Köprü Anasayfa

İslamî Hizmet Metodları

"Yaz 98" 63. Sayı

  • Kur’anî Tebliğ Metodu

    Atilla Yargıcı

    “Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır,
    onlarla en güzel şekilde mücadele et.”

    —Nahl Suresi, 125

    İslamın bütün yönleriyle tebliğ edildiği ilk dönemi ifade eden asr-ı saadet, bütün Müslümanların identifike objesini, örnek alınması gereken bir modelini oluşturmaktadır. Bu dönemin tebliğ açısından apayrı bir yeri ve ehemmiyeti vardır. Hazret-i Muhammed’in tebliğ görevi, Kur’an’ın nazil olmaya başladığı andan itibaren başlamıştır. Onun tebliğde takip ettiği usul, toptan değil de peyder pey inen Kur’an tarafından belirlenmiştir. O halde Asr-ı Saadetteki “tebliğ modeli”nin Kur’an’ın sunduğu bir model olarak algılanması doğal karşılanmalıdır. İşte bu mütevazi çalışmanın amacı bu Kur’ani modelin bazı önemli prensiplerini tartışmaktır.

    Kur’an’ın tebliğ modelini kavrayabilmek için bilinmesi ve üzerinde durulması gereken en önemli husus, muhatap alınan toplumun sosyal, kültürel, ekonomik ve inanç yapısıdır. Bu yapı irdenlemeden hitabın değeri anlaşılamaz. Bunun dışında yine aynı derecede ehemmiyete sahip bir başka konu da, hitabın tarzıdır, farklı inanç kültür ve psikolojideki muhataplara hitabın nasıl yapılacağıdır. Bu hususta dikkate alınması gereken bir diğer mesele de, bütün bu hususların sonucunda yapılacak tebliğin etkisidir.

    Muhatap Çevre

    Kelam-ı İlahî Hazret-i Adem’den Hazret-i Muhammede kadar, her zaman muhatap aldığı toplumların yapılarını hesaba katmıştır. Bundan maksat toplumların İlahi hedeflerden saptıkları noktaları tashih etmek, İlahi hedeflere uygun düşünce ve davranışlarını da tasdik etmektir. Diğer taraftan tebliğin etkili olabilmesi için muhatap alınan çevrenin rağbet ettiği meselelerde peygamberlerin Allah tarafından mucizeler yoluyla desteklenmesi ve maharetli kılınması da önem arz etmektedir.

    Üç büyük kitap olan Tevrat, İncil ve Zebur’un olduğu gibi, Kur’an’ın dolayısıyla Kur’an’ı tebliğ eden Hazret-i Peygamberin de bu İlahi kuralın dışında kalmadığı görülmektedir.

    Kur’an’ın tebliğ metodunun anlaşılabilmesi için onun muhatap aldığı toplumun, “cahiliye toplumu” olarak vasıflandırılmış olması çok anlamlı olmalıdır. Bu cehalet kavramı, o günkü toplumun genel olarak “ümmiliği”ni ifade etmenin dışında, sosyal bir yapı içinde bulunmanın gerektirdiği sorumluluk ve yükümlülüklerin bir çoğuna yabani olduklarını da anlatmaktadır. Daha da ötesi, bunların inanç bakımından tam bir dalalet içinde bulunduklarını da aynı kavramın şümulüne dahil etmek mümkündür. Ki esas itibariyle o dönemin en karakteristik vasfı, tevhidden şirke yönelinmiş bulunulmasıdır. İnanç bazındaki bu sapma, toplum fertlerinin bütün düşünce ve davranışlarını da direkt olarak etkilemektedir.

    Bu dönemde zulüm kavramının hayatta kalmak isteyen kabileler için olmazsa olmaz bir prensip haline gelerek, adaletin pabucunun dama atılması, merhamet duygusunun kalplerden sökülerek kin, adavet gibi insanlar arasındaki ayrılıkları körükleyen duyguların onun yerine geçmesi, kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi, tevazu yerine kibrin, iktisat yerine her konuda israfın, namus yerine, ahlaksızlığın kol gezmesi gibi hususların hepsinin tevhid inancıyla yakından alakalı olduğu yadsınamaz.

    Cahiliye toplumunun bu tür inanç ve davranışlarına, “araçları” “amaç” haline getirmeleri de eklenmelidir. Örneğin mal ve para, binek ve mevki gibi nefse, aile ve topluma faydalı olabilmek için birer araç olan unsurların amaç haline getirildiği bir gerçektir ki, bu realiteleri Kur’an en güzel şekilde dile getirmektedir.(el-Fecr, 20: es-Sa’d, 32-33) Bu dönemde kabilecilik ve ırkçılığın ne kadar vahim boyutlarda olduğunu fazla izah etmeye bile gerek yoktur.

    Kur’an’ın muhatap aldığı toplum ümmidir. Ama fesahat ve belagatı zirvede bir toplumdur. Bilhassa şiir ve hitabe de o dönemde onların ellerine kimsenin su dökmesi mümkün değildi. En önemli geçim kaynakları ise ticaretti.

    İnsanlığın Islah Hedefi

    Genel hatlarıyla böyle bir durumda bulunan cahiliye toplumunu muhatap alan Kur’an’ın tebliğdeki takip edeceği metot, onun genel amaçları içinde mütalaa edilmelidir. Kur’an’ın genel amaçlarının en üstünde, birinci planda muhatap aldığı cahiliye toplumunu, ikinci planda da bütün insanlığı ıslah etme hedefi vardır. Bu ıslah hedefini gerçekleştirmek için öncelikle insanların vicdan ve akıllarının doğruya yönlendirilmesi gerekmektedir. Bunun için gerekli olan ilk şey de tevhid inancı ve bununla ilgili diğer iman esaslarıdır.

    Bu sebeple Kur’an insanları ıslah etme hedefine, direkt olarak başlamamıştır. Sağlam bir inanç olmadan, o inancın gerektirdiği davranışların sergilenmesi muhaldir. İşte bu bağlamda Kur’an’ın nüzul vasatının Mekke döneminde müşrik ve putperest bir toplumu bu yanlış itikattan vazgeçirip, tek bir Allah’a inanmaya çağırdığı dikkatleri çekmektedir.(İhlas, 1-4) Hatta Kur’an’ın ilk nazil olan suresinde bile direkt olarak şirkten bahsetmeye yönelik olduğu söylenebilir. Bunun için geçmiş ümmetlerden kıssalar anlatılmaktadır. (el-En’am, 76)

    Diğer taraftan Allah’ın varlığını ve birliğini kalp ve vicdanlarda tesis etmek maksadıyla onlara gerek göz, kulak, dil, dudak gibi cismani nimetlerden, (el-Beled, 8-9) gerekse sevgi gibi insanları, aileleri birbirine bağlayan manevi bağlardan, (Rum, 21) gerekse de her gün gördükleri, ama ülfetle ve şirkle baktıklarından önemini kavrayamadıkları çevrelerindeki afaki nimetlerden deliller serd etmektedir.

    Kur’an’ın bu devrede üzerinde durduğu en önemli hususlardan biri de ahiret inancıdır. Cennetin güzellikleri, (er-Ra’d, 35; et-Tevbe, 72; el-Meryem, 62) cehennemin korkunçluğu (el-Mülk, 6-8; el-Müddessir, 26; el-Hud, 119) beliğ tasvirlerle anlatılmakta, böylece insanları ıslah etme projesinin inanç bazındaki temelleri sağlam bir şekilde atılmaktadır.

    Burada Kur’an’ın “terğib ve terhib”, diğer bir ifadeyle “müjdeleme ve korkutma” dengesini tebliğde bir unsur olarak iyi muhafaza ettiğinin altı çizilmelidir. Kur’an’ın bu dönemdeki hitaplarının “ey insanlar” diye başlaması, şirk bataklığına saplanmış bir topluma tebliğde hitabın herkesin ortak noktası olan “insan olmayı” nazara alarak gerçekleşmesi Kur’ani tebliğin önemli bir özelliğini yansıtmaktadır. Şirkten bahsederken de müşriklerin isimlerinin zikredilmesinden ziyade, imanın güzelliği ve şirkin çirkinliğini nazara vermesi göz ardı edilmemesi gereken bir metottur. (el-Fatır, 13)

    Kur’an’ın bu dönemin insanlarına hitap ederken kısa ve veciz bir üslup kullanması, belagata secde edecek kadar “güzel söz aşığı” olan kimselerin İslamı kabul etmelerinde etkili olmuştur. Buradan da anlaşılmaktadır ki tebliğde önemli bir karakter, içinde bulunulan toplumun en çok rağbet ettiği unsurları bu maksatla kullanmaktır.

    Şirkin ve küfrün çirkinliğini, imanın güzelliğini anlayan ve iman esaslarını kalp ve vicdanlarında yerleştiren kimselerin buna bağlı diğer İlahi emir ve nehiylere hazır hale geleceğinde şüphe yoktur. Bunun için Kur’an, ahkamla ilgili ayetleri daha sonraki döneme bırakmış, bu defa da hitabı müminlere yöneltmiştir. Önce imanı akıllarda ve kalplerde yerleştiren Kur’an, o temeli de “Ey Müminler” diye sık sık hatırlatarak, İlahi çizginin dışına çıkmış bir toplumu, o çizgiye çekme hedefini gütmüştür.

    Had cezalarının, Hıristiyan ve Yahudilerle münasebetlerin, münafıklarla ilgili durumların, insanı insan yapan emir ve nehiylerin ve cihad gibi konuların sonraki döneme bırakılmış olması, bir çok hikmetleri barındırmaktadır. (Menna’ el-Kattan, el-Mebahis fi Ulumi’l-Kur’an, s. 64, Beyrut, 1994) İçkinin kaldırılması gibi yasaklamaların da aşama aşama gerçekleştirilmesi, tebliğde tedriç metodunun Asr-ı Saadette uygulanan Kur’ani tebliğ modelinin bir parçası olduğunu göstermektedir.

    Tekrar başa dönecek olursak, Kur’an’ın hedefi insanlığı ıslah etmektir. Bu ıslah projesini gerçekleştirmek için, Bediüzzaman’ın hülasa ettiği gibi “iman, hayat, şeriat” sıralamasını takip etmiştir. Buradaki şeriattan kastedilen, ahkamın, had ve cezaların tenfiz edileceği bir sistemin kurulmasıdır. Bu sistemin de hedefi, geçerli olduğu toplumun ıslahına hizmet etmektir.

    Şimdi Kur’an’ın tebliğ modelinde şeriatın yerinin olmadığını iddia etmek büyük yanlışlıktır. Ancak insanlığın ıslahının tek aracı bu değildir. Hatta ilk aracı da bu değildir. Bunun için ıslah edilmiş toplum projesini hayata geçirmek isteyen Kur’an’da yönetimle ilgili, bugünkü ifadeyle siyasetle ilgili ayetler çok azdır. Kur’an’da yönetim şeklini ifade eden “şura” ile ilgili sadece iki ayet bulunması, bunun da tarzının ümmete bırakılması dikkat çekicidir. (Ali İmran, 159; Şura, 38) buna göre Kur’an meşverete dayalı bir yönetim şekli öngörmektedir. Çünkü topluluk halinde yaşayan insanların işlerinin düzene girmesi için bir karar alma ve uygulama mekanizması gerekmektedir. Tek bir ferdin alıp uygulayacağı kararların diğer insanlara kolayca tatbik edilmesi mümkün değildir. İnsanlar kendi aldıkları veya temsilcilerinin aldıkları kararları daha kolay bir şekilde kabul edebilirler. Bu sebeple bugün demokrasi diye ifade edilen yönetim şekli-nin Kur’an’ın “Şura” prensibine aykırı olduğunu söylemek akılcı değildir. Kur’an’da yönetimle ilgili ayetlerin çok az olup, fertleri ve toplumu ıslah etme hedefini güden ayetlerin İlahi fermanın büyük bir ekseriyetini teşkil etmesi, tebliğde önem sırasını da dikkatlere sunmaktadır.

    Meseleye Kur’an’ın hedefleri açısından baktığımızda şeriat, iman ve hayat merhaleleri gerçekleştirildikten, bu konuda ciddi tebliğ çalışmaları yapıldıktan sonra kendiliğinden gerçekleşecek olan bir husustur. Asr-ı Saadette karşımıza çıkan tablo böyle bir tablodur. Değişik zamanlarda bu tablo tersine çevrilmek istenmiştir. Yani Kur’an’ın toplumu ıslah etme projesine, temelden değil, çatıdan başlamak isteyenlerin insan fıtratına uymayan bir yola süluk ettiklerinden dolayı muvaffak olmaları hemen hemen mümkün değildir.

    Mısır’da İhvan hareketinin ve Cezayir’de İslami Selamet Cephesinin bu konudaki muvaffakiyetsizlikleri, hakikatsizliklerinden değil, siyaseti bir tebliğ aracı olarak görmelerinden, işe temelden değil, tepeden başlamak istemelerindendir. Çünkü bu durumda İslam’ın önce imanla vicdanlara girme, vicdanı harekete geçirerek onu hayata taşıma tarzında gerçekleştirdiği tedrici yöntem kullanılmadığından , insanlar İlahi hükümlere, ibadetlere ve İslam’ın diğer esaslarına “zorla” uydurulmaya çalışılacaktır. Bu ise İslam’ın şiddetle karşı çıktığı “ikrah” tan başka bir şey değildir.

    Tebliğde esas olan iknadır, söz anlamayan vahşiler gibi “icbar” değildir. Önemli olan İslamiyetin mahbub ve ulvi olduğunu, emirlerine uyarak, davranışlar, hareketler ve ahlak ile göstermektir. (Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, s. 96.)

    Çünkü tamamen müşrik ve kafir insanlardan oluşan bir ecnebi toplumu ile, kendi değerlerine yabanileşmiş, kalbindeki Allah, peygamberi ve ahiret inancı yok olacak ve ona bir aksiyon vermeyecek dereceye gelmiş kimselerden oluşan toplum arasında aslında büyük benzerlikler vardır.

    Bediüzzaman’ın bir eserinde belirttiği gibi, küçüklüğünde ailesinden iman ve İslam terbiyesi almamış kimselerin daha sonra vicdanlarındaki iman ateşinin tutuşturulması, onların İslami terbiye ile eğitilmeleri, bir ecnebinin, inançsızın imana ve İslama dahil olması kadar zor ve güç olmaktadır. (Said Nursi, Emirdağ lahikası, 1, s. 40) Hatta burada Müslüman bir toplumda yaşayıp da kendi değerlerine, iman esaslarına yabancı olarak yetişen insanların İslam ve imana ülfet gibi gaflet perdesini kalınlaştıracak dezavantajlar da bulunmaktadır.

    Günümüz toplumu İslamın idealize ettiği anlamda bir İslam toplumu değildir. Mümin olduğunu söyleyip İslam’ın emir ve yasaklarını “çağdışı” gören insanların çokça bulunduğu bir toplumdur. Bu toplum bir “ahirzaman toplumu” dur. İslam Süfyanının tahrip prensibi olan “nifak”ın alabildiğine yaygınlaştığı bir toplumdur. Kur’an’ın hükümlerine yönelmeyen bir inancın, sathi veya taklidi bir iman olduğu açıktır. Bu toplumda dinsizliğe tarafgirlik gösterenler de yok değildir. Diğer taraftan bir Allah’a inandığını söyleyip de nefis, makam, mevki, para putuna tapınan insanları her zaman ve zeminde görmek de mümkündür.

    Böyle bir durumdaki topluma uygulanacak metod, Asr-ı Saadette Mekke döneminde tatbik edilen metodun başka bir versiyonu olmalıdır. Elbette ki Hazret-i Peygamber gibi bir nübüvvet güneşinden mahrumiyet farklı bir zaman sürecini de gerekli kılabilir.

    Burada önemli bir tebliğ özelliği daha karşımıza çıkmaktadır. O da tebliğin amacının yalnızca Allah rızasına kavuşmak olmasıdır. Bu önemli noktadan dolayı Hazret-i Peygamberin dikkati çekilmiştir. Tebliğcinin ücreti ancak Allah’a aittir. (eş-Şuara, 109) Hidayeti veren Allah’tır. (Ra’d 31) Peygamber bile olsa hiç kimse istediği, sevdiği kimseleri hidayete erdirme gücüne sahip değildir. (Kasas, 56) Bunun için Kur’an’da Hazret-i Peygamberin yalnızca bir tebliğci olduğu nazarlara sunulmaktadır. (Ali İmran, 20; el Maide, 92) Bu perspektiften hareket ederek, tebliğde gün, sene, sayı hesabı yapıp hemen sonuç almayı düşünmek, hatta böyle bir beklenti içine girmek bile yanlıştır.

    Şunu da belirtelim ki tebliğ görevinde Hazret-i Peygambere gösterilen bir yol da o görevi “kavl-i leyyin” ile yerine getirmektir. Bu usül, Hazret-i Harun’un Firavun’a giderken Allah tarafından kendilerine gösterilen bir usüldür. Hazret-i Musa kıssası anlatılırken bu mesaj da, Kur’an vasıtasıyla peygamberimize ve onun yolundan gidip tebliğ görevini yerine getireceklere ve-rilmektedir. (Taha, 44) Hazret-i Peygambe-rin katı kalpli olması durumda etrafındakilerin dağılacağının hatırlatılması da, tebliğ görevinin ne kadar hassas olduğunu göstermektedir. (Ali İmran, 159) Tarih boyunca 19’uncu asra gelinceye kadar, İslam ümmetinde imanın esasları ile ilgili Yunan felsefesinin Arapça’ya çevrildiği zamanın dışında ciddi tehditler yaşanmamıştır. Bu sebeple hizmet tarzları ve tebliğ metotları Bediüzzaman’ın Kastamonu Lahikasında işaret ettiği, mevcut imandan istifadeyi arttırmaya yönelik faaliyetler içinde olmuştur. (Said Nursi, Kastamonu Lahikası, s. 10-11) Zaten o asırlarda yazılan eserlere baktığımızda haklı olarak mevcut imandan istifade ederek insanlara faydalı olma yolunun tercih edildiği anlaşılmaktadır.

    Kelamcılar yalnızca akli delillere istinat eden bir metot geliştirirken, mutasavvıflar ise aklı bir kenara bırakmışlar zevk ve keşif yoluyla manevi mertebeler kat etmeyi esas alan kalbi bir yol tutmuşlardır. Her iki yolda Kur’an’ın genel tebliğ ve hizmet metodunu içermemektedir. Kelamcıların Allah’a ulaşmak için gittikleri tarz ile, Kur’an’ın tarzı arasında büyük farklılıklar da vardır. Kelamcıların metodu, uzak yerlerden boru döşeyerek su getirmeye benzemektedir. Bu su her zaman tehlikelere maruzdur.

    Kur’anî metot ise, her şeyde Allah’ı bulacak, varlığını birliğini ispat edecek bir metot öngörmektedir. Gerçekte de Kur’-an’ın anlamını göz önüne alan kimseler, onda enfüsi ve afaki delilleri serdettiğini göreceklerdir. Bu açıdan bakıldığında Kelamî metodun Kur’anî metodu tam olarak içermediği görülecektir.

    Diğer bir metot yanlışlığı da, insanın kalp ve ruhunu nazara almamasıdır. Halbuki iman sırf aklın muhtaç olduğu bir şey değildir. Tam aksine önce kalpte başlayan ve yerleşmesi gereken bir soyut hakikattir. Akli deliller, imanın kalpte perçinleşmesine yardımcı olmalıdır.

    Diğer taraftan tasavvuf da bir meyvedir. İman alt yapısı sağlam olan insanların yürüyebileceği bir yoldur. Tasavvufun da Kur’an’a uymayan yönü, onun yalnızca ruh ve kalple meşgul olup aklı hiç nazara almamasıdır. İbn Arabi gibi bazı mutasavvıfların kendilerinden olmayanların kendi eserlerini okumamalarını tavsiye etmeleri de, günümüzde bazı insanların iddia ettiği gibi İslam’ın mesajlarını insanlığa ulaştırmada tasavvufun bir “cadde-i kübra” olamayacağını göstermektedir. Çünkü Kur’an toplumun belirli seviye ve anlayıştaki insanlarına değil, her kesimine mesajlar vermekte ve onları hidayete erdirme gayesini gütmektedir.

    Bir başka açıdan bakıldığında Kur’an’ın hizmet-tebliğ metodu insanı bütün olarak muhatap alıp onun akıl ve kalbine, ruhuna birlikte hitap etmesidir. Kur’an bizi hem Allah’ı zikretmeye, Kur’an okumaya, Allah’ı anmaya davet etmekte, hem de aklımızı kullanmamızı öğütlemektedir. Verdiği temsillerle hissiyatı harekete geçirmekte, bu da insanın fikir ve yaşayışına etki etmektedir. Çünkü fikirler kuvvetlerini hissiyatlardan ve teessüri hallerden alırlar.

    Fıkıh da bir ilim olarak ortaya çıkmış, Kur’an’ın yalnızca fert, toplum ve devlet hukukunu ilgilendiren mesajlarına yorumlar getirmiştir. İnançsızlık cereyanlarının İslam toplumuna girmeye başladığı On dokuzuncu yüzyıla kadar, kelam, fıkıh ve tasavvuf kendi alanlarında toplumun fertlerine belli ölçülerde hizmet etmişlerdir. Buna Kur’an’ın bütünlüğünü ihtiva etmemesine rağmen ihtiyaç da vardı denebilir. Ancak artık bu metotların Kur’an açısından değerlendirilmesi ve zamanımızın değişen sosyo-psikolojik yapısına uygun bir hizmet metodunun geliştirilmesi zarureti ortaya çıkmıştır.

    İslam dünyasında böyle bir ihtiyacın hissedildiği bir vakıadır. Bilhassa Batıda ilmin dinsizliğin hizmetinde kullanılması, inanç esaslarına esaslı saldırılarda bulunulması gibi durumlar karşısında bazı İslam alimlerinin siyaset yoluyla hizmeti tercih ettiği bilinmektedir. Bu asrın başlarında ise Risale-i Nur eserleri zuhur etmiştir. İmanın erkanının en fazla zarar gördüğü bir İslam ülkesi olma sıfatını taşıyan ülkemizde yetişen Bediüzzaman Said Nursi, hizmette metot olarak “Kur’anî tarzı” benimsemiştir. Kelam ve tasavvufun yukarıda belirttiğimiz çerçeve içinde Kur’anî olmadığını savunan Bediüzzaman, eserlerinde akıl ve kalbi birleştirerek Kur’an mesajını bu asra taşımıştır.

    Onun yaptığı tebliğ faaliyeti esnasında peygamberlerin yolunu tercih ederek, Allah’tan başka kimseden ücret istemediği bilinmektedir. Hatta hizmette ihlassızlığa sebep olur diyerek devletin kendisine vaiz olarak bağlamak istediği yüklü bir parayı da kabul etmemiştir. Kemiyete değil, keyfiyete önem veren Said Nursi’nin, şeytan taşlamaktansa, kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket ettiği, Müslümanlara da bunu tavsiye ettiği bilinmektedir.

    Bediüzzaman milletin kalp hastalığını “din ve iman zayıflığı” olarak teşhis ettikten sonra tedavisini de ona göre yapmaya çalışmıştır. Benim buradan çıkardığım sonuç şudur: İçinde yaşadığımız dönem bir çok bakımlardan cahiliye dönemini andırmaktadır. Hatta bazı noktalarda ondan daha kötü bir durumda olduğumuzu bile söylesek, sanırım bu mübalağa olmaz.

    Cahiliye döneminde insanların putpe-restliğe ve şirke yönelmesi gerçekten cahilliklerinden kaynaklanıyordu. Kur’an’ın inmesiyle tebliğ yukarda belirttiğimiz çerçeve içinde yapılmış, insanlar bu bakımdan bilgilendirilmişler ve imana davet edilmişlerdir. Çok azılı olanları hariç bu tebliğ faaliyetinin ekseriyet üzerinde olduğu görülmektedir. Ama günümüzde inançsız-lık, nefis putunu İlah edinme, makam mevki İlahlarına, şöhret İlahesine tapma ilimden kaynaklanıyor.

    İnsanlığın ortak malı olan ilmin gücünü elinde bulunduranlar insanları iman esasları konusunda şüpheye düşürmekte, bu şüphenin neticesinde de insanlar bir İlah yerine bir çok İlahlara tapma güçlüğü ile karşı karşıya kalmaktadırlar. İşte böyle bir ortamda insanların cahiliye adetlerine yönelmesi karşısında ortaya çıkacak bir tebliğcinin, tıpkı Hazret-i Peygamber gibi işe baştan başlamaktan başka bir çıkış yolu yoktur. İnancı olmayan veya zayıf olan kimselere, ahkamın güzelliklerinden, evrenselliğinden bahsetmek bir tebliğ hatasıdır ve Kur’ani değildir. Hele de içinde bulunulan şartlar göz önüne alınmaksızın tepeden inmeci bir anlayışla siyasi iktidara talip olup insanların himmetlerini o yöne kaydırmak, toplumu sloganlarla oyalamaktan ve başlarını taşa vurmalarına sebep olmaktan başka bir işe yaramayacaktır. İslam da, toplum da bir ağaç gibidir. Ağacın kökleri çürürken, onun dallarını ilaçlamanın ağaca bir faydasının olduğunu söylemek akılla bağdaşmaz.

    İslamın kısmen Mekke döneminin özelliklerini taşıyan içinde bulunduğumuz toplumda, yapılması gerekenin ne olduğunu Bediüzzaman çok net bir şekilde ortaya koymuştur. Bediüzzaman’ın bir çok ilmi kitaplar okumasına ve ezberlemesine rağmen, referansının Kur’an olması, tevhid-i kıble olarak Kur’anı görmesi, Kur’anın tebliğ metoduna uygun bir metod geliştirmesini netice vermiştir. İnsanları ıslah etmek hedefinde olan Kur’an’ın bu amacına hizmet etmek, ancak onun tebliğ modeline uymakla olur. O da iman, hayat şeriat sıralamasında kendisini bulur.

    İnsanlara her şeyden önce lazım olan imandır. İman olmayınca vicdan harekete geçmez, ferd kendisini ıslah edemez. Fert kendisini ıslah edemeyince Kur’an’ın toplumu ıslah etme hedefine ulaşmak mümkün değildir. Toplumun kendini ıslahı, onu hayata geçirmesi demektir.

    Bunun için, onun tebliğ metodunda sırtını devletin imkanlarına dayamak da yoktur. O siyaseti bir tebliğ aracı olarak görmemiştir. Onun endişesi, imani hizmet-le, Kur’ani hizmetle siyasetin paralel gidemeyeceğidir. Çünkü insanlara bir elinizde “nur” diğer elinizde “siyaset topuzu” olduğu halde yaklaşırsanız size şüphe ile bakarlar, oy kaygısı ile yaklaştığınızı hissederler ve elinizdeki elmas kıymetindeki iman hakikatlerinin değerlerini de bil-mezler. Bunun için Kur’anın tebliğ metodunu kendine rehber edilen Risale-i Nur’un metodunda hedef bir siyasi partiye oy toplamak veya bir siyasi partinin mensupları değil, bütün insanlardır. Çünkü iman hakikatlerine bütün partilerin taraftarlarının ihtiyacı vardır.

    Bundan dolayı Risale-i Nur’un hizmet metodunda İslamın siyasallaştırılmasının yeri yoktur. Mekke döneminin bazı özelliklerini yaşadığımızı tekrar hatırlayalım. Peygamberimizin Mekke’deki tebliğine—zaten onun başa geçmesinden korkan, endişe eden Mekke eşrafına karşı—”Ben sizin idareciniz olmaya talibim” diyerek başlasaydı, herhalde mesajlarını almakta çok daha fazla zorlanırlardı. Zaten amaç şirke bulaşmış insanları şeklen yönetmek değil, onların kalplerini fethetmektir. Hazret-i peygamber onların kalplerini fethetmeyi, akıllarını ele geçirmeyi hedef-lemiş, Allah da bu hedefinde onu muvaffak kılmıştır.

    Sonuç

    Kur’an’ın tebliğ modeli, bir makalede anlatılacak kadar basit değildir. Bu nedenle bu çalışma onun modelinin bazı önemli unsurlarını ihtiva etmektedir. Tebliğde muhatap alınan toplumun şartlarını göz önüne almak kadar, muhataplara nasıl yaklaşılacağı, neyin ne miktarda hangi metotla verileceği de önem arz etmektedir. Kur’an bize her dönemde yapılacak tebliğ faaliyetlerinin örneklerini de sunmuştur. Önemli olan Kur’an’ın modelini ve mesajını günümüze taşımaktır. Teşhisin olduğu kadar, tedavinin ve tedavi yöntemlerinin de isabetli olması önemlidir. Yapmaya çalıştığımız bu küçük çalışmada Kur’an’ın tebliğ modelinin bazı ipuçlarını, günümüzde bunun ne derece uygulandığını nazarlara sunmaya çalıştık. Bu modele uyulması nispetinde Rabbimizin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet etmek ve onlarla en güzel şekilde mücadele etmek mümkün olacaktır. (en-Nahl, 125) Kusurlar dağınık zihnimize, güzellikler ise Kur’ana aittir.