Köprü Anasayfa

Hürriyet, Meşruiyet ve Cumhuriyet

"Güz 98" 64. Sayı

  • Cumhuriyet Hukukunun Özeleştirisi

    Ömer Faruk Uysal

    Avukat

    1- Hukukun önemi

    Cumhuriyetle birlikte toplumsal hayatımızda yer alan inkılapların, belki de en önemlisi hukuk alanında yapılan devrimdir. Zaten diğer inkılapların fiiliyata geçmesi de yasal, anayasal bir takım hukuki tasarruflarla mümkündür. Bütün siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel hayatı yeniden belirlemeyi, batılı ve çağdaş bir toplum yaratmayı hedefleyen devrimci kadronun en önemli enstrümanının “Hukuk” olduğu söylenebilir.

    Fakat bu kadar önemli fonksiyonlar atfedilen “Hukuk” nasıl bir şeydir? Mahiyeti, özellik ve unsurları nelerdir? Hukukun karakteristiği, hukuk devri-mine imkan tanır mı? Hukuk ithali mümkün müdür? Cumhuriyet rejimi hukuk ithalatını nasıl yapmıştır.?

    Bu gibi soruların cevabını vermeye çalışırken değişik açılardan değerlendirmeler yapılabilir. Mesela, bir Müslüman gözüyle, İslam hukuku kıstasları kullanılarak olay değerlendirilebilir. Ama biz burada tamamen mevcut hukukun bir özeleştirisini yani kendi mantığı, sistemi ve felsefesi ile kendisini tenkit etmesini hedefledik. Bunu yaparken Türkiye’de hukuk fakültelerinde okutulan Hukuk Başlangıcı, Hukuk Felsefesi, Hukuk Sosyolojisi, Mukayeseli Hukuk gibi temel derslerin donelerini kullanacağız. Keza Atatürk’e, devrimlerine ve hukuk devrimine yürekten bağlı Kemalist hocalarımızın kitaplarını tercih edeceğiz ki bu gerçek bir özeleştiri, otokritik olabilsin.

    2- Hukukun mahiyeti

    Prof. Dr. Tarık ÖZBİLGEN Hukuk Başlangıcı, Prof. Dr. Niyazi ÖKTEM Hukuk Felsefesi kitaplarında, özellikle George Gurvıtch ve Alf Ross’tan iktibaslar yaparak hukuku şöyle izah ederler;

    Hukuk, çağlar boyu bir çok filozof ve mütefekkir tarafından çok değişik şekillerde ele alınmış, açıklanmaya çalışılmıştır. Hukukun ilk bakışta dikkati çeken Norm (Kural, Kaziye), Sosyal Realite (Sosyal olgu) Etik Değer (Ahlak, Adalet) gibi üç boyutu (elemanı) olduğu görünmektedir. Çok çeşitli hukuk ve felsefe ekolleri bu her bir elemanı münferiden ele alarak, sadece o elemana önem verip diğer iki elemanı dışlayarak müfrit spekülasyonlar halinde felsefi yorumlar yapmışlardır. Şöyle ki;

    a-) Hukukun unsurları

    Norm boyutunda hareket edenler (pozitivistler, volontaristler) “Hukuk yetkili mercii tarafından gerekli prosedürlere uymak suretiyle konmuş maddi müeyyideli davranış kurallarıdır.” Yine Normati-vistlerce “Hukuk bir hiyerarşik düzen içindeki, normlar arasındaki ilişkiler kompleksidir.” Yani hukuk normdur. Ortada kanun, kural olarak ne varsa o hukuktur. Sosyal Realite ve Etik Değer önem arzetmez.

    Sosyal Realite boyutundan hareket edenler (Solidaristler, Marksistler) “Hukuk, sosyal hayatta meknuz (gömük) ve mündemiç (karışık) düzenin belirleniminden oluşan kurallardır.” Yani hukuk mevcut sosyal, ekonomik ilişkilerin kurallaşmış halidir. Sosyal olgu ne ise hukuk ona göre tezahür eder. Ahlak (Etik Değer) ve Norm (Kural) önemli değildir.

    Etik değerden hareket edenler (politiko-juritik ideolojiler, doğal hukukçular) “Hukuk Etik Değerlerin sosyal ortamda gerçekleşmesini sağlayan davranış kurallarıdır.” Yani hukuk, ahlak ve adaletten ibarettir, sosyal realite ve normun bir önemi yoktur.

    b-) Hukukun tanımı

    Görüldüğü gibi bütün bu izahlar ünidimansiyonel (tekkatçı, tek elemanlı) yetersiz izahlardır. Halbuki hukuk tridimansiyonel (üç katlı, üç elemanlı) bir bütündür ve bunlardan birinin eksikliği halinde hukuk, hukuk olma özelliğini kaybeder.

    Bu açıklamalardan sonra Hukuku şöyle tarif edebiliriz; “Hukuk sosyal hayatı, ahlaki kıymetlere göre düzenlemeyi hedefleyen maddi müeyyideyle teçhize elverişli davranış kuralları arasındaki ilişkiler kompleksidir.”1 Bu tanım, sosyal realiteyi, Etik Değeri ve normu yani hukukun üç elemanlarını da ihtiva eden tridimansiyonel (üç elemanlı) bir izahtır. Ve yukarıdaki müfrit ve yetersiz spekülasyonlara göre çok daha kapsayıcı ve gerçekçidir. Bu görüş Gurvitch’in plüralist (çoğulcu) hukuk anlayışıdır.2 Ve bilimsel çevrelerde en fazla taraftarı olan anlayıştır.

    c-) Hukukun izahı

    aa- Norm

    Parlamentodan sadır olan her normun (kanun, kanun hükmünde kararnamenin) hukuki olduğu söylenemez. Kanun ile hukuk ayrı şeylerdir.

    Bir kanunun (normun) hukukilik vasfı taşıyabilmesi için ilk önce hukukun mantıki (lojik) yapısına uygun olması gerekir. Öncelikle bu kanun Anayasaya uygun olmalıdır. Zira hukukta anayasanın üstünlüğü veya normlar hiyerarşisi (normlar piramidi) denilen temel bir prensip vardır. Buna göre sırasıyla kanunlar ve kanun hükmünde kararnameler anayasaya, tüzükler kanunlara, yönetmelikler tüzüklere, bütün idari emir, fiil ve işlemlerde, yönetmeliklere ve diğer normlara uygun olmak zorundadır. Yani her bir norm geçerlilik ve meşruiyetini bir üstteki norma uygunluğundan alır. Bu durumda anayasa gibi en temel kanunun meşruiyeti, güvenilirliği, sağlamlığı, sürekliliği en üst seviyede olmalıdır.

    Burada akla gelebilecek “anayasa meşrutiyetini nereden alır? gibi bir soruya şu cevap verilebilir; anayasa meşruiyetini, hukukun temelleri mesabesinde olan ahlak, vicdan, uygulanacağı toplumun sosyal durumu, milli kültürü, bütün yüksek değerleri ve demokratik bir oylamadaki çoğunluğun tasvibinden alır.

    bb- Sosyal realite

    Bir kanunun hukukilik niteliği taşıyabilmesi için sosyal realiteye uygun olması zorunludur. Kanun sosyal bünyeye uygun olmalıdır. Endividüelist (toplumu hiçe sayan ferdiyetçi) veya komünist (ferdi hiçe sayan toplumcu) içerik taşımamalıdır. Ekonomik yapıdaki olumsuzlukları bertaraf edici, sosyal barışı ve dayanışmayı sağlayıcı özellikte olmalıdır. Milli kültüre, örfe, anâneye, dine uygun olmalıdır. Milletle çatışmaya girmemelidir.

    Burada sosyal realiteye uygunluğu, realitede görülen menfi durumunda aynen kabulü manasında yorumlamamalıyız, fakat normu koyarken bu menfiliği dikkate alarak onu ıslah edici bir yol takip etmeliyiz. Zira sosyal şartların hukuk kuralının belirleniminde negatif determinan (olumsuz belirleyici) bir yönü de vardır.

    cc- Etik değer

    Bir kanunun hukuki sayılabilmesi için sosyal realite nasıl negatif determinan ise ahlak ve adalette pozitif determinandır. (belirleyici faktör)

    Hatta hukuk ahlakilik ile belirli (yani ayırıcı karakterlerinden biri ahlakilik olan) bir davranış kuralıdır. Mesela “her yurttaş diktatörün her dediğini yerine getirmekle yükümlüdür. Buna uymayanlar…. hapisle cezalandırılır” şeklindeki bu davranış kuralı bir hukuk kuralı sayılamaz. Zira bu, “herkes, hasta olan annesini öldürecektir” yolundaki bir diktatör buyruğuna da uymayı içerir ki, böyle bir buyruğu hukuk diye ka-bullenmek hukuka hakaret olur.

    Hukuk, ahlaksızlığa zorlayamamakla birlikte ahlaksızlığa imkan da vermemelidir. Çünkü hukuka ahlaksızlığa imkan verme niteliği tanındığı takdirde, böyle hallerde hukuk kuralı ahlakilik ile belirliliğini yitirecektir. Konuyu basite irca etmek için önceki örneği tekrar edelim. Eğer hukuk ahlaksızlığa imkan tanıma niteliği taşısaydı şu biçimdeki bir davranış kuralı hukuk kimliği taşıyacaktı. “Bir kimse hasta annesini öldürebilir.” Görülüyor ki burada ahlaksızlığa zorlama değil ve fakat sadece imkan sağlama vardır. Ve eğer hukuk ahlaksızlığa imkan sağlıyorsa bu davranış kuralının da hukuki kimlik taşıdığı kabullenilecektir. Bunun ise saçmalığı ve hukuk dışılığı açıktır. Hukuk ahlaki olan her şeyi kapsamına almaz. Ama bu ahlaksızlığa imkan sağlama manası taşımamaktadır. Durumun gereğine uygun (matluba muvafık) yorumu şudur. Hukuk ahlakın tümünü değil de sadece bir kesimini gerçekleştirme misyonuyla mücehhez olup geri kalanını kendi sınırı dışında tutar ki bu, artık ahlak olanına dahil ve ahlaki müeyyide ile bağımlı bulunur. Eğer ahlaki müeyyide ihlalleri önlemeye yetersizse bununla hukukun bir ilişkisi yoktur. Ve bunu hukukun ahlaksızlığa imkan tanıması biçiminde yorumlamak yersizdir. Buradan çıkaracağımız sonuç; hukuk kuralının ahlakiliği içermekte; bir etik değeri gerçekleştirmekle yükümlü olduğudur.

    Hukukun ahlakın tamamını gerçekleştirme misyonu—bugün için—üstlenmiş bulunmaması onun kendi alanında ahlaktan tecrit edilebileceğini, ahlaktan mücerret bir hukuk kuralının bulunabileceğini içermez. Hukuk imkanlar elverdiği ölçüde olmak üzere ahlakın bir kesimini gerçekleştirme misyonunu yüklenmiştir. Ve bütün hukuk kuralları doğrudan veya dolaylı olarak bu misyonun yerine getirilmesine yönelik bulunmaktadır. Hatta biz şurasını—hakkıyla—iddia edebiliriz ki hukuk, ideali, fonksiyonel varlığı itibariyle ahlakın tamamını gerçekleştirmekle yükümlü bulunmakta fakat ferdi ve içtimai ampirik (tecrübi) şartlar buna imkan vermediği için, mecburen bir kesimini sınırları dışında bırakmaktadır.3

    3- Dünyadaki hukuk sistemleri ve cumhuriyet türkiye’sinin hukuku

    a) Dünyadaki hukuk sistemleri

    Dünyadaki hukuk sistemleri, değişik hukukçular tarafından farklı kıstaslara tabi tutularak, ayrı ayrı tasnifler görmüştür. Bunlardan en dikkat çekici olan Brezilyalı hukukçu Silva Pereira’nın hukuklar arasında morfolojik ayrılıkları ve ideolojik farklılıkları esas olarak, yaptığı dörtlü ayrımdır.

    1- Roma/Hıristiyan hukuku; Burada Roma hukukundan ve Hıristiyan inancından etkilenen hukuklar yer almaktadır.
    2- Common Law
    3- Sovyet Hukuk Sistemi
    4- Felsefi ve dinsel hukuklar (İslam hukuku)

    Fransız hukukçu Levy Ulmann ise üçlü bir tasnif yapmıştır.

    a) Kıta Hukuku
    b) İngiliz Hukuku
    c) İslam Hukuku

    Türkler bin seneye yakın bir süre içinde (Selçuklu, Osmanlı) İslam Hukukunu be-nimseyip uyguladıktan sonra, Cumhuriyetle birlikte devrimci kadro bir hukuk inkılabı yapıp Roma-Hıristiyan (Kıta) hukukunu ithal etti ve bunu uygulatmaya başladı.4

    b) İthal şekilleri

    Bir hukuk ithali sözkonusu olduğunda başlıca üç yol akla gelir.

    1- Yabancı Hukukun benimsenmesi
    2- Yabancı Hukukun benimsetilmesi
    3- Bir hukuki olgunun aktarılması

    aa) Yabancı hukukun benimsenmesi (reception)

    Burada, bir hukuk ikliminde oluşan bir hukuki müessese, kavram ya da olgunun veya bunlardan oluşan kompleksin bilerek ve istenerek (yani rızai olarak) başka bir hukuk iklimine alınıp getirilmesi anlaşılır.

    bb) Yabancı hukukun benimsetilmesi

    Burada ise, fetihler sonucunda, fetheden ülkenin hukuk düzeninin, fethedilen yerlerde zorla benimsetilmesi olayı söz konusudur. Mesela Napoleon “Code Ci-vil”in Hollanda tarafından benimsetilmesi.

    cc- Bir hukuki olgunun aktarılması

    Burada da başka bir yere göç eden bir grup göçmenin, anayurtlarındaki hukuk düzenini, göç ettikleri ülkeye aktarmaları durumu mevzubahistir. Mesela Amerika’ya göç eden İngiliz göçmenlerinin sonradan on üç koloniye kendi hukuklarını götürme-lerinde olduğu gibi.5

    c) Türkiye’de durum

    Türkiye’deki durumun üçüncü şık ile bir ilgisi olmadığı açıktır. Pekiyi benimseme mi var? Yoksa benimsetilme mi?

    Türkiye’nin bir fetih sonucu müstevlilerin zorlaması ile bir hukuk sistemi kabul etmediği de açıktır. Şimdi benimsemeye gelelim. Müslüman Türk milletinin rızai olarak (bilerek, isteyerek) Roma-Hıristiyan hukukunu seçtiğini kimse iddia edemeyeceğine göre birileri (devrimci kadro) hayatın diğer sahalarında olduğu gibi (kıyafet, harf devrimleri) hukuk alanında millet adına, fakat onun rağmına çeşitli yabancı hukuk düzenlerinden oluşan Roma-Hıristiyan hukuk sistemini benimsettikleri gerçeğine varıyoruz.

    Prof. Dr. Özsunay ise Türkiye’de “istenerek ve bilinçli olarak (consciousness)” benimseme durumunun olduğunu söylemektedir. Türk milletinin istemediği ama inkılabın dar bir kadrosunun istediği kabul edilebilir. Fakat onların da bilinçli oldukları söylenemez, zira zamanın Adalet Bakanı M. Esat BOZKURT dışındakiler hukukçu değiller, Roma-Hıristiyan huku-kunu hiç bilmiyorlar. Bakan Bozkurt ise sadece orada hukuk okuduğu için İsviçre hukukunu biliyor. Fakat iktibas edilen İtal-yan, Fransız, Alman hukuklarını bilmiyor.

    d) Benimseme çeşitleri

    aa) Yapısal benimsemeler

    Yabancı bir kanunun sistematiği ve kavramsal yapısı alınmakta, buna karşı muhtevası ise, benimseyen ülkenin ihtiyaçlarını karşılayacak ve hukuki gerçeklerle cevap verecek değişikliklere uğramaktadır. Örn: “Code Civil”in İspanya ve Portekiz tarafından benimsenmesi.

    bb) Kısmi benimsemeler

    Sadece yabancı hukuka ilişkin bir hukuki müessese yada kavramın alınması biçiminde gerçekleşir. Mesela çeşitli Avrupa ülkelerince Alman limitet ortaklığına ilişkin kanunun örnek alınarak milli hukukların düzenlenmesi.

    cc) Eklektik benimsemeler

    Yabancı hukuk düzenlerinden çeşitli ayrıntıların alınıp bir araya getirilmesiyle gerçekleşir (sentetik benimseme). Etiyopya ve ihtilal öncesi Çin’de görüldü.

    dd) Toptan benimsemeler

    Yabancı bir kanunun tümü ile benimsenmesi görünümünde ortaya çıkar (globale rezeption).

    Türkiye’deki benimsemeler bu son şe-kilde olmuştur. Mesela İsviçre’den Medeni Kanunun, İtalya’dan Ceza Kanununun alınması gibi. “Toptan benimsemelere genellikle siyasal ve HUKUK DIŞI çeşitli etkenler neden olabilir.”6

    4-) Cumhuriyet Türkiye’sinin hukuk ithalinde çelişkiler:

    a-) Mevzuata mehaz ülkeler

    Hukuk dışı faktörler bir kez devreye girdi mi bir daha nerede durulacağı kestirilemez ve hukuk adına çeşitli garabetler ve çelişkiler “hukukun” rağmına sergilenir. Öyle ki; Ceza Kanunu Faşizm İtalya’sından alınırken o kanunla uyum içinde olması gereken Ceza Mahkemeleri Usulü Kanunu (yani ceza yargılamasının nasıl yapılacağını, ceza mahkemelerinin nasıl kurulacağını gösteren kanun) bir başka ülke Almanya’dan alınmıştır.

    Keza Medeni Kanun İsviçre’den alınmış, ama bu kanuna göre yargılamanın nasıl olacağı ve hukuk mahkemelerinin nasıl kurulacağını gösteren, Hukuk Usulü Mahkemeleri Kanunu altı milyon nüfuslu bu küçücük devletin, 22 Kantonundan (devletçiğinden) biri olan Nöşatel Kantonu’ndan iktibas edilmiştir. (orada medeni kanunu tekliği ama usul kanunlarının çokluğu durumu var.)

    Yine idare hukuku büyük ölçüde Fransa’dan alınmış, anayasa hukuku ise Alman etkisinde kalmıştır. Görüldüğü gibi Türkiye’ye ısmarlama elbise gibi ısmarlama hukuk getirilmiş. Hukukun alındığı mağazalar aynı semti paylaşan mağazalar (Roma-Hıristiyan hukuk sistemi) olmuş fakat, mağazalar farklı (Almanya, İtalya, Fransa gibi) tensip buyurulmuştur. Böylelikle hukukun panoramik görünümü armonisi yamalı bir bohçaya benzemiş, hukuk estetiği aşırı derecede gözardı edilmiştir.

    b-) Acele ve toptan kabul ediş

    Olayın bir başka garip yönü bu kanunlar alınırken (iktibas) ciddi bir araştırma ve inceleme yapılmamış müthiş bir acelecilikle adeta oradan buradan kotarılmıştır. Öyle ki, bu sebepten bir tercümeden öteye gidemeyen bu kanunlar büyük çeviri hatalarıyla dolmuş, bu durum Musollini İtalya’sından alınan ceza kanunuyla sosyal çalkantılar içindeki Almanya’dan alınan kanunlarda bariz bir şekilde ortaya çıkmıştır.

    Bir milletin bütün bir psiko-sosyal ha-yatını belirleyecek Ceza ve Medeni Kanun gibi temel kodlarda, kanun maddeleri tek tek müzakere edilip tartışılmamış 1381 maddelik koca bir Medeni Kanun ve Borçlar Kanunu toptan kabul edilmiştir.

    İstanbul Barosu eski başkanlarından Prof. Dr. S. Sulhi TEKİNAY şöyle diyor: “Yeni ve batılı karakterde bir kanuna sahip olmak ihtiyacı iki yoldan biriyle karşıla-nabilirdi. 1. Ya Türk hukukçuları tarafından memleketimizin özelliklerine uygun bir kanun hazırlanmalıydı. 2. Yada batıda vücuda getirilen kanunlardan biri olduğu gibi veya ufak tefek tadillerle alınmalıydı.”7

    Bizde ikinci yolun ilk şıkkı olduğu gibi alıntı yoluna gidildi, ufak tefek tadillere bile gerek görülmedi. Buna rağmen Türk Kanunlarının Avrupa’daki mehazlarından bazı farklılıklar ve orijinalitesi hiç olmadı diyemeyiz, çünkü yapılan tercüme hataları Türk hukukunun orijinal yönünü ifade ediyordu.

    c-) Neden İsviçre medeni kanunu?

    Bir Alman veya Fransız Medeni Kanunu değil de, İsviçre Medeni Kanununun tercih edilmesinin sebebi, bu kanunun daha adil veya sosyal yapımıza daha uygun oluşu veya bilimselliği değildir. Bunun en önemli sebebi Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un hukuk öğrenimini İsviçre’de görmüş olması ve İsviçre Medeni Kanununa duyduğu derin hayranlık ve saygıdır.8

    d-) Lozan antlaşmasıyla hukuk birliği nasıl sağlandı?

    Lozan Antlaşmasının 42/I. maddesi aynen şöyledir; “Türkiye hükümeti gayrimüslim ekalliyetlerin hukuku aile veya ahkamı şahsiyeleri bahsinde bu mesailin mezkur ekalliyetlerin örf ve adetlerince hal ve fasledilmesine müsait her türlü ahkam vaz’ına muvafakat eder.” Prof. Dr. Tekinay bu konuyla ilgili olarak şunları söylüyor. “Kısaca Lozan Antlaşmasında Rum, Musevi ve Ermeni azınlıkları şahsi hale, aile ve miras hukuklarına ilişkin hususlarda Türk Hukukuna bağlı olmamak imkanını elde etmişlerdir. Sözü edilen azınlıkların yetkili temsilcileri 1926 yılında yeni medeni kanunumuzun kabul edilmesi üzerinedir ki bu imkandan faydalanmayacaklarını ve yeni medeni kanuna kendilerinin de tabi olacaklarını Türk Hükü-metine açıkça bildirdiler. Ve böylece memleketimiz, yüzyıllar boyunca özlenen hukuk birliğine kavuşmuş oldu.”9 (Bu konu adliye vekili M. Esat Bozkurt’un yazmış olduğu Medeni Kanunu esbab-ı mucibe layihasında da böyle izah edilmiştir.)

    Evet hukuk birliğine kavuşulmuş oldu, fakat bu Türk hükümetinin etkili bir politika sonucu bin yıllık İslam Hukukumuzu azınlıkların kabul etmesiyle değil, Türk Milletinin azınlıkların Roma- Hıristiyan hukukunu kabul etmesiyle gerçekleşti. Azınlıklar “Türk Hukukuna bağlı olmamak imkanını” rızai olarak terk ettiler. Fakat Türk’ler razı olmadıkları halde İsviçre Hukukuna bağlı olmama hakkını elde edemediler.

    e-) İstilacı batıdan hukuk iktibası

    Alınan bu hukuk kimin, kimlerin hukukuydu? Bu hukuk tarih boyunca çeşitli haçlı seferleriyle Anadolu’muzu ve İslam’ın mukaddes bedellerini işgale yeltenen, Hıristiyanların ve Roma’nın hukukuydu. Kanunların yoğun olarak iktibas edildiği 1926 tarihinden 3-5 yıl önce Türkiye’mizi yer yer işgal etmiş bulunan emperyalistlerin hukukuydu.

    Bir kültür ve medeniyet görünümü olan hukuku benimsemek, onun ortaya çıkaracağı kültür ve medeniyeti de benimsemek demektir.

    İmdi biz kanlar dökerek canlar vererek kovduğumuz emperyalistlerin hukukunu, kültür ve medeniyetini niye benimsedik. Madem benimseyecektik niye kovduk? Bu devletin İstiklal Marşı’nda geçen “medeni-yet denilen tek dişi kalmış canavar” kimdir?

    Eğer çağdaşlık adına bu benimseme olduysa , İslamiyet, Hıristiyanlıktan 600 Roma’dan ise 1000 yıl sonra zuhur etmedi mi? Bu hukuk Fatih’in Doğu Romanın başkenti İstanbul’u fethettiğinde, yürürlükten kaldırdığı Roma hukuku değil miydi? Beş asır sonra (1453-1926) beş asır önceki hukuk getirilerek çağdaş olunabilir mi?

    f-) Hukuk sosyolojisine ve felsefesine göre hukuk ithali mümkün müdür?

    Görüldüğü gibi Türkiye’de bir çok sahada olduğu gibi en önemli konu olan hukukta da radikal bir devrim yapılmıştır. Fakat hukukta devrim olabilir miydi? Bir anda birçok iyi, kötü veya birçok kötü iyiye çevirilebilir miydi? Bir anda mükafat mücazata, mücazat mükafata dönüşebilir miydi? Buna sosyal realite izin verir miydi? Bin yılı aşan bir maziye sahip kültür, medeniyet, hukuk yerine bir oldu bitti ile bir başkası konabilir miydi? Türk insanı kendi yürüyüşünü terk edip başkasının yürüyüşünü de öğrenememe durumuna düşmez miydi? Büyük bir kimlik buhranına gebe arabesk bir insan ve insanlar topluluğu meydana gelmez miydi? Bütün bu sorulara yazımızın başında kısaca temas ettiğimiz sosyoloji, hukuk felsefesi ve hukuk sos-yolojisi disiplinleri (ilimlerin) ışığında, maalesef müspet cevap veremiyoruz. Hukukta devrim, bizatihi hukuk bilimi ile, iktibas edilen batı hukuku bilimi ile, hukukun mahiyeti ile bağdaşmıyor. Zira aslana domuz başı, yetmişlik ihtiyara dansöz kıyafeti yakışmayacağı ve uyum gösteremeyeceği bedihidir. Bu durumda sosyal realite denilen, hukukun üç elemanından biri sayılan ve olmazsa olmaz şartıyla bulunan, bu boyut hiçe sayılmış oluyor, o zaman da ortada hukuk kalmıyor.

    g-) Etik değer boyutuna göre hukuk ithali mümkün müdür?

    Hukukun etik değer (ahlak, moralite) boyutuna gelelim. Önce putperest Roma sonra hıristiyan Avrupa’nın bir ürünü olan bir hukukun ahlak anlayışı Müslüman Türk insanının, onun kolektif vicdanının, ahlak anlayışıyla bağdaşabilir miydi? Batılılarla tamamen aynı şeyleri mi ahlaki veya ahlak dışı buluyoruz?

    Ceza Kanununda düzenlenen ırza geçme, edep ve iffete alenen tecavüz, müstehcenlik, fuhşiyata tahrik gibi suçları değerlendirirken ahlaksızlık, hayasızlık, edepsizlik gibi kelimelere hangi anlayış açısından bakacağız? Türk insanı fuhşun suç olmamasını, genelevlerin devlet izniyle çalışmasını tasvip ediyor mu?

    Önceden belirttiğimiz gibi hukuk, ayırıcı karakterlerinden biri ahlakilik olan bir davranış kuralıdır. Bir hukuk kuralı ahlaksızlığa zorlayamayacağı gibi, ahlaksız-lığa imkan da veremez. Bu durumda devlet fuhşa ve genelevlere nasıl izin vermiştir.

    h-) Legalite, moralite, jüstifıkasyon

    Kanuna uygunluk (legalite) ile ahlaka uygunluk (moralite) farklı şeylerdir ve insani değerler açısından ahlakın (etik değer, moralite) üstünlüğü hukukçularca kabul edilir. Keza günümüz hukuku ve hukukçuları tarafından sıkça kullanılan meşruiyet (jüstifıkasyon) mefhumu, kanunilik (legalite) mefhumundan üstün tutulur ve öylece değerlendirilir. Zira norm, sosyal realite ve etik değerden oluşan hukukun asıl belirleyicisi etik değer (adalet) dir. Mesela Roma kralının atının yasama (teşri) organınca senatör olarak seçilmesini veya kralın isteği üzerine bütün mavi gözlü çocukların öldürülmesini hükmü bağlayan yasa işlemleri kanuna uygun (legal, kanuni) kabul edilir, ama asla meşru kabul edilmez.

    ı-) Türkiye’de meşruiyetin ana kaynağı

    Türkiye’de hemen her konuda olduğu gibi, bilhassa siyasi konularda yani anayasa ve kamu hukukları konusunda meşruiyet kaynağı ne ahlak ne adalet ne yasa ne anayasa ne de hukukun genel ilkeleridir. Biricik meşruiyet kaynağı Atatürkçülüktür. Eğer birisi ona dayandığını iddia ediyorsa bir emirle yasayı, devletin temel nizamını koyan anayasayı yürürlükten kaldırabilir. Bir emirle milletin seçtiği, kanun yapan organ TBMM’ni feshedebilir. Biraz daha eskilerde bir emirle, meclis üyelerinin çoğunu, Bakanlar Kurulunu, Başbakan ve Cumhurbaşkanını tutuklatabilir, zindanlara koydurabilir. Bir er Başbakan veya Cumhurbaşkanına hakaret edebilir. Bir başçavuş Başbakanı tokatlayabilir. Bir emirle “tabi hakim” gibi hukukun en temel prensibinden vazgeçilerek seçilme hakimlerden kurulu özel bir mahkeme tarafından uydurma yargılama ve suçlarla Başbakan ve Bakanlar idam edilebilir.

    Türkiye’de, Allah’a ve Peygamberlere inanmayabilir, dini tenkit edebilirsiniz. Devletin esas nizamını koyan anayasayı beğenmeyebilir, eleştirebilirsiniz ama Atatürkçülüğü asla. Fakat Atatürk’ü herkes keyfince yorumladığından, çoğu zaman ona en zıt görüşler bile onun adına uygulanabiliyor. Mesela Kenan Evren’le Oktay Akbal çok farklı anlıyorlar. Akbal, Evren’in anlayışını Kemalizm değil de Kenanizm diye nitelendiriyor.

    Türkiye’de, mesela 12 Eylül darbesinde, anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmeye teşebbüsten hapiste çürüyen, idam edilen gençler vardır. Türkiye’de anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmiş ve o gençleri hapis ve idam eden yaşlılar vardır. Gayet tabi olarak iki hareket arasında Atatürkçülüğü benimseme veya iktidarı ele geçirebilme açısından önemli bir fark vardır. Fakat anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmek, iki kesimin de gayesiydi.

    5- Türk hukuku laik bir hukuk mudur?

    Atatürkçü anlayışın en temel ilkesi laikliktir. Türkiye’de bin yılı aşkın bir süre içinde uygulanmış olan İslam Hukukundan bu ilke adına vazgeçilmiştir. Laiklik ise en basit ifadesiyle “din işleriyle devlet işlerinin birbirinden ayrı tutulması, dinin devlete, devletin dine karıştırılmamasıdır. (Anayasa Mah. 21.10.1971, 53/76 “AMKD Sayı 10, sh. 52 vd.” )

    Fakat iktibas edilen Roma-Hıristiyan hukukunun tam manasıyla laik olduğunu söyleyebilir miyiz? Bu soruyu cevaplarken 18.yy.dan sonra Avrupa ülkelerinde görülen kodifıkasyon (kanunlaştırma) hareketlerine bir göz atmakta fayda var. Kanunlaştırma çalışmalarından önce Avrupa ülkelerinde örfi (teamüli) hukuk yürürlükte idi. Sistematize edilmiş bir hukukun gerekli-liğinin anlaşılmasından sonra, Avrupa da hukuk bilginleri tamamen yeni, dünyevi ve laik bir hukuk ihdas etmiş değillerdir. Bilakis önce putperest Roma, sonra Hıristiyan daha sonra da materyalist (pozitivist) Avrupa’nın ruhundan ve uygulamalarından süzülmüş ve Avrupa insanının bildiği, sevdiği, benimsediği geleneklere bağlı, muhafazakar (konservatif) bir halk kanunu hazırlamışlardır. Hukuk bilginleri halk arasında yaşamakta olan teamüli hukuku tedvin (kodifiye) etmişlerdir.10

    Bu muhafazakar halk kanununda pozitivist (materyalist) etkileri bulmak zordur. Fakat Roma’nın putperestlik (politeizm) dininin ve bilhassa Hıristiyanlığın etkisi pek büyüktür. Hıristiyanlık tesiri daha bariz görünür. Çünkü 1800 yıldır hıristiyan olarak yaşamış bir kültür ve medeniyetin ürünüdür.

    Denebilir ki Batı kültür ve medeniyeti antik Yunan, Roma, Felsefi akımlar ve İslamiyet’in de etkisinde kalmıştır. Hıristiyanlık da etkenlerden sadece biridir. Durumun böyle olması hukuktaki dini tezahürü bertaraf etmiyor. Çünkü antik Yunan da bir putperest (mitoloji) kültürüdür, İslamiyet ise zaten büyük bir monoteist dindir. Felsefi akımlar ise, zaten dinin cevap verdiği sorularla uğraşmıştır ve cemaatler haline gelip sosyal hayatın kurallarını (ahlaki, hukuki) pek etkileyememiştir. (Avrupa ikidir. Birisi İsevilik dini haki-kisinden aldığı feyz ….. diğeri felsefe-i tabiyenin zulmetiyle ….. 17. Lema 5. Nota, Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar)

    Hıristiyanlığın hukuktaki tezahürlerine bazı örnekler verirsek konu daha iyi aydınlanacaktır. Türk Hukukunda boşanma oldukça zor temin edilebilir bir karardır. Bunun en önemli sebebi ve kaynağı ise Katolik-Hıristiyan doktrinde boşanmanın oldukça zor hatta imkansız görünmesidir.11

    Keza mevzuatta Cumartesi ve Pazar gününün ve yılbaşının tatil olması da dini kökenlidir. Zira, Müslümanların kutsal günü Cuma, Musevilerin Cumartesi, Hıristiyanların ise Pazar günüdür. Zaten İngilizce de tatil, kutsal gün (holiday) anlamına gelmektedir. Türkler, İslam Peygamberinin hicretini esas alan hicri takvim kullanırken, 698 sayılı yasa ile Hz. İsa’nın doğumunu (milat) esas alan Gregorius miladi takvimini kullanmaya başlamıştır.

    Ceza hukukçusu Prof. Dr. Öztekin Tosun şöyle yazıyor: “Bugün birçok ülke-lerde yemin eski dinsel biçimini korumaktadır… Bizde suç mahkemesinde yemin laik olup, namus ve vicdan üzerine verilmektedir. (CMUK md.57) Buna karşılık medeni muhakemede kanun, Allah ve namus üzerine yemin edilmesini emretmektedir. (HMUK md.339)” deyip şöyle bir dipnot düşüyor; “Farklı düzenlenmesinin nedeni CMUK’un çoğunluğu Protestan olduğu için din işlerini dünya işlerinden ayırmada daha ileri gidebilmiş Almanya’dan HMUK’un da daha sofu olan Katoliklerin ağır bastığı Nöşatel kantonundan alınmış olması olsa gerektir.”12

    Aynı profesör “Kutsal kitapların daha çok hakimin yetkilerini düzenlediği ve sınırladığı, sanığı korumaya çalıştığı görülmektedir. Bu konuda sadece Kur’an’daki bazı hükümleri nakledelim.” Dedikten sonra 13 ayet meali zikretmiştir. Yine aynı profesör ve başka ceza hukukçuları tarih boyunca suç muhakemesi hukukunun sanık lehine olarak geliştiğinde hem fikirdir. Demek oluyor ki suç ve ceza hukukundaki gelişme seyri laik bir çizgide değil; Kur’an ve İncilin, sanığı koruyan ilahi bir çizgisine doğru olmuştur. Yine İngiltere, İskoçya, Danimarka, İsveç, Norveç, Finlandiya, Yunanistan, İspanya, İtalya, Portekiz devletleri kilisede kıyılan dini nikahı geçerli sayıp, medeni nikah şartı koşmamakla aile hukukunun dini yönünü kabul etmişlerdir.13 Bütün bu örneklerden anlıyoruz ki hukuk nizamı mutlaka içinde doğup büyüdüğü kültürün çocuğudur, ondan etkilenmiştir ve onun izlerini taşır. Din ise bir kültürün en önemli unsurudur.

    Prof. Dönmezer “Ceza hukukunun ikinci karakteristiği bu hukuk dalının sosyal bakımdan toplumun kültürü ile yakından ilgili oluşudur. Hatta denebilir ki ceza hukuku toplum kültürünün bir çeşit ifadesidir. Her toplumun bütün kültür unsurları kendilerine özgü yaşayan bir ceza hukuku doğururlar” denmektedir.14

    Din, kültür, hukuk ilişkisi öylesine yoğun ve önemlidir ki, Yahudilerin hukukuna, Musevi hukuku veya şeriatı, Müslü-manların hukukuna İslam hukuku, İsevi-lerin hukukuna da Hıristiyan hukuku demektedir.

    Şu halde gökten zembille laik bir hukuk inmediğine göre, yerden sandıkla laik bir hukuk çıkmadığına göre, Avrupa’dan ithal ettiğimiz Roma-Hıristiyan hukukunun laikliğini oldukça tereddütle karşılamak durumundayız. Çünkü işin içinde yoğun bir şe-kilde din var, fakat bu din İslam değil, sadece o kadar.

    Demek ki, din devlet ilişkilerinden en önemlisi, hatta yeganesi hukuka karışmış ve laiklik ihlal edilmiştir. Tabi bu Avrupalının hatası, onun sorunu bizi ilgilendirmez, biz kendi dinimizi devlet işlerine ve hukuka asla karıştırmadık.

    Şimdi de laikliğin ikinci veçhesi devletin din işlerine karışmamasına bir bakalım. İşte bu noktada Avrupalının pek hatası yok (onlar devleti din işlerine karıştırmıyorlar) ama bizim ufak tefek hatalarımız olmuştur.

    Önce Devlet, Diyanet İşleri Teşkilatı’nı kurup bünyesine almış bütün din işlerini bu teşkilatla idare etmeye kalkmış, yeni devlet din işlerine karışarak laikliği ihlal etmiştir.15 Dinin temel kaynağı Kur’an öğrenimi uzun süre tamamen yasaklanmış, dini inancını yerine getirmek üzere örtünen kadınlara müdahale edilmiş, kıyafetleri yırtılmış, günümüzde ise başörtülü oldukları için üniversiteden kovulmuş. Hatta dini bir ciheti görüldüğünden olsa gerek, Tasav-vuf ve Türk Sanat Müziği yasaklanmış.

    Evlenmenin şekli nikah, Türk insanı için dini bir mahiyettedir ve dini nikah olmadan girilen ilişkiler zina, doğan çocuklarda zina mahsulüdür. (Veled-i zina toplumumuzda hakarettir) Buna rağmen Türkiye, Avrupa ülkelerinin çoğunluğunca kabul edilen dini nikahı tanımamış, hatta geçerli evlenme şekli olan resmi nikahtan önce, dini nikah kıyma hapisle cezalandırılan bir suç haline getirilmiştir.

    Görüldüğü gibi ülkemizde devlet din işlerine fazlasıyla karışarak, hatta bizzat idare ederek laikliği ihlal etmiştir.

    Batı devletleriyle, Türkiye’nin laiklik konusundaki konumunu şöyle özetleyebiliriz. Batıda devlet din işlerine pek karışmı-yor, fakat din devlet işlerine belli ölçülerde karışabiliyor. (Hıristiyan hukuku, sair uygulamalar) Türkiye de ise devlet din işlerine karışıyor, sınırlıyor, bizzat yönetiyor, ama dini kendi işlerine pek karıştırmıyor. Laikliğin ise dinin devlete, devletin dine karışmaması demek olduğunu herkes kabul ediyor. (Anayasa Mah. 21.10.1971, 53/76)

    6- Hukukun muhteva eleştirisi

    Birçok kanunun, hukukun norm, sosyal realite ve etik değer elemanları açısından tahlil edildiğinde hukuka uymadığını görmekteyiz. Yani getirilen kural kanuni, fakat hukuki değil. Örnek kabilinden olmak üzere başörtüsü yasağı getiren kuralı hukukun elemanlarıyla analiz edelim.

    Etik değere göre; önceden belirttiğimiz gibi, hukuk belirleyici karakterlerinden biri ahlakilik olan bir davranış kuralıdır. Hukuk ahlaksızlığa zorlamak şöyle dursun ona imkan dahi sağlayamaz. Hatta bütün hukuk kuralları doğrudan veya dolaylı olarak ahlakın tamamını gerçekleştirme mis-yonunu hedefler. Her hukuk kuralı ahlaki bir gayeye hizmet eder ve etmelidir. Şimdi başörtüsü yasağı hangi ahlaki maksada hizmet ediyor? Denebilir ki Müslüman Türkiye’deki ahlaka göre değil hukukunu aldığımız Hıristiyan batı ahlakının göre değerlendirelim. Sonuç değişmez. Çünkü Hıristiyanlık çıplaklığı mecbur tutmak şöyle dursun tesettürü tasvip ediyor ki rahibeler öyle giyiniyorlar.

    Sosyal Realiteye göre; İslam’ın iki temel kaynağı Kur’an (Nur;31, Ahzap;59) ve sünnet kesinlikle başörtüsünü emrediyor ve Türkiye nüfusunun %99’u Müslüman, kadınların %70’i başörtülü, olmayan %30’unun da önemli bir kısmının başörtüsünü takdir ettiği, imrendiği bir İslam ülkesi. Şimdi hangi toplumsal zemin başörtüsünün yasaklanmasını gerektiriyor. Türkiye Cumhuriyeti iklim ve ilkelliği sebebiyle yarı çıplak gezilen Mozambik veya Namibya Cumhuriyeti köylerine mi benziyor ki başörtü takmakta bir beis görünsün.

    Norm boyutuna göre; Etik değer ve sosyal realitenin donelerine göre başörtüsünü yasaklayan bir kural norm olamaz. Eğer böyle bir kural varsa bile o hukuka uymayan, gayrimeşru bir normdur.

    Bu konudaki normlara kabaca bir göz atalım. İnsan Hakları Evrensel Beyanna-mesi 18. md’sinde “Her şahsın fikir, vicdan ve din hürriyetine hakkı vardır; bu hak, din veya kanaat değiştirme hürriyetini dinini veya kanaatini tek başına veya topluca, açık olarak veya özel olarak öğretim, tatbikat, ibadet ve ayinlerle açıklama hürriyetini gerektirir.” denmektedir. (İnsan hakları ve ana hürriyetleri korumaya dair sözleşmenin 9. maddesinde aynı mahiyettedir.) Bu uluslararası, normlar TC tarafından da imzalandığından, Türkiye’yi bağlamaktadır.

    Keza anayasanın 24., 25. ve 26. maddelerinde düzenlenen din ve vicdan hürriyeti, düşünce ve kanaat hürriyeti, düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti bu konudaki serbestiyeti açık bir şekilde dile getirmektedir. Anayasanın bu hükümleri çerçevesinde ve hukuk devletinin de bir gereği olarak, başörtüsünü yasaklayan bir kanun yapılamaz, şayet yapılırsa Anayasa mahkemesince iptal edilir. Çünkü Anayasanın bağlayıcılığı (normlar hiye-rarşisi) bunu gerektirir. Nitekim böyle bir yasak getiren kanun hükmü olmadığı gibi serbestliği hükme bağlayan kanun hükmü vardır. Yüksek öğretim kanunu ek-17. md. “yürürlükteki Kanunlara aykırı olmamak kaydı ile; Yüksek öğretim kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir.”

    Evet milletlerarası normlarda ve anayasada belirtilmesine rağmen hiçbir kanun, tüzük ve yönetmelikle yasaklanmamasına rağmen (zaten normlar hiyerarşisi gereğince böyle bir yasak konamaz) evrensel beyannameye, anayasaya, kanuna, tüzüğe, yönetmeliğe aykırı olarak ve hukuk devleti gereğince bunlarla bağlı olan idare neye dayanarak bütün bu normları dolayısıyla din ve vicdan hürriyetini çiğneyebiliyor?

    Başörtüsü yasağı için yaptığımız norm, sosyal realite, etik değer tahlilini diğer bir çok kanuna uyguladığımızda yine benzer durumlarla karşılaşırız. Mesela kürtajın artık kanuni bir düzenleme olması, keza genelevlerin Bakanlar Kurulunca çıkarılan bir tüzük çerçevesinde çalışıyor olması ve bunun gibi.

    7- Tatbikatta istikrarsızlık

    Baştan beri ifade ettiğimiz gibi; hukuk felsefesi, hukuk sosyolojisi ve etik değer açısından tahlil ettiğimizde mevcut hukuk düzeninin çelişki ve çarpıklıklarla dolu olduğu görülmekte, keza iktibaslardaki acelecilik, tutarsızlık, toptancılık hukuk sefaleti doğurmaktadır.

    Teorisi ve muhtevası böyle olan hukuk nizamının tatbikatı da içler açısıdır. Zira esas kanun anayasa 10 yılda bir keyfi olarak değiştirilmekte hukukun devamlılığı ve güvenirliği kalmamaktadır. Türk insanı çoğu zaman adaletten, hukukilikten vazgeçip kanuniliğe razı olmakta, fakat kanunilik yerine keyfilik ile karşılaşmaktadır.

    Askeri darbeler sonrası gelen 61, 71 ve 82 Anayasal düzenlerine 28 Şubat süreci ile bir yenisi eklenerek, postmodern bir darbe gerçekleşmiştir. Bu yeni yönteme göre hukuku, anayasayı artık militer bir klik değil, bizzat meclis, eğer olmazsa hükümet rafa kaldıracaktır. Bu sefer ülkeyi “silahsız kuvvetler” kurtaracaktır. “Hükümetimiz ordumuzun emrindedir.” Artık hukuktan, hukukun üstünlüğünden, demokrasiden, insan haklarından söz etmek vatan hainliği ve bölücülük anlamına gelmektedir.

    Artık yeni savunma konsepti belirlenmiştir. En büyük ve iflah olmaz tehlike irticadır. Gerçi anayasa ve sair yasa ve mevzuatın hiç birinde irtica diye bir suç, hatta kelime, geçmiyorsa da, o kanunlarda geçen hırsızlık, cinayet, bölücülük gibi klasik suçlardan çok daha tehlikelidir. Başörtü-süyle üniversitede ders dinleyen bir kız öğrenci, kaleşnikofuyla dağlarda adam öldüren bir teröristten daha tehlikelidir.

    Çok az bir kısmı aydınlanabilen Susurluk olayı, ancak uç veren mafya devlet, çete patron, medya patronu ilişkileri, Batı çalışma grubunun, kebapçı ve şekercilere kadar uzanan irticayla mücadele listeleri, devletin görünen yüzü ardından da gerçek (derin) devlet, Türkiye’de hukukun ne kadar da çağdaş demokratik ve bilhassa da laik olduğunu gözler önüne sermektedir. Bu arada “Hiçbir kimse veya organ kaynağını anayasadan almayan bir devlet yet-kisi kullanamaz.” (Anayasa 6. md.) prensibi mi? O ufak bir ayrıntıdır.

    Bütün bunlara rağmen diyebiliriz ki; Biz umutsuz değiliz. Türk toplumunun bütün engellemelere rağmen sivilleşme ve demokratikleşme yolunda önemli mesafeler katettiğini ve bunun dipten gelen bir dalga halinde sosyolojik bir vak’a olarak ortaya çıktığını müşahede etmekteyiz. Asırlarca tabii mecrasından akan fakat zorla ve ancak geçici olarak yönü değiştirilmek istenen ve kısmen başarılan bu büyük nehir, tabii mecrasına aslına rücu etme sürecindedir.

    Dipnotlar

    1. Eleştirisel Hukuk Başlangıcı Dersleri, Prof. Dr. Tarık Özbilgen, İst. 1976, shf. 16.

    2. Hukuk Felsefesi, Prof Dr. Niyazi Öktem, İst. 1983, shf. 30 ve devamı.

    3. Hukuk Başlangıcı, Prof. Dr. T. Özbilgen, shf. 19 ve devamı.

    4. Karşılaştırmalı Hukuka Giriş, Prof. Dr. Ergun Özsunay, İst. 1976, shf. 291 ve devamı.

    5. A.g.e. shf. 270 ve devamı.

    6. A.g.e. shf. 273.

    7. Medeni Hukuka Giriş, Prof. Dr. S. Sulhi Tekinay, İst. 1979, shf.15 ve devamı.

    8. A.g.e., shf.15 ve devamı.

    9. A.g.e., shf.15 ve devamı.

    10. A.g.e., shf.15 ve devamı.

    11. A.g.e., shf.15 ve devamı.

    12. Türk Suç Mahkemesi Hukuku, Prof. Dr. Öztekin Tosun, shf. 104, 105, 747.

    13. Milletlerarası Özel Hukuk Bağlama Kuralları ,Prof. Dr. Gülören Tekinale, shf. 111.

    14. Nazari ve Tatbiki Ceza Hukuku, Prof. Dönmezer-Erman, shf. 15 ve devamı.

    15. İdare Hukuku Ders Notları, Prof. Dr. Lüfi Duran, shf. 240.