Köprü Anasayfa

İslamî Hizmet Metodları

"Yaz 98" 63. Sayı

  • Tebliğ ve Edebiyat

    Ahmet Dursun

    Başlarken

    Sultan Abdülmecid zamanında ilan edilen “Tanzimat Fermanı” (1839) ile sıkıntılı günler yaşayan Osmanlı Devleti, siyasi, içtimâi, edebi sahada yeni bir dönem girmişti. Tanpınar’ın ifadesiyle “Tanzimat’la birlikte imparatorluk asırlarca yaşadığı bir medeniyet dairesinden çıkarak mücadele halinde bulunduğu başka bir medeniyet dairesine girdiğini ilan ediyor, onun değerlerini açıkça kabul ediyordu.”1 Asırlarca Avrupa’yı gölgesinde bırakmış bir cihan devletinin içine düştüğü kötü durumdan kurtulabilmek maksadıyla Avrupalılaşma hareketini başlatması, toplumumuzda köklü değişiklikleri de beraberinde getirdi. Bundan sonra Avrupavari yaşantı, Avrupalılaşma fikrine zıt olarak kültürümüzün her noktasında kendini göstermeye başladı.

    Bediüzzaman’ın “Dünya büyük bir mânevi buhran geçiriyor. Manevi temelleri sarsılan Garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir tâun felâketi gittikçe yeryüzüne yayılıyor”2 diyerek tesbit ettiği dinsizlik ve imansızlık vebası, ülkemize, kapılarını ardına kadar Batı’ya açma hareketi olan Tanzimat’la birlikte giriyordu. Ondan sonradır ki, Risâle-i Nur müellifinin ifadeleriyle, terbiye-i islâmiye zedelendi, milletin kalp hastalığı olan zaaf-ı diyanet başgösterdi, ehl-i İslâm sımsıkı temessül ettiği dinden elini gevşetti, cihangir bir devletin üzerine felâketler peşisıra yağıverdi. Ülkeyi tarumar eden felâketler esnasında herkes birbirine soruyordu. “Bu kötü gidişata nasıl dur diyebilir, eski satvetli günlerimize tekrar nasıl dönebiliriz?” M. Akif’in “Meşrutiyet bize gayet acı bir hakikat öğretti ki, o da vatanımızda her manasıyla büyük adamın yok denecek kadar ender bulunmasıdır,”3 dediği bir ortamda her kafadan bir ses yükseldi.

    Fikirlerin allak bullak olduğu, kimin ne söylediğinin pek anlaşılamadığı bu ortamda, meşrutiyet döneminde yetişmiş ender adamlardan biri, helaketler ve felâketler asrının adamı, gayet net ve hakikatlı konuşuyordu. Zamanın bediisi, milletin ihyasının en çok dinin ihyası ile mümkün olabileceğinden söz ediyordu ve bir dizi kurtuluş reçetesi sunuyordu. O zaman iş yapması gerekenler sadece dinlediler. Tıpkı Lozan’da verdikleri “Din öldürülecektir”4 kararını uygulayabilmek için her yolu mübah gören Makyevel düşünceli 1923 idarecileri gibi… Ancak ikinciler sadece dinlemekle kalmadılar, Asrın Bedisini sürgünden sürgüne yollayarak, ona eza ve cefa çektirirken, milleti ihya edecek dini de türlü şenaatlerle tahrip ettiler, uyuşturulan beyinler tarafından üflemekle sönmeyecek olan İslâmiyet güneşini anlaşılmaz hale getirdi-ler.

    Ruhların tahakküm altına alındığı, gönlün kalın zincirlerle kaplandığı, dinsizlik fırtınalarının milyonlarca gönül evini harap ettiği, değerlerin birbirine girdiği, renklerin karıştığı, insanların mutluluğu, asr-ı saadetin o parlak devirlerini hakikaten aradığı, on dört asır evvel teessüs etmiş şeriat-ı garranın on dört asır sonra insanlara nasıl anlatılacağının, faydalı bir ilacın insanlara nasıl sunulacağını bilinemediği şu zamanda, ruhları tahakkümden kurtaracak, gönlün etrafını çevreleyen zincirleri parçalayacak, insanlığı saadet iklimlerine doğru götürecek bir vasıtaya hepimizin ihtiyacı var.

    İnsanlık bugün saadeti, mutluluğu arı-yor. Sebeb-i saadet ise yalnızca İslami-yet’tir.

    Bugün bu gerçek, tüm İslâm alemince kabul edilmiş, hatta bazı ehl-i insaf ecnebi-lerce bile te’yid edilmiş iken, insanlığın çoğunun saadet güneşi olan İslâmiyetten faydalanamaması düşündürücüdür. Bunun tek sebebi, birçok meselede olduğu gibi, insanların İslâmiyet’i yanlış anlama, onu yanlış hayata geçirme vardır. Bediüzza-man’ın deyimiyle “doğru İslâmiyet ve İslâmiyet’e lâyık doğrular” gösterilememektedir. Dinsizliğin, imansızlığın daha çok fenden geldiği bu ilim ve fen asrında, doğru İslâmiyet’i İslâmiyet’e lâyık doğruları gösterecek, İslami tebliğ metodolojisinin ortaya konulması kaçınılmazdır.

    Bana göre, teknolojinin had safhaya ulaştığı, ilim dünyasının her geçen gün ye-niliklere imza attığı, kitle iletişim vasıtala-rıyla dünyanın küçüldüğü bir zamanda, in-sanlığın faydasına kullanılan herşey İslâm’ı insanlara anlatmada birer vasıta olabilir.

    Ben bu yazımda, insanlığın varolduğu tarihten bu yana önemini yitirmeyen edebiyatın tebliğle ilişkisini ortaya koymaya çalışacağım. Bunun için ilk önce, kavram tartışmalarının sıkça yaşandığı günümüzde, edebiyat ve tebliğ kavramlarının neyi ifade ettiğinin üzerinde duracağım. Daha sonra tebliğ ve edebiyatın gayelerini anlatıp, İslam tarihinde, tebliğde edebiyatın rolünü ortaya koymaya çalışacağım. Son olarak da edebi türlerin tebliğle ilişkisini incelemeye çalışacağım.

    Edebiyat ve Tebliğ Nedir?

    Günümüz fikir dünyasını allak bullak eden en büyük sıkıntılardan birisi de hiç şüphesiz kavram karmaşasıdır. Medeniyet-ten hürriyete, demokrasiden cumhuriyete, lâiklikten şeriata kadar birçok kavram bugün yerli yerine oturtulamamış, bu kavramların düzgün bir tarifi yapılamamış. Yapılsa bile yanlış anlaşılmış veya hayata yanlış bir şekilde geçirilmiştir. Tanzimat’a kadar sadece “şiir ve inşâ” kelimeleriyle ifade edilen “edebiyat” kavramı ile tamamıyle İslâmi perspektif içinde değerlendirilmesi gereken “tebliğ” kavramı da bu karmaşadan nasibini almış kavramlardır.

    Öyle ya! Fikir hayatımızı derinden et-kilemiş ve edebiyatı çok ciddi bir mesele olarak nitelemiş—mesela “edebiyatsız bir millet dilsiz insan kabilindendir”5 diyen Namık Kemal gibi—edebiyat üstatlarının aksine, Türk Dil Kurumu gibi ciddi bir kurum tarafından hazırlanan sözlükte, edebiyat mecazi anlamda “içten olmayan, gereksiz, boş sözler”6 olarak tanımlanıyorsa, toplumun büyük bir kesimi tarafından edebiyat; “gereksiz fuzûli bir iş” olarak algılanıyorsa, fikri, siyasi, içtimâi, kültür ve sanat hayatımız ciddi poblemlerle karşı karşıya demektir. Onun içindir ki sinesinden Fuzûli’den Bâki’ye, Şeyh Galip’ten Nabi’ye, Nedim’den Vehbi’ye, Muallim Naci’den N.Kemal’e, M.Akif’e kadar birkaç asırda onlarca sanat, edebiyat ve fikir dehası çıkaran bu verimli topraklar, son asırda ancak bir Necip Fazıl yetiştirecek kadar kısırlaştı. Bunda hiç şüphesiz başlangıçta bahsettiğim tek parti idarecilerinin bizi biz yapan değerlere karşı takındıkları olumsuz tavırların rolü büyüktür.

    Ya tebliğ? Tebliğ kavramı için de farklı şeyler söylememiş. Hz. Peygamber (a.s.m) tarafından buyurulan birçok Hadis-i Şerif’te müminler tebliğle vazifelendirilirken7 bu vazife bugün, eli âsâlı mehdi olduğunu iddia edenlerden, ilim için herşey mübah diyerek şeâir-i İslâmiyenin tağyirine yeltenenlere, sabah namazına kalkamayıp meydanlarda düzen değiştireceklerini iddia eden sloganistlerden, geçmişte düşmanı oldukları kavramların bugün havarisi kesilen Siyasal İslam taraftarlarına kadar birçok kesim tarafından yerine getirildiği iddia edilmektedir.

    Hayat, hiç şüphesiz, “ölçüler” manzûmesidir. Hayat bu ölçülerle yaşanır. Ellerinde doğru ölçü bulunanlar yükselecek, diğerleri alçalacak, her türlü alçaklığa giriftar olacaktır. Ellerindeki doğru ölçüleri yanlış kullananlarda öyle.

    Edebiyat ve tebliğ kavramlarına bakış, onları ele alış ve hayata geçiriş şeklide belli ölçüler içinde olmalıdır. Bu sebeple, bu kavramların doğru şekilde hayata geçi-rilebilmeleri, doğru bir şekilde tanımlanmalarına bağlıdır. Yoksa ölçüler doğru olmazsa, düzen mutlaka bozulacaktır.

    Genel bir ifade ile “duygu, düşünce, hayal ve izlenimlerin sözlü veya yazılı olarak güzel ve etkili bir biçimde anlatılması sanatı”8 diye tanımlanan edebiyat aslında çok daha geniş anlamları kapsamaktadır. M.Nihat Özön’ün hazırladığı “Osmanlıca-Türkçe Sözlük” te ise edebiyat, “ilm-i edebin bütün bölümlerini toplayan çoğul anlamlı bir kelime”9 olarak nitelenir ki birçok edib bu noktada birleşmektedir. Bir yazısında Namık Kemal tarafından edebiyatın kaynağının edep olduğu belirtilirken bu husus, İstiklâl Marşı şairimiz M.Akif Ersoy tarafından “Bizim içtihadımızca, edepsizliğin başladığı yerde edebiyat sona erer” sözleriyle dile getirilir.

    Edeb.. Lâkin kime ve neye göre edeb..? Edebiyat tarihimizde edebiyatta edepsizliği şiar edinmiş, eserleriyle milletimizin manevi hislerini rencide etmiş, manevi değerleri yıkmayı kendisine hedef ittihaz etmiş birçok şair ve yazardan hangisi edepsizliği kabul etti ki?

    O halde “edeb” kelimesini ele alışımız da belli ölçüler içinde olmalıdır. Bu ölçüyü Risâle-i Nur müellifinin “Edipler edepli olmalı, hem de edeb-i İslâmiyye ile müteeddip olmalı”10 sözlerinde bulmaktayız. Said Nursi, edebiyatçıların edepli olması gerektiğini ifade ederken, az önce zikrettiğimiz, edebiyatın kaynağının edep olduğu görüşünü savunanlarla aynı noktada birleşmekte, aynı zamanda edebiyatçılar için vazgeçilmemesi gereken bir düsturu gözler önüne sermektedir. Bu da, şairlerin, yazarların, gazetecilerin…vs. kalem ehlinin, en güzel edep şekli olan “İslâmi edep”le edeplenmiş olmalarıdır. Buradan hareketle, şair ve yazarların, topluma yol gösterecek, onları irşad edecek eserleri ortaya koyacak olanların – yazdıkları ne olursa olsun – hareket noktalarının İslam ahlakı ve düşüncesi olması gerektiği sonucuna varabiliriz. Mustafa Miyasoğlu’nun dediği gibi: “Edebiyatı bir ahlak, ahlakıda bir iman meselesi olarak ele almak zorundayız”11 Şu meşhur mısrayı da hatırlamak gerekir sanırım. “Edip olur kişi, sermaye-i hayası kadar.”

    “Yetiştirme, ulaştırma, taşıma, götürme”12 anlamına gelen tebliğin İslâmi terminolojide Allah’ın emir ve yasaklarını insanlara bildirme, İslâm hakikatlarini insanlara ulaştırma yolu olduğu olduğu bildirilir. Yapılan tariflere göre ıstılâhi anlamda tebliğ “iyi telakki edilen her şeyi bildirmek, iyi şeylerin iyiliğini, temizliğini ve hayırlı olduğunu diğer memleket ve milletlere ulaştırmak, yetiştirmek, onları bunu kabul etmeye davet etmektir”13

    Tebliğ nasıl yapılır? Kur’an hakikatleri insanlara nasıl ulaştırılabilir? sorusuna cevap verebilmek de elimizde belli ölçülerin bulunmasıyla mümkündür. Hiç şüphesiz, tek başına başladığı günden Arafat’ta Veda Haccı’nda bu davayı kabul etmiş – orada bulunan bulunmayan – milyonlarca mümine “tebliğ ettim mi?” diye üç kere sorduğu zamana kadar geçen Hz. Peygamber (a.s.m) in hayatı bizler için büyük ölçülere haizdir. Bu ibret ve ölçü dolu hayatı incelemeyen, peygamberlerin varisleri durumunda olan alimleri ve her yüz senede bir gönderilen müceddidleri dinlemeyen, özellikle asrımızda, her ne sebeple olursa olsun, asrın müceddidine kulak asmayan, edebiyatçı, siyasetçi, sosyolog, psikolog, din adamı, vesairlerin tebliğ meselesindeki ölçüsüzlükleri ve bu ölçüsüzlüklerin sonuçları bugün önümüzdedir.

    Edebiyat Tebliğ Vasıtası mıdır?

    Edebiyat bir tebliğ vasıtası olabilir mi? Bu sorunun cevabı, edebiyatın gayesini ortaya koyduktan sonra daha net verilebilir kanaatindeyim.

    İnsanların “Hangi derdim söyliyeyim bilmem ki/Dağlarca derdim var benim” dediği, günübirlik kaygıların, geçim derdinin insanları bunalttığı bir ortamda bir kısım insanlar acaba niçin edebiyat ve sanatla uğraşırlar? Ülkemizde her türlü promosyon ve zorlamalara rağmen, en çok satan gazetelerin beşyüzbinden fazla satamadığı, en çok okunan kitapların beşbini geçmediği, insanların kitaplara sırt çevirdiği bir ortamda, edebiyatçıların ve sanatçıların topluma öncülük ettiklerini, topluma öncülük etme görevini üstlendiklerini savunmak, edebiyat ve sanat adamlarının bir avuntusu mu yoksa bir gerçeğin ifadesi mi?

    Şu da bir gerçek ki; İslam düşüncesinin yönlendirdiği Türk Fikir ve Edebiyat hayatı birçokları için bir irşad vasıtasıdır. Mehmet Kaplan’ın ifade ettiği gibi, ilhamını dinden alan, kaynağı Kur’an olan yüzlerce eser14 günümüze kadar gelmiştir. Mevlânâ’nın Mesnevi’sinden Yunus’un şiirlerine, Fuzuli’den Nabi’nin Hayriyye’sine, Şeyh Galip’ten Şeyhülislam Yahya’ya kadar Divan edebiyatının ve tasavvuf edebiyatının kaynağı da hep dindir.

    Pozitivist fikirlerin ülkemize girdiği Tanzimat’tan sonra da durum pek değişmez. Şinasi’den itibaren Türk edebiyat ve fikir adamları eserlerinde İslâmiyet’e yer vermeye ve onun bazı esaslarını çağın ihtiyaç ve akımlarına göre yorumlamaya çalışmışlardır. Yeni Osmanlılar’ın meşrutiyeti savunurken Kur’an’dan delil getirmeleri, vatan şairi Namık Kemal’in İslâmiyete bağlılığı, M.Akif’in hiç şaşmayan İslâmi çizgisi, Cumhuriyet devrinde Necip Fazıl, Sezai Karakoç ve adını zikretmediğim birçok edebiyat adamının İslâmiyet’ten ilham alan edebi eserler meydana getirmeleri bizim edebiyatımızın ilham kaynağının “din” olduğunun bir delilidir. Bir gerçek ki, bu insanlar edebiyatı bir irşad vasıtası olarak değerlendirmişler ve çalışmalarını bu yönde gerçekleştirerek edebiyat ve sanat adamlarının toplumun öncüsü olduğunu ispat etmişlerdir.

    Şüphesiz Namık Kemal, Mehmet Akif, Necip Fazıl gibi şahsiyetler yazdıklarıyla hisleri coşturabilen, arkalarından kitleleri sürükleyerek sadece fertlerin değil milletin dahi kurtulmasına vesile olabilen büyük ediplerdir. Herkesin herkesi de okuması gerekmez. İrşad edicilerin eserleriyle irşad olan ve toplumu peşinden sürükleyebilen ve yüzyılda ancak bir yetişen bir Mehmet Akif’in yetişmesi yeterli değil midir?

    Edebiyat ve Tebliğ Gayesi

    Ünlü yazar Sartre “Edebiyat Nedir?” adlı eserinde “Niçin yazıyoruz?” sorusuna şu cevabı verir. “Herkesin kendine göre bir nedeni var. Şunun için sanat bir kaçıştır. Öbürü içinse bir fetih yolu”15

    Edebiyat dünyası bu düşüncesinin izleriyle doludur. Kimileri için edebiyat gerçekten bir kaçıştır. Realiteden, toplumdan, insandan, hatta kendinden kaçış. Kimileri içinse edebiyat, birçok fetihlerin anahtarıdır. Tahakküm altındaki ruhları çevreleyen demir zincirleri, yüz kapılı bir saraya benzeyen insan kalbinin bütün kapılarını teker teker açacak bir anahtar, sosyal hayatı düzenleyen prensipleri vaazedecek insanları yönlendirecek bir irşad vasıtısı…

    Bizim edebiyatımızda da her iki düşüncenin derin izleri ve bu düşüncelerin bıraktığı olumlu-olumsuz sonuçları vardır. Aza önce belirttiğim gibi, ilham kaynağı Kur’an olan ediplerimiz olduğu gibi, ilhamını dinsizlikten olan, din dışı ideolojileri benimseyen ve bunları edebiyat silahıyla savunanlarda vardır. Bu açıdan bizim edebiyatımız çok renkli ve çok seslidir. Esasen edebiyatımız, dinin olduğu gibi birçok ideolojinin de nâşir-i efkârıdır.

    Osmanlı’nın son dönemlerinde Osmanlı’nın kurtuluş reçetesi olarak sunulan fikir akımlarının temsilcileride o günün fikir ve edebiyat adamları olmuştur. Devletimizin zayıflama, dağılma, yıkılma ve Batı’ya karşı muhtaç duruma düşmesi karşısında o günün aydınları çıkış yolu aramaya başlamışlar, Cevdet Paşa, Ziya Paşa, Namık Kemal ile başlayan bu arayışların neticesinde birçok fikirler ortaya atılmıştır. Bu arayışların neticesinde ortaya atılan Osmanlıcılık, Batıcılık, İslamcılık ve Türkçülük adını verdiğimiz fikir akımları Türk edebiyat tarihini derinden etkilemiştir. Recep Duymaz’ın ifade ettiği gibi “Ahmet Mithat, N.Kemal, Ziya Gökalp, Yakup Kadri ve Peyami Safa’yı bu düşünce akımlarından biri veya birkaçı ile irtibatlandırmadan incelemek ve edebiyatımızın gelişme çizgisinde gerçek yerine oturtmak mümkün değildir.

    Edebiyat yukarıda zikrettiğimiz çok ciddi fikirlerin hayat bulabildiği yer olabildiği gibi “Ne gelenden haberim var; ne gidenden haberim/Serseri kevne geleden beri sersem gezerim” düşüncesine sahip âvârelerin hayal dünyası yada her türlü yıkıcı, öldürücü, insanları fıtratları dışındaki bir yola sürükleyici ateist fikirlerin en büyük silahı da olabilir. Bu sonuncusu üzerinde durmak istiyorum. Zira bunlar, Tanzimat’tan itibaren görüldüğü gibi, kendilerini münevver (aydın) niteleyerek toplumu irşad ettiklerini, topluma yol gösterdiklerini, milleti muasır milletler seviyesine ulaştıracak fikirlere sahip olduklarını iddia etmişlerdir.

    Maksadım, Fuzûli’nin “Men aklımdan isterim delâlet/Aklım bana gösterir dalâlet” dediği gibi, edebiyatın hem delalet hem de dalâlet vasıtası olabileceğini göstermektir. Faydalı bir silahın, zararlı insanların elinde zararlı olabildiği gibi.

    M.Akif Ersoy, Osmanlı’nın son dönemlerinde yetişmiş edebiyat ve fikir adamı olarak meşrutiyet sonrası İstanbul’un “şebâb-ı münevver” olarak nitelediği aydınların durumunu, onların dine bakış açılarını bizlere çok iyi tasvir eder. Akif’in şiirleriyle Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad’da yayınlanan makaleleri o günleri bu günlere aktaran birer vesika niteliğindedir.

    “Malum ya, tütünlerimiz gibi edebi-yatımız da Fransız inhisarı altındadır”17 diyen M.Akif, Tanzimat’la başlayan Batı mukallitliğimizi, fikir adamlarımızın dine bakış tarzını ve edebiyat anlayışlarını ortaya koyarken, edebiyatımızın genel durumu “İslamcı” bir şairin edebiyat anlayışının nasıl olması gerektiği hakkında önemli fikirler ortaya koyar.

    Bilindiği gibi, Osmanlı’yı düştüğü bunalımlı durumdan kurtarabilmek maksadıyla ortaya atılan fikirlerden birisi de “Batılılaşma” fikridir. Bu fikir çerçevesinde Osmanlı’dan bir çok genç Batı’ya özellikle Fransa’ya gönderildi. Bu gençler orada, bizden ileri bir seviyede bulunan Batı medeniyetini öğrenecekler, onların bilim ve tekniğini ezberleyecekler, Şinasi’nin bir yazısında bahsettiği “Asya’nın akl-ı pirânesi ile Avrupa’nın bikr-i fikrini terviç”18 edecekler, memleketimizin kalkınması için faydalı fikirlerle ülkemize geri dönecekler, o faydalı fikirlerle halkı irşad edeceklerdir.

    Sonuç beklenildiği gibi olmadı. İlim ve irfan diyarı olarak kabul edilen Avrupa’ya giden gençler. Avrupa’nın ilim ve irfanı dışında herşeyini; değerlerini, kültürlerini ülkemizi taşıdılar.

    Bunalardan biri de Abdullah Cevdet’ti. Abdullah Cevdet de Batıdan birçok hamüle-i fünûn (ilim yükü) ile dönecek diye yıllarca beklendi. Akif’in bir makalesinde bahsettiği gibi Cevdet Efendi elindeki “Tarih-i İslâmiyet” tercüme-i rekikiyle çıkageldi. Dozy’den çevirdiği, İslam ve Peygamberimiz (s.a.v.) için baştan sona garazkarâne iftira ve isnadlarla dolu hezeyanlar deryası bu eser, İstanbul’da neşredildiğinde yalnız Osmanlı’da değil, bütün İslam aleminde kıyametlerin kopmasına sebep oldu. Elbette ki Osmanlı’nın ve birçok ehl-i hamiyetin beklediği bu değildi. Abdullah Cevdet’in yaptığının “Bir kör baltayı eline alıp Arnavud’u Türk’e , Türk’ü Arab’a , Arab’ı Laz’a, Laz’ı Kürd’e , Kürd’ü Çerkes’e, Çerkes’i Gürcü’ye sımsıkı bağlayan, hem de aradaki münazaatını bertaraf edecek surette bağlayan, İslam rabıtasını kırmaya çalışmak”19 olduğunu söyleyen M. Akif “Zaten bu seviyedeki adamların imanından birşey kazanmayan müslümanlık’ın ilhadından da fazla müteessir olmayacağını”20 ifade eder.

    Elbette ki mevzuumuz Abdullah Cevdet ve ilhadı değil. Ancak o günlerde çıkan bir gazetede Ebuzziya Tevfik Efendi tarafından Abdullah Cevdet’in “Tarih-i İslâmiyet” tercümesini müdafaa için yazılan bir yazıda “diyânet ve fetanet sahibi büyük edib” olarak tevsif edilen Abdullah Cevdet ve onun gibi birçok münevverin edebiyatı kendi ilhadlarının silahı olarak kullanmaları ve bununla gençliğin kalbinden iman hissini çıkarıp atmaya çalışmaları ve bunu dindarlık maskesi altında halkı irşad ettiklerini söyleyerek yapmaları dikkat çekicidir.

    Abdullah Cevdet bu konuda yalnız değildir. Sadece Servet-i Fünûn döneminin değil, edebiyatımızın da en büyük şairlerinden biri olarak kabul edilen, aruza olan hakimiyeti sebebiyle uyurken bile aruz vezniyle horladığı söylenilen Tevfik Fikret’de bunlardan sadece biridir. Mehmet Kaplan, Servet-i Fünûn neslini daha önceki nesillerden ayıran önemli taraflardan birinin “Servet-i Fünûncuların aşırı Batı hayranlığı ve taklitçiliği ile dini ve milli geleneklerden uzaklaşmış olmaları”21 olduğunu söyler.

    Dinden uzaklaşmayı, hatta onu inkâr etmeyi en net biçimde, bu dönemin en büyük temsilcisi olan Fikret’in eserlerinde görürüz. Fikret, “Amentü”sünde dini inançları reddederken “Tarih-i Kadim” ve “Zeyl”inde bütün dinlerin bir yalan olduğunu iddia eder. O gerçek varlık olarak yalnızca tabiatı tanır.

    Kenan Akyüz, “Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri” adlı eserinde, Servet-i Fünûncuların Sultan II. Abdülhamid devrinin baskıcı ortamında yetiştiklerinden, sıkıntılarını dışa vuramadıklarını ve herşeyi içlerine attıklarını, bundan dolayı içine kapanık, buhranlı bir nesil olduklarını, dolayısıyla içine kapanık bir edebiyat oluşturduklarından söz eder.”22 Akyüz’e göre “siyasi baskının fertlerde yarattığı bunalım, hasta duyguların yeşerip gelişmesi ve çaresizlik karşısında herkesin hayal dünyasına yerleşip teselliyi orada araması”23 hayalci edebiyatı doğurmuştur.

    Tevfik Fikret’in, Akyüz’ün bahsettiği bunalımı, buhranlı, sıkıntılı, hatta bahsetmediği dinsiz halini, yalnızca Abdülhamid devrinin siyasi ortamına bağlamak yanlış olur düşüncesindeyim. Çünkü aynı sıkıntılar o günlerin edebi şahsiyetlerinden sadece birkaçı olan Süleyman Nazif, Mithat Cemal ve Mehmed Akif için de söz konusuydu. Bana göre en büyük sebep, yazımızın başında zikrettiğimiz, Bediüzzaman’ın “Dünya büyük bir manevi buhran geçiriyor” diyerek tesbit ettiği, Avrupa’da ortaya çıkan, pozitivist, materyalist akımların memleketimizde de doğru anlatılamayan İslamiyet yüzünden hayat bulması ve bunun neticesinde birçok fikir adamının bu taun felaketine düçâr olarak “şebâb-ı münevver” durumundan “nesl-i sefih” durumuna düşmesidir.

    Hz. Ali’nin (r.a) “din de kürkün aynı olmuş, ters çevirmiş giymişiz”24 dediği, tebliğ edicilerin azaldığı bir ortamda elbette ki Abdullah Cevdet, Tevfik Fikret gibileri irşad görevini üstlenecekti.

    M.Akif’in Tevfik Fikret’in yazdığı “Târih-i Kadim” adlı manzumesinden dolayı onunla manzum bir polemiğe gi-riştiği herkesçe malumdur.

    Akif, “Tarih-i Kadim”e Safahat’ın II. Kitabı olan “Süleymaniye Kürsüsünde” adlı manzumesinde cevap verirken, memleketin geri kalmasının en önemli sebeplerinden biri olarak aydınların zihniyet bozukluğunu gösterir. Devamında yazar ve şairleri de ele alarak, bunların eskiden olduğu gibi şimdi de içki ve fuhuştan bahsederek halkı zehirlediklerini söyler. Böyle edebiyatçılara “bayağı mahlukat” yakıştırmasını yapan Akif, gençliğin şiirlerinin bira ve fahişeden bahsetmesinden şikayetçidir. M. Akif, bütün bunları Safahat’ında şöyle dile getirir.

    Üdebânız hele gâyetle bayağı mahlûkât…

    Halkı irşad edecek öyle mi bunlar? Heyhât!

    Kimi Garb’ın yalnız fuhşuna hasbi simsâr;

    Kimi İran malı da, köhne alır, hurda satar!

    Eski divanlarınız dopdolu oğlanla şarab;

    Biradan, fahişeden başka nedir şi’r-i şebâb?

    Serseri: Hiç birinin mesleği yok, meşrebi yok;

    Şimdi Allah’a söver… sonra biraz bol para ver;

    Hiç utanmaz, Protestanlara zangoçluk eder.25

    Bu mısralarla M.Akif, halkın da bildiği bir sıfat olan “zangoç” (kilise hademesi) kelimesi ile “Tarih-i Kadim” manzumesi ile Allah inancını ve din inancını alaya alan ama koyu bir inanç ve din kuruluşu olan Robert Koleji’de Protestan rahip ve mis-yonerlerin yanında çalışan T. Fikret’i tenkit etmektedir.

    T. Fikret’le M. Akif’in çekişmesi bununla kalmaz. Akif’in bu sataşmasına Fikret; “Tarih-i Kadim’e Zeyl” ile cevap verir. Seksen mısralık bu şiirini “Molla Sırat’a” diyerek M.Akif’e ithaf eden Fikret, Tarih-i Kadim’de ilan ettiği küfrünü daha ağır bir şekilde bu şiirinde de tekrar eder.

    M.Akif buna, Berlin Hatıraları’nda yer alan doksan sekiz mısra ile cevap verir. Müthiş bir hiciv olan bu şiir, milletin ahlakını, dinini bozmaya, mukadderatını yok etmeye çalışan fakat bunu başaramayan dinsiz züppelerin konuşmalarıyla başlar. Bunlar “Allah inancı”nı yok etmedikçe başarılı olamayacaklarını da anlamışlardır. Kendileri bunu başaramayınca, bunu yapacak meşhur birini ararlar. Bu iş için Robert Kolej’indeki “dahi-i sanat”a başvururlar. Akif bunları şöyle ifade eder.

    Deyip de Zangoç’a baş vurdular. O mecnun da

    Mukaddesatına halkın, ibada, ma’bûd’a

    Savurdu pencereden havruz uğratırcasına,

    Gelip gelip tıkanan levsi pis karihasına!

    Boşandı yerlere küfrün bir öyle murdarı;

    Ki bağlayıp ebediyyet ipiyle a’sârı

    Süpürge yapsalar imkânı yok temizleyemez!

    Bütün cihanı dolaş; Garb’ı Şark’ı her yeri gez…

    Görür müsün bakalım böyle bir kuduz ilhad!

    Ki ferşi çiğneyerek arş’a hırlasın? Heyhat!

    Cinayetin bu şena’at kadar mülevvesini

    Bizim çocuklar için, şimdi, ilmihal oldu,

    Gömüp de hufre-i mâziye Hayy-i Ma’bud’u

    Ne var ne yoksa mukaddes, onunla bitti demek!

    Şebâba hak veririm… çünkü üç beyinsiz inek

    Yazıp dağıttı o mel’un berat-ı isyanı:

    Sabilerin yüreğinden kopardı imanı!26

    Kısaca aktarmaya çalıştığım M. Akif, T.Fikret polemiği sıradan bir çekişme değildir. Bundan bazı sonuçlar çıkarmak mümkündür. Bunlardan birisi; edebiyatın kimilerinin elinde dalâlet, kimilerin elinde irşad vasıtası olabileceğidir. Herşeyden önce her iki şahsiyetin de birer edebiyat adamı olduklarını gözardı etmemek gerekir. Ancak bunlardan biri yazdığı “berat-ı isyan” ile gençlerin imanını yok etmeye çalışırken, diğeri de yine aynı vasıta ile o belayı defetmeye, iman hissini yüreklerde ikame etmeye çalışmaktadır.

    Bize göre elbetteki bir edebiyat adamının görevi ilhad yazıları yazıp, insanları dalâlet çukurlarına yuvarlamaya çalışmak olmamalıdır. Yine Akif’in:

    Ne kaldı? Bir edebiyyâtımız mı? Vâ-esefâ!

    Bırak ki ettiği yoktur bir ihtiyaca vefa;

    Ya rûh-i milleti afsunluyor, uyuşturu-yor;

    Ya sinelerdeki hislerle çarpışıp duruyor.27

    Sitem dolu mısralarında dile getirdiği gibi edebiyatın görevi, hiç bir ihtiyaca cevap verememek, milletin ruhunu büyüleyip uyuşturmak, fıtratına aykırı yollara sevketmek de olmamalıdır.

    Öyleyse Nasıl Bir Edebiyat?

    Tebliğ vasıtası olarak kullanılabilecek bir edebiyatın her şeyden önce tebliğin gayesi ile uyuşması gerekir.

    Kur’an hakikatlerini insanlara ulaştırma, bildirme işi olan tebliğ insan içindir, dolayısıyla toplumu hedef alan bir harekettir.

    M.Akif’e İranlıların en büyük şairi olarak kabul edilen Firdevsi hakkında fikri sorulduğunda şu cevabı verir. “Meselâ Avrupalılarca, dünyaya gelen şairlerin Homer’den sonra en büyüğü tanılan Firdevsi’yi ne yapayım? Altmış bin beyitlik Şehnâme’si (Sâ’di’nin yazdığı) Bostan’ın yedi sekiz beytine varan iki hikayesi kadar insaniyete hizmet edebilmiş midir?”28

    Akif’in bu sözlerinden anlaşıldığı gibi, bize göre de edebiyatın gayesi insana ve insanlığa hizmet olmalıdır.

    İrşad ve tebliğ insan ve topluma yönelik olduğuna göre, ancak insan ve topluma fayda sağlamayı gaye edinmiş bir edebiyat irşad vasıtası olabilir. O halde “edebiyat toplum içindir” dışındaki nazariyeler edebiyatın genel amacına hizmet etmemektedir.

    Sartre “Edebiyat toplumsal bir görevdir”29 derken edebiyat-toplum ilişkisini gözler önüne sermekte, yukarıda bahsettiğimiz gibi edebiyatın bir fetih yolu olduğunu da ifade etmektedir.

    Bediüzzaman da “Edebiyat fikri sosyal hayatı harekete götüren çok ukde-i hayatiyelerden biridir”30 diyerek edebiyatın sosyal hayatı hareketlendirdiğini ortaya koymakta, edebiyatla sosyal hayat ilişkisini gözler önüne sermektedir.

    Yine, M. Akif Ersoy’un kendisine sanat hakkındaki fikrini soran talebelere verdiği cevap son derece önemlidir. Akif bu talebelere “Sanat sanat içindir düsturu ölmüştür. Cemiyete, hayata yaramayan sanat yerin dibine batsın”31 diyerek, toplum için olan, insanın faydası için çalışan edebiyatı savunmuştur.

    M. Akif’in 8 Mart 1912 tarihli Sebilürreşad’da yazdığı “Edebiyat” başlıklı makale “Edebiyat toplum içindir, edebiyat toplumun faydası için vardır” görüşünü benimsemiş olan ediplerin sanat anla-yışlarının beyannâmesi gibidir. Bu yazının bir kısmı şöyledir.

    “Şiir için, edebiyat için ‘süs’, ‘çerez’” diyenler var. Karnı tok, sırtı pek milletlere göre bu söz belki doğrudur. Lakin bizim gibi aç, çıplak milletlere, süsten, çerezden evvel giyecek, yiyecek lazım. Onun için ne kadar süslü, ne kadar tatlı olursa olsun, libas hizmetini, gıda vazifesini görmeyen edebiyat bize hiç bir şey söylemez.

    Hele “sanat sanat içindir sanatta gaye yine sanattır. Edebiyatta edebiyattan başka bir gaye aramak sanatı takyid etmektir” gibi yüksek nazariyeler, bizim idrakimizin pek fevkindedir. Zaten bu türlü nazariyeler, ahlaksızlığa felsefe şekli veren, edebiyat namına milletin namusuna, hayatına, mevcudiyetine yürüyen bir takım hazelerin eser diye ortaya koydukları bahnâmelere revaç verilmek için ileri sürülüyor.

    Birde biz edebiyatın vatanı olduğuna iman edenlerdiniz. O sebepten hiçbir milletin edebiyatını memleketimize mâl etmek istemeyiz.

    Darılmasınlar, gücenmesinler ama sanatkârız diye ortaya atılan bir çoklarını biz adi birer simsar bulduk. Adi kaydını da ilave ediyoruz; çünkü eklerini belli etmeyecek kadar maharet gösteremiyorlar.

    Sebilürreşad’da görülecek eserler kaba olacak, saba olacak; lâkin yerli malı olacak, hiç bir tarafında başka memleket mahsülü olduğunu gösterir damgası bulunmayacak. Bir de az çok bir fayda temin edecek. Şayet ahlâki, içtimai hiç bir fayda temin etmezse, zararı bari olmayacaktır ki bir nazara göre bu da fayda demektir.

    Yazılarımız en namuslu aileler arasında okunabilmek üzere yazılıyor. Zaten bizim içtihadımıza göre edepsizlik başladığı noktada edebiyat biter.”32

    M.Akif’in edebiyatçılar için, bugün bile geçerliliğini koruyan, vazgeçilemeyecek düsturlar ihtiva eden bu makalesinden, ancak sosyal fayda arayan, yani “toplum için edebiyat” düsturunu benimseyen bir edebiyat anlayışının “irşad” vasıtası olarak kullanılabileceği sonucuna varabiliriz.

    Bunu belirttikten sonra, genelde İslâm düşüncesinin yönlendirdiği edebiyatımızda, tebliğ esasları çerçevesinde, irşad vasıtası olarak kullanılan edebi örnekler var mıdır? Bunu görmeye çalışalım.

    Tebliğ Esasları Çerçevesinde Edebiyat.

    Edebiyat ve Simyacılık

    Değersiz madenleri değerli madenlere çevirme çabası ve ilmi olan simyacılıkla aslında edebiyatın bir çok benzeşen yönü olduğunu düşünüyorum. Edebiyat da bir anlamda, kalpteki kötü duyguları güzel duygulara çevirme çabası değil midir?

    Bediüzzaman Said Nursi, İşaratü’l-İ’caz adlı eserinde kalbi şöyle tarif eder. “Kalbden maksat, sanevberi (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak bir latife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı vicdan, makes-i efkârı dimağdır”33 devamında kalbin maddi ve manevi iki görevinin bulunduğunu, kalbin maddi görevinin, insan için “âb-ı hayat” hükmünde olan kanın kalp tarafından vücuda pompalanması olduğunu söyleyen Bediüzzaman, kalbin manevi görevinin ise kalbdeki “lâtife-i Rabbaniye” dediğimiz duyguyu, Allah’ın emir ve yasaklarını Allah’ın istediği surette kullanma suretiyle, İslâm’ın gösterdiği mükemmel insan hedefine ulaşmak olduğunu gözler önüne serer. Yoksa o duygular doğru kullanılmadığı, “nur-u hayat” olan iman o kalbe girmediği takdirde, insanın hareketli bir ölüden farkı kalmayacaktır.

    Kısacası bana göre edebiyat da sim-yacılık gibi, şefkat, merhamet, muhabbet gibi güzel duyguların yanında kin, nefret, haset vs. gibi duygularla da bezenmiş kalbi, iman vasıtasıyla, doğru yönde kullanmayı çirkin hasletleri güzel hasletlere çevirmeyi hedef almaktadır.

    Tebliğde Bazı Esaslar

    Bugün insanlığa mutluluğu vaadeden modern dünya—maalesef—bunu sağlayamadığı gibi daha da mutsuz etti.

    Güzelliğe, güzelliklere meftun, cemalperest bir fıtrata sahip olan, Risale-i Nur müellifinin ifadeleriyle “ihtiyaçları âlemin her tarafına yayılmış; arzuları ebede kadar uzanmış, bir çiçeği istediği gibi koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi ebedi cenneti de arzu eder”34 İnsan, dünyanın insan ruhunu boğan keşmekeşi, içinde fıtratına uymayan ama kendisine mutluluk sözü veren ideolojilerin ve modernitenin vaad ettiği yalancı cenneti aramaktan yorgun, çektiği her türlü eza ve cefâya rağmen onu bulamamaktan bunalmış halde, bugün hakikaten annesinin kollarında biraz şefkat arayan bir çocuk gibi bir damla mutluluğa muhtaç ve perişan…

    Bu yüzden de bugün insanların ellerinde, güzellikten, mutluluktan, sevgiden söz eden, hitabı kalbe yönelik, sevgiyi, kalbi ön plana çıkaran edebi fazlalıklar görülmekte. Mutluluğu arayan insan bu yüzden, Nejat Turhan’ın bir yazısında belirttiği gibi “Uğursuz bir sağanaktan, mesut bir sağanağa kaçma çabası olan sanat”a35 yöneliyor. Dünyanın dağdağasından, çilesinden bir nebze olsun kurtularak bir kitabın sayfalarında dertlerini unutarak mutluluk gezintisine çıkmak istiyor.

    Bu bağlamda, bir gülü herkesten daha güzel tarif edebilme sanatı olan edebiyat, saadet-i dareyni vaadeden İslâmı insanlara anlatmada önemli rol oynayacaktır.

    Zaten edebiyat tarihimiz tetkik edildiğinde, birçok edibin tebliğ esasları ışığında bunu gerçekleştirdiği görülecektir. Tebliğdeki bazı esasları ortaya koyarak bunu göstermeye çalışalım.

    Said Nursi’nin “Fena bir adama iyisin iyisin desen iyileşmesi ve iyi adama fenasın fenasın” desen fenalaşması çok vuku bulur”36 diyerek ortaya koyduğu tebliğ düsturu özellikle divan şairleri tarafından sıkça kullanılmış bir metottur.

    Divan şiirinde mevcut ve sıkça kullanılan saray istiaresine göre, padişah Allah’ın yeryüzündeki halifesidir ve Allah’ın adaletini yeryüzünde tecelli ettirecek kişidir. Büyük bir güce sahip olan padişah veya yardımcıları çeşitli yollarla kötülükten men edilmeye çalışılmış, divan şairleri bunu “kaside”lerle, Bediüzzaman’ın az önce zikrettiğim tebliğ düsturunu kullanarak sağlamışlardır.

    Eskilerin insanı Şeyh Galip gibi:

    Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen

    Merdüm-i dide-i ekvân olan âdemsin sen

    şeklinde tebcil etmelerinin ardındaki sebep yine budur.

    Bediüzzaman’ın “şiir sanatının aracılığı olmasaydı, yüce huyların tesisçileri yüksek ahlâkın nasıl tesis edileceğini bilemezlerdi kaidesince şair ve âlimlerin niyetleri üme-rayı seyyiattan latif bir hile ile vazgeçirmek”tir37 sözleriyle dile getirdiği bu gerçek divan şairlerimizin çoğu tarafından ortaya konulmuş, bugün de geçerliliğini koruyan bir metottur.

    Yine Nâbi’nin, devrinin zevk ü sefahete düşen devlet adamlarına, yapılan zulüm ve haksızlıklara karşı;

    Bağ-ı dehrin hem hazânın hem baharın görmüşüz

    Biz neşâtın da gammın da rüzigârın görmüşüz

    (Dünya bahçesinin hem sonbaharını hem de ilkbaharını görmüşüz. Biz ferahlık ve sevincin de, üzüntü ve tasanın da vakit ve zamanını görmüşüz)

    Çok da mağrûr olma kim meyhâne-i ikbalde

    Biz hezeran mest-i mağrurun, humarın çörmüşüz

    (İkbal, baht açıklığı, meyhanesinde çokça gururlanma; çünkü biz binlerce gurur sarhoşunun humarını içkinin neşesinden sonra gelen baş ağrısı, sersemlik görenler-deniz.)

    Top-i âh-i inkisâra paydâr olmaz yine

    Kişver-i câhın nice şengin-hisârın görmüşüz.

    (Biz mevki ve ikbal memleketinin taştan nice kalelerini görmüşüz ki inkisar ahının (kırgınlık bedduası) topu karşısında yıkılıp gitmişlerdir.)

    Bir gün eyler dest-beste pâygâhı cây-gâh

    Bi-aded mağrür-i sadr-ı itibârın görmüşüz.

    (Biz itibar sadrında nice gururla oturanları görmüşüz ki bir gün kapı dibinde, elini bağlayıp duran bir uşak derekesine düşmüşlerdir.)38

    şeklinde haykırması, yine Akif’in istibdat karşısında:

    Sanıyorlar kafa kesmekle, beyin ezmekle,

    Fikr-i hürriyyet ölür. Hey gidi şaşkın hazele!39

    diye feryad, Hz. Peygamber’in (s.a.v) “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” veya “sizden her kim bir kötülük görürse eliyle düzeltsin, gücü yetmezse kalbiyle düzeltsin ki bu, imânın en zayıfıdır.”40 hadis-i şeriflerinin edibler tarafından hayata geçirilmesinden başka bir şey değildir.

    Said Nursi’nin “Medenilere galebe çalmak ikna iledir, icbâr ile değildir.”41 di-yerek ortaya koyduğu esasda ciddi fikirlerin mehaz bulduğu ve tartışıldığı, ikna için gerekli olan fikir ve söz ustalığının adı olan edebiyat dünyasının vazgeçmediği prensip-ler arasında değerlendirilebilir.

    Yine Risale-i Nur müellifinin, İşaratü’l-İ’câz adlı eserinde “irşadın tam ve nâfi’ olmasının birinci şartı, cemaatin istidadına göre olması lâzımdır.”42 diyerek ortaya koyduğu irşad prensibi de edebiyatçıların bazı hakikatleri temsil ve teşbihlerle muha-taplarının kabiliyetlerine göre onlara anlatmaları bu prensibin gereğidir.

    Divan edebiyatının, çoğu İlâhi aşka ulaşmayı hedefleyen ve bunu hikayelerle anlatmaya çalışan “mesnevi”leri, yine bizim edebiyatımız dışında kalan, İslâm ahlakını ve esaslarını öğretmeyi amaçlayan Sadi’nin “Gülistan ve Bostan”ı da bu bağlamda değerlendirilebilir.

    Tebliğ düsturları çerçevesinde, edebi-yatımızdaki bu tür örnekleri çoğaltmak mümükündür. “Edebiyat bir deryadır, bizler onun içinde ancak bir katreyiz” sözü ışığında, deryayı bu sayfalara taşımak mümkün olamadığı için şimdilik bu kadarıyla iktifa edelim.

    İslam Tarihinde Tebliğde Edebiyatın Rolü

    İlk insan ve ilk peygamber Hz. Adem’den bu yana, kalem, tebliğin belli başlı aracı durumundadır. Hz. Adem’e gönderilen “On sayfa suhuf” Allah tarafından insanlığa ulaştırılan ilahi mesajın da ilkidir.

    14 asır evvel, Arabistan’ın kumluk çöllerinden çıkan ayın on dördü gibi bir öksüzün, kendi kızlarını diri diri toprağa gömecek kadar vahşi, her türlü sapkınlığı gösterecek kadar azgın bir milleti Tevhid davasıyla yola getirmesinde de kalemin rolü büyüktür. Şöyleki …

    B. Said Nursi’nin 25. Söz’de izah ettiği gibi, Kur’an-ı Kerim nâzil olmadan evvel, cahiliye döneminde, edebiyat son derece revaçta idi. Belagat o derece revaçta idi ki, onların içinde “Muallâkât- ı Seb’a” (Yedi Askı) namıyla bilinen yedi edibin kasidelerini altınla Kâbe’nin duvarlarına yazarak iftihar ediyorlardı.

    Bir kabilenin beliğ bir edibi “milli kahraman” ilan edilirken yine o ediplerin bir sözü ile iki kabile birbiriyle savaşır yine onların bir sözüyle barışırlardı. Yunus’un “Söz ola kese savaşı/Söz ola kestire başı”, dediği gibi söz ustalarının, büyük ediplerin söz sahibi olduğu bir meydanda, o meydanın sahipleri, az önce peygamberliğini ilan ederek Tevhid davasına başlamış o ümmi öksüzden bir mu’cize istiyorlardı.

    Böyle bir zamanda, edebiyatın, belagatın en gözde olduğu bir anda Hz. Muhammed (a.s.m) en büyük mu’cizesini onların önüne koyuverdi: Kur’an-ı Kerim. Hz. Peygamber (a.s.m) Kur’an-ı Kerim ile bütün Arap ediplerine meydan okuyordu. Bediüzzaman’ın ifadeleriyle: “Nasıl ki zaman-ı Musa (a.s) da sihir ve zaman-ı İsa Aleyhisselâm’da tıp revaçta idi; mu’cizelerin en mühimmi o cihetten geldi.”43 Hz. Muhammed (a.s.m) in de mucizesi o dönemin revaçta olan “belagat” sahasında gelmişti. Yine Said Nursi’nin ifadeleriyle, “İşte o vakit bülega-i arabı en kısa bir sûresine mukabeleye davet etti. “Eğer kulumuz Muhammed’e indirdiğimiz Kur’an’dan bir şüpheniz varsa hadi onun benzeri bir sûre getirin (Bakara, s.23) fermanıyla onlara meydan okuyor”44

    Az sonra ediplikleriyle övünen bütün meşhur Arap edipleri susacak, K.Kerim konuşmaya başlayacaktı. Hatta Lebid’in kızı Kâbe’nin duvarlarından babasının şiirlerini indirirken, soranlara; “Kur’an-ı Kerim karşısında bunların bir hükmü kalmadı” diyecekti. Keza bir bedevinin bir ayet-i ke-rime karşısında secde edip “sen müslüman mı oldun? Diye soranlara “Hayır, ben bu ayetin belagatına secde ediyorum”45 dediği gibi.

    Görüldüğü gibi Hz. Peygamber’in (a.s.m) en büyük mucizesi belagat sahasındaydı. “Mukteza-i hale uygun söz söyleme” sanatı olan belagat o günlerin en tesirli tebliğ aracı olarak karşımıza çıkıyordu.46

    Edebiyat tarihimizi incelediğimizde bundan sonra yazılan eserlerin genelde İslam düşüncesinin yönlendirdiği eserler olduğunu görürüz.

    Türklerin İslamiyet’i kabul etmesinden sonra Ahmet Yesevi ile başlayan Tasavvuf geleneğinin en etkili tebliğ aracı yine edebiyat olmuştur. İslâmiyet’in Türkler arasında yayılmaya başladığı asırlarda, onlar arasında, ilk defa bir tasavvuf mesleği vücuda getiren Yesevi, çevresinde toplananlara İslâm’ın esaslarını, şeriat hükümlerini, tarikat âdâb ve gayesini öğretmek amacıyla, sade bir dille ve halk edebi-yatından alınma şekillerle hece vezninde tasavvufi manzumeler yazmış ve bunları “Divan-ı Hikmet” adını verdiği mecmuada toplamıştı.47

    Edebiyatı bir irşad vasıtası olarak kullanma geleneği Yesevi’den sonra da devam eder.

    Yusuf Has Hacib’in didaktik eseri Kutadgu Bilig’de de (mutluluk bilgisi) insanı iki cihan saadetine ulaştıracak yollar, İslâmi prensipler ışığında sunulur. Dört kavram üzerine kurulan eserde fert, toplum ve devlet hayatının dengeli olabilmesi için gerekli olan görgü ve bilgilerden, toplumdaki çeşitli memurluk ve mesleklerin birbirleriyle ilişkilerinin nasıl olması gerektiğini anlatan eser Türk-İslâm edebiyatının eli-mizdeki ilk örneğidir.

    İslam akaidinin, daha çok şiir gibi ruha hitap eden usullerle aktarılmasının en dikkate değer örneklerini Mevlâna ile Yunus’ta görürüz.

    Temelini İslam akaidinin oluşturduğu Mevlânâ’nın Mesnevi’si ney ile başlar “Dinle neyden kim hikâyet etmede/ Ayrılıklardan şikâyet etmede,” mısralarıyla başlayan Mesnevi’de Allah’a gönül yoluyla ulaşmanın yolları gösterilir. Ney asıl vatanı olan kamışlıktan koptuğu için inlemektedir. Allah’tan ayrı düşen insanı temsil eden neyi inleten ebedi sevgiliye duyulan hasrettir. Mesnevi’nin ilk on sekiz beyti “ney” imajına dayanır. Ney Allah’tan ayrılarak bu dünyaya gelen ve tekrar ona dönme arzusu ile dolu olan insanı temsil eder.48

    Tasavvuf edebiyatı çerçevesinde değerlendirebileceğimiz Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre… vs eserlerinin kaynağı hep İslâm olmakla beraber bunlar ayrı bir inceleme konusu olduğu için bu kadarla yetinelim.

    13. yüzyılda itibaren oluşmaya başlayan Klasik Türk Edebiyatı dediğimiz “Divan Edebiyatı”nın da özünü İslâmi akideler oluşturur.

    Orhan Şaik Gökyay’ın ifade ettiği gibi. “Divan Edebiyatı söz konusu olunca, bir şiirin anlamını sözlüklerden aramaya kalkmadan önce, bizde, sahip olmamız istenen bilgiler vardır; bunlar, ayetler, hadisler, deyimler, cinaslar, efsaneler, kıssalardır, mitolojidir, halkın inançlarıdır, adetleridir, kısacası bir birikimdir.”49

    Özellikle Cumhuriyet’ten sonra göste-rilen, Divan şiirini yok gösterme, onu zevk, şehvet, eğlence edebiyatı diye takdim etme çabalarının arkasında, bunu yapanların Divan şiirin anlayacak birikime sahip olmamalarının yanında, bu şiirin sanat zevkiyle okuyucusuna aktarmak istediği İslâmi hakikatleri engelleme düşüncesi vardır.

    Türk Divan şiirinde devrinin ve muhitinin sosyal hayatını, ahlak, iman ve güzellik anlayışını, tasavvuf estetiğini aksettiren ilk şair olan Hoca Dehhâni’den, Ahmedi, Kadı Burhâneddin, Ahmed Paşa, Şeyhi, Fuzûli, Şeyhülislam Yahya, Nâbi, Şeyh Galip’e kadar birçok divan şairinin şiir anlayışının temelinde mesnevilerle dile getirdikleri “ilâhi aşk”, İslam ahlak ve akaidi vardır.

    Edebiyatımızda Batılılaşmanın ilk adımı sayılan Tanzimat devri ve daha sonra gelen edebi nesillerin edebiyat anlayışlarından uzun uzadıya uzadıya bahsetmek gerekir ki bu yazımız için bu mümkün değildir. Ancak, Şinâsi’den itibaren Türk Edebiyatı ve fikir adamlarının eserlerinde İslami görüşlere yer verdiklerini ifade etmekle yetinelim

    Cumhuriyet dönemi, birçok meselede olduğu gibi, edebiyatımız açısından da kısırlaşmanın olduğu bir dönemdir. Bilindiği gibi halifeliğin kaldırılması, Tevhid-i Tedrisat Kanunu, Şer’iye ve Evkaf Vekaletinin lağvı gibi dini hayatla yakından ilgili düzenlemelere gidilmesi, Cumhuriyet idarecileri tarafından dine karşı takınılan olumsuz tavırlar nedeniyle 1950 yılına kadar dini yayıncılıktan bahsetmek mümkün değildir.50

    “Bizler ne şekil ve ne suretle olursa olsun memleket dahilinde dini neşriyat yapılarak dini bir atmosfer yaratılmasına ve gençlik için dini bir zihniyet fideliği vücuda getirilmesine taraftar değiliz.”51 şeklinde bir zihniyete sahip olan o günün idarecileri ibadet dilinin Türkçeleştirilmesinden ibadetlerin müzik eşliğinde yapılmasına, ezanın Türkçeleştirilmesinden “Dini Islah Beyannamesi” adı altında ibadet sırasında oturulması için camilere sıra konmasına kadar dini yok etmeye yönelik bir çok harekete girişirken her türlü dini gelişmelere de karşı çıktılar.

    Bu dönem edebiyatımız açısından da kısır bir dönem oldu. Dil devrimi, harf devrimi ve tarih anlayışımızdaki değişiklikler edebiyatımızı derinden sarstı.

    “Bugünün neslini Avrupa kültürü ile yetiştireceğiz. Ona herşeyden önce klasik bir sanat terbiyesi vereceğiz. Yunan ve Latin sanatından başlayarak, Avrupa kültürünün sanat numunelerini ve sanat tarihini öğreteceğiz. Bu suretle liseyi bitiren bir Türk genci Nef’i’yi, Baki’yi, Nedim’i anlamayacak fakat, Homer’i, Şekspir’i, Rasin’i, Şiller’i tadacak.

    Hangi millete mensup olursa olsun her Avrupalı genç bunları bilir, fakat Nef’i’yi tanımaz. Nef’i’yi tanımamak Avrupalılık için bir noksanlık değildir Türkçülük için de. Fakat Göte’yi bilmemek büyük bir boşluktur.”52

    Akif’in “mazisi yıkık bir milletin âtisi olur mu?” mısrasıyla dile getirdiği, kökleri şanlı mazisinden koparılan bir milletin edebiyat adına ortaya koyduğu gelişme, kutlamaya hazırlandığımız Cumhuriyetin 75. yılında, bu gün gözler önündedir.

    Ancak son yıllarda, Cumhuriyete kadar etkili bir irşad vasıtası olan edebiyatın, İslâmi gelişmelere paralel olarak gerçek kimliğine bürünmeye başlaması, adından “İslâmi Edebiyat” diye söz ettirmeye başlaması ayrıca dikkate değer bir hadisedir.

    Edebiyat Türleri ve Tebliğ

    Yazımızın bundan sonraki bölümünde, edebi türlerin tebliğle olan ilişkisini incelemeye çalışalım.

    Şiir ve Tebliğ

    Edebi türler içerisinde başlangıçtan beri en önemli yere sahip olan şiirin İslam tebliğindeki yerini ve önemini ortaya koyabilmek için, sanırım, şiirin mahiyetini net bir şekilde gözler önüne serebilmek gerekir.

    Şiirin ne olduğu üzerindeki tartışmalar insanlığın şiir söylemeye başladığı günden bu güne kadar yapılmış ve hâlâ yapılmaktadır. Necip Fazıl’ın deyimiyle “Şiir Nedir?” suali çok eski ve pek çetin. “N.Fazıl’a göre” Aristo’dan Pol Valery’e kadar bütün poetik fikirciler ya sahilsiz bir tecrit denizinde boyuna açıldılar yahut aşağının bayağısı birtakım kaba tekerlemelere düştüler. Hepsi bu kadar. Ve şiirin ne olduğu her büyük mefhum gibi meçhul kaldı.”53

    Şiirin adını koymak gerçekten zor. Şiir Haşim’in Piyale’sinde belirttiği gibi “sessiz bir şarkı” mı, yoksa Tanpınar’ın dediği gibi “konuşmaktan ziyade susmak” mı, ya da Akif’in ifadesiyle “gözyaşı” mı?

    Şiiri “Bir manaya delâlet etmek üzere vezinli ve kafiyeli olarak söylenen bir sözdür.”54 ya da sözlük anlamıyla “zengin sembollerle, ritimli sözlerle, seslerin uyumlu kullanımıyla ortaya çıkan, edebi anlatım biçimi, manzume”55 şeklinde de tarif etmek mümkündür. Ancak bu tariflerin hiç biri, şiirin özünü, mahiyetini, içinde sakladığı cevheri ortaya koyamamakta, dolayısıyla, Necip Fazıl’ın deyimiyle şiirin ne olduğu hep meçhul kalmaktadır.

    Peygamberimiz daha önce şiir söyleyen Hasan bin Sabit’i kafirlere karşı şiir söylemeye teşvik ederken Hz. Ali’nin o yolda şiirler söylemesine izin vermez. Yine Hadis-i Şeriflerinde “Arşın56 altında Allah’ın öyle hazineleri var ki, anahtarları şairlerin dilindedir” buyuran Peygam-berimiz (s.a.v) şiir ve şairler hakkında önemli ölçüler ortaya koymaktadır.

    Buna göre her söz şiir olmadığı gibi herkes de şair değildir. Hz. Ali emirü’l-müminindir ama şair değildir. “Şiir vardır ki sihir, şiir vardır ki hikmettir” hadis-i şerifide şiirin gücünü ve mahiyetini ortaya koymaktadır.

    Yukarıda, Kur’an-ı Kerim nazil olmaya başladıktan sonra Yedi Askı şairlerinin nasıl şiirlerini Kâbe’nin duvarlarından indirdiklerinden, Kur’an-ı Kerim’in belagatı karşısında nasıl boyun eğdiklerinden söz etmiştik. Ancak “Biz peygambere şiir öğretmedik; bu ona yaraşmazdı” (Yasin: 69) ayet-i kerimesi beşer kelamı olan şiirle Allah kelamı olan Kur’an-ı Kerim’in kıyas kabul etmeyeceği gerçeğini ortaya koyarken Hz. Peygamber’in bir şair olmadığını ifade eder. Bu gerçeği Said Nursi, “Kur’an-ı Hakîm, nihayetsiz parlak, yüksek hakikatleri câmi’ olduğundan, şiirin hayâlâtından müstağnidir.”57 sözleriyle ifade eder.

    Bediüzzaman Said Nursi 25. Sözde, Kur’an-ı Kerim âyâtıyla beşer kelamının nispet kabul etmeyeceğini ispat ve izah eder. “Sâir kelamların, Kur’an’ın âyâtına nispeti, şişelerdeki görünen yıldızların küçücük akisleriyle yıldızların aynına nispeti gibidir. Evet, her biri birer hakikat-i sabiteyi tasvir eden, gösteren Kur’an’ın kelimatı nerede; beşerin, fikri ve duygularının ayineciklerinde, kelimâtıyla tersim ettikleri manalar nerede”58

    Yine 13.Sözde “şiir’in şe’ni küçük ve sönük hakikatleri büyük büyük ve parlak hayallerle süslendirip beğendirmek ister. Halbuki Kur’an’ın hakikatleri, o kadar büyük, âli, parlak ve revnaktardır ki en büyük ve parlak hayal o hakikatlere nispet edilse en küçük ve sönük kalır”59 diyen Bediüzzaman şiirle Kur’an ayetlerinin farkını ortaya koyar.

    Bu ifadelerden sonra, yukarıda şiir söylemeye teşvik eden Peygamberimizin sözleriyle, Yasin sûesinin 69. ayetinin ve Bediüzzaman’ın ifadelerinin çeliştiğini düşünmemek gerekir. Kur’an-ı Kerim vahiydir. Şiir ise kesinlikle vahyin yerini alamaz. Bütün bunların değerlendirilmesinde, kelamda önemli bir düstur olan “Kim söylemiş?” “Kime söylemiş?”, “Niçin söylemiş?” “Ne makamda söyle-miş?” düsturlarının göz önünde tutulması gerekir.

    Kur’an-ı Kerim inmeye başladıktan sonra Hz. Peygamber’i (s.a.v) şair, Kur’an-ı Kerim’i şiir olarak niteleyen müşriklerin varlığıyla, sonraki asırlarda da şiirin dinin yerini tutabileceğini söyleyen, Kur’an-ı Kerim’i “Kitab-ı köhne” olarak niteleyebilenleri gözden ırak tutmamak gerekir.

    Yoksa, yine Said Nursi’nin ifadeleriyle “şiir çendan kıymettar, şirin bir vasıta-i ifadedir.”60

    Yine Muhsin Kalkışım da 3. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumunda “Risale-i Nur’un poetik özelliği” adıyla sunduğu tebliğde şiirle ilgili şu beş ilkeyi ortaya koyar.

    1- Şiir Kur’an’ın yerini almamalıdır.

    2- Şiirin mahiyeti harici âleme ayna olmak, tabiata benzemek ve onu taklid etmektir.

    3- Şiir “mücerred güzellik”i yansıtmalıdır.

    4- Şiirde hayal dâima hakikate bağlı olmalıdır.

    5- Şiirde esas olan vezin ve kafiye değil, iç âhenktir.61

    Bu bağlamda kelime kuyumcusu olarak tarif edilen şairin ve ortaya koyduğu şiirin önemini vurgulamak gerekir.62

    Necip Fazıl şiirin “mutlak hakikatı arama işi” olduğunu söyler. “Mutlak hakikat Allah’tır.” Şöyle devam eder Necip Fazıl “Ve şiirin ister O’na inanan ve ister inanmayan elinde ister bilerek ve ister bilmeyerek O’nu aramaktan başka vazifesi yoktur. Şiir, Allah’ı sır ve güzellik yolunda arama işidir.”63

    Edebiyat dünyamız bu düşüncenin izleriyle doludur. “Her şiiri bir olaya dayanan, bir fikri güden, bir tezi savunan Mevlânâ’nın şiirleri ve Kur’an’ın özü olduğuna dikkat çekilen “Mesnevi”si64 ile Yunus’un şiirleri hep bunun ifadesidir.

    Bu bağlamda “Dinin olmadığı yerde hiç bir şey yoktur; yokluk bile yok. Şiir ve sanatsa hiç yok” diyen Necip Fazıl pek haklıdır. “Şair, madde değilde mana halinde cami kapılarının önünü dolduran Allah dilencilerinin en güzelidir.”65

    Roman ve Tebliğ

    Tanzimat edebiyatı ile Türk okuyucusu ile tanışan roman, diğer sanat türlerine göre daha fazla okuyucu kitlesine sahip etkili bir türdür. Avrupa’da kamuoyunun oluşmasında, fikir hayatının gelişmesinde çok etkili olan roman, bizde de başlangıçta aynı görevi aşağı yukarı ifa etmiştir. Bizdeki, Batı medeniyetini kabul etme anlamını taşıyan Tanzimat hareketinin yanında romancıların yer aldığını düşünürsek romanın önemini daha iyi algılayabiliriz.

    Bir edebiyat türü olarak roman, diğer türlere göre, insanını ele alınmasından toplumun değişik yönlerinin okuyucuya aktarılmasına kadar çeşitli meseleleri yansıtmada daha geniş imkanlara sahiptir. Mustafa Miyasoğlu da aynı gerçeği “şiir, hikâye, deneme ve tiyatro, gerçeği ancak bazı boyutlarıyla kavrayıp yansıtabilme imkanına sahipken, roman, söz konusu gerçeği bütün boyutlarıyla kavrayabilecek niteliktedir.”66 şeklinde ifade eder. Bu sebeple irşad vasıtası olarak değerlendirildiğinde roman, önemli görevleri yerine getirebilecek güçtedir.

    Divan edebiyatında roman yoktu. Manzum hikâyede diyebileceğimiz mesneviler, modern anlamda roman veya hikaye sayılmasa da, toplumumuzun insana bakışını, insanın kâinat anlayışını hatta yaratılış gayesini anlatan, insanı tahlil ve tebcil eden bir niteliğe sahiptir. Romancı Miyasoğlu aynı eserinde “Bizde mesneviden romana geçişin, Osmanlı’dan Cumhuriyete geçiş biçiminde değerlendirileceğini”67 ifade ederken şunları da söyler. “Türlerin değişmesi insanın değişmesi demektir. Önemli olan değişen insanın, değişik türlerde öz değerlerini koruması, insanı insan yapan, yaratılış hikmetine uygun bir hayata adamasıdır.”68

    Gerçekten de bizde Mesnevi okuyucusu ile roman okuyucusu arasında, dünyaya bakış, dünyayı kavrayış, insanı anlayış ve öz değerlere sahip çıkış açısından çok büyük farlar görülür. Gazel, Terci-i Bend, Terkib-i Bend, Mesnevi, Kaside, Rubâi… vs Divan Edebiyatı türlerinde insan ilahi aşkı ararken, insan kâinatın efendisi olarak yüceltilip yaratılış gayesine doğru yöneltilirken; Tanzimat sonrasında edebi-yatımızla yani tanışan türler, problemleri, dertleri, inançsızlıkları, iç çatışmaları yansıtan bir ifşa vasıtasıdır. Öz değerlere sahip çıkamayış ve nedenleri de bu türlerde açıkça ortadadır.

    Öz değerlerimizi yavaş yavaş yiti-rişimiz, onlara sahip çıkamayışımız karşısında edebiyatçılarımıza da büyük işi düşüyordu.

    Yahya Kemal’in “Mektepten memlekete” serzenişine sahip olan, Bediüz-zaman’ın deyimiyle “Şevk vermeyen, Avrupa’dan tereşşuh etmiş, Kur’an’ın büyüklüğünü kavrayamayan hazır edebiyat”69 manevi değerlere sahip çıkma hususunda pek başarılı sayılmaz.

    Her ne kadar ilk romanlarımızda “sosyal fayda” prensibi gözetilerek, toplumun aksak yönleri aktarılmaya ve düzeltilmeye çalışılmış, roman bir eğitim aracı olarak görülmüşse de sonraki dönemlerde durum değişmiş, Allah’ı tanımayan, insana tabiat gözlüğüyle bakan, ölümü kabullenemeyen ve bunun karşısında feryatlara boğulan bir roman anlayışı ortaya çıkmıştır. Hele hele Cumhuriyet dönemi romanı tamamiyle ideolojilerin dünya görüşlerinin vurucu birer silahı olmuştur. M. Miyasoğlu’nun belirttiği gibi, Cumhuriyet romanın üç meselesi vardır.

    1-İstiklâl Savaşı’ndan uygun adım inkılaplara geçiş

    2- Köy ve eşkiya gerçeğinin bütün dünyayı ifade ettiği iddiasıyla anlatılması

    3- Sosyalizm havariliğinin tek kurtuluş yolu olduğu…70

    Cumhuriyet dönemi bu üç anlayışı aksettiren çeşitli romanlarla doludur.

    Yakup Kadri’nin yere göğe sığdırılamayan “Yaban” romanı ideolojik bir roman olarak bunlardan sadece biridir. Köy gerçeğini, Anadolu köylüsünün milli mücadeledeki tavrını anlatan roman gerçekte milli mücadelenin kazanılmasında eşsiz katkılarda bulunmuş Türk köylüsünü pısırık, cahil, yobaz hatta hain göstererek, bu insanları pis kokan, eşekten tarla faresine, çakaldan salyongoza kader çeşitli hayvanlara benzeterek onları iğrenç, insan dışı varlıklar olarak gösterme çabalarıyla doludur. Anadolu köylüsüne duyulan bu kinin tek sebebi ise Berna Moran’ın da belirttiği gibi, köylülerin yapılan inkılap ve devrimleri benimsememesi, hatta kabul etmeyişidir.71

    Görüldüğü gibi roman çeşitli dünya görüşlerinin hayat bulabildiği bir sahadır. Bizim arzuladığımız roman ise yine Bediüzzaman’ın ifadelerinde kendini bulur.

    “Hem nasıl medeniyet-i hâzıra, hikmet-i Kur’ân’ın ilmi ve ameli i’cazına karşı mağlup oluyor, öyle de, medeniyetin edebiyat ve belagatı da Kur’an’ın edep ve belagatına karşı nispeti, öksüz bir yetimin muzlim bir hüzün ile ümitsiz ağlayışı; hem süfli bir vaziyette sarhoş bir ayyaşın velvele-i gınâsının (şarkı demektir) nisbeti ile ulvi bir aşığın muvakkat bir iftiraktan müştakâne, ümitkârâne bir hüzün ile gınası (şarkısı); hem, zafer veya harbe ve ulvi fedâkârlıklarla sevk etmek için teşvikkârâne kasâid-i vataniye gibidir. Çünkü, edeb ve belagat tesir-i üslup itibariyle ya hüzün verir, ya neşe verir.

    “Hüzün ise iki kısımdır. Ya fakdü’l-ahbabdan, yani ahbapsızlıktan, sahipsizlikten gelen karanlıklı bir hüzündür ki, dalâletalud, tabiatperest, gafletpîşe olan medeniyetin edebiyatının verdiği hüzündür. İkinci hüzün, firakü’l-ahbabdan gelir. Yani ahbap var, firakında müştakâne bir hüzün verir. İşte şu hüzün, hidayetedâ, nurefşân Kur’an’ın verdiği hüzündür.

    “Ammâ neşe ise, o da iki kısımdır. Birisi, nefsi hevesatına teşvik eder; o da ti-yatrocu, sinemacı, romancı medeniyetin edebiyatının şe’nidir. İkinci neşe, nefsi susturup, ruhu, kalbi, aklı, sırrı, maâliyâta, vatan-ı aslilerine, makarr-ı ebedilerine, ahbâb-ı uhrevilerine yetişmek için latif ve edepli mâsumâne bir teşviktir ki; o da cennet ve saadet-i ebediyeye ve rü’yet-i Cemalullaha beşeri sevk eden ve şevke getiren Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyânın verdiği neşedir.”72

    Evet, irşad vasıtası olabilecek roman, insan ve toplum gerçeğini yönlendiren, Allah’ın varlığını idrak etmeye yönelten, “tiyatrocu, sinemacı, romancı” medeniyetin gereği olan nefsi hevesâta teşvik etmekten uzak, tabiat bataklıklarından, ahbapsızlıktan gelen ve insanı dalâlet çukurlarına yuvarlayan hüznü tattırmayan, buna karşılık, kalbi, ruhu, Kur’an’ın gösterdiği “asıl vatana,” “ebedi makam”a, “uhrevi dostlar”a yetiştirmeye, ulaştırmaya teşvik eden, ebedi saadete ve Allah’ı tanımaya, bilmeye, görmeye yönelten neşeyi, şevki veren romandır.

    Diğer Türler İçin

    Şiir ve roman dışında kalan diğer edebi türlerinde Kur’an’ın ortaya koyduğu ölçüler ışığında tebliğle ilişkisini inceleyebiliriz. Ya da şiir ve romanda olması gereken esasları bu türlere de uygularsak, nasıl bir hikaye, nasıl bir tiyatro, gazete irşad vasıtası olabilir? sorusunun da cevabını rahatlıkla bulabiliriz.

    Namık Kemal’in “faydalı eğlence” olarak nitelediği, hem göze, hem kulağa hitap etmesi bakımından önemli bir yere sahip olan tiyatro ile yine Namık Kemal’in “her nazar-ı tedkike nice yüz bin müşâvir, her kalemi tahrire nice yüz bin muavin vermek şânından olan tıbâât”73 dediği gazetecilik için de aynı şey söz konusudur.

    Yeter ki bu türler de Allah’ı aramaya adanmış, milletin manevi değerlerine, mukaddesatına kastetmek yerine onlara sahip çıkmayı gaye edinmiş, dinsizlik-imansızlık fırtınalarına set, milletin hissi-yatına tercüman olabilmeyi hedeflemiş olsun. Ancak böyle bir edebiyat irşad vasıtası olabilir, ancak böyle bir edebiyata sahip milletler terakki edebilir, hem dünya hem de ahiret saadetine nail olabilirler.

    Bitirirken

    Hayat gayelerle yaşanır. Akif’in,

    Ey Hakk’a taparken şaşıran kalb-i muvahhid;

    Bir sine emelsiz yaşar, o da; mülhid.

    dediği gibi gayesiz, emelsiz yaşamak ancak dinsizlere has olan bir özelliktir. Hele hele bin yıldan beri İslâm’ın bayraktarlığını yapan bir milletin fertleri için gayesizlik diğer milletler karşısında zillet sebebidir. Milletler de fertler gibi bir gaye için yaşarlar ve o gaye ile yükselirler.

    Bin yıl tek gayesi ila-yı kelimetullah olan milletimizin, ne kadar üzücü, yıkıcı badireler atlatırsa atlatsın, edebiyatı da gayesiz olamaz.

    Bizim edebiyatımızın gayesi, Bediüz-zaman’ın “Edipler edeb-i İslamiye ile müteeddip olmalı” düsturu çerçevesinde İslâm ahlak ve akaidini, Hz. Peygamber’in belirttiği tebliğ esasları ışığında körpe dimağlara ulaştırmak, eski, şanlı, satvetli günleri özleyen aziz milletimizin hissiyatını o yönde coşturmak, kendine, insana, insanlığa faydalı, Allah’ı bilen ve tanıyan, sırat-ı müstakimden zerre kadar sapmayan, ruhunu ve canını bu yola feda edebilen müttaki müminler yetiştirmek olmalıdır.

    Bediüzzaman’ın “Gayemiz vatan sathını mektep yapmaktır.” ifadeleriyle haykırdığı, milletimizin yükselmesi için gerekli olan ilim yükünü bu milletin omuzuna yüklemek, gerçek düşmanımız olan cehâleti yok etmek de imanlı bir edibin en büyük gayesi olmalıdır.

    Ancak böyle ulvi gayelere sahip bir edebiyat adamı ve böylesine ulvi gayelere adanmış bir edebiyat, irşad vasıtası olabilir. Yoksa, duygularını hâlâ nefs-i emmâre hizasından kurtaramayan gençlerimiz, dalâlet uçurumlarının her an düşmek tehlikesiyle kıyılarında gezinen milletimiz, kendi aydınlarının ihânetini görmeye devam edecektir.

    Kur’an’ın bu asırdaki tefsiri, Kur’an’dan süzülen damlacıklar olarak karşımıza çıkan Risale-i Nur’lar ise—meyve ağacından ayrı düşünülemez kaidesince—Kur’an’ın bütün özelliklerini bu asra projektör gibi yansıtan, milletin imanı ve selâmeti uğruna adanmış yegane eserdir.

    Edebi olarak ele alındığında ise edipler için vazgeçilmez düsturları ihtiva eden Risale-i Nurlar, Kur’an belagatını da bu asra taşıyan ve dolayısıyla edebiyatçıların tetkikini bekleyen edebi yönü son derece kuvvetli, eşsiz eserlerdir.

    Kendilerini, az önce belirtmeye çalıştı-ğım ulvi gayelere adamış edebiyatçıla-rımızın, Risale-i Nur’lardan alacakları çok dersleri olduğu kanaatindeyim.

    Dipnotlar

    1. Ahmet Hamdi Tanpınar, 19.Asır Türk Ed. Tar., Çağlayan Yay., İst. 1976, s. 129.

    2. B.Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Y.Asya Neş., İst. 1997, s. 543.

    3. M.Akif Ersoy, sm. c.4, s. 85, 1328, s. 114.

    4. B.Said Nursi, Emirdağ Lahikası II., Yeni Asya Neş.

    5. N.Kemal, Cisân-ı Osmaninin edebiyatı hakkında bazı mülahazatı şamildir. Yeni Türk Ed. Ant. II., M.Ü.Fen Ed. Fak.yay., İst. 1993., s. 185.

    6. Türk Dil Kurumu, Türkçe Sözlük, Türk Tarih Kurumu bas., Ank. 1988.

    7. Hadis-i Şerifler için bkz. Ahmet Önkal, "Resulüllâh’ın İslâm’a Davet Medodu", Hibas Yay., Konya 1983

    8. Cahit Kavcar, Edebiyat ve Eğitim, Ank. Ün. basımı, Ank 1994, s. 132.

    9. M.Nihat Özön, Osmanlıca-Türkçe Sözlük, İnkılap Kitabevi.

    10. Said Nursi, Divan-ı Harbi Örfi, Yeni.Asya Neş., İst. 1993, s. 25

    11. M.Miyasoğlu, Devlet ve Zihniyet, Elifbe yay., İst.1981, s.185.

    12. Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Lügat, Aydın Kitabevi yay., Ank. 1993

    13. Seyyid Süleyman Medvi, "Büyük İslam Tarihi Asr-ı Saadet" (Ter. Ali Genceli), İst. 1967, II. 404

    14. Mehmet Kaplan, Kültür ve Dil, Dergah Yay., İst. 1986, s. 18

    15. Edebiyat Nedir, Jean Paul Sartre (Çev: Bertan ONARAN), De yay. 1967, s.38

    16. Yusuf Akçura, "Üç Tarz-ı siyaset" , (haz. Recep Duymaz), Boğaziçi Yay., İst. 1995, s. 5

    17. Sırat-ı Müstakim, c. 5., Aded:120, s. 265 (Zikreden: İ.Hakkı Şengüler), M.Akif Külliyatı, Hikmet Neşriyat, İst. s. 114

    18. Zikreden Mehmet Kaplan: Kültür ve Dil, Dergah yayınları, İst. 1986, s. 109

    19. M.Akif Ersoy, Sm.3., adet 78, s.409. (zikreden:İ. H. Şengüler), M.Akif Külliyatı, c 5., s. 12

    20. a.g.e., s. 12

    21. M.Kaplan, Kültür ve Dil, Dergah yay., İst. 1986, s. 126

    22. Kenan Akyüz, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, İnkılap Kitabevi 1993, s. 89

    23. a.g.e., s. 89

    24. M.Akif Ersoy, "Safahat" , (haz. M.Ertuğrul Düzdağ), Kültür Bak. Yay., Ank. 1990., s. 182

    25. M.Akif Ersoy, Safahat, (haz: M.Ertuğrul Düzdağ), Kültür Bakanlığı yay., Ank.1990, s. 157

    26. a.g.e., s. 444

    27. a.g.e., s. 279

    28. sm. c. 5., Aded:108, 1326, s. 227, ( zikreden: İ.Hakkı Şengüler), M.Akif Külliyatı, c. 5, Hikmet Neş. İst., s. 172

    29. Jean Paul Sartre, Edebiyat Nedir, (çev: Bertan ONARAN), De yay., 1967, s. 39

    30. Said Nursi, Sünuhat, Yeni Asya Neş., İst. 1993, s. 81

    31. M.Akif Ersoy "Safahat" (haz. M.Ertuğrul Düzdağ), M.Ü.İlahiyat Fak. Yay., İst.1988, c.4

    32. M.Akif Ersoy, Sebilürreşad 1330, c. 8-1, aded:183, s. 9-10

    33. Said Nursi, İşaratü’l-İ’caz, Yeni Asya Neş., İst. 1997, s. 78

    34. Said Nursi, Sözler, Yeni Asya Neş., İst. 1997, s. 289

    35. Nejat Turhan, Mesut Bir Sağanağa Kaçmak, Köprü, No.55, s. 4

    36. Said Nursi, Mektubat, Yeni Asya Neş., İst. 1997, s. 256

    37. Said Nursi, Münazarat, Yeni Asya Neş., İst. 1997, s. 94

    38. Abdülkadir Karahan, Nâbi, Kültür ve Turizm Bak. Yay., Ank. 1987, s. 124-125

    39. M.Akif Ersoy, "Safahat", (haz. M.Ertuğrul Düzdağ), Kültür Bakanlığı Yay., Ank. 1990, s. 139

    40. Müslim, imân 78, (zikreden: Ahmet Önkal), Resulullah’ın İslâm’a Davet Metodu, Hibaş Yay., Konya 1983, s .9

    41. Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, Yeni Asya Neş., İst. 1993, s. 28

    42. Said Nursi İşaratü’l-İ’caz, Yeni Asya Neş., İst. 1997, s. 166

    43. Said Nursi, Sözler (25.Söz), Yeni Asya Neş., İst. 1997, s. 332

    44. a.g.e., s. 332

    45. a.g.e., s. 341

    46. bkz. 25.Söz

    47. Geniş bilgi için bkz. Köprü No: 62, s. 140

    48. Geniş bilgi için bkz. Mevlâna Celaleddin, Divan-ı Kebir, (haz. Abdülbâki Gölpınarlı), Remzi Kitabevi, İst. 1957

    49. O.Şaik Gökyay "Seçme Makaleler II, Kim Etti Sana Bu Kârı Teklif, İletişim yay., İst. 1997, s. 324

    50. Cumhuriyet Devri dini yayıncılığın gelişimi için bkz. İsmail Kara, Cumhuriyet Türkiyesinde Dini Yayıncılığın Gelişimi Üzerine Birkaç Not, Toplum ve Bilim 29/30, Bahar-Yaz, 1985

    51. Vedat Nedim Tör, (zikreden: İsmail Kara), Cumhuriyet Türkiyesinde Dini Yayıncılığın Gelişimi Üzerine Birkaç Not, Toplum ve Bilim 29/30, Bahar-Yaz 1985, s. 154

    52. Vedat Nedim Tör, Hakimiyet-i Milliye, 21.8.1930 ( zik. D.Mehmet Doğan), Batılılaşma İhaneti, Dergah yay., 3.Baskı, İst. 1977, s. 98

    53. Necip Fazıl Kısakürek, Çile, Büyük Doğu yay., İst. 1992, Poetika

    54. Kudâme b. Câfer, Nakdüş’-şi’r, 64, zik: Hasan El Emrâni, Mesnevi Nuriye Metinlerinin Poetik Yönü, Uluslarası Bediüzzaman Sempozyumu, Yeni Asya. Yay., İst. 1995, s. 701

    55. T.D.K. Türkçe Sözlük, Türk Tarih Kurumu Bas., Ank 1988

    56. Zik: M.Miyasoğlu, Devlet ve Zihniyet, Elifbe Yay., İst. 1981, s. 188

    57. Said Nursi, Sözler (13.Söz), Yeni Asya Neş., İst. 1997, s.127

    58. a.g.e.(25.söz)

    59. a.g.e., s.127

    60. Said Nursi, Barla Lahikası, Yeni Asya Neş., İst. 1997, s.178

    61. Muhsin Kalkışım, Risale-i Nurun Poetik Özelliği, 3. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu, Yeni Asya Yay., İst. 1996, s. 734

    62. Necip Fazıl Kısakürek, Çile, Büyük Doğu Yay., İst. 1992, s. poetika.

    63. a.g.e

    64.Abdülbaki Gölpınarlı, Divan-ı Kebir, Remzi Kitabevi, İst. 1957, s. IX

    65. N.F.K., Çile, Büyük Doğu Yay., İst. 1992, poetika.

    66. M. Miyasoğlu, Devlet ve Zihniyet, Elifbe, İst. 1981, s. 230

    67. a.g.e s. 234

    68. a.g.e. s. 236

    69. S. Nursi, Sözler, Y.Asya Neş. İst. 1987, s. 676

    70. Devlet ve Zihniyet, s. 267

    71. Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış I, İletişim Yay., İst. 1995, s. 163

    72. Sözler (25.Söz), s. 375

    73. Namık Kemal, Cezmi, İst. 1916, s. 5.

    74. Mehmet Akif Ersoy, "Safahat" Haz. M. Ertuğrul Düzdağ, Kültür Bakanlığı Yay., Ank. 1990, s. 390.