Köprü Anasayfa

İslamî Hizmet Metodları

"Yaz 98" 63. Sayı

  • Risale-i Nur ve İhvan-ı Müslimin: İki Mektep

    Mustafa Özcan

    Özcan, Yeni Asya Gazetesi yazarıdır.

    Bediüzzaman Said Nursi’nin tabiriyle devrimiz cemaat devridir. Bu ifade ile günümüzdeki gelişmelerin ışığında ferdi çalışmanın pek yeterli olamayacağı anlatılmaya çalışılmıştır. Bediüzzaman eski dönemlerde cemaat olmadan da fertlerin tek başlarına insanları yönlendirmeye muvaffak olduklarını; günümüzde ise bunun gayet zor olduğunu anlatır. Gerçekten de hayat çok muakkat ve karmaşık hale gelmiştir ve dolayısıyla bu devir ihtisas devridir. Yine Bediüzzaman’a göre insan ancak bir kaç alanda mütehassıs olabilir. Dolayısıyla dahilerin istidatları ve kapasiteleri dahi sınırlıdır. Öyleyse bu devirde işler münavebe; müşareke yoluyla ve kolektif bir surette olmalıdır. Bediüzzaman bu gerçeği talil ve tahlil ederken; “Umuma el atmak, umumu terk etmek demektir.” der. (Muhakemat, Yeni Asya Neşriyat, s. 34) Yine başka bir yerde: “Eski zamanda değiliz. Eskiden hakim bin şahs-ı vahid idi. O hakimin müftüsü de, onun gibi münferit bir şahıs olabilirdi. Onun fikrini tashih ve tadil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Yoksa fert dahi de olsa, cemaatin ferd-i manevisine karşı sivrisinek kadar kalır…” Bundan dolayı, Muhammed Abduh’un Amme cüzü ile ilgili olarak yaptığı gibi İşaratü’l-İcazla pratik olarak örnek bir tefsir vücuda getirir. Muhakemat ise Veliyyullah Dehlevi’nin yaptığı gibi bir çeşit tefsir usulü mukaddimesidir. Tefsir konusunda da kolektif çalışma usulünü benimser ve şöyle der: “Efkar-ı umumiye bir tefsir-i Kur’an istiyor. Evet, her zamanın bir hükmü var. Zaman dahi bir müfessirdir. Ahval ve vukuat ise bir keşşaftır. Efkar-ı ammeye hocalık edecek, yine efkar-ı amme-i ilmiyedir. Bu sırra binaen ve istinaden iste-rim ki, müfessir-i azim olan zamanın taht-ı riyasetinde, her biri bir fende mütehassıs muhakkikin-i ulemadan müntehab bir meclis-i mebusan-ı ilmiye teşkili ile, meşveret ile, bir tefsiri telif etmekle sair tefasirdeki münkasım olan mehasin ve kemalatı müzehhebe olarak cem etmelidirler.”(Muhakemat, s. 29) Şimdi eskilerin tabiriyle kesrette vahdet, vahdette kesret devridir. Kolektif çalışma Bediüzzaman’ın tabiriyle zamanın ilcaatından yani zaruretlerindendir. Mesela asrımızda Bediüzzaman gibi bir çok alim içtihat kapısının mutlak olarak kapalı olmasından değil de ehliyetin az, şartlarının ağır olmasından ve bir de zamanın bu içtihatları arazi (dünyevi ve laik) hale getirmesi endişesinden dolayı bu kapıdan girmenin fevkalade zor olduğuna kail olmuşlardır.

    Bundan dolayı asrımızın bir çok alimi ferdi içtihaddan ziyade kolektif/cemai içtihadı savunmuştur. Bu şekilde azami derecede ferdi içtihadın mahzurlarından kaçınılabileceğine inanmışlardır. Bediüzza-man orijinal bir müceddittir, yeni kavramlar kullanır ama bu kavramalara yüklediği anlamlar da orijinaldir. Bu meselede İbni Haldun’u andırır. Hala İbni Haldun’un kullandığı asabiyet kavramı ve ona yüklediği anlamlar noktasında garptan şarka derin yorum farkları vardır. O gün İbni Haldun’un asabiyet dediği şey bugün Bediüzzaman’ın cemaata yüklediği anlama yakındır.

    Bediüzzaman’ın kullandığı bazı kavramlar başkalarınınkiyle aynıdır ama medlulleri farklıdır. Bazen çıkış noktası aynı ama sonuç ve çıkarımlar farklıdır. Mesela Bediüzzaman kitab-ı kainata çok önem verir. Sani-i Zü’l-Celalin ispatında kainattan deliller getirir. Hüseyin Cisr, Tantavi Cevheri, Hindistan’dan Vahidüddin Han gibi şahsiyetler de ilmi kelamın yenilenmesinde kainata müteallik ilimlerden ve yeni verilerinden istifade edilmesini önerirler. Bu konuda Bediüzzaman’la uyum içindedirler. Ama mesela Hindistan’ın mo-dernistlerinden Seyyid Ahmet Han İslam’la tabiat arasında yani kitabı kainat ile mushaf arasında fark olmadığına kail olur ama bu onu Bediüzzaman’dan uzak ve farklı noktalara götürür. Bu noktada tefrit ederek işi dehriliğe yani tabiatperetliğe kadar vardırır ki; Cemaleddin Efgani’nin Er-Reddu ale’d-Dehriyyin kitabının yazılmasına vesile olmuştur. Şeriat-ı fıtriden yola çıkan Seyyid Ahmet Han, buradan hareketle nasılsa mucizatın inkarına ulaşır. Başka bir misal vermek gerekirse; Üstad Bediüzzaman’ın zamanın müfessir olmasından ve telahuk-u efkardan bahseder. Telahuk-u efkar deyimi Seyyid Ahmet Han’ın literatüründe “tecrübi akla” tekabül eder. Buna beşeri akıl ve külli akıl der. İnancına göre Kur’an’ın övdüğü tecrübi aklı kullanıyordu. Bu aynı zamanda 19. yüzyıl empirik aklıydı. Bu akıl insanlığın birikmiş hikmetinin kaynağıydı ve sağduyu olarak biliniyordu. Deneme yanılma yoluyla istihsal edilmişti. Ancak bundan yola çıkarak mucizeleri inkara yelteniyordu. (Seyyid Ahmed Han ve Entelektüel Modernizmi, Şaban Ali Düzgün, s. 112, 113)

    Bediüzzaman’la çağdaş diğer alimler ve aydınlar arasında örtüşen ve ayrışan taraflar vardır. Keza cemaatler ve hareketler arasında da Risale-i Nur’a yakın olanlar olduğu gibi uzakta kalanlar da vardır. Fetret devirlerinde, İslam birliğinin ve hilafetinin olmadığı dönemlerde bazı cemaatlar kendilerini devletin yerine koyup tek bir cemaatın çatısının yasallığını savunmuş ve diğerlerini gayr-i meşru olarak telakki etmişlerdir. Günümüzde Cezayir’de GIA ve 1970’li yıllarda Mısır’da kendisine Cemaatü’l Müslimin adını veren ve basında ise Hicre ve Tekfir grubu olarak anılan Şükrü Mustafa’nın grubudur.

    Buna mukabil Müslüman Kardeşler’in tanınmış alimlerinden Yusuf El Kardavi, fetret devrinde cemaatlerin taaddüdüne cevaz verenler arasındadır.

    Bu doğrultuda Bediüzzaman da “Sen mesleğini ve efkarını hak bildiğin vakit, ‘mesleğim haktır veya daha güzeldir’ de-meye hakkın var. Fakat ‘yalnız hak benim mesleğimdir’ demeye hakkın yoktur…” demiştir. Bediüzzaman mesleğinde tarafgirlik olmadığı gibi inhisarcılık da yoktur. Mısır’ın büyük alimlerinden Cemiyetü’ş Şeriyye’nin eski Başkanı merhum Abdullatif Müşteheri, hakikati kendi tekellerinde gören Cemaatü’l Müslimin grubunu Şer’an sapık bir grup olarak tanımlamıştır. (Rıfat Seyyid Ahmet, el Harakat el İslamiyye, s. 109, Sina linneşr)

    Yusuf El Kardavi’nin Şer’i olduklarına kanaat getirdiği bu müteaddit cemaatler arasında birbirlerine benzeyenler olduğu gibi birbiriyle tezat içinde olanlar da vardır. Kapsayıcı ve şümullü olanlar olduğu gibi sınırlı alanlarda hizmet verenler de vardır. Bu anlamda bazıları gelenekçi, bazıları fikri, bazıları kültürel ağırlıklıdır. Gelenekçi cemaatler kendilerini yenileyemeyen dolayısıyla İslam’ın mirasını her alanda taşıyamayan, tevarüs edemeyen cemaat-lerdir. Bunlara gelenekçi ya da donuk cemaatler diyebiliriz. Elbette bu cemaatlerin de belirli alanlarda bir boşluk doldurdukları bir vakıadır. Cüzi ve sınırlı alanlarda hizmet eden cemaatlara örnek olarak bazı tasavvufi cemaatları; unutulmuş bazı ritüelleri ihya etmeye çabalayan farklı grupları verebiliriz. Bu cemaatlardan bazıları asırdan kopuk, bunların hilafına bazı karşıtları da gelenekten kopuk modernist çehrelidir. Tebliğ cemaatı gibi sınırlı alanlarda hizmet eden cemaatlar fenden ve felsefeden gelen taun kabilinden fikri hastalıklarla mücadelede yetersiz kalıyorlar, sadece hamasete, duyguya ve hissiyata hitap edi-yorlar. Asrımızda vaaz ve irşad yoluyla hizmetin akim ve faydasız olduğuna inananların başında Cemaat-i İslami’nin Lideri merhum Mevdudi gelmektedir. Devrim, cihad ve silahlı mücadele yolunu benimseyen bazı gruplar var ki, bunların başında Mısır’da Cemaatü’l Müslimin, El-Cihad, Et-Taliatü’l İslamiyye, Kutbiyyune, Cezayir’de GIA, AIS gibi gruplar gelmektedir. Devrimci gruba bir örnek de İran’da Nevvab Safevi’nin Fedaiyyun hareketidir.

    Ardından Ayetullah Humeyni devrim yoluyla İran’da değişimi gerçekleştirmiştir. Fikri ve kültürel açılımla hizmet ve değişim metodunu benimseyen tek grup belki de Hizbuttahrirdir. Hizbuttahrir sadece fikri plana ağırlık verdiği, ameli planı yani eğitimi ve terbiyeyi ihmal ettiğinden dolayı çok kuru ve mensupları itibarıyla çok sınırlı kalmış, geniş dairelere açılamamış ve kabul de görmemiştir. Hizbuttahrir, Marksistler gibi sadece fikri eğitim yoluyla bir devrim yapabileceği zehabına kapılmıştır ki, hata etmiştir. Hizbuttahrir kendi fikrini gerçekleştirmek için hep dayanak aramış ve başkalarından medet ummuştur. Başkalarının desteğiyle askeri inkılaplar yapabileceğini ve hilafeti yeniden ihya edebileceğini vehmetmiş ve metodunda yanılmıştır.

    Risale-i Nur ve İhvan-ı Müslimin Metotlarının Benzerliği ve Diğerlerinden Farkı

    Müslüman Kardeşler ile Risale-i Nur belki de birbirlerine en fazla benzeşen iki cemaat veya harekettir. Şüphesiz ki metotları itibariyle öyledir. Önderlerinin hayat hikayeleri elbette ki birbirinden oldukça farklıdır. Hasan el Benna, Cezayir’de faaliyet gösteren Cemiyeti Ulema-i Müslimin Lideri Abdulhamid Bin Badis gibi hep hareket halindedir. Her iki lider de binlerce kilometre yol katetmiş ve binlerce köy gezmişlerdir. Buna mukabil Bediüz-zaman özellikle de Nur hareketinin doğuşu olan 1926 tarihinden itibaren sürekli göz hapsinde, sürgünde ve tefekkür halindedir. Dolayısıyla Risale-i Nur’un dini yapısı, sema ile alakası ve Bediüzzaman’ın keşfi-yata açık yapısı ve bu anlamda ilm-i ledünne mazhariyeti açısından çağdaş İslami hareket liderlerinden ziyade geçmişteki mücedditlere, Gazali ve İmam-ı Rabbani gibi şahsiyetlere benzer. Bu onun çağdan kopuk olduğunu göstermez. Bilakis, Bediüzzaman kadar gelenekle çağı birbirine ideal bir tenasüp içinde bağlayan dini lider, kibrit-i ahmer kadar enderdir. Bediüzzaman şüphesiz harikulade bir zekaya sahiptir ve bu anlamda kesbi yönü güçlüdür ve müktesebatı yerindedir ve akran-ı ulemanın fevkindedir. Buna mukabil asıl güçlü yanı vehbi özelliği ve ilm-i ledünne ayinedar kişiliğidir. Bediüzzaman’ı asıl diğerlerinden ayıran boyut budur. Bediüzzaman’ın bir diğer özelliği de iman temelinde açmış olduğu tecdit çığırıdır. Bu anlamda Risale-i Nur bir altyapı hareketidir. Bediüzzaman’ın Eski Said’deki kuvve-i ilmiyesinin üzerine Yeni Said’de ilham ilave edilmiştir. Hüccetü’l-İslam Gazali gibi kendisinin ihtiyari değil ızdırari hareket ettiğini belirtir. Bu hususu güzel bir şekilde Yirmi Üçüncü Mektup’ta izah eder: “Aziz kardeşim! Yazılan galip Sözler ve Mektuplar; ihtiyarsız, defi ve ani bir surette kalbe geliyordu. Güzel oluyordu… Eğer ihtiyar ile Eski Said gibi kuvve-i ilmiye ile düşünüp cevap versem sönük düşer, noksan olur…” (Mirkatü’s-Sünnet Tiryak-i Maraz-ı Bida Risalesi, s. 184) Bediüzzaman’ın güçlü tarafı burası olmasına rağmen muarızları tarafından en fazla saldırı da bu yönüne yapılmaktadır.

    Çağdaş İslami hareketlerden metot olarak Risale-i Nur’a en yakın hareketin İhvan-ı Müslimin olduğuna değinmiştik. Hasan el Benna davetlerin genel vasıtalarının üç unsurdan mürekkeb olduğunu ve bunların genel olarak değişmediğini belirtir. Derin iman ki Risale-i Nur’da bu tahkiki iman olarak adlandırılır. Benna’ya göre ikinci kademe ve aşama ince oluşum devresidir. Üçüncü devre ise mutavasıl amelden yani kesintisiz çalışmadan oluşur. Gayesini daha detaylı izah etmek için şunları söyler: “Ey kardeşlerim, siz hayır cemiyeti değilsiniz. Sınırlı maksatlara matuf mevzii bir heyet veya parti de değilsiniz. Fakat siz bu ümmetin kalbine sirayet eden ve onu Kur’an ile dirilten yeni bir ruhsunuz. Yeni bir nursunuz ki marifetullah ile maddenin karanlık yapısını aydınlatır. Gür bir sedadır ki Peygamberin çağrısını tekrarla yükseltir. Mübalağasız bir hakikattir ki sizler başkalarının bıraktığı bu emaneti taşıma görevini yüklenmiş bulunuyorsunuz, öyle hissetmenizde hiçbir mahzur yok.

    Size; neye davet ediyorsunuz diye sorulduğunda deyin ki: Hazret-i Peygamberin getirdiği İslam’a davet ediyoruz. Yönetim onun bir parçasıdır. Hürriyet onun rükünlerinden ve farzlarından biridir. ‘Bu siyasettir’ denilirse deyin ki: Bu İslam’dır ve biz bu taksimatı tanımıyoruz. Size “siz devrime çağırıyorsunuz” denilirse, deyin ki: Biz hak ve barış tellallarıyız ve bununla iftihar edi-yoruz. Bize isyan eder ve yolumuza engel koymaya kalkışırsanız bilin ki biz kendimizi savunuruz. Bu durumda asıl isyancı ve zalimler siz olursunuz. Size; “Neden şahıslardan ve gruplardan yardım istiyorsunuz?” denildiğinde, onlara şöyle cevap verin: Biz yalnızca Allah’a iman eder ve şirk koştuklarınızı inkar ederiz… Eğer düşmanlıklarında temadi ederlerse, onlara deyin ki: Selam üzerinize olsun, biz cahillerden yüz çevirdik…”

    Fethi Yeken’in de belirttiği gibi İhvan-ı Müslimin, şümullü bakışıyla ve metoduyla diğer İslami hareketlerden ayrılır. İhvan-ı Müslimin fikri bir harekettir, bununla Müslümanların zihni yapısını yeniden inşa etme görevine talip olur. Aynı zamanda terbiye ve tezkiye hareketidir ki, mensuplarını İslam’ın ahlakıyla ve adabıyla donatır ve onları medaricissalikin’e yükseltir. (Müşkilatu’d-Daveti ve’d-Daiye, Fethi Yeken, s. 230) Hasan el Benna, Bediüz-zaman’dan farklı olarak, kuvvetin istinat etmediği hakikatin kıymeti olmadığına hükmeder. Kuvvetten arındırılmış hakikatin hiçbir şeyi başaramayacağını ileri sürer. Burada Bediüzzaman’ın tertibatından ve tedriciliğinden ayrılır. Bediüzzaman birincisi dahilde kuvvet kullanılmayacağını belirterek milisvari güçlerin teşekkülüne zemin hazırlamaktan şiddetle içtinap eder. Bu tarz bir girişimin ve yapılanmanın mevcut düzenlerin kolluk kuvvetleri karşısında aciz kalacağı uyarısında bulunur. Dolayısıyla Bediüzzaman fetret devrinde İslam namına kuvvet kullanılması ve siyaset yapılmasına karşı çıkar.

    İhvan-ı Müslimin de her ne kadar tedriciliği esas alsa, iman, hayat, şeriat ve ittihad hiyerarşisine riayet etse dahi, enstrümanlar noktasında Bediüzzaman gibi dakik davranamamış ve burada hiyerarşiyi bozmuştur. Dolayısıyla İhvan hareketinde iltibas vaki olmuş ve cemaat içinden bir takım ifrat ve tefrit akımları zuhur etmiştir ve yapısındaki bir takım nazari boşluklar ve tenasüpsüzlük buna zemin hazırlamıştır.

    Ancak belki de İhvan’ın Filistin cep-hesindeki Yahudi ve İngilizlere karşı mücadelesi Bediüzzaman’ın Şark cep-hesinde Ruslara karşı cihadıyla mukayese edilebilir.

    Cihaz el Has adı verilen ve bir nevi milis gücü olan özel birim zamanla kont-rolden çıkmış ve Mısır’ın ve hatta cemaatin destabilize olmasına yol açmıştır. Sonraki dönemlerde ise cemaat içinde güç merkezi haline dönüşmüş ve çatışma nedeni ve aracı olmuştur. Bu yüzden cemaatin ikinci Rehberi olan Hasan Hudeybi, “Güç insanı ifsat eder. Dolayısıyla insan gücünün yettiğince bundan sakınmalıdır.” (Abbas Hameyar, İran ve İhvan-ı Müslimin, s. 75) şeklindeki meşhur sözünü sarf etmek zorunda kalmıştır. Bu bağlamda Hasan el Benna, Bediüzzaman’dan metot olarak ayrılır. Benna 1357 hicri tarihinde İhvan’ın Beşinci Kongresinde irad etmiş olduğu nutkunda şöyle söyler: “Ey Müslüman Kardeşler topluluğu, şayet sizlerden üç yüz bölük kendisini manevi olarak iman ve inançla, fikri olarak ilim ve kültürle, fiziki olarak eğitim ve sporla donatmış olsa… sizinle semayı, her inatkar ve cebbar kişiyi (ve kaleleri) fethe çıkabilirim, inşallah bunu da yapacağım…”(Fethi Yeken, Müşkilatü’d Daveti ve’d Daiye, s. 231) Buna mukabil Bediüzzaman’ın yaklaşımı, geleceği gören ve ayakları üzerine basan bir yaklaşımdır. Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası adlı eserinde bu meseleye çok farklı bir zaviyeden bakar ve şöyle der: “O zat şimdi olsa da, üç meseleyi birden umum ruy-i zeminde vaziyetlerini değiştirme, nev-i beşerdeki cari olan adetullaha muvafık gelmediğinden, her halde en azam meseleyi esas yapıp öteki meseleleri esas yapmayacak. Ta ki iman hizmeti safvetini umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında, o hizmet başka maksatlara alet olmadığı tahakkuk etsin…” Bediüzzaman aynı eserinin bir başka yerinde ise şunları kaydeder: “Evet eski terbiye-i İslamiyeyi alanların yüzde ellisi meydanda varken ve an’anat-ı milliye ve İslamiyeye karşı yüzde elli lakaytlık gösterildiği halde; elli sene sonra, yüzde doksanı nefs-i emmareye tabi olup millet ve vatanı anarşiliğe sevk etmek ihtimalinin düşünülmesi ve o belaya karşı bir çare taharrisi, yirmi sene evvel beni siyasetten ve bu asırdaki insanlarla uğraşmaktan kat’iyen menettiği; Risale-i Nur’un, hem şakirtlerinin bu zamana karşı alakalarını kesmiş; hiç onlarla ne mübareze ne meşguliyet yok…” (Emirdağ Lahikası-I, s. 22) Gücün ancak tam bir müteşerri sistem içinde ve gelecek nesiller tarafından kullanılabileceğine işaret ederek Hasan el Benna’dan ayrılır: “İkinci vazifesi: Hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) ünvanı ile şeair-i İslamiyeyi ihya etmektir. Alem-i İslam’ın vahdetini nokta-i istinat edip beşeriyeti maddi ve manevi tehlikelerden ve gazab-ı İlahiden kurtarmaktır. Bu vazifenin nokta-i istinadı ve hadimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular lazımdır. (Emirdağ Lahikası-I, s. 266) Hasan el Benna altyapı ile üstyapı çalışmalarını birbirine mezcetmek istemiştir ki bu kargaşaya yol açmış ve fiiliyatta tedricilik anlayışını baltalamıştır. Bu anlamda tepeden inmeci ve üstyapıcı olan ve bunun gereği siyasetle iştigal eden Cemaleddin Afgani ile tamamen ikinci devresinde Bediüzzaman gibi altyapıcı olan Muhammed Abduh’un metodlarını birleştirmek istemiştir. Bu halita ve karışım da bekleneni verememiştir.

    Bunun dışında İhvan-ı Müslimin hareketi Risale-i Nur’la azami derecede bütünleşir, benzerlik arz eder. Her iki cemaat da Sahabe mesleği olan uhuvveti esas alır. İlişkiler dikey ve ufki değil, yataydır. Bununla birlikte Müslüman kardeşler örgütlenmesi kitabiyatı esas alan ve şahsi rehberiyeti ikinci plana iten Risale-i Nur’dan biraz farklıdır. Hem Risale-i Nur, hem de İhvan-ı Müslimin orjinal bir harekettir bu anlamda gelenekçi cemaatlardan ayrılır. Gelenekçi ve tasavvufçu akımlardan yapısal olarak ayrılırlar, ama o ruhtan kopuk da değildirler. Her iki lider de gençliğinde Şazeliyye gibi ortak bir tarikattan feyz almıştır.

    Arap dünyasının en güçlü İslami cemaati şüphesiz ki İhvan-ı Müslimin hareketidir. Ama cemaat içinde ifrat ve tefrit eğilimi içinde olan gruplar zamanla cemaatten kopmuşlar. Bir kısmı radikal akımlar haline gelirken bir kısmı da tefrite düşerek pasif hale gelmiştir. Arap dünyasında neo-İhvancı olarak anılan iki grup var. Bunlardan birisi Tunus merkezli eski ismiyle İslami Yöneliş Hareketi yeni ismiyle Nahda, diğeri de Hasan Turabi’nin lideri olduğu geçmişteki ismiyle Sudan Milli İslami Cephesi’dir. Turabi erken dönemde İhvan’dan ayrılmış ve partileşerek Numeyri rejimiyle kah çatışmış kah uyuşmuştur. Pragmatik yaklaşımları sonucu 1989 yılında Ömer Hasan Beşir’le birlikte ortak organize ettikleri darbeyle iktidara gelmiştir. İhvan genel olarak darbeler yoluyla iktidara gelinmesine karşı olduğundan buna itiraz etmiştir. Turabi ile yakın arkadaş ve dost olan Tunuslu düşünür ve Nahda Lideri Raşid Gannuşi ise Turabi gibi başarılı olamamış ve Burgiba ve ardından Bin Ali döneminde rejim tarafından hareket darmadağın edilmiştir. Gannuşi de mesaisini daha ziyade fikri alana teksif etmiştir. İslam dünyasında belki de tam olarak Türkiye’ye benzeyen tek ülke Tunus’dur.

    28 Şubat sürecinden sonra Türkiye’de başlayan kaynakların kurutulması hareketi Tunus orjinlidir. Burgiba başlatmış Bin Ali de sürdürmektedir.

    Müsteşriklerin duayenlerinden olan John L. Esposito, Tunisia and The Islamic Movement adlı makalesinde (The Renaissance a Civilizational Project adlı çalışma zımnında s. 57) Tunus’un bağım-sızlığın hemen akabinde aile hukuku meselesinde (personal – Status Law) laik Türkiye’nin yolunu izleyerek poligamiyi yasakladığını, aile hukukuna bakan Şer’i mahkemeleri kaldırdığını ve kadınlara başörtüsünü yasakladığını bununla da kalmayarak televizyonda güya çalışmayı teşvik ve işçilere örnek olma babından portakal suyu içerek Ramazan ayına ve oruca meydan okuduğunu hatırlatmaktadır. Döneminde Zeytune Üniversitesinde eğitimi lağvetmiş, İslamın sadece geçmişi temsil ettiğini Tunus için gelecekte tek umudun Batı olduğunu söylemiştir. Ancak özeleştiri ve muhasebe babından Raşid Gannuşi de hareketlerinin şiddete yönelik bazı yanlışlar işlediğini itiraf etmiştir. Ferdi usulsüzlük ve ölçüyü kaçırmalar olduğunu itiraf eden Gannuşi misal olarak Babu’s Suveyka olayını vermektedir. Bazı mütehevvir gençler Babu’s Suveyka’daki iktidar partisinin merkezini ateşe verir ve burada çıkan yangından etkilenen bir bekçi vefat eder. Nahda hareketi bu hadiseyi kınasa bile, bunu bahane bilen rejim bütün gücüyle hareketin üzerine gelir. (Hareketü’n Nahda Fizzikra el Hamise Aşere Letesisiha/Durus el Masi ve İşkalat el Hadır ve Tetalluatü’l Müstakbel, s. 17) Gannuşi, ilk devrelerinde Burgiba yönetiminin nefret ettiği Nasır milliyetçiliğinden etkilenir. 1967 yenilgisinden sonra Nasırcılık da yenilince bu defa Arap milliyetçiliğinden İslama döner ve Hasan el Benna, Seyyid Kutup ve Mevlana Mevdudi’nin metot ve fikirlerinden et-kilenir. Fransa’daki eğitiminden sonra kendi köklerine döner. Benna gibi hem öğretmen hem de eylemcidir. Zamanla Mısır Müslüman Kardeşliği oriantasyonundan daha çok Tunus merkezli bir harekete dönüşür. Kutupvari militan eylemcilikten Sudan’da Turabi, Endonezya’da bir dere-ceye kadar Emin Reis gibi ılımlı ve uyumlu ve konformist/accomodationist bir eylemciliğe kaymıştır. İran İslam devriminden sonra bu hareketten çok etkilenmiş ve İran milletinin Arapların İslam misyonunu terketmeleri halinde Allah’ı seven Allah’ın da kendisini sevdiği millet olarak bu görevi yüklenmeye aday olduğunu ve Hazreti Peygamberin bunu Selman-ı Farisi’ye tebşir ettiğini ileri sürer. (Abbas Hameyar, İran ve İhvani’l Müslimin, s. 239) Ancak zamanla bu sıcaklık kaybolarak eski tavını yitirmiştir. Gannuşi’nin en önemli misyonu Tunus’u Arap ve İslami kökleriyle yeniden buluşturmak, Arap ve İslam kültür havzasına yeniden dahil etmektir. Burgiba’nın hilafına Gannuşi’ye göre Tunus’un kurtuluşu İslam dünyasında ve birliğindedir. Bu konuda Malik bin Nebi gibi düşünür (The Renaissance, s. 60) Hürriyetler ve demokrasi konusunda aynen Nur ve ana hareketi olan İhvan çizgisini izler. Ona göre İslam sadece kimliğin değil gerçek hürriyetin ve kurtuluşun da kaynağıdır. Gannuşi ve taraftarları 1978 yılında solcularla cepheleşme içine girmişlerdir. Bir yıl sonra da İran devrimiyle birlikte hamaset zirve noktalarına tırmanmıştır. İslam dünyasındaki bir çok harekette olduğu gibi İslami cemiyetler muhalif oldukları sistemin idari yapısını benimsemektedirler.

    Gannuşi hareketi de bu kategoriye dahildir. Teşkilat emir ve seçilmiş Şura Meclisi tarafından yönetilir. Ancak diğer birçok İslami teşkilatlar gibi yapısı karmaşıktır; hem kamuya açık hem de gizli yönü vardır. Bu gizlilikle açıklık arasındaki ikilem kritik zamanlarda cemaatı zor duruma düşürmüştür. Gizlilik gerektiren yerde açıktan çalışmalar yapılmış, açıklık gerektiren alanlarda da gizlilik prensibi uygulanmıştır.(Hareketü’n Nahda Fizzikra el Hamise Aşere Litesisiha, s. 14) Rejimin baskılarından dolayı hareket daha fazla yeraltına kaymış ve hücre faaliyetlerine ağırlık vermiştir. Fikri olarak da Gannuşi taraftarlarına geçmişte kalmış Mutezile’nin Halku’l Kur’an gibi meselelerinin tartışılmasının yersizliğini anlatmıştır. Bu problemler geçmişte kalmış ve bunların yeniden diriltilmesi hatadır, bugünkü meseleler ise ekonomik, siyasi ağırlıklıdır. 1973 yılından beri Marife adlı dergilerinde ve cemaatin konferans ve sohbetlerinde konular genellikle aktüel meselelerden seçilmiştir. İşçi hakları, istihdam, refah, ücret ve kiralar gibi. Gannuşi kendi tabiriyle kitlelere “müze İslamı” yerine yaşayan İslam’dan bahsetmeyi yeğlemiştir. Bu çalışmaları sayesinde gençler arasında popüler olmuş ve Tunus İşçileri Genel Birliği (UGTT) arasında ve üniversitelerin bilim ve mühendislik fakülteleri öğrencileri arasında çok fazla taraftar elde etmiştir. Bu öğrenci kesimleri zamanla aynı kurumlardaki solcu ve milliyetçi gruplarla çatışmaya girmiştir. 1981 Nisan ayında Burgiba yönetimi ülkede cari olan tek parti siyasi sistemini liberalize etmiş ve bunun üzerine Gannuşi’nin İslami Cemiyeti kendisini İslami Yöneliş Hareketi (MTI) adı altında bir parti gibi yeniden örgütlemiştir. Ancak Burgiba bu partinin legalize olmasına müsaade etmemiş, MTI ise laik devlete meydan okumaya devam etmiştir. İslami Yöneliş Hareketi’nin gündemi Tunus’un hayat tarzı ve değerleri olarak yeniden Arap-İslam yoluna dönüşü, Tunus’un Batılılaşmış daha doğrusu Fransızlaşmış (Francophile) profilini çekip çevirmesi, demokrasiyi, siyasi çoğulculuğu ve sosyal ve ekonomik adaleti teşviktir. Burgiba rejiminin buna mukabelesi ağır olmuştur. İslami hareketin politizasyonu Burgiba’yı çılgına çevirmiş ve hareketi kendi yönetimine tehdit olarak algılamıştır. İşte bu noktada yöntemi Bediüzzaman’a benzeyen Şeyh Şaravi’nin uyarılarının haklılığı ortaya çıkmıştır. Şaravi, Müslüman Kardeşler’e yönelik baskının genel olarak iktidar sahiplerinin sandalye korkusundan ileri geldiğini söylemiş ve bu konuda İhvan’dan talepkar olmamalarını ve kürsi sahiplerini ve iktidar sahiplerini yatıştırmalarını tavsiye etmiştir. (Şeyh Şaravi ile konuşma El Müçtema dergisi, sayı 1313)

    İhvan subjektif olarak sürekli bir şekilde şiddetten uzak durduğunu ileri sürse bile hakkında bu yönde bir kanaat ve imaj pekişmesi var. Aslında Mısır İhvan’ının geçmişte kalan bir kaç münferit olayın dışında şiddete karışmadığı bir gerçektir. Tarihen bunu inkar kabil değildi. Bununla birlikte altyapı projeleriyle üstyapı projelerini bir arada götürme yaklaşımından dolayı metodunun anlaşılmasında ve uygulanmasında zaman zaman iltibaslar yaşanmıştır. Cezayir’de Müslüman Kardeşler’in uzantısı bir hareket olan Mahfuz Nahnah şiddetli bir vurguyla, şiddeti tatbik etmesine karşılık İhvan’ın metodunda nerede durduğu pek belli olmayan bir parti faaliyetine girişmiştir. Bu şekilde İslami cemaatlerle rejimin parantezi içinde kalmıştır. Altyapıyla üstyapı faaliyetlerinin aynı anda götürülmesi çabası öncelikler merdivenini altüst etmiş ve aşındırmıştır.

    İhvan’ın yayın organlarından olan el Müçtema dergisi vefatından önce Şeyh Şaravi ile bir mülakat yapmış ve mülakatta aynen şunları soruyor: “Siz daima alimlerin siyasetin dışında kalmasını savunuyorsunuz, oysa doğduğunuz günden beri siyasetçi sayılırsınız?” Bu soruya şu hikmetamiz cevabı veriyor: “Eskiden biz ülkeyi işgalci yabancıların tasallutundan kurtarmak için hangi yol olursa olsun onu denerdik. Sonra ülkeyi, vatanını çocukları yönetmeye başladı. Ahval değişti ve şu an siyaset tamamen din dışında kaldı. Ancak din siyaset, siyaset de din haline gelirse yani işler Şer’i bir siyasetle tedvir edilirse o vakit siyasetle ilgilenmek şer’an vacip olur…” Bunun üzerine muhabir şunu soru-yor: “Yani olup bitene seyirci mi kalacağız ve bu yeteterli olacak mı?” Şaravi’nin ce-vabı daha da enteresan. Şöyle devam edi-yor: “Kesinlikle. Bilakis Peygamberin (s.a.v.) ve Ashabının yaptığı gibi yapacağız. Mutlaka doğrudan başlamamız gerekiyor. Hazreti Paygamberin yolu ve doğru başlangıç bir iman toplumu inşa etmekten geçiyor. Biz elbette ki ıslahat yolundaki çabaları taktirle karşılıyoruz. Ancak şer başını uzatmış ve benim de onunla uğraşmaya mecalim yoksa başka bir yol denerdim. İşler önce ve sonra Allah’ın elinde. Bunda şüphe yok. Allah mağlup edilemez lakin, Cenab-ı Hak ehli imanı imtihan eder ve sınar. “Bazılarınızı bazılarınıza fitne kıldık; sabredebiliyor musunuz? ayeti celilesinde buyurulduğu gibi… Şaravi sürekli olarak gençlere nasihat etmiş ve bu işin slogan ve slogancılıkla olmayacağını hatırlatmıştır. Şaravi gerçek anlamda devlet kurulmadan ve toplumlar ıslah edilmeden Yahudilerle girişilecek mübarezelerin Müslüman toplulukların altın bir tepsi içinde İsrail’e sunulmasından başka bir işe yaramayacağını vurgular ve bu konuda İsrail’e komşu Arap ülkelerini suçlar.

    İslam; inanç, ahkam-ı Şeriyye, kalp, kalıp, iman ve amel ve ahlaktır. Bu herkese, her topluma ve her zamana şamildir. Bunlar olmadan biz ancak Allah’ın yalancıları oluruz. (El-Müçtema, 18.8.1998) Şaravi yapılması gerekenleri şöyle özetliyor: Öncelikle iyi niyet ve Allah’a tam bir teveccüh. Ardından fert ve ailenin ıslahı için azami gayret. Üçüncü olarak herkese sükunet ve usuletle nasihat etmektir. Din nasihattir. Dördüncü etapta Müslümanlar, Müslüman-ları yani kendilerini birleştirmek için ter dökerler. Bugünkü şartlar ise bizi istesek de istemesek de birleşmeye doğru götürüyor.

    Şaravi ve Bediüzzaman’ı doğrulayan tespitlerden birisi de Amerikalı müsteşrik John L. Esposito’nun da belirttiği gibi Burgiba’nın siyasi karakterli olmayan İslami hareketlere ilişmediği gerçeğidir. (The Renaissance A Civilizational Project, s. 63) Özellikle de solculara karşı bir denge unsuru olarak kaldıkları sürece. Siyasi muhalefet ise tamamen farklı bir meseledir. MTI’nın sosyo-politik platformu, Burgiba için çifte meydan okuma anlamına geliyordu. Birincisi, hareket laik muhalefetin söylemlerini tekrarlıyor ve ikinci olarak İslam adına muhalefet yapıyordu. Bu daha tehlikeliydi. Bu meydan okuma dünyada İslami uyanışın yükselişe geçmesiyle aynı döneme rastlamıştı. İslam ülkelerindeki mevcut yapı ve iktidarlar İran tehdidine karşı teyakkuz halindeydi. İran İslam devrimini ihraç etme niyetini açığa vurmaktan çekinmiyordu.

    1981 yılında Burgiba yönetimi bazı uzmanlar tarafından “modern yönetim diktatörlüğü” şeklinde vasıflandırıyor ve bu yapı MTI ile çatışıyor ve lideri Gannuşi’yi ve liderlerini hapsediyordu. Bunlardan bazıları işkenceye maruz kalıyor, bazıları yeraltına iniyor diğer bazıları da kendi kendini gönüllü sürgüne gönderiyordu. İslami Yöneliş Hareketi rejim tarafından her ne kadar saldırgan, köktendinci fanatik ve İran destekli devrimci hareket gibi yaftalarla tavsif edilse dahi Gannuşi devrim fikriyatına uzak durmuş ve Tunusvari bir çözümü İran kaynaklı bir çözüme yeğlemiştir. Gannuşi şiddeti mahkum etmiş ve aynı zamanda sistem içinde kalarak mücadeleyi yeğlemiştir. Sosyal değişim ve siyasi katılım yoluyla uzun vadede Tunus’da İslami bir yönetim kurma hedefini gerçekleştirmeye çalışmıştır. O devrimden bahsetmek yerine kurumsal reformlardan bahsetmeyi daha çok arzu ediyordu. Yukarıdan inmeciliğe iltifat etmez, bilakis değişimin tabandan gelmesine öncelik tanırdı. Bu dönemde Gannuşi daha ziyade Mısır tecrübesini ve şartlarının havasını yansıtan Müslüman Kardeşler fikriyatını kendi şartlarına uydurmuş ve budamıştır. Tunus tecrübesine ve şartlarına uygun ideoloji, program ve çözümler üretmeye çalışmıştır. Liderlerden bir çoğunun hapsi yeni bir li-derlik ifraz etmiş ve yeni bir evrim sürecini başlatmıştır. Camilerden ve okullardan toplanmış olan gençler insanları İslama çağırıyor ve insanlardan İslam hakkında düşünmelerini istiyorlardı. Onlar aynı zamanda Batı düşünce ve bilim ve teknolojisine açık insanlardı. Bu gençler ve talebe-ler Tunus’un bağımsızlık sonrası kuşağını temsil ediyorlardı ve komünistlerle cepheleşmek ve tartışmak üzere habire İslam ve komünizm hakkında kitaplar okuyorlardı. Onlar Batı bilimine ve İslam istikametine sahip bulunuyorlardı. Kam-püste solcu ve milliyetçilere alternatif edi-yorlardı. Burgiba da Sedat ve Şah gibi otoriter eğilimlerini dizginleyemiyordu. Bundan dolayı daha sonraki dönemde eşini, çocuğunu ve başbakanı Muhammed Mzali’yi sürgüne göndermişti.

    Burgiba 80’li yıllarda kendisini teselli edebilecek bir meşgale bulmuştu. Radikal fundamentalizm. Burgiba İran kaynaklı bir tehdidin kendi otoritesini sarsmaya çalıştığını iddia ediyordu. İslami hareketle, İran arasında somut bir bağ bulunamamasına rağmen Burgiba’nın kullanım ve tarih-dışı dediği dini gelenek Tunus’da yok edilememişti. Aydınlanmacı kalkınmacılık mo-deli konusunda Tunus, Lübnan’ı hatırlatıyordu. Ancak zamanla boynuzun kulağı geçtiği gibi Tunus Lübnan’ı sollamıştı. Özellikle de Tunus Cumhurbaşkanı İlyas Hrawi 1997 yılında Türkiye ve Tunus’u izleyerek dine dayalı aile hukukunu laik hukukla trampa etmek istemiş lakin herkesin tepsini çektiğinden muvaffak olamamıştı.

    Tansiyonun düşmesinden sonra 1984 yılında Burgiba, Gannuşi ve arkadaşlarını salıvermiş ama baskı devam etmişti. 1984 affı karşılıklı sürtüşmeyi sona erdirmemişti. Hükümet memurlara çalışma saatleri içinde ibadeti yasaklamış, camiler kapatılmış sadece zaman zaman sol aşırılığa tampon olarak düşünüldüğünden açık bırakılmıştır. 1981-1984 yılları arasında İslamcılar kamu görevlerinden atılmışlar. Üniversitelerde ve çalışma mekanlarında kadınların başörtüsü giymeleri yasaklanmış, üniversite öğrencileri okullarından atılmışlar ve zorla askere sevkedilmişlerdi. Taksi sürücüleri İslami bir işaret takamıyor ve İslamcıların kasetlerini dinleyenlerin ruhsatları iptal ediliyor, sakallılar sakallarını traşa mecbur bırakılı-yordu. Gannuşi salıverildikten sonra cami-lerde veya kamuya açık alanlarda konuşmasına yasaklık getiriliyor, öğretmenlikten men ediliyor ve yazılarına neşir izni ve-rilmiyordu. Yurtdışına çıkışına da yasaklık getirilmişti.

    1984-87 yılları arasında MTI yeni bir yapı kazanmış ve liderlik adem-i merkeziyetçi bir havaya bürünmüştü. Gannuşi’nin liderliği ideolog vasfıyla sınırlanmıştı. 1984 yılında Gannuşi’nin salıve-rilmesinden üç yıl sonra 1987 yılında Burgiba onu yeniden tutuklatmıştı. Suçlama da İran’la işbirliği yaparak Burgiba rejimine karşı darbe. O sıralarda Fransa da altı Tunuslu’yu silah kaçakçılığından yakalamış ve Burgiba bunları İslami Yöneliş Hareketi (MTI) militanları zannetmişti. Sonra Fransa işi düzeltse; bunların MTI değil de Hizbullah ve Cihad Hareketi mensupları olduğunu açıklasa da durum değişmemiştir. Bu deliller Burgiba paranoyası için kafi gelmiştir. Gannuşi ile birlikte üç bin hareket mensubu gözaltına alınmıştır. Burgiba yönelişçileri gözden düşürmek için onların Humeyniciler olduklarını ileri sürüyordu. Dirk Vanderwalle ise durumu şu şekilde tasvir etmekteydi: “İslami Yöneliş Hareketi… ülke yöneticilerini veya onların siyasi sistemlerini tehdit etmiyor. Onların yaptığı şahsi iktidarı ya da istibdadı, ekonomik yönetimi, yolsuzlukları ve ahlaksızlığı eleştirmekten ibarettir.”

    Burgiba İslamcı tehdidin kökünü kazımak için yeni teşekkül eden mahkemeye Gannuşi’yi ömür boyu mahkum etmesi için talimat vermişti bile. İdamını değişik nedenlerden dolayı istemiyordu. Kasım 1987 yılında halk ayaklanması baş gösterecekken Burgiba’nın Başbakan Zeynelabidin Bin Ali diktatörün veya kendi deyimiyle Büyük Mücahidin elinden iktidarı devralmıştı.

    Bin Ali süratle harekete geçerek pozis-yonunu sağlamlaştırmış, yönetimini meşrulaştırmaya çalışmış ve Burgiba’nın İslami muhalefete karşı hasmane tutumuna son vermiştir. Siyasi liberalizm, daha fazla demokrasi ve çok partili sistem vaad etmiştir. Bin Ali Mısır’daki Enver Sedat’ın, Sudan’da Cafer Numayri’nin taktiklerini izlemiş önce Mekke’ye gitmiş konuşmalarında sık sık İslamdan referanslar vermeye başlamış, Zeytune Camiini yeniden açmış ve Ramazan münasebetiyle açıktan oruç tuttuğunun göstermiş ve İslami Yöneliş Hareketine yeniden kendi gazetesini yayınlama izni vereceğine dair taahhütte bulunmuştur. MTI Bin Ali’nin yeni döne-mine müspet bir mukabelede bulunmuş milli uzlaşma konseptine katılmış ve siyasi bir parti olarak tanınmayı memnuniyetle karşılamıştır. Bununla birlikte Bin Ali hemen bir yıl sonra verdiği sözlerden cayarak böyle bir partinin dinle siyaseti bir arada yürüteceğinden bunun kurulu düzen açısından kargaşa getireceğini öne sürmüştür. İki gelişme Bin Ali’nin düşüncesinde köklü değişikliklere yol açmıştır. Bunlardan birisi 1988 seçimlerinde MTI mensuplarının bağımsız aday olarak girdikleri seçimler de üstün performans örneği göstermeleri ve dolayısıyla herhangi bir seçimde Bin Ali’nin girdikleri seçimlerde üstün performans örneği göstermeleri ve dolayısıyla herhangi bir seçimde Bin Ali’nin iktidar partisine rakip bir konuma yükselebilecekleri gerçeğidir. İkincisi de aynı yıl yani 1988 yılında Cezayir’de dini partilere izin verilmesi ve ardından 1989 yılındaki mahalli seçimlerde FIS’ın açık zaferidir. Bu da Bin Ali’yi korkutan gelişmelerden bir diğeri olmuştur. Bin Ali döneminde Nahda ismini alan sabık İslami Yöneliş Hareketi Bin Ali’nin ilk yıllarında cepheleşmeci ve çatışmacı politikalardan azami oranda kaçınmıştır. Ancak ilişkiler tıkanma noktasına geldikten sonra çatışma bir anlamda kaçınılmaz hale gelmiştir. Nahda üyeleri tekrar tutuklanmış veya sürtüşme içine girmek zorunda bırakılmıştır. Bunun sonucu Bin Ali yönetimi demokrasiden dümen kıvırmış ve insan hakları ihlallerinde rekor düzeyde artış kaydedilmiştir. The Economist dergisinin de gözlemlediği gibi 1989 seçimlerinde Bin Ali’nin partisi Anayasal Demokratik Düzen seçimlerde usulsüzlük yaparak meclisteki bütün sandalyeleri elde etmiştir. Sonunda Bin Ali’nin vaatlerinden geriye hiçbir şey kalmamıştır. Ne demokrasi, ne de hür basın.

    Körfez Savaşı taraflar arasında tam bir dönüm noktası teşkil etmiştir. Bin Ali, kendisine karşı Nahda partisinin açıktan bir teşhir hareketine giriştiğini ileri sürmüştür. Hareketin ikinci adamı Abdülfettah Moro’nun çekilmesi ve hareketin bölünmesinden sonra Bin Ali harekete karşı bir hamle başlatır. Bazı ordu mensupları ile birlikte hareketin iktidarı ele geçirmek ve teokratik bir rejim kurmak için komplo düzenlediklerini ve bunun ortaya çıkarıldığını ilan eder. Tutuklanması yapılanların üçte biri asker kökenliydi ve Nahda Partisinin askeri kanadının üyeleri olarak biliniyordu. Bunun üzerine Bin Ali fundemantalist tehdide karşı birlik çağrısında bulundu. Hükümetin manipülatif politikaları karşısında Nahda sertleşmekten başka çare bulamadı. Bunun sonucu şiddet ve karşılıklı cepheleşme yeniden tırmanışa geçti.

    Hangi İslam

    Bediüzzaman Batı’nın tek bir Batı olmadığını bizim hoşumuza gitmeyen bir Batı’nın yanında bizimle aynı değerleri paylaşmaya hazır farklı bir Batının varlığını da ortaya koyar. Atilla İlhan da aynı şekilde bazı kitapların da “Hangi Batı ?” sorusunu ortaya atmış ve Batı farkını ortaya koymuştur. Bugün ABD’de bile tek bir Amerika yoktur. Hatta Türkiye’de ortaya çıkan bir kimlik bunalımının neticesi olarak Bediüzzaman Anadolu’da kapanmayacak bir yaranın çıkacağını haber vermiştir. Kaç tane Batı olduğunu sorulduğu gibi İslam tek olmasına karşılık İslami anlayış farklı farklıdır. İranlı düşünür Abdülkerim Suruş bunun felsefesinin iyi yapar ve dini yorumların dinle karıştırılmamasını, karıştırıldığı zaman İran’daki gibi kaotik bir yapının ortaya çıkacağını belirtir.

    Bundan dolayı da İslamın bir çok müsveddesi bulunmaktadır. Burada da hangi İslam sorusuyla karşılaşıyoruz. Günümüzde İslami uyanış, İslami hareket, politik İslam, ihyacı ve ıslahçı İslami hareketi, militan İslam gibi konular türetilmiş ve halen tedavülde bulunmaktadır.

    Modern bir hareket olmasına rağmen Risale-i Nur hareketi gelenekçi olmadığı halde “Siyasi İslam” yelpazesinde ele alınamayacak belki de yegane İslami cemaattır. Diğerleri enstrümantal yakın planla, uzun planı ve enstrümantallerini karıştırmışlardır.

    Rabbani ve ledünni yönüyle yakın planla, uzak plan arasında ve bunların enstrümantalleri noktasında gerçekçi bir teşhis koyan yegane hareket, Risale-i Nur olmuştur. İhvan bu metoda yaklaşsa bile tam kıvamını ve ince ayarını bulamamıştır.

    İslami cemaat veya hareketlerin programları

    Abbas Medeni’ye seçildikten sonra uygulayacakları programları hakkında sorulduğunda geniş bir programdan söz etmiştir. Ancak bu tatmin edici bulunmamıştır. Ve pratik olarak örneklemesi ve kodlaması istenmiştir. Yine “geniş bir prog-ram” cevabı alınmıştır. İslami hareketler maalesef metotlarını zihinlerinde billurlaştırmadan sahaya inmişlerdir. Bunun en çarpıcı örneklerinden birisi, demokrasi tartışmalarında yaşanmıştır. Demokrasinin araç mı, yoksa amaç mı tartışması Cezayir’deki belki de bir iç savaşın bahanesi olmuştur. Ancak Türkiye’de bu tartışmalar yakından takip edilmediğinden dolayı Recep Tayyip Erdoğan gibi şahsiyetler Abbas Medeni’nin yanlışına bir kez daha düşmekten kendilerini ve belki de siyasi hayatlarını kurtaramamışlardır. Bu konuda çarketmeler yaşansa da Nilgün Cerrahoğlu gibi gazeteciler bu çelişkileri ortaya çıkarmakta gecikmemişlerdir. Diğer siyasi İslam yelpazesinde yer alan hareketlerde benzer dertlerden muzdarip bulunuyor. İslami bir hükümet konusunda konuşanlar genelde bundan hilafet, meşverete dayalı bir hükümet, güçlü bir yürütme ve bazıları da çok partili sistemi anlamaktadır. Gerisini getirebilenler azınlık. İslami hareketler konusunda bir tespitini daha aktaran John L. Esposito, İslami hareketlerin mütema-diyen yabancı düşmanlığı yaptıklarını, ama nadiren antimodern olduklarını vurgulamaktadır. 1990’lı yıllarda Cezayir’in dışında bir çok ülkede siyasi İslam yelpazesinde mütalaa edilen hareketlerin kurdukları partiler faal olarak seçimlere katılmış ve küçümsenmeyecek bir oy oranına ulaş-mışlardır. Ancak Ürdün ve Yemen’de olduğu gibi, ikinci ve üçüncü dönem seçimlerde rejimlerin ayak oyunlarıyla kısmen bertaraf edilmişlerdir. Bu da Bediüzza-man’ın “siyaset yoluyla rejimlerle başedilemeyeceği” yönündeki tesbitini doğrulamaktadır. Siyaset yoluyla rejimlerle başa çıkılamayacağı bugün mücerrep hale gelmiştir. Bununla birlikte İslami hareket mensupları, fanatikler gibi basmakalıp (streotypes) ifadelerle tanımlansalar ve maziye ricat etmek istedikleri yakıştırmasına maruz kalsalar da onlar da geniş kesimlerin istedikleri gibi toplumu yedinci yüzyıl Medine’sine dönüştürmekten ziyade bugünle yüzleştirmek istemektedirler. Onların maziyi yeniden üretmek gibi bir niyet ve amaçları yok. Bilakis çağdaş talepler çerçevesinde İslami ıslah yoluyla, toplumu yeniden dönüştürmek ve yeniden yapılandırmak istemektedirler. Bu babda arzu ve istikametleri, “eski hal muhal, ya yeni hal ya izmihlal” diyen Bediüzzaman’ın tesbitiyle bütünleşmektedir.

    Bunlara ilaveten Gannuşi gibi İslami hareket liderleri, milli devletlerin iflas ettiklerine inanıyorlar. Onlara göre milli devletler, ideolojik azınlık hükmündeki elit diktatörlük veya oligarşik sistemler tarafından yönetilmektedir. Bu kesinkes doğrudur. Nijerya gibi en büyük İslam ülkeleri dahi, askerler tarafından idare edilirken en büyük İslam ülkesi olan Endonezya’da ordunun çifte tabiatı resmileşmiştir. Resmen iki şapkası vardır. Kesinlikle siyaseti yönlendirmekte ve bundan vazgeçme gibi bir niyeti de bulunmamaktadır. Pakistan’da da durum bundan farksızdır. Ordunun % 30’un üzerinde etkisi vardır. Gannuşi, Batıya bağımlı elit yöneticilerin kendi kültürel kimliklerini de yitirdikleri kanaatindedir. Abdusselam Yasin’in dediği gibi onlar mankurtlaşmışlardır. Dünyadaki İslami cemaatlerin tamamı yeniden sosyal düzenleme, yeniden bir İslamileşme ve İslamileştirme talebindedir. Keza sosyal değişim çerçevesinde cemiyetin siyasi, ekonomik ve idari sistemlerinin yeniden elden geçirilmesini savunuyorlar.

    Evrenselle Mahalli Arasında İslami Uyanış

    Batı-Doğu diyalogu taraftarlarından olan Esposito, ümmet ve milli devlet bağlamında şunları söyler: “Ulusal devlet meselesi eleştirilmesine rağmen, İslami hareketlerin çoğu avami Müslimin gibi bir durumu kabul etmiş durumdadır. Ancak bu kabul, şartlıdır ve temellerini ümmette bulan İslami evrensellik, geniş çerçevesi bağlamındadır. Bunu Risale-i Nur ve Müslüman Kardeşler, Amerika Birleşik Devletleri gibi bir üst yapıyla ve kolektif hilafet modeliyle formüle ederler. Muhammed Abduh ve Muhammed İkbal gibi modernist kabul edilen modernist Müslüman önderler bile milli reformların ümmet fikriyle çatışmadığını, aksine İslami evrenselliğin yeniden teşkil ve yapılandırılmasında çevreden merkeze doğru zorunlu bir adım olduğu görüşündedirler. (The Renaissance A Civilizatione Project, s. 70)

    Batı ile İlişkiler

    Batı ile ilişkiler konusunda Hizbullah ve Ayetullah Humeyni taraftarları tamamen toptancı bir yaklaşım içerisindedirler. Onlara göre ya inkılapçılar yada zıddi inkılapçılar vardır. İnkılapçılar hiç tenkit etmeden her adımında İran’ı destekleyenlerdir. Geri kalanı ise zıddi inkılapçı ve Amerikan uşaklarıdır. Bunlar İslamcıysalar dahi ne gam! Onlar Amerikan İslamına taraftardırlar. Bu akıma mukabil seçici bir akım vardır ki (selective borrowing) Risale-i Nur, İhvan ve Nahda gibi hareketler bu akımı temsil ederler. Buna paralel olarak İran’daki İslami anlayış tamamen sosyal içeriklidir. İlgisini sosyo-politik meselelere hasreder. Zulümler, yolsuzluklar gibi.

    Laiklik ve Demokrasi

    Son yıllarda İslami hareketlerin demokrasi ve çok partili sisteme karşı daha yumuşak ve massedici davrandıkları gözleniyor. Bunun metodik bir değişimden ziyade, zorunlu bir pragmatizmden kaynaklandığı tasavvur edilebilir. Laikliğin çerçevesinin belirlenmesi şartıyla bu ilkeyi kabul etme eğiliminde bile tezayüd var. Bunlardan birisi olan Endonezya’nın en büyük İslami partilerinden olan Muhamme-diye Cemaatinin lideri Emin Reis, demokrasi uygulamalarına sahip çıkarken ve bunun öğrenilmesinin lazım geldiğini ifade ederken, aynı zamanda Endonezya tarzı bir laiklik formülasyonu olan Pançasila (Beş İlke) prensibini de kabul ettiğini ilan etmektedir. (El Müçteba Dergisi, Sayı: 13) Geçici Cumhurbaşkanı olarak bakılan ve İslami eğilimleriyle de bilinen Habibi de bu ilkeyi değiştirmeyi düşünmediklerini söylemiştir. Kuzey Afrika ülkelerinden Fas’da El Adl ve’l İhsan cemaatinin lideri Abdusselam Yasin ve Cezayir’de Abbas Medeni çok partili hayatı Gannuşi kadar vurgulu olarak benimseyememiştir. Cezayir’deki Mahfuz Nahnah ise demokrasi yerine “şuraktokrasi” kavramını teklif etmektedir. İslami cemaatlerin veya hareketlerin çözüm teklifleri ülkeden ülkeye ve bazen kişiden kişiye değişmektedir. Abbas Medeni: “Bizim hareketimizde çeşitlilik var, lakin müttehidiz.” demektedir. Aynı ifade Gannuşi cenahında da yankılanmaktadır. Farklılık modernizasyon, militarizm, şiddet, Batı, demokratikleşme, çoğulculuk ve kadına bakış gibi alanlarda yoğunlaşıyor. Afganistan’la İran benzeri ve yakın bir coğrafyayı paylaşmalarına rağmen kadın konusunda birbirinden epey farklıdır. Körfez savaşında Irak’ın desteklenip desteklenmemesi hususu da geniş tartışmalara yol açmıştır. Hatta İhvan gibi cemaatlerde çatlaklara sebep olmuştur. Mısır İhvan’ı, Batılı ülkelerin Kuveyt ve Suud’a gelmesine muhalefet ederken Kuveyt İhvan’ı bundan alınmış ve ortaklarına mesafe koymuştur. Nahda hareketinin ikinci adamı konumundaki Abdulfettah Moro, hükümetle sürtüşme noktasında bile şiddete başvuru konusunda Gannuşi’ye muhalefet etmiş ve cemaatten kopmuştur. Demokrasi konusunda Cezayir’de FIS içinde bile farklı kanatlar vardır. Ali Belhac tamamen muhalefet ederken, Abbas Medeni yarım ağızla ve pragmatik yaklaşımla seçim sandıklarından yana olmuştur. Bu mesele Türkiye’de de yankısını bulmuş ve RP’nin gerçekten de demokrasiyi isteyip istemediği hususunda tartışmalara yol açmıştır. Bu kavga ve gürültünün nedeni ise teorik planın ihmal edilip pratik ve ameli olandan başlanılmasıdır. Bundan dolayı İslamcılar programsızlıkla suçlanmışlar ve demokra-sinin amaç mı yoksa araç mı olduğu gibi daha çok tuzak sorular karşısında da zihni karmaşanın ve temrin yetersizliğinin bir sonucu olarak çuvallamışlardır. İstim arkadan gelir gibi yanlış bir mantıkla hareket etmişler ve bunun sonucu birikimler ve çabalar gereksiz yere berheva edilmiştir. Fetret devrinde nasıl bir siyaset sorusuna zamanında ve doğru cevap verilememiş, daha da doğrusu böyle bir cevap ihtiyacı hissedilmemiştir. Hasbelkader bu cevabı veren Bediüzzaman gibilerine de müracaat edilmemiş, mesafeli kalınmıştır.