak, dinin bütün meselelerini bilmek; rey sahibi, yani idari, siyasi, askeri, içtimai meseleleri bilmek; şecaat sahibi olmak, yani cesur olmak, insanlardan korkusuz olmak.

    İhtilaflı olan şartlar: Kureyş kabilesinden olması, Haşimi olması, dinin bütün meselelerini bilmesi…

    Hiç şüphesiz ki, üzerinde alim ve müdakkik, sahanın uzmanı zatların üzerinde ittifak ettikleri bu hususların hepsini Bediüzzaman Said Nursi şahsında toplamaktadır. Ancak o, bu özellikleri Risale-i Nur’a vermektedir.

    ***

    Nisa Suresinin 125. ayeti gibi, pek çok ayet de, dolaylı olarak, “müceddidlik” meselesine ışık tutmaktadır. Kur’an-ı Azimüşşan’a müracaat edelim:

    Tam bir teslimiyetle Allah’a yönelen, ihlasla ibadet ederek batıl dinleri bırakıp İbrahim’in dini olan İslama uyan kimseden din yönüyle daha güzel kim vardır? İbrahim’i ise Allah dost edinmiştir.”

    Sevgi mertebelerinin en yükseği olan dostluk konusu ile, Bediüzzaman’ın, ibadet, ihlas ile İslama sarılması, hepimizce malumdur. Şu halde, Kur’an’ın bu ayetine göre, “O da Allah dostlarındandır” demeye ne mani vardır?

    ***

    Evet, Bediüzzaman, yani Risale-i Nur’lar müceddiddir. İçtihad ve müceddid mevzuunu anlatmada ölçümüz Kur’an ve hadis olmalıdır. Çünkü yegane mihenk önce Kur’an, sonra hadis, yani Sünnettir. Yukarıda onlardan bazı örnekler sunmaya çalıştık.

    Şu halde şu hükmü rahatlıkla verebiliriz: Günümüzde, iman, ibadet, eğitim, tebliğ, içtimai hayat, siyaset ve sair konularda söz, fetva Bediüzzaman’ın, Risale-i Nur’un’dur. Öyle ise, ancak onun Kur’an ve Sünnet’ten istihraç ederek çizdiği stratejiler muvaffak olur, yerli yerine oturur. En kısa, en zararsız, en emin, en geniş metod da onundur. İfadelerimizi mübalağalı bulanlara, Risale-i Nur’u incelemelerini, akıl, kalb ve vicdanlarıyla hüküm vermelerini tavsiye ediyoruz… Herhangi bir abartma veya yakıştırma içinde olmadığımızı, tahkik ettikten sonra anlayacaklardır…

    Bu mevzuu, yine Bediüzzaman’ın teşhisiyle kapatalım:

    “Medhiniz Nurlara ait olabilir. Ve gördüğünüz meziyetler benim değil, Risale-i Nur’undur. O da Kur’an-ı Hakimin bir hakikatinin bir tefsiridir. Ve her asırda, dine ve imana tam hizmet eden müceddidler geldikleri gibi, bu acip ve komitecilik ve şahs-ı manevi-i dalaletin tecavüzü zamanında bir şahs-ı manevi müceddid olmak lazım gelir. Şahıs ne kadar harika olsa, şahs-ı maneviye karşı mağlup olmak kabildir. Risale-i Nur’un o cihette bir nevi müceddid olması kaviyyen muhtemel olduğundan; o sıfatlar haşa benim değil… Ben bir çekir-dektim, çürüdüm, gittim. Bütün kıymet Kur’an-ı Hakimin manası ve hakikatli tefsiri Risale-i Nur’a aittir.” (Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, s. 376-377.)

    III. Bölüm

    Risale-i Nur’da tecdid ve ilme bakış

    Bediüzzaman, İslami ilimler dahil, sosyal konularda da hemen her sahada söz sahibidir. 1907 yılında, İstanbul’a geldiğinde, Şekerci Han’ın kapısına şu levhayı asar:

    “Burada her suale cevap var, fakat sual sorulmaz.”

    Dünya çapında bir olaydır bu. Çünkü, yaşı henüz 30’dur ve “Her suale cevap var!” diye ilan etmektdir ve bir sınır koymamış, branş belirtmemiştir! Ayrıca, demiyor ki, “Kur’an, hadis, kelam, fıkıh” gibi İslami mevzularda her suale cevap ve-rilir!” Fen ve sosyal ilimler dahil, “Her suale cevap verilir!” diyor. Hiç şüphesiz ki, bu kuru bir iddia değildi. Bunu fiilen de göstermiş; ispat etmiştir. Tarihçe-i hayatı bunun delilidir. Ayrıca, altı bin küsür sahifeyi tutan Risale-i Nur’lar da bunun mücessem bir bürhanıdır.

    ***

    Onun ilimde yaptığı yenilik, tecdid, açtığı çığır iki noktada toplanabilir:

    1- İlimlerin kaynağını tespit etmesi: İnsanın dünyaya gönderilmesinin hikmetlerinden birisinin, “İnsan bu aleme dua ve ilim vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidat itibariyle her şey ilme bağlıdır” (Sözler, Yeni Asya Neş-riyat, s. 330) olduğunu söyleyerek ilave eder: “İnsanın vazife-i fıtriyesi taallümle te-kemmüldür, dua ile ubudiyettir.” (İman-Kü-für Muvazeneleri, Yeni Asya Neşr., s. 96)

    Bu hususu şu cümlelerle açar:

    “Cenab-ı Hakkın arzında beşerin halife olması, Allah’ın hükümlerini icra ve kanunlarını tatbik etmesi içindir. Bu ise tam bir ilme mütevakkıftır.” (İşaratü’l-İ’caz, Yeni Asya Neşriyat, s. 240-241)

    2-İlimleri tevhid etmesi, birleştirmesi: İlmi, Esma-i Hüsna açısından ele alarak, “Din ilimleri ile fen ilimleri” olarak tasnif edilen ilimdeki ikiliği, bölünmüşlüğü kaldırarak, “Allah hesabına müşahede edilen herşeyin ilim” (Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, s. 167) olduğunu kay-deder.

    “Fen ilimleri, gavur ilmi” diye tavsif edildiği devrede, Bediüzzaman şöyle bir çığır açar:

    İlim, Allah’ın “Alim” sıfatına dayanır birinci planda. Allah’ın ilmi, olmuş, olacak herşeyi kuşattığını, bu sıfatın insanlarda tecelli etmesiyle de ortaya çıktığını söyler.

    İslamiyet- iman-ilim münasebetini de şöyle bağlar:

    “İman saadetin anahtarı, marifet (ilim) ise terakkiyatın miftahıdır.” (Asay-ı Musa, Yeni Asya Neşriyat, s. 102.) “İlim odur ki, kalbe yerleşsin. Yalnız akılda kalsa, insana mal olmuyor.” (Hakikat Çekirdekleri, s. 2) “İslamiyetin menşei ilim, esası akıldır. Binaenaleyh, İslamiyetin hakikati kabul ve safsatalı evhamı reddetmek şanındandır.” (İşaratü’l-İ’caz, Yeni Asya Neşriyat, s. 107)

    Ve ilim-Esma-i Hüsna-fen-kainat münasebetini şöyle kuruyor:

    “Herbir kemalin, herbir ilmin, herbir terakkiyatın, herbir fennin bir hakikat-i alisi var ki; o hakikat bir ism-i İlahiye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyatı muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla, o fen, o kemal, o kemalat, o sanat; kemalini bulur. Hakikat olur. Yoksa yarım yamalak bir surette nakıs bir gölgedir.

    “Mesela hendese bir fendir. Onun hakikatı ve nokta-ı müntehası, Cenab-ı Hakkın ismi Adl ve Mukaddir, hendese ayinesinde o ismin hakimane cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.

    “Tıp bir fendir, hem bir sanattır. Nihayeti ve hakikati; Hakim-i Mutlak’ın Şafi ismine dayanıp eczahane-i kübrası olan ruy-i zeminde Rahimane cilvelerini, edviyelerde görmekle, tıp kemalatını bulur, hakikat olur.” (Sözler, Yeni Asya Neşriyat, s. 273)

    *Bu derin ilmi tahlillere tesbitlere binaendir ki, Türkiye’nin sayılı ilim adamlarından olan ve Bediüzzaman’ı çok yakından tanıyan asırdaşı A. Fuat Başgil şöyle demiş:

    “İlmine hayranım. Bizim ilmimizle asla mukayese edilemez. Aktıkça kabarıyor, kabardıkça akıyor.”

    Yeni hizmet metodları, çağdaş usuller

    Risale-i Nur, iman, ibadet, ahlak başta olmak üzere, tefsir, hadis, kelam, fıkıh, tasavvuf, sosyoloji, hukuk, pedagoji, eğitim ve sair bütün ilimlerde, içtihad ediyor, tecdid ediyor, yenilikler getiriyor, orijinal izahlar ortaya koyuyor. Yeni usul ve metodlar geliştiriyor. Çağdaş malzemeleri kullanıyor ve hizmette kullanılmasını öğreti-yor. Her ilmin mefhumlarını, terimlerini, kelimelerini öğretiyor.

    Binaenaleyh, “İslami terbiyenin zedelenmesi, eğitimin yasaklanması, İslami kültürün yok edilmeye çalışılması ve araya giren inkıtalar” yüzünden Müslümanlar dinlerine, inançlarına yabancı kaldılar. Hizmet stratejisi belirlenirken, bu noktalara ağırlık verilmesi gerekiyor.

    Dolayısıyla, hizmet ederken, Kelam ve tasavvufun eski metod ve usulleri ile değil, yeni ve çağdaş prensipleriyle hareket etmek gerekir. Aksi halde istenilen yere, gerekli zamanda varılamaz.

    Kelam yoluyla hizmet

    Kelam, isbat-ı Vacibü’l-Vücud, yani Allah’ın varlığı ve birliğinin ispatı başta olmak üzere, iman şartlarını delillere dayandırarak izah eden bir ilimdir. İslam felsefesi de diyebiliriz. Geçmiş asırlardaki kelam alimleri, asırlarının ilim, teknik ve zeka seviyelerine göre, bu sahada pek çok eserler vermişlerdir. Daha ziyade, “İmkan ve Hudus” dediğimiz, akli ve mantıki delilleri kullanmışlardır.

    Gayet tabii ki, ilim ve teknik ilerledi. Yeni yeni meseleler ortaya çıktı. Teknoloji, baş döndürücü bir hızla ilerlemeye de devam ediyor. Eski vasıtalar kağnı, at arabası, gemi, şimendifer, nasıl bu zamanın otomobil, tren, uçak ve füzelerine yetişemiyorsa; o zamanın ilim ve teknik imkanlarına göre yazılan kelam ilmi de, bu zamanın ilim ve tekniğine, sorularına, problemlerine yetişip cevap veremiyor.

    Bilhassa bugün ilim, fen ve felsefe yoluyla İslamiyete, Kur’an’a hücum edili-yor; çürütmeye çalışılıyor. İşte, eski kelam ilminin bu zamanın yaralarına merhem olamayacağını gören Bediüzzaman, Risale-i Nur ile, yeni bir kelam ilmi çığırı açmıştır. Onun ifadelerine göz atalım:

    “Risale-i Nur, ibadet yerinde ilim içinde, hakikata bir yol açmış. Süluk ve evrad yerinde mantıki bürhanlarla ilmi hüccetler içinde, hakikatü’l-hakaika bir yol açmış; ve ilm-i tasavvuf ve tarikat yerinde doğrudan doğruya ilm-i kelam içinde, ilmi akide ve usulü’d-din içinde bir velayet-i kübra yolunu açmış ki, bu asrın hakikat ve tarikat cereyanlarına galebe çalan felsefi dalaletlere galebe ediyor; meydandadır.” (Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşr., s. 80)

    ***

    İmkan ve hudus delilinin yanında, san’at, hikmet, gaye, yardımlaşma, temizlik, simalarda ve eşyalardaki mühür, ruh ve vicdan delili, fıtrat delili, Kur’an delili, peygamber delili, fizik, kimya, biyoloji, zooloji, botanik, astronomi, ekoloji ve sair bütün ilimlerin özlerinden çıkan delilleri kullanmıştır. Ve Üstad yeni bir kelam ilmi onların kalalarını yerle bir etmiş:

    *Tabiat Risalesi ile tabiatperestlerin felsefelerini çürütmüş. (Tabiat yarattı, se-bepler yarattı, kendi kendine oldu…)

    *Gençleri Freudizmin elinden kurtarmış. Gençlik Rehberi

    *Mütefekkirleri Ayet’ül Kübra ile hakikatlere davet etmiş.

    *Hanımlara Hanımlar Rehberi ile ikna edici dersler vermiş.

    *İhtiyarları felsefenin yıkıcı propagandasına karşı, Kur’an’i dersler vermiş. İhtiyarlar Risalesi…

    *İktisat-Şükür-Ramazan Risalesi

    *Siyaset tabiplerine Münazarat,

    *Mü’minlere Uhuvvet ve İhlas Risaleleri,

    *Hastalara ümid ve derman aşılayan ilaçlar.

    *Çocuk Taziyenamesi…

    *Hutbe-i Şamiye ile, İslam aleminin problemlerini halletmiş.

    Ve başta izah ettiğimiz gibi bütün ilimleri ihtiva eden, herkese hitap eden eserler…

    Ancak, mücerred kelam ilmiyle elde edilecek marifet-i İlahiyenin de tam huzur vermeyeceğini, (Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, s. 317.) ifade ederek, Kur’an tarzında olması gerektiğini belirtiyor. Yani, sadece “akıl ve ilim” ile değil, akıl, kalb, vicdan, sair his ve duygular da gıdasını almalı ki, “marifet-i kamile ve huzur-u tam” elde edilsin.

    Demek, kelam yoluyla İslam’a hizmet etmek isteyenler de, Risale-i Nur’un bu üslup ve metodu ile malzemelerini kullanacaklardır. Şüphesiz ki, Risale-i Nur, akıl, zeka ve zihinleri kendisine çekmez, yani dogmatiktir. O akla kapı açar, zihne kainat çapında geniş bir tefekküri saha açar. O sadece metodunu gösterir.

    İnsan akıl, kalb, vicdan, his, latife vesairesiyle bir bütündür. Sadece kalb değil, bütün duyguların doyması, tatmin olması gerekir. İşte Risale-i Nur, bu va-zifeyi görüyor. Dinliyoruz:

    “Risaletü’n-Nur ise der: “Her kim olursan ol; bak, gör. Yalnız gözünü aç, hakikati müşahede et, saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanını kurtar.”

    “Hem Risaletü’n-Nur sair ulemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez ve evliya misilli yalnız kalbin keşif ve zevkiyle hareket etmiyor. Belki akıl ve kalbin ittihat ve imtizacı ve ruh ve sair letaifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i alaya uçar. Taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar, hakaik-i imaniyeyi kör gözüne de gösterir.” (Kastamonu Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, s. 13.)

    Risale-i Nur, tarikat, tasavvuf yolunda yeni bir çığır, yeni bir hizmet yolu açmış.

    Eskiden, “insan-ı kamil” olmak, olgunlaşmak, mana aleminde ilerlemek için, insanlar mağaralara çekilirler, uzlethane veya çilehanelere girerlerdi. Daima zikir, fikir-şükürde bulunarak tevbe-i istiğfar ederlerdi. Allah Allah diye daima onun huzurunda bulunurlardı.

    Kur’an’dan alınan bütün hak tarikat ve tasavvuf yolunda gidenler, İslama hizmet yolunda büyük mücadeleler vermişler, cihad-ı maneviyi deruhte etmişlerdir.

    Artık zamanın şartları, vasıtaları değişti, kısaldı, sürat kazandı… Bediüzzaman öyle bir çığır açmış ki, mağaralara, çilehanelere girmeye gerek yok. Her yer çilehane, her yer uzlethane… Her an, huzur-u ilahide, daimi bir huzur elde etmek mümkündür:

    “İkincisi Tevhid-i hakikidir ki: Herşeyin üstünde sikke-i kudretini ve hatem-i rububiyetini ve nakş-ı kalemini görmekle, doğrudan doğruya herşeyden Onun nuruna karşı bir pencere açıp Onun birliğine ve herşey Onun dest-i kudretinden çıktığına ve Uluhiyetinde ve Rububiyetinde ve mülkünde hiçbir vech ile , hiçbir şeriki ve muini olmadığına, şuhuda yakın bir yakin ile iman getirmektir ve bir nevi huzur-u daimi elde etmektir.” (Sözler, Yeni Asya Neşriyat, s. 264)

    Bediüzzaman, “Zaman tarikat zamanı değil, hakikat zamanıdır” derken, tarikat ve tasavvufa karşı cephe almıyordu. Ancak, tarikatın eski metod ve sistemle yüreyemeyeceğini, kendisini yenilemesi gerektiğini ifade ediyordu.

    “Risale-i Nur’a hizmet imanı kurtarı-yor. Tarikat ve şeyhlik ise velayet mertebeleri kazandırıyor. Bir adamın imanını kurtarmak ise, on mü’mini velayet derecesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevaplıdır.” (Kastamonu Lahikası, s. 52.)

    “Risale-i Nur’un gıda ve taam hükmündeki hakikatlerinden hem akıl, hem kalb, hem nefis, hem his hisselerini alabilir. Yoksa yalnız akıl, cüz’i bir hisse alır, öte-kiler gıdasız kalabilirler.” (Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyatı, s. 59.)

    Nitekim, yukarıda verdiğimiz pasaj yüzlerce nümunelerden sadece bir kaç örnektir.

    Yoksa o, “Bütün hak tarikler Kur’an’dan alınmıştır” (Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, s. 505) diyerek, tarikatın asıl maksadını izah eder:

    “Tarikatın gaye-i maksadı, marifet ve inkişaf-ı hakaik-ı imaniye olarak Mi’rac-ı Ahmediyenin (a.s.m.) gölgesinde ve sayesi altında kalb ayağıyla bir seyr-i süluk-u ruhani neticesinde zevki, hali ve bir derece şuhudi hakaik-ı imaniye ve Kur’an’iyeye mazhariyet, tarikat, tasavvuf namiyle, ulvi bir sırr-ı insanı ve bir sır-ı beşeridir” (A.g.e., s. 488)

    Diğer taraftan, tarikat ve tasavvuf mesleğini, Sünnet-i Seniyye” dairesi içine çekmiş, taşkınlıkları törpülemiştir:

    “Velayet yolları içinde en güzeli, en müstakimi, en parlağı, en zengini sünnet-i seniyyeye ittibadır. Yani, a’mal ve hare-katında sünnet-i seniyyeyi düşünüp ve ona tabi olmak ve taklit etmek ve muamelat ve efalinde ahkam-ı şer’iyyeyi düşünüp rehber ittihaz etmektir.” (A.g.e., s.495)

    Devamla şöyle der:

    “Tarikat ve hakikat vesilelikten çıkmamak gerektir. Eğer maksud-u bizzat hükmüne geçseler, o vakit şeriatın muhkematı ve ameliyatı sünnet-i seniyyeye ittibaı resmi hükmünde kalır kalb öteki tarafa müteveccih olur.” (A.g.e., s. 498)

    Bu cümleden olarak, tarikat ehlinin düşme ihtimali olan bir vartaya, tehlikeye dikkat çeker:

    “İfrat ile tarikat taassubu taşıyanların bir kısmı adab ve evrad-ı tarikatı sünnet-i seniyyeye tercih etmekle, sünnete muhalefet edip, sünneti terk eder, fakat virdini bırakmaz. O suretle adab-ı şeriyeye bir lakaydlık gelir, vartaya düşer.” (A.g.e, s. 501.)

    Risale-i Nur ile tarikat ve tasavvuf yo-lunda açılan çığır, yeni metod ve yol ile, hem fen felsefenin hücumlarına sed çe-kilmiş, hem de ferdlerin bu hali ve kalbi ihtiyaçları karşılanmıştır:

    “Risale-i Nur, ibadet yerinde ilim içinde hakikatli bir yol açmış; süluk ve evrad yerinde mantıki bürhanlarla ilmi hüccetler içinde hakikatü’l-hakaika yol açmış; ve ilm-i tasavvuf ve tarikat yerinde doğrudan doğruya ilm-i kelam içinde ve ilm-i akide ve usulüddin içinde bir velayet-i kübra yolunu açmış ki, bu asrın hakikat ve tarikat cereyanlarına galebe çalan felsefi dalaletlere galebe ediyor, meydandadır.” (Emirdağ Lahikası)

    Bediüzzaman, tarikatın ve tasavvufun güzelliklerini anlatırken ve Risale-i Nur, 12 büyük tarikatın hakikatlarına cami olduğunu söylerken, diğer taraftan, “Zaman tarikat zamanı değil, belki imanı kurtarmak zamanıdır. Tarikatsiz Cennete gidenler çoktur, imansız Cennete giden yoktur” diyerek “bütün kuvvetimizle imana çalışmışız. Ben hocayım, şeyh değilim”, (Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşr, s. 28.) sözünü de sarfetmiştir.

    Bunun sebebi, yukarıda izah etmeye çalıştığımız gibi, günümüzde, tarikat ve tasavvufun eski zamandaki metod, üslup ve malzemeleri ile gidilemeyeceği hususudur. Çünkü, nasıl ki, seyahat vasıtaları değişmiş, aynen öyle de, ilim ilerlemiş, fen ve teknoloji başdöndürücü bir hız kazanmış. Buna paralel olarak da İslami hakikatlerin anlatılması gerekmektedir.

    IV. Bölüm

    Bu zamanın cihad stratejisini kim belirleyecek?

    Kur’an, bütün zamanlara baktığına ve bugüne bakan cepheleri bulunduğuna, Sünnet de, bütün asırları taradığına ve Kur’an’ın açıklaması, yorumu, şerhi olduğuna göre, bu zamandaki, “inkar-ı Uluhiyyet, felsefenin tasallutu, fen ve ilim”in İslama, Müslümanlara yaptığı saldırı ve hücumlara karşı “cihad stratejisini” kim çizecektir? Elbette bu asrın ve gelecek asrın müceddidi-müçtehidi Bediüzza-man Said Nursi.

    O, manevi cihadı, “iman”ın sağlam, çürümez, çürütülmez kaideleri üzerine bina eder. Yani, bu zamandaki cihad, “cihad-ı manevidir”, der:

    *Bu zamanın cihadının esasının, ilim, fikir, hikmet, ihlas ile nefis, şeytan ve sair kötülüklere karşı, “manevi cihad” olduğunu, “Asıl mesele bu zamanın cihad-ı manevisidir.” cümlesiyle vurgular.(Beyanat ve Tenvirler, Yeni Asya Neşriyat, s. 254.)

    Bunu fiilen de göstererek, dahilde maddi değil, manevi cihadın yapılacağını şu hadise ile anlatır:

    “Şeyh Said hadisesiyle hiçbir ilgisi olmadığı, hatta hadise öncesinde kendisinden destek isteyen Şeyh Said’i bu niyetinden vazgeçirmeye çalıştığı halde, Bediüzzaman hadise sonrasında, Van’da ikamet ettiği uzlethanesinden alınarak Burdur’a, oradan da Isparta’nın Barla nahiyesine götürülmüştür. Burada ‘manevi cihad’ hizmetini başlatmış.” (A.g.e., s. 19.)

    Şüphesiz ki, bu günümüzün cihadı, “iman-ı tahkiki” kılıncıyla olacaktır. Çünkü, “Kılınç, düşmana göre çekilir.” Yani, düşman hangi silah ile cihazlanmışsa, aynı şekilde mukabele etmek gerekir ki, tesirli olunabilsin.

    Bugün, düşmanın elinde, “Fen, felsefe, ilim, fikir ve sanayii silahları vardır. Cihadın, tebliğ, irşad ve davet bölümlerinde dahi, “kulluk ve takva” da beraber gitmelidir. Bu zamanın en etkili silahlarından birisi de, “muhabbet ve sevdirmek”tir; yoksa korkutmak, ürkütmek ve nefret ettirmek değildir.

    ***

    Bediüzzaman, “cihad-ı manevi”yi, “duygu, boyutuna” taşıyarak, bütün duygu, duyu his ve latifeleri de tatmin edecek tarzda izahlar getirmiştir. İlerde bu mevzuu da ele almaya çalışacağız.

    Cihad ve çeşitleri

    Buraya kadar olan bölümlerde, İslam alemini, ahirzamanın dehşetli akımlarını görmeye çalıştık. İçtihad ve müçtehid meselelerini etraflıca inceledik. Risale-i Nur’un nasıl bir hizmeti omuzladığını gördük. Şu halde cihad ve çeşitleri nedir? Kimler cihad ile mükelleftir, hangi vasıtaları, nasıl kullanacaklardır, günümüzde cihad nasıl yapılmalıdır?

    Cihad, cehd, gayret, Allah yolunda mukaddes değerler uğrunda mücadele, mücahede etmek ve savaşmaktır.

    Bütün mü’minler cihad ile vazifelidir. Cihad, “emr-i bilma’ruf, nehy-i anil-münker” (doğruyu, iyiyi, güzeli emretmek, kötü, çirkin zararlı şeylerden sakındırmak) ile, “davet, tebliğ ve irşad” mefhumlarıyla yakından irtibatlıdır. Daha doğrusu, onlar da cihadın unsurlarıdır. Cihadı, sadece silahlı mücadele olarak anlamak, eksik ve son derece yanlış bir anlayıştır.

    Cihadın maddi-manevi yönleri olduğu gibi, dahilde maddi, “ekonomik”, harice karşı silahla verilen bir de maddi boyutu vardır.

    Her Müslüman dahilde cihad-ı manevi ile görevli olduğunu gösteren ayetlerden birisi, “Allah yolunda nasıl cihad etmek gerekiyorsa öyle cihad edin. Dinine yardım etmek için sizi O seçti ve dinde üzerinize büyük bir güçlük yüklemedi…” (Hac, 78.) şeklindedir.

    “Nasıl cihad edilmesi gerekiyorsa”nın manası, cihadın çeşitlerini dikkatlere sunmaktır, başta iki kısma ayrılır:

    Maddi cihad, manevi cihad

    Maddi cihad, beden ile, mal ile yapılan cihaddır. Harici düşmanlara karşı silahlı mücadele, harpte beden ile yapılan kısmından olduğu açık.. Ancak harici cihada da şahıslar, yalnız başına karar veremezler. Yetki, sahanın uzmanları ve cumhur dediğimiz alimler heyeti ile kamuoyunundur.

    Cihadın, Kur’an ve Sünnetten çıkan diğer tasnifini de ana başlıkları ile verirsek şöyle bir tablo ile karşılaşırız:

    “Vasıtaları yönünden cihad: İlimle cihad, dil ile cihad, mal ile cihad, beden ile cihad.

    Hedef ve alanları açısından cihad: Nefs ile cihad, şeytana karşı cihad, münafıklarla cihad, kötülüklere karşı cihad, fitne ve fesada karşı cihad, bağilerle cihad, dış düşmanlarla cihad.

    Cihad-ı manevi: Tebliğ, irşad

    Şimdi cihad meselesini biraz daha açmaya çalışalım. Her mü’min istisnasız “emr-i bilma’ruf, nehy-i an’il-münker” diye tarif edilen ve “tebliğ, irşad” mefhumlarını da içine alan cihad ile vazifelendirilmiştir…

    Vahiy, İlahi bir tebliğdir. Cenab-ı Hakkın, “Habir, Rab, Hakim, alim” gibi isimleri, tebliğ ve irşada da bakar aynı zamanda.

    Cebrail (a.s.) de, “Hilkat-i kainatın en ehemmiyetli neticesi olan insanlarla münasebat-ı Rabbaniyeyi tebliğ ve izhar eden Cebrail Aleyhisselam” Allah ü Tealanın emirlerini insani elçilerine tebliğ etmekle vazifeli en büyük meleki tebliğci-lerden birisidir. Demek tebliğin aynı zamanda, “yaradılış ve rububiyet” dairesi ile de alakası bulunmaktadır.

    Resul-i Ekrem (a.s.m.) ins ve cinne Kur’an’ı tebliğ etmiş mürşid-i ekmeldir. Örnek alınacak yegane şahsiyettir:

    “Ve öyle bir Muhammed (a.s.m.) ki, alem-i gayb ve melekutu seyir ve ziyaret etmekle, ervahı müşahede ve melaikeyle musahabe, cin ve insanlara irşad vazifesini almıştır.” (Mesnevi-i i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, s. 47.)

    Örnektir, çünkü, “Hem, tebliğ-i risalette ve nası hakka davette o derece metanet ve sebat ve cesaret göstermiş ki, büyük devletler ve büyük dinler, hatta kavim ve kabilesi ve amcası ona şiddetli adavet ettikleri halde, zerre miktar bir eser-i tereddüt, bir telaş, bir korkaklık göstermemesi ve tek başıyla bütün dünyaya meydan okuması ve başa da çıkarması ve İslamiyeti dünyanın başına geçirmesi ispat eder ki, tebliğ ve davette dahi misli olmamış ve olamaz.” (Şualar, Yeni Asya Neşriyat, s. 120.)

    Yegane tebliğ kitabı Kur’an-ı azimüşşandır. Baştan ayağa, irşad, tebliğ ve davet kitabıdır. İrşadda öyle bir üslup kullanır ki, insanların vicdanlarının derinlikle-rine kadar nüfuz eder:

    “Kur’an-ı Mucizü’l-Beyan, nev-i beşeri (insanlığı) itaate irşad, isyandan zecr (zorlama) ve men etmek üzere kullandığı üslub-u alisine (yüksek üslubuna) bak:

    “Rahman Suresinin 23. ayetinde ‘Ey ins ve cin cemaati! Mülkümden hariç bir memlekete çıkıp kurtulmak için semavat ve arzın aktarından çıkmaya kuvvetiniz varsa çıkınız. Amma ancak bir sultanla çıkarsınız.”

    “Kur’an-ı Kerim bu ayetle, pek geniş saltanat-ı rububiyete (terbiye ettiği, hükmüne boyun eğdirdiği atomdan yıldızlara, galaksi sistemine kadar bütün kainat) karşı ins ve cinnin aczlerini ilan zımnında nida ediyor: ‘Ey insan-ı hakir, sağir, aciz! Ne suretle, şeytanları recmeden melaikeyle necimlerin, şemslerin, kamerlerin itaat ettikleri Sultan-ı Ezele isyan ediyorsun. Nasıl kocaman yıldızları mermi, kurşun yerinde kullanabilen bir askere sahip olan bir sultana karşı isyan etmeye cesaret edi-yorsun?” (Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, s. 174.)

    124 bin peygamber, “tebliğ” ile vazifelendirilmiştir.

    Hz. adem (a.s.m.) başlayan suhuf ve sair semavi kitaplar da irşad için indirilmiştir.

    Tebliğ, peygamberliğin beş vasfından en önemlisidir. Şu halde, irşad ve tebliğ, Muhammedi (a.s.m.), Kur’an’i, meleki, nebevi bir özelliktir.

    124 milyonu aşkın evliya da bu nurani irşad halkasında vazife almıştır. Ki, bunlardan bazıları, şu hadis-i şerife, “Ümmetimin alimleri İsrailoğullarının peygamberleri gibidir” mazharları olduklarıdır. (Bu hadis, kaynaklarda haber-i meşhur olarak geçmektedir. Bkz. Acluni, Keşfü’l-Hafa: 2:64; Tecrid-i Sarih Tercemesi: 1:107; Diyanet İşleri Yayınları). Başta Cafer-i Sadık (r.a.) ve Gavs-ı Azam (r.a.) ve Şah-ı Nakşibend (r.a.) olarak herbiri, ümmetin bir kısm-ı azamını tarik-i hakikate (gerçekler yolunda) ve hakikat-i İslamiyete irşad edenler,..” (Şualar, Yeni Asya Neşriyat, s. 89.)

    *Ve Bediüzzaman Said Nursi, bu tabakanın tebliğ ve irşad halkasının son ve en mükemmel meyve ve temsilcisidir.

    ***

    Pek çoğumuzun bildiği gibi, “emr-i bil-ma’ruf nehy-i an’il-münker”, dinin emrettiklerini ve sakındırdıklarını, yani Kur’an ve İslam hakikatlerini neşretmek; bildirmek, tebliğ etmek; kötü, çirkin ve zararlı şeylerden de insanları uzaklaştırmaktır. Aynı zamanda tebliğ ve irşad görevini şartlarına riayet ederek ifa etmektir.

    Şöyle de tarif edebiliriz: İslamı anlatmak, güzel ahlaka teşvik etmek, kötülükten sakındırmak. Bu vazifeyi Kur’an her mü’mine yüklemiştir. İlahi fermanlara kulak verelim:

    “Müminler ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek namazı kılar, zekatı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler. İşlerin sonu Allah’a varır.” (Hac, 41.)

    ***

    Her meselede olduğu gibi, gayet tabiidir ki, bu vazifeyi yerine getirmenin usul, metod ve prensipleri olmalıdır. Herkes, kendi anlayışına göre bir yol tutturamaz. Bu sahada otorite olan İslam uleması, irşadın prensiplerini madde madde sıralamışlardır. Ve çok değerli, orijinal Kur’an’i metod ve üsluplar çıkarmışlardır.

    Allah yoluna, güzellikle, iyilikle çağırmamız ve nezahet içinde mücadele etme-mizi bizzat Kur’an istiyor. Bu hususlar, tebliğ ve irşad bahislerinde uzun uzun ve en ince teferruatına kadar incelenmiş… Yeri geldikçe, biz de özet bilgiler sunacağız.

    “Emr-i bil-ma’ruf” hakkında bir çok ayet-i kerime vardır. Bunlardan birisi, “Allah’ın dinine sarılıp birlik olduğunuz gibi, içinizden öyle bir de öyle bir topluluk bulunsun ki, onlar insanları hayra çağırsın, iyiliği tavsiye edip, kötülükten sakındırsın. İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendisidir” (Al-i İmran, 104) diye emredilmektedir. Aynı surenin 110 ve 114. ayetlerinde de, “İyiliği tavsiye edip kötülükten sıkındırırlar ve hayırlı işlere koşuşurlar” diye ifade edilmektedir.

    Bu ayetler de, çeşitli hadislerle tefsir edilirler. Mesela, birisinde Peygamber Efendimiz (a.s.m.), “Hayatımı kudreti elinde tutan Zat’a yemin ederim ki, ya ma’rufu emredecek, münkeri yasaklamaya çalışacaksınız, veya Allah size, tarafından bir azap gönderecektir. Sonra siz Ona dua edeceksiniz, fakat duanız kabul olunmayacaktır” buyurmaktadır.

    Bir diğerinde de, “Bir kötülük gizli kaldığı vakit, zararı yalnız sahibine olur; açıktan yapılıp çevre tarafından değişti-rilmediği vakit ise, zararı umuma şamil olur” diye beyan edilmektedir.

    Çoğumuz şu hadisi duymuşuzdur: “Bir kötülük gördüğünüzde onu elinizle, buna gücünüz yetmiyorsa dilinizle, ona da gücünüz yetmiyorsa kalbinizle buğzediniz! Bu da imanın en zayıf derecesidir.”

    Konunun uzmanı olan muhaddisler, “el, dil ve kalp” konusuna açıklık getirmişlerdir. El, yani güç ile idareciler; dil ile arifler, alimler; kalb ile, mesele hakkında bilgisi olmayanlar düzelteceklerdir. Buna da güç getiremeyenler, zayıf bir konumdadırlar, evvela kendilerini yetiştirmeleri ve düzeltmeleri gerekiyor…

    Başta herkes, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) tabiriyle, “cihad-ı ekber”, yani “büyük cihad” ile mükelleftir. Yorumunu, hiç uzatmadan Bediüzzaman’dan dinleyelim:

    “Herkes kendi aleminde bir kumandan olduğundan, alem-i asgarında (kendi küçük dünyasında) cihad-ı ekber (büyük cihad) ile mükelleftir ve ahlak-ı Ahmediye ile tahalluk (Peygamber Efendimizin (a.s.m.) ahlakı ile ahlaklanmak) ve Sünnet-i Nebeviyeyi ihya ile muvazzaftır (Sünneti yaşamak ve hayata geçirmekle vazifeli.) (Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, s. 51)

    V. Bölüm

    Bediüzzaman’ın siyaset stratejisi

    Baştan beri çalışmamızı oturttuğumuz çerçeveye siyaset açısından bakalım:

    Risale-i Nur, Kur’an, iman, tefsir, hadis, kelam, fıkıh, tasavvuf, ahlak, eğitim, psiokoloji, sosyoloji sahalarında içtihad edip yenilikler getirdiği; Kur’an’i hizmet metod ve üslubunu çizdiği gibi, içtimai ve siyasi konularda da ölçüler koymuştur. Diğer bir ifadeyle, bu zamandaki siyaset stratejisinin fetva vazifesi de onundur.

    “Evet, bu zaman hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimai ve şeriat için, hem hukuk-u amme ve siyaset-i İslamiye için gayet ehemmiyetli birer müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-ı imaniye, muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nisbeten ikinci, üçüncü dördüncü derecede kalıyor. Rivayet-i hadisiyede tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imani hakaikteki tecdid itibariyledir. Fakat efkar-ı ammede, hayatperest insanların nazarında zahiren geniş ve hakimiyet noktasında ca-zibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslamiye ve siyaset-i diniye, cihetleriyle daha ziyade, ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile, o nokta-i nazardan bakıyorlar, mana veriyorlar.” (Kastamonu Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, s. 145.)

    “Şeair-i İslamiyeye ve siyaset-i İslami-yeye” (Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, s. 181.) tabirlerini kullanarak, İslamiyetin tebliğ, idare, dış meseleler vesair hususlarda da “siyaset”inin olduğunu vurgular ve muhtelif eserlerinde işler.

    Kastamonu, Emirdağ, Barla Lahikaları, Hutbe-i Şamiye, Münazarat, Divan-ı Harb-i Örfi, Tarihçe-i Hayat, Sünuhat gibi eserlerinde sosyal ve siyasi mevzuları inceler, ölçüler prensipler getirir, strateji belirler. Hatta Lem’alar gibi temel eserlerinde ve üzerinde, “Risale-i Nur Külliyatı”ndan yazan her eserinde siyasi ve içtimai konularla ilgili tahliller yapmıştır. Kendi tabiriyle, “Siyaset-i İslamiye perdesiyle o hakikate bakmış” asrın siyasi şablonunu, menfi siyaset cereyanları tespit etmiş; onlara karşı alınması gereken tedbirleri de göstermiştir. Hem siyasete, hem siyaset adamlarına yön vermiştir.

    Mesela, Münazarat, isimli eseri için, “İşte, tamimen lilfaide, suallerini cevaplarımla musafaha ettirerek şu kitabı yazdım; ta birbirine muavenette bulunsun. Hem de, görmediğim Ekrad ve emsaline, şu kitap, bana bilvekale onlarla konuşarak cevap versin; hem de, lisanları kalblerine tercümanlık edemeyenlere bedelen sual etsin. Elhasıl, şu kitap, tarafımdan cevap, onların canibinden sual etmek vazifesiyle mükelleftir. Hem de siyaset tabiblerine, teşhis-i illete dair hizmet ile muvazzaftır.” (Münazarat, Yeni Asya Neşriyat, s. 20.) ifadelerini kullanmaktadır.

    ***

    Bugün, gerek ülkemiz, gerekse İslam alemindeki akımlardan birisi, siyaseti “cihad” kabul eden ve din adına ortaya çıkan bir düşünce akımıdır. Bu cereyanın öncelik hedefi, siyasi yolla iktidarı elde etmektir. Diğer bir ifadeyle, “tepeden inme”metoduyla iktidarı ele geçirip, İslamın lehinde uygulamalar yapmak; toplumu, “siyaset” yoluyla ve ülkeyi bütün müesseseleriyle kökünden değiştirmektir.

    Bu anlayışa varılmasının bir sebebi de, “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse kafirin ta kendidir” (Maide, 44.) ayetinin yanlış veya eksik yorumlanmasından kaynaklanıyor olsa gerek.

    Ülkemizdeki “MNP-MSP-RP-FP hareketi, Mısırda İhvan-ı Müslimin, Cezayir’de FIS ile sair İslam ülkelerinde, benzeri siyasi ve sosyal hareketler, bunun yanında siyasi cemiyet, dernek, parti ve akımların önplana çıkarıldığı ve lokomotifin “siyaset” olduğu bir anlayıştır bu.

    Hemen belirtelim: Niyet halis olabilir, ama usul, metod yanlıştır. Çünkü, toplum, hayal ve ideallerle değil; sosyal kanunların tatbiki ile gelişir, değişir. Siyaseti birinci vasıta yapmak, hayalci bir görüştür. Bu da kolaycı, köşe dönmeci, hazırcı olduğundan birçok himmeti, istidadı, kabiliyeti kendisine çekebilmekte; zihinler, himmetler, kabiliyetler yıllarca siyasetin gaddar, zalim, hissi, girift, değişken, geçici meseleleriyle meşgul etmekte, sloganlar içinde boğmaktadır.

    Siyasetle hizmet yapmak isteyenler evvela şu sorunun cevabını kesinlikle bulmalıdır:

    “Kur’an ve Sünnet’in asrımızdaki siyaset stratejisini kim belirleyecektir?”

    Politikacılar mı, parti liderleri mi, köşe yazarları mı, kimyagerler mi, sosyologlar mı, mühendisler mi, eğitimciler mi, doktorlar mı? Yoksa, Kur’an ve hadis otoriteleri mi? Hiç şüphesiz ki, Kur’an ve Sünnet’in siyaset stratejisini de o sahanın uzmanları belirleyecektir.

    Başta ispat ve izah etmeye çalıştığımız gibi, hemen herkesin ittifakıyla, günümüzün Kur’an ve Sünnet otoritesi büyük İslam alimi, mütefekkiri, müceddidi, müçtehidi Bediüzzaman Said Nursi’dir. Öyle ise, Kur’an’ın siyaset stratejisini de o çizecektir.

    Günümüz siyasetindeki temel ihtiyaca dikkatleri şöyle çeker:

    “Bu zamanda öyle fevkalade hakim cereyanlar var ki, herşeyi kendi hesabına aldığı için, faraza hakiki beklenilen o zat (Mehdi) dahi bu zamanda gelse, harekatını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset alemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.46.)

    Bu teşhisi koyduktan sonra, “iman, hayat” ve İslam siyaseti ve hukukunun adı olan “şeriat” arasındaki münasebeti, çizgiyi netleştirir:

    “Hem, üç mesele var. Biri hayat, biri şeriat, biri imandır. Hakikat noktasında en mühimmi ve en azamı, iman meselesidir. Fakat, şimdi umumun nazarında ve hal-i alem ilcaatında en mühim mesele, hayat ve şeriat göründüğünden, o zat şimdi olsa da, üç meseleyi birden umum ruy-i zeminde vaziyetlerini değiştirmek nev-i beşerdeki cari olan adetullaha muvafık gelmediğinden, herhalde en azim meseleyi esas yapıp, öteki meseleleri esas yapmayacak, ta ki iman hizmeti, safvetini umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında o hizmet başka maksatlara alet olmadığı tahakkuk etsin.” (A.g.e. s. 46)

    Hemen cümlelerin devamında, zedelenen İslam ahlakı ve terbiyesine sosyal projektörleri tutar:

    “Hem de, yirmi seneden beri tahripkar eşedd-i zulüm altında o derece ahlak bozulmuş, o derece metanet ve sadakat kaybolmuş ki; ondan, belki yirmiden birisine itimad edilmez. Bu acib halata karşı çok fevkalade sebat ve metanet ve hamiyet-i İslamiye lazımdır. Yoksa akim kalır, zarar verir.

    “Demek, en halis ve en selametli ve en mühim ve en muvaffakıyetli hizmet, Risaletün-Nur Şakirdlerinin çalıştıkları daire içindeki kudsi hizmettir. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.46.)

    Neden siyaseti en geri plana itti?

    Devrin siyaseti fevkalade girift ve dışa bağımlıdır. Çünkü, dünyadaki hakim felsefik akımlar, cereyanlar, sistemler, ideoloji-ler; idari mekanizmalar ile eğitim mües-seselerini ellerinde tuttukları gibi, kitle iletişim vasıtalarıyla da kamuoyu ve siyasete de yön verebilmektedirler. Yani, kitle iletişim ve haberleşme teknolojisi de ellerindedir.

    Bunun yanında, son 200 yılda kültür hayatımız gerilemiştir. İslami kültürümüz, eğitim ve terbiyemiz de zayıftır. İslam terbiyesi fevkalade zedelenmiştir. Eğitim sistemi ve kanunlar, hatta devlet yapılanması ve ticari hayatımız bile, Batı kültürüne göre yapılanmıştır. Siyasetimizin bu ve benzeri sebeplerden dolayı dışa bağımlı olduğunu şu ifadelerle vurgular Bediüzzaman:

    “Biz müteharrik-i bizzat değiliz, bilvasıta müteharrikiz. Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz. O tenvim ile (uyutarak) telkin eder, biz kendimizden hayal edip, asammane (sağırcasına) tahribimizde eser-i telkini icra ederiz (telkin edilenleri yerine getiririz).” (Sünuhat, Yeni Asya Neşriyat, s. 64.)

    Şu halde, iman, ibadet, ahlak, terbiye, eğitim, ilim, fikir gibi, İslam kültürünün temeli ve alt yapısını teşkil eden hususları işlemeden, akıl, kalb ve vicdanlarda tespit etmeden; siyaset yoluyla gitmek isabetli midir? İslamın eğitim, hukuk, siyaset, idare meselelerini kim, hangi bilgi, hangi malzeme ile yürütecektir? İman, ahlak, terbiye, teknik ve teknolojinin siyaset yoluyla elde edilemeyeceği son derece zahir olan bir mesele değil mi?

    Öyle ise, siyaset yolunda yapılacak çalışmalar, sürdürülen faaliyetler Asr-ı Saadet, Resul-i Ekremin (a.s.m.) tebliğ metoduna uygun olacak mı? Veya bugün, “İslam adına hareket ediyoruz; referansımız İslamiyettir” iddiasında bulunanların hareket noktaları, İslam mı, yoksa kendi hayal dünyalarında var olan İslam mı? Suali şöyle de sorabiliriz: Kendileri hangi ilim, fikir, birikim ve yetki ile İslam’ı yorumlamaktadırlar? Ve ilave olarak da, “Altyapıyı teşekkül ettirmeden siyaset yoluyla yapılacak çıkışların başarı şansı nedir?” diye soruyoruz.

    Şimdi, bu çalışmanın başlarına aldığımız değerlendirmenin bir bölümünü alarak, tekrar hadiseye bu zaviyeden bakalım:

    Zamanımızı Deccalizm fırtınaları sarsmakta, dalgalandırmaktadır. Deccalizm, basit bir sosyal hadise, gelip geçici bir fitne rüzgarı değildir. Asrımızı ve gelecek devri çalkalayan, insanları mana alemlerinden koparıp, maddenin, nefsin, enaniyetin şehvetin vadilerinde koşturan müthiş bir kasırga, dehşetli bir fırtınadır.

    Onun temelleri, 1789 Fransız İhtilal-i kebirine, ondan sonra da 1850’lerde Auguste Comte ile başlayan “ateist pozitivizm”e ve “ateizm”e dayanır.

    Şöyle iddia ediliyordu: “Artık dine, manevi değerlere ihtiyaç yok. İnsanlığın bütün ihtiyaçlarını, suallerinin cevabını akıl, fen ve felsefe ile cevaplandıracağız.”

    Rönesans’tan sonra kuvvet kazanan ateizm, Nietzsche, Hegel, Fuerbach, J. Paul Sartre, Heidegger ateizmin temsilcilerindendir. Tabiatperest olan ateistler, “Tanrı ölmüştür” diyerek, maneviyata savaş açmışlardır.

    1791’de Olympe de Geuges’in Kadın Hakları Beyannamesi ile feminizm nükseder: Kadınlık imajı birinci plandadır. Kadınları yuvalarından çıkarıp sokaklara döker; beşerin huzurunu bozar.

    Gerçi, “feminizm”, Kilise’nin, kadını insan yerine koymayıp “şeytan” saymasına ve 1830’lara kadar Batıda süren “beyaz kadın” ticaretine bir tepki olarak doğdu. Fakat, kapitalizmin, metaryalizmin, ateizmin, Freudizm’in kuvvet vermesiyle, tamamen çığırından çıkmış ve dünyamızı kasıp kavuran bir fitne haline dönüşmüştür.

    Augusteizmin, materyalist düşüncenin hemen peşinden Freudizm çıkar. Viyanalı Yahudi Dr. S. Freud, herşeyi “nefse, şehvete” bağlar; ulvi duyguları inkar eder.

    Hemen peşinden Darwinizm gelir: Darwin İngiliz biyoloji ve tabiat alimidir. 1859 da, Nevilerin Menşei, isimli kıtabıyla, insanlığı Halık-ı kainattan koparır, tabiata, tabii seleksiyona, evrime, maymuna, tesadüflere bağlar…

    Ardından Marksizm çıkar: Alman Yahudisi Karl Marks ve arkadaşı Engels, dine “afyon” der, maneviyata savaş açar; ahlakı kökünden ifsat eder. Lenin ise, bu düşünceyi geliştirerek pratiğe geçirir.

    O sıralarda Sosyalizm zaten devrededir. Çeşitli versiyonlarıyla, “materyalizm”in hamiliğini üstlenmiştir.

    Buna paralel komünizm denen Büyük Deccal, bütün gücüyle tahribatını sürdürmekte, mana adına ne varsa, söküp atmaktadır.

    Batıda, Kilisenin baskısı ve tasallutundan, Engizisyon istibdatından iki cereyan daha çıkar: Laikizm ve sekülarizm. Biri dini dünya işlerinden ayırır, vicdanı kalbe hapseder, hayata geçirmez. Öbürü, dine ses çıkarmamakla beraber, hayatı hiç karıştırmaz. Hepsi de maddeye, nefse, şehvani duygulara hizmeti esas aldı. Maneviyatı dünyalarından çıkardı.

    Bütün bu “izm”lerin birleşmesinden de “Deccalizm” meydana geliyor. Hangi isim ve “izm” altında olursa olsun, bu akım, bu cereyan, manevi hiçbir şeyi kabul etmiyor. Varlığının sebebi de, onlara karşı savaş açmaktı. Bu akımın Türkiye’deki yansımasını da şöyle tasvir ediyor Bediüzzaman:

    “…Bin üç yüz otuz sekizde Ankara’ya gittim. İslam ordusunun Yunana galebesinden neşe alan ehl-i imanın kuvvetli efkarı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalıştığını gördüm. “Eyvah!” dedim, “Bu ejderha imanın erkanına ilişecek.” O vakit, şu ayet-i kerime bedahet derecesinde Vücud ve Vahdaniyeti ifham ettiği cihetle, ondan istimdat edip, o zındıkanın başını dağıtıcak derecede Kur’an-ı Hakim’den alınan kuvvetli bir bürhanı, Arabi bir risalede yazdım. Ankara’da Yeni Gün Matbaasında tab’ ettirmiştim. Fakat, maatteessüf, Arabi bilen az ve ehemmiyetle bakanlar da nadir olmakla beraber, gayet muhtasar ve mücmel bir surette o kuvvetli bürhan tesirini göstermedi. Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu…” (A.g.e., s. 132.)

    ***

    İşte bu Deccalizme karşı bir strateji geliştirmek gerekiyordu. Onun da, siyaset ve maddi güç olmayacağı şüphesizdir. Siyaset ve madde ile bu akımlara karşı cevap verilemez, mukabele edilemez. Çünkü, hücumlar, “İlim, akıl ve fen”den gelmekte; münafıkane bir siyaset, dessasane idari mekanizmalara ve teknolojik güce dayanmaktadırlar.

    O halde, siyasetin hangi prensibi, hangi düsturu, hangi malzemesi, hangi esasları ile bu zihniyetlerin hücumları durdurulabilir? Üstelik siyaset değişkendir, hem de her siyasi akım, herkesi bağlamaz.

    Şu halde, İslama hizmetle tutuşan gönüller, birinci plana iman esaslarını almak mecburiyetindedirler. Evvela fikri ve itikadi yapı, kültürel altyapı sağlamlaştırılmalıdır. Bu, hemen her ideoloji, sistem ve din için öyledir. İnsanlar, öncelikle o ideoloji, akım veya düşüncenin, felsefenin kurtarıcı olduğuna inanırlar; sonra ona sahip çıkıp yaymaya ve uygulamaya çalışırlar.

    Bediüzzaman, siyaseti geri plana atmasının sebebini şöyle açıklar:

    “Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nisbeten ikinci, üçüncü dördüncü derecede kalıyor. Rivayet-i hadisiyede tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imani hakaikteki tecdid itibariyledir. Fakat efkar-ı ammede, hayatperest insanların nazarında zahiren geniş ve hakimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslamiye ve siyaset-i diniye, cihetleriyle daha ziyade, ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile, o nokta-i nazardan bakıyorlar, mana veriyorlar.” (Kastamonu Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, s. 145.)

    Allah’ın indirdiğiyle hükmetmek ve meşrutiyet (demokrasi)

    İslama göre siyasi stratejiyi, “siyasetle hizmeti esas alan” zihniyet çizebilir mi? Şimdiye kadar ortaya konan performans, “hayır!” diyor. Çünkü, evvela, “meşrutiyet”, yani “demokrasi” hazmedilememiş. Üstelik, Kur’an, hürriyeti, meşvereti, tesis etmiş iken, İslam adına, demokrasiyi inkar etmekte, küfür rejimi olarak değerlendirmektedir. Demokrasinin İslamiyetle bağdaşabileceğini, gerçek ruhunu İslam’dan aldığını kabullenemiyor.

    Evet, ilmin pederi, seyyidi, reisi İslamiyet olduğu gibi, hürriyet, demokrasi ve insan haklarının banisi de İslamiyettir. 15. asırdan beri uygulanan Kur’an’i hükümler, haklar, hürriyetler, akıldan akıla, beyinden beyine, zihinden zihine, toplumdan topluma, asırdan asıra uğrayarak, bugünkü kemalatını kazanmıştır.

    Bediüzzaman, Münazarat isimli eserinin 23. sayfasında, demokrasi ve hürriyetin özünün, Kur’an’a dayandığını söyler:

    “Bazı memurların ef’ali, adem-i ülfetten dolayı size yanlış ders gösterdiği ve şiddetten neş’et eden müşevveşiyetle (başıbozuklukla) hal-i hazırdan fehmettiğiniz meşrutiyeti tefsir etmeyeceğim. Belki hükümetin hedef-i maksadı olan meşrutiyet-i meşruayı beyan edeceğim.

    “İşte, meşrutiyet ‘Ve işlerde onlarla istişare et.’ (Al-i İmran, 159), ‘Onların aralarındaki işleri istişare iledir.’ (Şura, 38.) ayet-i kerimelerinin tecellisidir ve meşveret-i şer’iyedir. O vücud-u nuraninin kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi marifettir, lisanı muhabbettir, aklı kanundur, şahıs değildir.

    “Evet, meşrutiyet (demokrasi) hakimiyet-i millettir; siz dahi hakim oldunuz. Umum akvamın (kavim, milletlerin) sebeb-i saadetidir; siz de saadete gideceksiniz. Bütün eşvak ve hissiyat-ı aliyeyi (şevk ve yüksek duyguları) uyandırır; uykubes, siz de uyanınız. İnsanı hayvanlıktan kurtarır; siz de tam insan olunuz. İslamiyetin bahtını, Asya’nın taliini açacaktır. Size müjde. Bizim devleti ömr-ü ebediye mazhar eder. Milletin bekasıyla ibka edecek; siz daha me’yus olmayınız.”

    ***

    Ayrıca, Maide Suresinin 44, 45 ve 47. ayetlerinde takrarlanan, “Allah’ın indirdiği ile kim hükmetmezse… kafir, zalim, fasıkların ta kendileridir” ayetlerindeki “hükmetmek, hükümranlık” karıştırılmaktadır.

    Yani, kendilerine verilen “cüz’i irade”, hür irade sınırları içindeki hakimiyet ile, külli hakimiyeti karıştırmaktadırlar. Oysa, “Alim-i Mutlak, Kadir-i Mutlak, Habir-i Mutlak, Basir-i Mutlak” ancak Allah’tır.

    Fakat insanlar da bir şeyler bilmekte, cüz’i güçleri var, bazı konulardan haberdardırlar, belli bir görme kabiliyetine sahiptirler. Bu sıfatların insanlarda olması, elbette bir kıyastır, bir ölçüdür, bir mihenktir. Yoksa, Allah’ın sıfatlarına müdahale veya—haşa—yarış demek değildir.

    Hakim-i Mutlak Allah’tır ve Hakimiyet, Rububiyet Allah’ındır. İnsanlara “kıyas ve ölçü” için verilen cüz’i hakimiyet, hiç şüp-hesiz ki, Hakimiyet-i Mutlakaya bir müdahele değildir, olamaz da…

    İşte bu mesele kavranamadığından, o ayetlerde takrarlanan, “Allah’ın indirdiği ile”; “Men lem yahkum” (Kim hükmetmezse…) “kafir, zalim, fasıkların ta kendileridir” cümlesinin zahirine göre hareket edildiğinden, anlayışta ve uygulamada problemler çıkmakta, sıkıntılar doğmaktadır.

    Oysa bizim kafamızdaki “hükmetmek” manası, yani yerleşmiş imaja göre hareket edilse, Asr-ı Saadet’te, Resul-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) hariç, bütün Müslüman-ları—Allah korusun—tekfir etmek gerekir. Çünkü, Allah’ın indirdiği Kur’an’dır. Oysa, Sahabe-i Kiram dahil, sahanın otoriteleri, alimler, içtihad etmişlerdir. Kendi anlayışlarına göre kararlar vermişler, uygulamalarda bulunmuşlardı.

    Mesela, Hz. Ömer (r.a.), Hicretin 18. senesinde, Medine’de çıkan helak edici kıtlık karşısında, Kur’an’ın açık emri, “Hırsız erkeğin ve hırsız kadının da işlediklerinin karşılığı ve Allah tarafından ibret verici bir ceza olmak üzere elini kesin” (Maide, 38.) emri var iken, bu yola gitmemiştir. Bu ayetlerin zahirine göre mana vermeye kalkanlar, Hz. Ömer (r.a.), yüzlerce müçtehid sahabi ve ondan sonra gelen binlerce alim, “tekfir, tesfik ve tezlim” (haşa!) ile suçlamış bulunmaktadırlar.

    ***

    Öyle ise “hükmetmek” kelimesinin manası nedir?

    Asrımızın büyük alimi, müçtehidi ve müceddidi Bediüzzaman Said Nursi, “Men lem yahkum, (hükmetmek) kelimesinin, “bilmana, ‘Men lem yusaddık’tır (kim tasdik etmezse)” (Münazarat, Yeni Asya Neşriyat, s. 124.) “tasdik etmek, inanmak” manasında olduğunu beyan etmiştir. Elmalılı Hamdi Yazır gibi, sair müfessirler de, aynı şekilde, bu manada kullanmışlardır. Ki, bu anlayışı da, “Allah’ın indirdiği” Kur’an’dan almaktadırlar. Bu kelimenin “tasdik etmek” tarzında anlaşılması gerektiğini belagatlı beyanıyla ifade ediyor:

    “Sizin ilah edindiklerinizden hak yolunu gösterecek birisi var mı? De ki: Hakka eriştiren Allah’tır. O halde, hakka eriştiren mi emrine uyulmaya layıktır, yoksa kendisine yol gösterilmedikçe doğru yolu bulamayan mı? Size ne oluyor ki, böylesine batıl bir surette hükmediyorsunuz? (Keyfe tahqumun)” (Yunus, 35.)

    Saffat Suresinin 154. ayeti de, yine “münkirlere” hitap ederken, bu manaya geldiğini açıklamaktadır:

    “Ne oluyor size, nasıl hükmediyorsunuz?” diye hitap etmektedir. Elbette, münkirler, o anlayışa göre, “Allah’ın indirdiğiyle hükmedecek” değiller. Şu halde, “keyfe tahqumun!”, “Nasıl inanıyorsunuz, düşünüyorsunuz?” manasındadır.

    Öte yandan, aynı Surenin 45. ve 47. ayetlerinde de, “Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse”den sonra, “zalimlerin ve fasıkların ta kendisidir” cümleleri geçmektedir. Bu da, inandığı ve gücü yettiği halde, “icraat yapmayanlar”, “kafir” değil, “zalim ve fasık” olur demek değil midir?

    ***

    Peygamber Efendimizin (a.s.m.) “Nübüvvet nuruyla sıbgalanan” müçtehid Sahabe-i Kiramın, ondan sonra gelen azami takva, ihlas içinde hayatını ibadetle geçiren müçtehid, müfessir, müdakkik, muhakkik, ve asfiyanın, ayetleri yorumlarken, bu kadar hassas, dikkatli ve adeta titreyerek yorum yapmaları karşısında; ömürleri dünya metaları peşinde koşamakla geçen, öğrendikleri basit bir Arapça ile yorum yapmaya kalkmaları, hele hele böylesine tehlikeli “manalar”a sapmaları; herhalde ahirzaman alametlerinden olsa gerektir!

    Şu halde, Kur’an’ın ahkam, siyaset ve idareye yönelik ayetlerinin yorumunu, bu zamandaki hükümlerini, kastettikleri manaları ancak Kur’an, İslam ilimlerinde ihtisas sahibi olanlar yapabilir. Onlara da müçtehid, müceddid denmektedir. Daha önce gördük ki, Bediüzzaman Said Nursi de, aynı zamanda, bugünün içtimai ve siyasi meselelerinde de fetva ve söz sahibidir.

    Demokrasi, istibdat

    “Demokrasi küfürdür, küfür rejimidir, İslamiyetle bağdaşmaz!” anlayışı, hem İslam’a, hem Müslümanlara büyük darbe vurmuş, hem vurulmasına sebep olmuştur. Bu zihniyet, “İslam adına” ortaya çıktığı için, yanlış düşünceleri, yanlış hareketleri İslamiyete, yaptıkları iyilikler ise kendile-rine mal olmuştur!

    Demokrasi nedir, İslamiyet ile bağdaşır mı? Bediüzzaman, Tam 100 sene önce, demokrasinin İslamiyetle bağdaşacağını, gerçek demokrasinin Kur’an ayetlerine, Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) Sünnetine, Hulefa-i Raşidin’in uygulamalarına muvafık olduğunu ispat etmiştir. Önce istibdadı, baskıyı ve diktatörlük hakkında yaptığı tarifi aktaralım:

    “İstibdat tahakkümdür, muamele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vahiddir, su-i istimalata gayet müsait bir zemindir, zulmün temelidir, insaniyetin mahisidir. Sefalet derelerinin esfel-i safilinine insanı tekerlendiren ve alem-i İslamiyeti zillet ve sefalete düşürttüren ve ağraz ve husumeti uyandıran ve İslamiyeti zehirlendiren, hatta herşeye sirayet ile zehrini atan, o derece ihtilafatı beyne’l-İslam ika edip, Mutezile, Cebriye, Mürcie gibi dalalet fırkalarını tevlid eden, istibdattır.” (Münazarat, Yeni Asya Neşriyat, s. 22.)

    Yalnız evvela, gerçekten istibdat olan ve adına “demokrasi” denen hareketleri ayırır:

    “Bazı memurların ef’ali, adem-i ülfetten [demokrasiyi özümseyemediklerinden] dolayı size yanlış ders gösterdiği ve şiddetten neş’et eden müşevveşiyetle hal-i hazırdan fehmettiğiniz meşrutiyeti tefsir etmeyeceğim. Belki hükümetin hedef-i maksadı olan meşrutiyet-i meşruayı (meşru, gerçek demokrasiyi) beyan edeceğim.

    “İşte, meşrutiyet, ‘Ve işlerde onlarla istişare et.’ (Al-i İmran Suresi:159) ‘Onların aralarındaki işleri istişare iledir.’ (Şura Suresi:38) ayet-i kerimelerinin tecellisidir ve meşveret-i şer’iyedir. O vücud-u nuraninin kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi marifettir [bilgi, bilgisiz, ilimsiz hiçbir şey olmaz], lisanı muhabbettir, aklı kanundur, şahıs değildir.

    “Evet, meşrutiyet hakimiyet-i millettir; siz dahi hakim oldunuz. Umum akvamın sebeb-i saadetidir; siz de saadete gideceksiniz. Bütün eşvak ve hissiyat-ı aliyeyi uyandırır; uykubes, siz de uyanınız. İnsanı hayvanlıktan kurtarır; siz de tam insan olunuz. İslamiyetin bahtını, Asya’nın taliini açacaktır. Size müjde. Bizim devleti ömr-ü ebediye mazhar eder. Milletin bekasıyla ibka edecek; siz daha me’yus olmayınız.” (A.g.e, s.23.)

    Acaba “demokrasi küfürdür” deyip ona savaş açılmasaydı; şuursuzca masonlara, müstebitlere, ihtilalcilere kuvvet verilmeseydi ve Bediüzzaman’ın tarif ettiği tarzda kabul edilip anlatılsaydı şimdiye kadar ne kadar yol alırdık?

    Şeriatın kaçta kaçı siyasettir?

    Bediüzzaman’ın siyasetteki diğer önemli bir tesbiti, “Şeriatın kaçta kaçı siyasete bakmaktadır, ona ne kadar zaman ayırmak gerekir?” meselesidir. Ki, zihinler, akıllar istidatlar, kabiliyetler hangi mevzu üzerinde, ne kadar yoğunlaşacaktır? Bir mü’min hayatının, zamanının ne kadarını siyasete, hele bugünkü dağdağalı, değişken, yalana ziyadesiyle revaç veren, menfaat üzerine dönen, canavarlaşmış siyasete ayıracaktır? Takip edelim:

    “Şeriat da, yüzde doksan dokuz ahlak, ibadet, ahiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir; onu da ulü’l-emirlerimiz düşünsünler.” (Divan-ı Harb-i Örfi, Yeni Asya Neşriyat, s. 28.)

    Eldeki imkan ve güç, himmet ve gayretin ancak yüzde biri siyasete ayrılacaktır. Çünkü, insanın dünyaya gönde-rilmesinin asıl sebebi, “iktidar” olup, “saltanat” sürmek değildir! O, gerek siyaset, gerekse sosyal hayat ve gerekse iman, ibadet ve ahlak meselelerine şu ölçüler çerçevesine oturtur:

    “Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedahil daireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut, ta zihayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede, herbir insanın bir nevi va-zifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimi vazife var. Ve en büyük dairede en küçük ve muvakkat arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyasla, küçüklük ve büyüklük makusen mütenasip vazifeler bulunabilir.

    “Fakat büyük dairenin cazibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, malayani ve afaki işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymettar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür.” (Asa-yı Musa, Yeni Asya Neşriyat, s. 20.)

    Evet, “Her insanın her dairede bir nevi vazifesi bulunabilir” sözü, sosyal ve siyasi hayata da bakabilir. Ancak, mesleği siyaset olmayanların, bütün vakitlerini ona harcamaları, kesinlikle akıl karı olmadığı açıktır.

    Ancak, mesleği siyaset ve politika olanların da, “kalb ve mide” dairesi birinci plandadır. O da diğer sıralamadaki vazifelerini ihmal etmemek şartıyla, mesleğini icra edecektir.

    Cemiyetçilik, dernekçilik mi; iman hizmeti mi?

    Bediüzzaman dernekçilik, cemiyetçilik faaliyetlerine nasıl bakmakta, onlara hangi rotayı çizmektedir? Hutbe-i Şamiye isimli eserine müracaat ediyoruz:

    “Şimdi istediğimiz nokta, mü’minlerin teveccühleri ve teyakkuzlarıdır. Teveccüh-ü umuminin tesiri inkar edilmez. İttihadın hedefi ve maksadı i’la-yı kelimetullah ve mesleği de kendi nefsiyle cihad-ı ekber ve başkalarını da irşaddır. Bu mübarek heyetin yüzde doksan dokuz himmeti siyaset değildir. Siyasetin gayrı olan hüsn-ü ahlak ve istikamet ve saire gibi makasıd-ı meşruaya masruftur. Zira bu vazifeye müteveccih olan cemiyetler pek az, kıymet ve ehemmiyeti ise pek çoktur. Ancak yüzde biri, siyasiyunu irşad tarikiyle siyasete taalluk edecektir. Kılıçları, berahin-i kat’iyedir. Meşrepleri de muhabbet olduğu gibi beyne’l-mü’minin uhuvvet çekirdeğinde mündemiç olan muhabbete şecere-i tuba gibi neşvünema vermektir.” (Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neşriyat, s. 99.)

    Müslümanların hayatlarında, siyaset bi-rinci planda değil, çok daha geri sıralarda yer alması gerektiğini pek çok yerde açıkladıktan sonra, bir kıyas ile mesele daha da vuzuha kavuşur:

    “Türkiye’deki Nur talebelerinin İhvan-ı Müslimin cemiyeti ile alakaları nedir, ne münasebeti var? Hem farkları nedir? Türkiye’deki Nur talebeleri, Mısır’da ve bilad-ı Arapta İhvan-ı Müslimin namında ittihad-ı İslama çalışan cemiyetler gibi müstakil cemiyet midirler? Ve onlar da onlardan mıdır? Ben de cevap veriyorum ki:

    “Nur talebelerinin ve İhvan-ı Müslimin Cemiyetinin gerçi maksatları, hakaik-i Kur’aniye ve imaniyeye hizmet ve ittihad-ı İslam dairesinde Müslümanların saadet-i dünyeviye ve uhreviyelerine hizmet etmektir; fakat Nur talebelerinin beş altı cihetle farkları var:

    “Birinci fark: Nur talebeleri siyasetle iştigal etmez, siyasetten kaçıyorlar. Eğer siyasete mecbur olsalar, siyaseti dine alet yapıyorlar, ta ki siyaseti dinsizliğe alet edenlere karşı dinin kudsiyetini göstersinler. Siyasi bir cemiyetleri asla mevcut değil.

    “İkinci fark: İhvan-ı Müslimin ise, memleket ve vaziyet sebebiyle siyasetle, din lehinde iştigal ediyorlar ve siyasi cemiyet de teşkil ediyorlar.” (Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, s. 394.)

    İslam ülkelerindeki İhvan-ı Müslimin ile benzer hareketlerin, Cezayir’deki FIS’in, Türkiye’deki MNP-MSP-RP hareketinin yıllardan beri “siyaseti”, iktidar olmayı bi-rinci hedef yapıp çalışmaları ve neticede pek çok değerli elemanların yok edilip, hareketlerin akım kalması; siyasetin değil, “iman” hareketinin birinci dereceye çıkarılması gerektiğini ve Bediüzzaman’ın çizdiği “Hizmet, iman ve siyaset stratejisinin” isabetliliğini gösteriyor.

    Siyasette ölçü

    Acaba siyasete girilmeyecek mi, İslamın, Kur’an’ın idarecilik konusunda hükümleri yok mu, bunları kim uygulayacak, siyasete girmezse nasıl uygulayacak? Siyasette nasıl bir strateji takip etmek gerekiyor? Meydan müstebitlere, diktatörlere mi bırakılacak?

    Şüphesiz ki, bu sorunun cevabı “Hayır!”dır. Ama, mücadelenin omurgasını, birinci maddesini, “iman, ibadet, ahlak, ilim, eğitim, terbiye-i İslamiye” teşkil etmeli. Siyaset, buna tabi edilmelidir. Yoksa, siyaseti birinci plana alıp, yukarıda saydığımız hususları ona tabi etmek, İslamiyete hizmet etmek değildir.

    Nitekim, siyasetle hizmeti strateji olarak seçip, iman, ahlak ve eğitimi ikinci, üçüncü, beşinci dereceye indirenlerin şimdiye kadar ne elde ettikleri, ne kaybettikleri ve kaybettirdiklerini siyaset tarihi yazmıştır. Siyasetle hizmet vermek isteyenler, şu hususları dikkate almak mecburiyetindedirler:

    *Bu ülke halkının yüzde 99’u Müslüman olduğuna, Kur’an ve Sünnet referans alınacağına göre, İslam kültür ve ahlakına göre siyaset stratejisi belirlemek gerekir. Bu stratejiyi de, gazeteci, köşe yazarı veya teknik veya sosyal bir alanda profesör, falan partinin lideri değil; İslami ilimlerde ihtisas sahibi olanlar çizecektir. Hatta, Kur’an ve İslam ilimlerinin herhangi birisinde de otorite olmak yetmiyor. Özellikle “içtimai ve siyasi” meselelerde de geniş bir görüş ufkuna, derin bir ilme, dirayetli bir yapıya ve hadiseler karşısında yön değiştirmeyen, zikzak çizmeyen bir fikir istikametine sahip olması gerekir.

    *Dine hizmet, birinci planda siyasetle olamayacağını bilmek ve ona göre hareket etmek. Çünkü, siyaset, kalbleri ifsat eder. Hele menfaat üzerine dönerse, bütün bütün canavar olur! Canavar bir “metod” ile, dine nasıl hizmet edilebilir?

    *“Evet, dine imale etmek ve ltizama (taraftar olup yapışmaya) teşvik etmek ve vazife-i diniyelerini ihtar etmekle dine hizmet olur.” (A.g.e., s. 67)

    *Din, herkesin mukaddes malıdır. Siyasete asla alet edilemez. Belki siyaset, ve hatta saz ve söz dine alet edilebilir…

    ***

    *Siyasi tarafgirliği dine sokmamak: “Dinin bir hakikatini, bin siyasete tercih ederim” diyerek, şu tür siyasetten mutlak uzaklaşmanın lüzumu üzerinde durur Bediüzzaman:

    “Bir salih alim, kendi fikr-i siyasisine muvafık bir münafığı hararetle sena etti (övdü) ve siyasetine muhalif bir salih hocayı tenkit ve tefsik etti (fasıklıkla suçladı). Eski Said ona dedi: ‘Bir şeytan senin fikrine yardım etse rahmet okutacaksın. Senin, fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa lanet edeceksin.’ Bunun için Eski Said dedi: ‘Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım.” (Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neşriyat, s. 52.)

    Burada, “Şeytanlaşmış siyasetten Allah’a sığındığı muhakkaktır. Çünkü, sair yerlerde siyasetin prensip ve düsturlarını etraflıca izah ettiği gibi, siyasetçilere de yol göstermiştir. Zaten bu hareketler de siyaset yapmak değil, ilmi ve fikri istikamet vermektir.

    ***

    *Din adına ortaya çıkmamak, tarafgirlik yapmamak: Çünkü, hiç kimse, dini, inancı, hatta meslek ve meşrebi temsil edemez. Herkes, kendi istidat, kabiliyet veya gayreti miktarınca dine ayna olabilir, onun güzelliklerini aksettirebilir. Ama, hiç kimse, dini temsil edemez. Din adına ortaya çıkılınca, yapılan hatalar, dine, dindarlara mal edilir ve araya tarafgirlik girer. Yani, kendi partidaşını, sefih ve kötü olsa, muhalif partideki dindar, salih olsa, onu aforoz edecek bir zihniyet ve anlayışta olmamak.

    “Kim fasık (hatalı, kusurlu, günahkar) siyasetdaşını mütedeyyin (dindar) muhalifine, su-i zan bahaneleriyle, (bir kısım hataları yaptığını kendisi kötü düşüncesiyle üretiyor) tercih etse, muharrik-i siyasetçiliktir. (Yani, dine hizmet edi-yoruz da dese, onu harekete geçiren siyasettir) Hem umumun mal-ı mukaddesi olan dini, inhisar (tekelcilik) zihniyetiyle, kendi meslekdaşlarına daha ziyade has göstermekle , kavi bir ekseriyette (kuvvetli din ve vicdan hürriyetine taraftar çoğunlukta) dine aleyhtarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek ise, muharrik-i tarafgirliktir.” (Sünuhat, s. 66)

    Hemen aynı bölümde, dine hizmetin temel prensiplerinden birisi çiziliyor:

    “Evet, dine imale etmek (meylettirmekle) ve ilzama (uymaya) teşvik etmek ve vazife-i diniyelirini ihtar etmekle dine hizmet olur. Yoksa, ‘dinsizsiniz’ dese, onları tecavüze sevketmektir.”

    Şu halde ülkemizde, din adına hareket eden zihniyetin, 30 seneyi aşkındır gösterdiği hamiyet, gayret, çalışma ve performans, iktidara gelmek içindir. Yoksa dine hizmet, ikinci, üçüncü, dördüncü plandadır. Zira dini birinci plana alan, yukarıdaki ölçüye riayet edip, ona göre davranması gerekir…

    *Yüzde altmış-yetmiş “tam mü-tedeyyin”, oluncaya kadar, iktidara geç-meye çalışmamak. Yani, devleti, sistemi ayakta tutan kadrolar, elemanlar demektir bu. İlim adamlarından hukuka, gazetecilerden adalet mensuplarına, askerlerden sivil örgütlere kadar yüzde 60-70 tam dindar olmadıkça, iktidara geçmemek gerekir.

    *Allah için sevmek: Siyasetin hususan, bu zamanda, “Menfaat üzerine dönen canavar siyasetin” kuralları acımasız ve insafsızdır. Oysa, İslamiyet, şefkattir, doğruluktur, sevgidir, yardımlaşmadır, dayanışmadır… Siyaset, şayet İslam ahlakının suyu ile sulanmazsa acımasızdır, merhametsizdir, sevgisizdir. Şu halde, buna karşı geliştirilen diğer bir ölçü şudur:

    “Allah için sevmek, Allah için buğz etmek.” (Buhari, iman: 1.) Düstur-u Rahmani yerine (el-iyazü billah) “Siyaset için sevmek, siyaset için buğz etmek.” düstur-u şeytani hükmedip, melek gibi bir hakikat kardeşine adavet ve elhannas gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve taraftarlıkla zulmüne rıza gösterip cinayetine manen şerik eylemesin.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Yeni Asya Neşriyat, s. 169.)

    *Siyasette de adil olmak: Birisinin hatasıyla, herkesi ve başkalarını suçlamamak. Şayet böyle bir durum mevzu bahis ise, “Hiçbir günahkar başkasının günahını yüklenmez.” (En’am, 164; İsra, 15; Fatır, 18; Zümer, 7.)” prensibine aykırı hareket edilmiş olur ve “Gerçekten insan çok zalim, çok cahildir.” (Ahzab 72.) meselesine hedef olur.

    “İçtinabımızın çok sebeplerinden bir sebebi de, Risale-i Nur’un dört esasından birisi olan şefkat etmek, zulüm ve zarar etmemektir. Çünkü, hiçbir günahkar başkasının günahını yüklenmez.” (Fatır, 18) “Birisinin hatasıyla, başkası veya akrabası hatakar olmaz, cezaya müstehak olmaz” olan düstur-u irade-i İlahiyeye karşı, bu zamanda, “Birisinin hatasıyla, başkası veya akrabası hatakar olmaz, cezaya müstehak olmaz” sırrıyla, şedid bir zulüm ile mu-kabele eder; tarafgirlik hissiyle, bir caninin hatasıyla, değil yalnız akrabasına, belki taraftarlarına dahi adavet eder, elinden gelse zulmeder; elinde hüküm varsa, bir adamın hatasıyla, bir köye bomba atar. Halbuki, bir masumun hakkı, yüz cani için feda edilmez; onların yüzünden ona zulmedilmez. Şimdiki vaziyet, yüz masumu birkaç cani için zararlara sokar. Mesela, hatalı bir adama müteallik, biçare ihtiyar valide ve pederi ve masum çoluk çocukları ezmek, perişan etmek, tarafgirane adavet etmek, şefkatin esasına zıttır. Müslümanlar içinde, tarafgirane cereyanlar yüzünden, böyle masumlar zulümden kurtulamıyorlar. Hususan ihtilale sebebiyet veren vaziyetler, bütün bütün zulmü dağıtır, genişletir.”

    *“Siyasetin dine alet” edilmesi. Yani, din siyasete değil, siyaset dine hizmet edecektir:

    “Belki de siyaseti dine alet ve tabi yapmakla, ta İslamiyetin kuvvet-i maneviyesinden bu hükümet-i İslamiyeyi tam kuvvetlendirmek ve dört yüz milyon hakiki kardeşi arkasında ihtiyat kuvveti bulundurmak ve bir kısım zalim Avrupa’nın dilenciliğinden kurtulmak için çalışanlara pek haksız olarak “irtica” damgasını vurup onları memlekete zararlı tevehhüm etmeleri, yerden göğe kadar hadsiz bir haksızlıktır.” (Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, s. 319.)

    O, dinin siyasete değil, siyasetin dine alet ve basamak yapılması üzerinde ısrarla durur:

    “Çünkü, bu gaflet zamanında, hususan tarafgirane mefkureler sahibi, herşeyi kendi mesleğine alet ederek, hatta dinini ve uhrevi harekatını da o dünyevi mesleğe bir nevi alet hükmüne getiriyor. Halbuki, hakaik-ı imaniye ve hizmet-i Nuriye-i kudsiye, kainatta hiçbir şeye alet olamaz; rıza-i Ilahiden başka bir gayesi olamaz. Halbuki, şimdiki cereyanların tarafgirane çarpışmaları hengamında bu sırr-ı ihlası muhafaza etmek, dinini dünyaya alet etmemek müşkülleşmiş. En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine, inayet ve tevfik-ı İlahiyeye dayanmaktır” (Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, s. 414.) şeklinde ikazını yaptıktan sonra, takip edilmesi gereken yolu da gösterir.

    *Siyasete, din, mezhep, cemiyet, cemaat adına değil, kendi adına girmek. Fakat, fikir ve gücü onlardan almak, siyaseti onun prensiplerine göre yapmak.

    “Nurcular, siyasetlerle alakaları olmaz. Yalnız iman hakikatleriyle bütün hayatları bağlıdır. Şimdiye kadar gizli komiteden, siyaseti dinsizliğe ve zındıkaya alet edenler, istibdad-ı mutlakla Nurcuları ezdiler. İnşaallah, bir sebep çıkar o istibdadı kıracak, masum ve mazlum Nurcuları kurtaracak. Fakat çok dikkat ve ihtiyat lazımdır. Risale-i Nur, dünyada her cereyanın fevkinde bulunması ve umumun malı olması cihetiyle, bir tarafa tabi ve dahil olmaz. Belki mütecaviz dinsizlere karşı haklı tarafa yardımcı olur ve dost olur ve ihtiyat kuvveti hükmünde onlara bir nokta-i istinat olur. Fakat siyaset hesabına değil, belki Nurların intişarı ve maslahatı hesabına, bazı kardeşler, Nurlar namına değil, belki kendi şahısları namına girebilir” (Emirdağ Lahikası Yeni Asya Neşriyat, s. 140.)

    ***

    *Hürriyetçilere, demokratlara destek olmak: Kadrolar yetişinceye kadar, demokratları desteklemek, demokratlarla birlikte hareket etmek, onlara güç vermek, o cereyanı iktidara getirmeye çalışmak. Çünkü, düzelme, demokrasi için, hürriyet içinde olur. Kitleler de, demokrasiye razı edilebilirler. Ancak, herkesi, kendi görüşlerinize veya inancınıza girimeye ikna edemeyebilirsiniz.

    *Evet, şu şartlarda Demokratların ehvenü’ş-şer” kabul ederek, onlara güç vermek elzemdir.

    “Hem manen eski İttihad-ı Muhammediden (a.s.m.) olan yüz binler Nurcularla, eski zaman gibi farmason ve İttihatçıların mason kısmına karşı ittifakları gibi, şimdi de aynen İttihad-ı İslamdan olan Nurcular büyük bir yekün teşkil eder. Demokratlara bir nokta-i istinaddır. Fakat Demokrata karşı eski partinin müfrit ve mason veya komünist manasını taşıyan kısmı, iki müthiş darbeyi Demokratlara vurmaya hazırlanıyorlar.” (Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, s. 271.)

    *CHP zihniyetinin, demokrasi, hürriyet, insan hakları, gelişme ve özelleştirmenin en büyük engeli olduğunu kabul ederek, ona göre çalışmak. Bu zihniyet, diktatördür, dine ve dini gelişmelere karşıdır. Meslek itibariyle karşıdır, zihniyet olarak karşıdır. Yoksa içlerinde dindar insanların bulu-nabilir. Ayrı bir meseledir. Bu bir zihniyet meselesidir ve şimdiye kadar, dini gelişmelerin, icraatların karşısına dikilen zihniyette CHP zihniyeti değil mi?

    Halkı, seçmenleri kastetmiyoruz! Ta, İttihad ve Terakki’den bu yana gelen, daha sonra M. Kemal’in yapılandırdığı ve müstebit devlet anlayışına sahip olan zihniyettir bu…

    ***

    Bu arada, Bediüzzaman, “Demokrat”la-ra, yani demokrasi isteyen, herkesin, hak ve hürriyetlerine saygı gösteren, inançlının, hatta inançsızın da “inançsızlık hakkının” olduğunu kabul edenlere de tavsiyeleri var:

    “Ey dindar ve dine hürmetkar Demokratlar siz bu iki partinin gayet kuvvetli ve zevkli ve cazibedar nokta-i istinadlarına mukabil, daha ziyade maddi ve manevi cazibedar nokta-i istinad olan hakaik-i İslamiyeyi nokta-i istinad yapmaya mecbursunuz. Yoksa, sizin yapmadığınız eskiden beri cinayetleri nasıl eski partiye yüklüyorlarsa, size de yükleyip, Halkçılar ırkçılığı elde edip tam sizi mağlup etmeye bir ihtimal-i kavi ile hissettim. Ve İslamiyet namına telaş ediyorum.” (A.g.e., s. 387.)

    *Demokrasi (meşrutiyet) tasvip edilmeli, bu yolla gidilmelidir. Bu insanların ortak paydası olabilir. Din, ortak payda olamaz. Çünkü, herkesin kendisine göre bir dini, bir inancı vardır. Başkalarını, “Dinden zorlama yoktur” (Bakara, 256.) ve “Sizin dininiz size, benim dinim bana” (Kafirun, 6.) hükümlerince, kendi inancına girmeye de dine göre zorlayamaz.

    ***

    *Yalan propagandadan kaçmak: İslamiyetin esası doğruluktur. Mü’min, bu doğruluk hasletini, ticaretten siyasete kadar her sahada tezahür etmesi lazım. Oysa, bu zamanın siyaseti, yalana ziyade revaç vermiş. Öyle ise, siyasete giren bir mü’min, yalan propagandadan uzak kalmalıdır. “Siyasetin gereği budur, kazanmak için yapmak gerekir” diye bir mazeret olamaz.

    “Evet, sıdk ve doğruluk, İslamiyetin hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir; riyakarlık fiili bir nevi yalancılıktır, dalkavukluk ve tasannu alçakça bir yalancılıktır, nifak ve münafıklık muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise, Sani-i Zülcelalin kudretine iftira etmektir.

    “Küfür, bütün envaıyla kizbdir, yalancılıktır; iman sıdktır, doğruluktur. Bu sırra binaen, kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var; şark ve garp kadar birbirinden uzak olmak lazım geliyor. Nar ve nur gibi birbirine girmemek lazım. Halbuki, gaddar siyaset ve zalim propaganda, birbirine karıştırmış; beşerin kemalatını da karıştırmış.” (Bediüzzaman Said Nursi, Ta-rihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, s. 85.)

    ***

    Evet, Bediüzzaman, o günlerde Kur’an ahlakı ve metodundan çıkardığı tebliğ ve hizmet prensipleri ve çizdiği şablon, aynen bugünleri tasvir etmiyor mu?

    *Türkiye’nin devlet ve sistem yapılanmasını gördük. Herşeye devlet karar vermektedir. Cemiyeti, basını, partileri, eğitim sistemini, aileyi devlet enforme etmekte, yön vermektedir. Çarpık anayasalar, kanunlar, devletin “silahlı-silahsız” bürokrasisi hükümrandır. Dolayısıyla, bütün mesainin ayrılacağı “siyasi hareket” başarıya ulaşma şansı hemen hemen yok gibidir.

    1969’da yola çıkan MNP-MSP ve RP ile noktalanıp, şimdi de pasifize edilen FP, 30 yıllık acı tecrübe bunun en bariz delilidir.

    Netice…

    İslami hizmet anlayışı, zamanın Kur’an ve İslam ilimlerinde ihtisas sahibi olan müceddid ve müçtehidler tarafından belirlenir. Asrımızın müçtehidi, müceddidi Bediüzzaman Said Nursi’dir. O, altı bin küsür sahife eseriyle, İslamın bütün meselelerini hal ve ispat ettiği gibi; bu zamandaki cihadın usulünü, “cihad-ı manevi” olarak tespit etmiştir. Siyaseti, son plana atmıştır. Sebebi de, bugün Deccalizm’e karşı, siya-setle mukabele edilemeyeceğine dair olan rivayetlerdir.

    Cihad, sadece bugün bir kesim tarafından anlaşılan ve anlatılmak istenen kısır mana olan “silahlı mücadele” değildir. Cihadın çeşitleri vardır. Bu da, “ilim, fikir, mal, can ve lisan-ı hal” ile yapılır.

    Hizmet ehli, öncelikle İslamı öğrenmesi, yaşaması gerekir. Zira kendisini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez.

    Kur’an, “Ama bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah iyi davrananlarla beraberdir.” (Ankebut, 69) buyurarak, cihad etmemiz gerektiğini beyan etmektedir.