Köprü Anasayfa

Hürriyet, Meşruiyet ve Cumhuriyet

"Güz 98" 64. Sayı

  • Siyasal Meşruluk Meselesi ve Türkiye’nin Demokratik Meşruluğundaki Sıkıntıların Tarihi Sebepleri

    Nazmi Eroğlu

    Araştırmacı-Yazar

    İlk çağlardan beri guruplar halinde yaşamayı sürdüren insan toplulukları için, sosyal bir ortamda bulunmak bireysel bir zorunluluktur. En basitinden en karmaşık olanına kadar, ihtiyaçların karşılanması için başka bir seçenek yoktur. Bu böyle olunca, insanlar yöneten ve yönetilen olarak ikiye ayrılmakta ve sosyal yapı buna göre oluşmaktadır. Spor kulüpleri, dernekler, aşiretler ve bilumum devletlerde yönetenler ve yönetilenler söz konusu olmaktadır. (Duverger, s. 7)

    Devlet, insan topluluklarının teşkilatlanmasıyla ortaya çıkan bir olgudur. Bu, insanlar arasındaki ilişkilerin düzenlenmesini gerektirmiştir. Toplumun rahatını sağlayabilmenin bundan başka bir yolu da olamamış ve zorunlu bir iktidar meydana gelmiştir. Toplumdaki düzenin korunması insanlar arasında adaletin ve güvenliğin sağlanması, ihtiyaçların sürekli bir şekilde karşılanabilmesi, sistemin takipçisi bir kurulu gerekli hale getirmiştir. Yani en basitinden en karmaşığına kadar bir iktidar söz konusudur.

    İktidarların oluşması ve rejimlerin belirlenmesi değişik zaman ve zeminlerde farklılık arz edebilir. Bu durum siyasal meşruluğun kaynaklarını ortaya koymaktadır. Yönetimlerin seçimi veya oluşmasını iki madde de toplamak mümkündür.

    1-Yönetimin oluşması için halkın iradesine baş vuran demokratik rejimler.

    2-Yönetilenlerin etkileyemediği siyasal mekanizmanın, değişik ilişkilerle oluştuğu antidemokratik ve otokratik yönetimler. (Duverger, s. 19)

    Demokratik yönetim ve meşruluğu

    Demokratik yönetimler eski çağlardan beri bilinmektedir. Değişik toplumlarda kabilelerin içinden şef seçiminin yanında, Eski Yunan şehir devletlerinde; hususan Atina’da, demokrasi tatbikat sahasına konulmuştur. Ancak bunun, 20. yüzyılın ikinci yarısında, teorik ve pratik anlamda olgunlaşması, ortamın ve siyasal düşüncelerin geldiği noktayla alakalı bir durumdur. Buna, değişik bir konudan örnek vermek mümkündür: Demokritos’tan beri varlığı bilinen atomun, yüzlerce yıl sonra çağımızda mahiyeti ve fonksiyonları bilimsel olarak anlaşılmıştır. (Lange, ss. 27-53)

    Ancak Eski Yunan demokrasilerindeki yönetimle çağımızdaki anlayış çok farklı bir durumdur. Vatandaş statüsünde olanlar yaşadıkları toplumla ilgili kararları bir araya toplanarak müzakere edebilmekte ve bunların tatbikini denetleyebilmekte idi-ler. Fakat insanlar, çeşitli sınıflara ayrıldıklarından, siyasal sürecin oluşumuna çok az bir topluluk katılmakta idi.

    Halbuki demokrasinin özünü oluşturan ferdi özgürlüktür. İnsanlar ayrı ayrı birer özerk varlık olduklarını hissedip toplum içinde kişilikleri zedelenmeden yer almaları gerekmektedir. Siyasal idealler de bu temel üzerinde yükselmelidir. Siyasetin amacı kişiyi ve toplumu daha iyi bir seviyeye çıkarmak olmalıdır. (Russell, s. 7)

    Russell’e göre gerçekleşmesi gereken, bütün insanlar için aynı ideale sahip olmak değil her insanın kendine ait ideali olmasıdır. Bunun önemi her şeyin maddeyle ölçülmeye doğru yöneldiği bir dünyada daha iyi anlaşılır. Yani maddi olanın ön plana çıktığı, malik olanın olmayana üstün olduğu bir ortamda ideallerin önemi büyüktür. “Yarının galiplerinin öbür günün zalimleri olmamaları isteniyorsa, daha büyük ve daha yapıcı bir siyasal ideal gereklidir.” (Russell, ss. 8, 14)

    Bütün bu ifadeler çerçevesinde demokratik toplumun ve buna bağlı olarak demokratik yönetimin değeri ortaya çıkmaktadır.

    Demokratik rejimlerin temelinin halkın rızasıyla oluşturulan yönetimler olduğu bilinen bir durumdur. Bunun gerçekleşmesi için milletin tarihi tecrübelerle ortaya koyduğu değerlere ve evrensel hukuk normlarına uygun olarak kanunlar yapılmalı ve yine halkın veya halkın temsilcilerinin onayıyla yürürlüğe konulmalıdır. Kanunların yapılmasında olduğu gibi bütün hayatı içine alacak kadar genişliğe sahip faaliyetlerde de, toplumun görüşleri geçerli olabilecek bir ortam oluşmalıdır. Bundan anlaşılacağı üzere demokrasilerde meşruluğun kaynağı yönetimin muhatap olduğu insanlardır. Yani bunu bir ülke açısından düşünürsek yönetimi meşrulaştıracak halkın rızasıdır. Ancak, halkın görüşünü anlamak için önce özgür olması gereklidir. Bu, meselenin ruhunu teşkil eder. Bunun olmadığı ülke-lerde, bilumum demokrasi benzeri şekli faaliyetler, demokrasi açısından anlamsızdır.

    Bir toplumda yaşayan fertlerin gerçek anlamda özgür olabilmesi için önce ülkenin bağımsız olması gerekir. Yani, devletlerarası ilişkilerde arzu edilen durum iç işlerinde bağımsızlık, “dış işlerde de özel kuvvetten çok kanunun uygulanmasıdır.” (Russell, s. 66) Özgürlük başkalarının işine karışmadan kendi kendini yönetmek anlamına gelir. Bunun uluslararası boyutu, milletlerin her işte tam bir özgürlüğe sahip olamamasıdır. Uluslararası bir hükümet olmadığından, uluslararası ilişkilerde devlet bağımsız olması gerekir. Ancak, bu her ülke için geçerli olmadığı; dünyadaki sana-yileşmiş toplumlarla bunun dışında kalanları mukayese ederek anlaşılır.

    Eski çağlardan sanayi inkılabına kadar ortaya çıkan imparatorluklar ve devletler—başarılı veya başarısız—otarşik bir ekonomik yapıya sahipti. Bağımsız devletler çeşitli bölgelerde yer alabiliyordu. Yirminci yüzyılda dünya artık tek bir devlet gibi görünmekte; ulus-devletler bulunmakta ise de dünyanın belli yerlerinden merkezi bir vakumla etki altına alınmaktadırlar. Bu bakımdan, dünyada hakim bir şekilde etkili olan devletlerin siyasi meşruluğuyla, bunun tersi olan ülkelerin meşruluk anlayışı farklı olacaktır.

    Milli bir duygu var oldukça milletlerin kendi kendini yönetmesi çok önemlidir. Halkı kendisine düşman gözle bakan hükümetlerin yönetimi ancak zor kullanarak ve istibdatla mümkün olabilir. Bir ülkede yaşayanlar yabancı bir millet ise veya kendini yönetime yabancı hissediyorsa; yani yönetimin halkına yabancılaşması halinde, yöneticilerini düşman olarak görecekler (Russell, s. 69) ve buna itaatle yükümlü olduklarından ıstırap duyacaklardır. (Kelsen, s. 6) Eğer, yurttaşlar bütünüyle devlet içinde özgürseler, devlet şahsiyetinin özgür olması mantıkîdir. “Hür bir devletin yurttaşı hürdür” düşüncesi bunu ifade etmektedir. (Kelsen, s. 18)

    Bunun yolu, yalnız kendi fikrini değil, başkalarının fikrini de hiç olmazsa mümkün telakki etmek zaruridir. “İşte bu sebebe mebnidir ki demokrasi bilumum siyasi akidelere aynı müsamaha ile ifade edilebilmek ve serbest bir rekabet yoluyla insanların kalbini celp edebilmek imkanlarını vermektedir.” (Kelsen, s. 126-127) Yani toplumu meydana getiren bireyler, birbirlerini kendileri gibi hakları olan birer vatandaş olarak kabullenmelidirler. Alınan siyasal kararlarda, herkesin aynı değer ve ağırlıkta olması; herkesin eşit şartlarda görüşlerini açıklayabilecek özgürlüğünün olması gereklidir. Herhangi maddi ve manevi avantaj, hukuksal ve siyasal eşitliği zedelememelidir.

    Demokrasi, ülkelerin kültür yapısına göre farklılıklar gösterse de özü ve çıkış noktaları itibarıyla aynı değerlere sahiptirler. Bunları şu şekilde özetlemek mümkündür:

    1- Toplumda yaşayan insanların haklarının teminat altına alınması;

    2- Siyasal iktidarın halkın rızasına göre belirlenmesi. Bunun için iktidarın seçimle gelip seçimle gitmesi gerekir. İktidarlar sadece yönettikleri topluma karşı hukukî çerçevede sorumluluk taşımaktadırlar.

    Halk devreden çıkarılarak hazırlanan reformlar, getirilen anayasa ve toplumsal bağlayıcılığı olan kararların alınması, demokrasinin işlevi açısından talihsiz bir durumdur. Zira, bundan sonra halka gitmek, demokrasi adı altında istibdadı meşrulaştırmak olur.

    Halbuki demokratik meşruluğun olabilmesi için, bu temel kararlarda halkın bütünüyle meseleye katılması, onay vermesi gerekir. Aksi halde değişik sebeplerle yönlendirilen; vicdanları ve özgürlükleri baskı altına alınan fertlerin oylarıyla demokratik meşruluk sağlanamaz. Bu şe-kilde çarpıtılan siyasal rejimler güdümlü hale gelirler. Belki de demokrasi için en büyük tehlike bu tür rejimlerdir. Zira, insanların kafası karışıp istibdattan kaynaklanan birçok sorunu, demokrasinin marifeti sayacak ve başka bir istibdadın kurtuluş yolu olduğunu düşüneceklerdir.

    Halbuki demokrasilerde yukarıda da değinildiği gibi halkın özgür bir şekilde ortaya koyacağı görüş ve iradeden başka bir siyasal dayanak yoktur.

    Bununla beraber özgür insanın sorumlulukları ve bu çerçevede kendini hayatî derecede ilgilendiren konularla ilgili olması ve Friedman’ın deyimiyle şu suali sorması gerekmektedir:

    “Ben ve yurttaşlarım, bireysel sorumluluklarımızın yerine getirilmesinde bize yardımcı olması için, çeşitli hedef ve amaçlarımızı gerçekleştirmek ve hepsinden önemlisi, özgürlüğümüzü korumak için devlet aracılığıyla neler yapabiliriz?… Yarattığımız devletin, özgürlüğümüzü koruması için kurduğumuz hükümetin o özgürlüğü yok edici bir Frankenstein’a dönüşmemesini nasıl sağlayabiliriz?”

    Yani devletin başlıca işlevi halkın özgürlüğünü hem dış düşmanlara karşı korumak, hem de içerdeki özgürlüğe düşman odaklara karşı savunmaktır. (Friedman, ss. 14, 15)

    Günümüzde siyaset karmaşık hale geldiğinden, yönetim açısından halkla devletin arasındaki sağlam ve tutarlı iletişimin kurulabilmesi genellikle partiler vasıtasıyla olmaktadır. Bunun için demokratik rejimlerin en önemli dayanaklarından ve unsurlarından birisi partilerdir. Yani, siyasal parti olmadan demokrasi mümkün gözükmemektedir. Kelsen’e göre, “devlet iradesinin teşekkülü üzerinde hiçbir hakiki tesir kazanamayacağı açıkça bilinen münzevi fert, siyasi bakımdan bir varlığa malik olamaz.” Demokrasi, fertlerin gayeleri ve siyasal dayanışmalarına göre birleştikleri; fertle devlet arasında, her bir azanın ortak bir yönünü temsil eden siyasal partiler yer aldığı taktirde ciddi bir surette varlığı söz konusu olabilir. Demokrasi zaruri bir şekilde “Fırkalar Devleti”dir. Siyasi fırkalardan gelen ilhamlar, bundan böyle bir tek yatakta akmak üzere, halk meclisinde veya parlamentoda meydana çıkan birçok yeraltı kaynaklarının beslediği nehre benzer. Demokratik ilkeler ne derece tatbik edilirse, bu partilerin önemi de o derece artar. (Kelsen, s.26,27-28) Ancak partiler, kendi içinde demokratik meşruiyet ilkelerine sadık kalması gerekmektedir. Aksi halde partilerin olmadığı veya tek partinin hükümran olduğu totaliter yönetimlerdeki olumsuzluklar kaçınılmaz hale gelir.

    Şunu da ilave etmekte yarar görülebilir: Demokrasinin temel ilkelerinden birisi, tek bir insanın elinde toplanan yetkinin, meydana getirebileceği kötülüklerin ortadan kaldırılması için, bütün halk arasında yayılmasıdır. Bu, siyasete ilgisizlik veya başka bir sebepten dolayı gerçekleşmediği taktirde, yetki memurların eline geçer. (Russell, s.42) Halbuki demokrasi, hükümetin özgürlüğe müdahalesini mümkün olduğu kadar azaltan bir yoldur. Halkın ilgisizliği, mevcut yönetimin demokratik hassasiyetini azaltabilir. Bu da, toplumsal hayatta her insana mümkün olduğu kadar geniş bir özgürlük sağlamak için var olan bir yapının değişmesine sebep olabilir.

    Monarşi ve aristokrasilerde siyasal meşruiyet

    Monarşi ve aristokrasi tarzındaki siyasal yapılarda meşruiyetin kaynağı yönetimi elinde tutan monarkın veya aristokratların ailesine mensubiyettir. Yani, devleti fetih veya darbe ile öncülük ederek kuran aileye veya aşirete mensup olmak, siyasal meşruluk yönünde hak kazanmak anlamına gelir. Bu rejimlerde devleti yöneten şahıs, tarihte ve günümüzde bölgelere ve kültürlere göre değişik isimler almaktadır (kral, padişah, hükümdar, imparator,…vs.).

    Yöneticiler, aynı zamanda kanun vaz’ etme yetkisine sahip olsalar da, bir çok monarşilerde keyfi uygulamalardan ziyade, önceden gelen dini ve milli kaynaklı hukuka göre devleti yönetirler. Burada hükümdar irsi olarak yönetimi devralıp kanunlar çerçevesinde ülkeyi yönetmek zorundadır. Bu, onun yönetimini meşrulaştırmaya da kolaylık sağlar. Ancak, halkın kontrol mekanizması veya iradesinin önemi olmadığı durumlarda, doğal olarak keyfi uygulamalarla, baskıcı bir yönetim ortaya çıkabilmektedir.

    Totaliter rejimler ve meşruluk sorunu

    Siyasal rejimlerin tasnifine demok-rasiyle girdik. Ancak, mazide olduğu gibi zamanımızda da demokrasi karşıtı rejimler bütün canlılığıyla hüküm sürmüştür.

    Antidemokratik düşüncenin çeşitli doktrinleri görülmüştür. Hepsinin ortak paydası, demokrasiyi inkar ve sorumluluğu olmayan bir azınlık hakimiyetinin kaçınılmaz ve gerekli olduğunda ittifak etmeleridir. (Spitz, s. 33)

    Totaliter yönetimler, halkın özgürce iradesine dayanmadan, genellikle küçük bir zümrenin, silahlı güçleri kullanarak; hile ve tehditlerle, çoğunluğu teşkil eden halk kütlelerinin yönetimini ele geçirmesiyle oluşan bir yönetim şeklidir.

    Totaliter rejimlerin, 20. yüzyılda toplumları ve fertleri mengene gibi sıkarak mutsuz kıldığına dünyanın yakın tarihi şahit gösterilebilir. Bundan dolayıdır ki, demok-rasinin teorik ve pratik anlamda zıttı olması hasebiyle de üzerinde durulması gereken bir konudur. Bununla beraber şunu da ilave etmekte yarar bulunmaktadır: Zamanımızda bir çok ülkede demokrasi hareketlerinin gelişmesi, özgürlüğe yoğun bir özlemden ve tekrar kaybetmekten korkulması olarak düşünülebilir.

    Esasında tarihte bir çok baskıcı yönetimlerin varlığı bilinmektedir. Ancak hiç bir tiran, hiç bir despot, hatta yozlaşan dini ideolojiler bile (engizisyon gibi) 20. yüzyılın totaliter rejimlerinde olduğu kadar insan benliğini menfi yönde etkileyememişlerdir. İnsanların hakkını, hukukunu; hatta ferdi, kendi içinde bir bütün olmaktan çıkarıp, bir makinenin çarkı gibi diktatörün aleti durumuna getiren bu rejimler, meşruluğunu nasıl sağlayabiliyordu?

    Çağımızın totaliter rejimleri meşruluğunu ideolojisinden almaktadır. İdeolojileri yegane ölçü ve değerdir. Bu, çoğunlukla tek parti programı çerçevesinde ortaya çıkmakta; hatta partinin ilkeleri devletin temel ilkeleri haline gelmektedir. Genellikle, fikri diyalektiğini ekonomik ve sosyolojik bazı ekollerden almaktadır. Bu böyle olunca düşüncenin esas çıkış yerine ne derece sadakat gösterildiği tartışılan bir konu olmaktadır. Zira hayat sürekli gelişen bir yapıdadır. ‘Bir ırmakta iki kez yıkanılmadığı gibi,’ yüz yıl önce geçerliliği olan bir akımın, daha sonraki yüzyılda, hatta kendi zamanında, değişik toplumlarda geçerliliği sorgulanmalıdır. Aksi halde nâs (doğma) haline dönüşmesi o toplumun gelişmesi ve huzuru için talihsizlik olmaktadır. Zaten siyasal iktidarı halka rağmen ele geçiren diktatörler, düşünceyi sorgulamak, hür bir tartışma zemini oluşturmak gibi bir kaygıları olmamakta; tartışmalar ve fikir beyanları çoğunlukla göstermelik, rejimi meşrulaştırma yönünde olmaktadır. Bu vahim tabloyu dayanılmaz hale getiren ve tarihte ulaşamadığı bir düzeye çıkaran 20. yüzyıl teknolojisinin kullanılmasıdır.

    Esasında baskı, insanın tabiatına aykırı olmasına rağmen, totaliter rejimler insanları nasıl bir arada tutabiliyorlar? Bu birlik ne derece sağlıklı, insanları ne derece mutlu edebiliyor? Bu meseleyi sorgulamak, konuyu kavramak açısından önemli olsa gerek.

    Totaliter rejimler meşrulaştırıcı bir alt yapı hazırlamaya kendilerini mecbur hissederler. Bu ideolojik yapı dini inançlardan çok daha geniş ve yaptırımı kapsamaktadır. İnsanların şahsi hayatını kuşatıp, günlük hayatlarını düzenleyici bir şekilde “ideolojik sloganların ruhsuz kopyaları haline getirecek” kadar alanı mevcuttur. George Orwel’in 1984 adlı eserinde temas ettiği gibi, bu yeni düzenin meşrulaşabilmesi için, geçmişe ait bütün kayıtları ortadan kaldırmak, yani kullanılmaz duruma sokup bir nevi hafıza kaybı meydana getirmeye mecburdur. Böylece toplumlar ve insanlar geçmişte yaşadıkları gerçeği unutacaklar hakim gücün empoze ettiği yalanlara gerçek diye inanacaklardır. Bu, insanların kişiliklerini kaybetmeleri anlamına gelmektedir. Zira, Bergson’un dediği gibi “bilinçli olma hafızaya sahip olma demektir.” Bilinci ve hafızası boşalmış toplum ve onu oluşturan fertler, insanî özelliklerini kaybedip, ferdi güçlerini işe yaramaz duruma getirerek, sürü haline dönüşürler.

    Bu, batı düşüncesinde, binlerce senenin en büyük dönüşümlerinden birini gerçekleştiren aydınlanma felsefesinin, her insanın aklını kullanarak doğruyu bulma hedefine aykırı bir durumdur.

    Hususan, sanayileşmesini tamamlayamamış—siyasi, iktisadi ve askeri açıdan merkezde bulunan devletlerin gerisinde ve nüfuz alanına giren—ülkelerdeki totaliter rejimler, modernizmi bayrak yapmaktadır. Halbuki, merkezdeki ülkeler, doğal bir gelişim ve sanayileşmenin itici gücüyle, olayın özüne uygun olarak modernleşmesi; demokrasiyi, insan haklarını, bilumum özgürlükleri ve akılcılığı beraber getirmelerine rağmen, çevre ülkelerinde durum tam aksi istikamette cereyan etmekte, modernizme ve aydınlanma felsefesine mantıken aykırı, şekilci bir durum ortaya çıkmaktadır. Bu çerçevede totaliter rejimlerin yalanları, modernizmle ortaya çıkan güçlü değerleri din haline dönüştürmüştür. Böylece totaliter bir şekilde yapılandırılan devletin meşrulaştırma aracı durumuna getirilen modernizm, özgür düşünceyi ve onu meydana getiren akılcılığı ortadan kaldırmaktadır. Sonuç olarak modernizm adına birbirine zıt iki durum ortaya çıkmaktadır.

    Totaliter rejimin yerleştirilmesi için, silinen eski dönemin yerine tarihi-kültürel alt yapısıyla yeni bir ideoloji meydana getirilmesi gerekecektir. Bunun kaçınılmaz malzemesi yalanlardır. Yalanlar, yukarıdan empoze edilerek gerçek haline dönüştürülecektir. Bunun aksini iddia etmek yasak ve psikolojik olarak mümkün olmayacaktır.

    Yeni rejimi kuranlar ülkenin gücüne göre bu yalanları kabul ettireceklerdir. Ülke, eğer uluslararası güç dengeleri arasında söz sahibi ise, rejimin yalanları mevcut elitin arzuları ve rejimin devamı doğrultusunda temellenecektir. Bu olmadığı taktirde, o ülke halkı için daha büyük bir tehlike mevcuttur. Zira, halka rağmen rejimin devamından yana olan diktatörler ve dış güçler, bir nevi ittifak halindedirler. Böyle bir diktatörlüğe muhatap olan bir ülke, tarihi süreç içinde çatıştığı devletlerin insafına teslim olmasıyla eş değer bir ko-numdadır. Yapay bir şekilde bağımsızlığını elde etse de, husumetini kazandığı güçlü devletlerin etkisini daima ciddi bir şekilde hissedip, içerde ve dışarıda ona göre politikalar üretmek zorunda kalacaktır.

    Liberal görüşleriyle tanınan Atilla Yayla, Hayek’in görüşlerine dayanarak yazdığı kitabında şu hususlara temas etmektedir: Bir ülkenin bağımsızlığını elde etmesiyle özgür olması birbiriyle karıştırı-lan bir konu haline gelmiştir. Bağımsızlığını elde etmiş fakat özgürlüğüne kavuşamamış ülkeler vardır. “Bu karışıklığın nedeni, özgürlük kavramının bireyler yerine kolektif bütünlere uygulanmak istenmesidir… Böylece özgürlük kelimesi bir bütün olarak bir halk üzerinde, özellikle yabancı zorlamanın olmaması, var olan zorlamaların kalkması anlamına gelir.” (Yayla, s. 23) Bunun yanında, bağımsızlık mücadeleleri sonucunda özgürlük bekleyen halkın başka bir diktatörün mengenesine girdiğine bağımsızlık mücadelesi veren bir çok ülke örnek verilebilir. (Yayla, s. 24; Toynbee, s. 179)

    Durumu, içerde propaganda ile halka kabul ettirmeye çalışan hakim zümreler, yukarıda bahsedildiği gibi modernleşmeyi veya Avrupalılaşmayı bir din gibi çağın gereği olarak empoze etmektedirler. Ancak bu, sosyo-kültürel konularda serbest tartışmayı ve düşünce özgürlüğünü kısırlaştırdığı için demokrasinin özüne aykırıdır. (Bu vesile ile şu soru sorulabilir: Avrupalı (bu isim değişebilir) gibi olmakla Avrupa’nın istediği gibi olmak birbiriyle ne derece örtüşür?)

    Totaliter rejimler kendilerini meşrulaştırma yolunda ortaya koyduğu pseudo düşüncelerle, demokratik rejimlerde siyasetçilerin kendilerini aklamak veya başka bir sebeple kullandıkları yalanlar, etkileri bakımından farklılık arz ederler. Totaliter rejimlere kaynaklık eden temel sosyo-kültürel konular hakim zümrenin iktidarını pekiştirici bir şekilde düzenlenir. Halkın da buna inanmak ve bu doğrultuda düşüncelerini açıklamak zorunluluğu vardır. Aksi halde onurlu(!) bir şekilde yaşayabilmesi güçleşir. Yani insanlar düşünce-lerinde nefes alabilmesi için kendilerini bu ideolojinin önünde diz çökmek mecburiyetinde hissederler. Böylece, düşünce namuslarını kaybederler veya kaybetmek zorunda bırakılırlar. Halbuki demokratik ülkelerde siyasetçilerin yalanları temel değerleri etkileyebilmekten uzaktır. Her şeyden önce fikir özgürlüğü sayesinde aksi iddia edilebilir. Bunun yanında devlet kullanılarak yalanlar kabul ettirilemez. Kişi kendi rızasıyla buna kanarsa, o başka bir şeydir.

    Bağımsızlığını gerçek anlamda elde etmiş devletlerin totaliter sistemleri, kendilerini meşrulaştırmak ve buna bağlı olarak insan hafızasını kontrol altına almak için eğitim ve medya yoluyla yaptıkları faaliyetlere rağmen uzun vadede başarılı olmaları mümkün değildir.

    Kruşçev, Stalin dönemini meşrulaştıran yalanları sorgularken partililerin bundan hoşlanmadıklarını belirtiyor. Ancak onun şu açıklamaları bütün totaliter rejimler açısından geçerli olacak mahiyettedir:

    “Bunlar (Stalin dönemini savunanlar) Stalin’e tapmaya alışmış ve Stalinist dönemin eski kavramlarını kolay kolay terk etmeyen yaşlı ve küçük insanlardır. Gerçeğe kendilerini uydurmaları güç gelir onlara. Bu, Stalin’in hayatta olduğu sürece parti üyelerinin yetiştirilip şartlandırılmaları yolundaki bozuklukların ürünüdür. Stalin bütün indoktrinasyon yöntemlerini kendi amaçlarına uydurmuştur. Düşünmek için itaat ve sorgusuz inanç istemiştir… Ama madalyonun bir de ters yüzü vardır. İnsan, güvenine hıyanet edildiğini anladığında, mutlak güveni acı bir nefrete dönüşecektir. Bu, bir ‘fasit daire’ şeklinde olacaktır. Bir ülkenin lideri, halkın gözlerini kapayıp başlarına geleni hiç bir zaman anlayamayacaklarını kabul edip işe koyulmazlar. Sorumlu yerlerdeki insanların böyle bir düşünceye kapılmaları, halkın Partiye ve Hükümete olan güvenini temelden sarsacaktır.” (Kruşçev, s. 29)

    Maşeri vicdan ve insanın tabiatı uzun bir süre baskılı yönetimi taşıyamaz. Bunun yanında karanlıktan sızacak bir ışık, bir sürü yalanı anlamsız bir hale getirecektir. Rejimin ideolojisine gerçek anlamda inanan hakim zümreler, bu durum karşısında gösterecekleri telaş sebebiyle daha büyük hırçınlıklar ve yanlışlar gündeme gelecektir. Ancak, tarihi süreç içinde millet yok olup gitmediği taktirde, bu ârızî durumun mucizevârî bir şekilde aksi yöne dönüşeceği, insan doğasının bir emridir. Böylece toplumlar, bir kabustan uyanmanın psikolojisi içinde totaliter rejimleri ve diktatörleri tasfiye ederler.

    Şiddet kullanmadan totaliter bir sistemin çökmesi imkansız gibi gözükse de, 20. yüzyıl aksini ispat etmiştir.

    Ancak her şeye rağmen zamanımızda hayatiyetini sürdürebilen antidemokratik sistemler bunu, o rejimlerin faziletinden(!) değil—sanıldığının aksine—dış güçlerin menfaatlerine uygun düşmesinden devam ettirebilmektedirler. Bunun anlamı, büyük güçlerin menfaatleri değiştiği taktirde, ülke içindeki dinamiklerin önünden sürüklenip dağılacakları açıktır.

    Esasında, totaliter rejimlerde halk hakim ideolojiye ciddi anlamda inanmaz. Fakat inanır gözükmeleri geleceğe karşı olan ümitlerindendir. Bir gün her şeyin düzeleceğine inanırlar. Bu onları hakim ideolojiye karşı rol yapmaya iter. Hakim ideolojiyi gerçek anlamda benimseyenler, kendilerine güvenleri olmadığı için, fikir özgürlüğüne; hele ideolojilerinin tartışılmasına tahammülleri yoktur. Bunun gerçek sebebi, idraklerindeki güvensizlik ve bir gün kendilerinin de bunun yanlışlığını öğrenmelerinden gelen derin korkularıdır. Rüyasında saraylarda yaşadığını gören bir fakirin uyanma korkusu gibidir, bu durum…

    Türkiye’nin dünya ekonomisine bağlanma sürecinde siyasal yapısındaki gelişmeler

    Bütün bu açıklamalardan sonra, Türkiye’nin 19. yüzyılın ikinci yarısından 1998’lere uzanan siyasal yapısının meşruluk kaynakları neler olabileceğini düşünmekte fayda var. Türkiye siyasetinde meşruluk sorunu yukarıda açıklamaya çalıştığımız monarşi, demokrasi ve totalitarizm gibi sistemlerin meşrulukları çerçevesinde kendini bulacak bir konudur. Ancak, Türkiye’nin siyasal yapısının meşruiyetini anlayabilmek için siyaset bilimi kitaplarındaki klasik izahlarından ayrı, bazı hususları sorgulamak gerekmektedir.

    Esasında, Osmanlı Devleti ve Türkiye ekonomik kaynak ve dinamikleriyle dünya ekonomisinin içinde yer alabilmiş olsaydı ve yine aynı şekilde sanayileşmesini gerçekleştirip modern bir topluma dönüşebilseydi, siyasal meşruluk meselesinde, klasik izahların yeterli olabileceği düşünülebilirdi. Ancak, durum farklı oluşmuş, iç dinamiklerin yanında dışarıdan gelen yoğun tazyik ve vakumla içerdeki siyasal ve kültürel yapı, kendini ona göre düzenlemek mecburiyetinde bırakmıştır. Böylece meşruluk sorununun normal bir süreçteki (gerçek bağımsızlık ve özgürlüğüne ulaşmış bir ülkenin) açıklamaları yetersiz kalmaktadır.

    Türkiye’deki siyasal meşruluk meselesi bazen o kadar karmaşık bir hal alıyor ki, halkın rızasını tahsil etmek sadece bir dekoru tamamlamak haline dönüşüyor. Örneğin, iktidara talip bir partinin lideri veya lider adayı, önce resmen kabul gören ideolojiye iman etmesi isteniyor; sonra dışarıdaki nüfuz sahibi güçleri ikna etmesi gerekiyor. Bu o kadar ayağa düştü ki, basın-yayın organlarında bile ‘falanca lider Amerika’nın (veya herhangi bir Avrupa ülkesinin) gözüne girdi’. ‘Amerika’dan vize yok vs.’ gibi yorumlar yapılabilmektedir. Halbuki ne demokrasilerde ne de monarşilerde bağımsız olan bir ülkenin siyasal iktidarına bu şekilde meşruluk araması söz konusu olamaz.

    Peki bütün bu çarpıklığın sosyo-kültürel tarihi alt yapısı ne olabilir?

    1-Osmanlı Devleti’nin dünya ekonomi-siyle entegrasyonunda karşı tarafın baskısı doğrultusunda düzenlemeler;

    2- Buna bağlı olarak, içerde totaliter hale dönüşen rejimi bürokrasinin (silahlı-sivil) öncülüğünde meşrulaştırma aracı olarak modernleşme hareketleri.

    Bu serüven epey eskilere dayanmaktadır: 15. yüzyıldan sonra dünyada meydana gelen dönüşümle Avrupa’da ortaya çıkan bir dünya ekonomisi, kapitalist üretim tarzını ve yapısal özelliği olan devletlerarası sistemi geliştirmiştir.

    Kendi iç dinamiği ile gelişen kapitalist sistem, zamanla küçük veya daha zayıf sistemleri kendine bağlamaya başladı. “Yirminci yüzyılda tüm dünyayı içererek yeni bir tarihsel durumu, yani tekil bir dünya sistemini (daha önce, varlıklarını bir arada sürdüren çoklu dünya sistemlerine karşıt olarak) ortaya çıkarana kadar bu süreç devam etti.”

    Dünya ekonomisi, Osmanlı topraklarını bölge bölge parçalayarak kendine katmıştır (Rumeli, Mısır, Suriye… ve nihayet Anadolu).

    Çevreleşme (periferi) süreci içinde, dünya ekonomisine katılan her imparatorlukta bir trajedi yaşanmıştır. O da, devlet yapısında, dünya ekonomisindeki üretim faktörlerinin akışına müdahale edebilme gücünün azalmasını gerektirmiştir. Bu ise devlet mekanizmasının yeniden düzenlenmesini zorunlu hale getirmeye başladı. Kendinden merkezli, kendi gücüyle ayakta duran ve içe dönük bir dünya imparatorluğu; devletlerarası bir sistemin içine çeki-lerek buna göre yeni bir işlev kazanıyordu.

    Osmanlı Devleti 14. ve 17. yüzyıllar arasında ekonomik açıdan bağımsızdı. Üretim faaliyetleri, tarım ve şehir zanaatlarıydı. Elde edilen ürünün büyük bir bölümü vergi olarak alınıyordu. İktisadi akış istikameti merkeze doğru idi. Ve yeniden dağıtım bu kanalla yapılıyordu. Bürokrasi ekonomi üzerinde denetime sahipti. Ekonomi ve politika alanı birbirine girmiş ve yönetim bu yapıya göre düzenlenmişti. Bu ekonomik ve sosyal yapı içinde, mutlak monarşi, tutarlı bir siyasal yönetim biçimi olarak görülebilir.

    Çeşitli bölgelerde potansiyel merkez dışı güçlerin iktidarını besleyebilecek artı ürün birikimine izin verilmiyordu. İstanbul ve diğer şehirlerin ihtiyaçlarını sağlayan bütünleşmiş bir iktisadi-siyasi organizasyonu gerçekleştirmek belirgin bir amaçtı.

    16. yy’dan sonra meydana gelen nüfus artışı, gümüş sıkıntısı ve Avrupa’daki fiyat enflasyonu kaçak mal ticaretini körükledi ve buna bağlı olarak içerdeki fiyatlar yükseldi. Bu durum “yeniden dağıtım” akışının tehdit altına girmesi demekti.

    Devlet, İmparatorluk içinde merkez dışı güçlerin ağırlığının artması anlamına gelen politikalar izlemeye başladı. Tarım vergisi genişletildi ve yabancı ülkelere tanınan kapitülasyon hakları artırıldı.

    “Tımar sisteminin yerini alan öşürün iltizama verilme olgusu” özellikle Rumeli bölgesinde üretim ilişkilerinin yavaş yavaş dönüşmesine sebep oldu. Mültezim üretim örgütlenmesinde özerkti. (Tımarın aksine). Bu ise birikime yol açabilecek durumdu. Tarımsal üreticilerin sertleşmeleri ve vergilerin geleneksel oranları aşmama yolundaki kısıtlamalar ortadan kalkıyordu.

    Merkezi hükümetin tarımı ve ticaretteki denetiminin zayıflaması, âyanın ekonomik ve siyasi gücünün artmasına sebep oluyordu. (Bu gerileme süreci, hatta bir nevi feodalleşme olarak düşünülebilir).

    Osmanlı Devletinin karşısında dinamik ve güçlü; aynı zamanda yayılma istidadı gösteren bir ekonomi çıkıyordu. Kapitalist üretime dönüşmenin aksine, feodalleşmeye başlayan iktisadi, siyasi yapı, batı (dünya) ekonomisine katılma ve çevreleşme biçimini alacaktı. (Wallerstein, ss. 42-45)

    Yabancı elçilerin güçlenmeleri ve gayr-ı müslim Osmanlı tebaası için vergi muafiyetleri, yabancı tüccarların acenteleri durumuna gelmelerini temin etmiştir. Balkanların hızla dünya ekonomisiyle bütünleşmesinde gayrı müslim tüccarların etkisi büyük olmuştur (bunun yanında müslüman tacirlerin zayıfladığını zikretmemiz icab etmektedir.).

    18. yy’da ithalat, ihracatı aşmaya başlamış, el zanaatlarının çökmesine sebeb olmuştur. Daha sonra ödemeler dengesi üzerindeki etkiler Osmanlı Devleti’ni borçlu konuma sokmuştur.

    İltizam ve yabancı tacirlerin artan imtiyazlarının da tesiriyle Babıali’nin otoritesini azaltan merkez dışı güçler oluşmuştu. Osmanlı topraklarında çıkarları olan devletlerin de teşvikiyle, isyanlar ve ayrılıkçı talep ve faaliyetlerle dünya ekonomisinin akışına ve “düvel-i muazzama”nın arzularına doğru yol alınıyordu. Devlet, bu girdaptan kurtulmak veya zararı asgariye indirmek için, merkeziyetçiliği yeniden tesis edecek bazı siyasi tedbirler almaya başladı. Ancak beklenen düzeyde ciddi bir sonuç alınamadı.

    Bu bakımdan Tanzimat Fermanı (Gülhane Hatt-ı Hümayunu)’nın ilanı (Islahat Fermanı da bir ara ayarlama olarak) dünya ekonomisi içinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun artık çevre olan konumunun pekişmesini ifade ediyordu. Burada hedef ne halkın özgürlüğü ne de yönetime katılmasını temin etmekti. Aksine, daha önceden demokratik karaktere yakın olan top-lum, oluşmaya başlayan yeni bürokrasi ve ideolojisinin emir ve hizmetine giriyordu.

    Hatt-ı Hümayun’un anlamı, devletin bağımlı olduğu bir sistemde, artı üründen kendine düşen payı güvence altına alabileceğine dair “yasal” bir çerçeve sağlanmasıydı. Bunun yanında imzalanan ticaret anlaşmaları yoluyla Avrupa, yayılmasına devam ederken yerel ekonomiler zarara uğruyordu.

    Bunun paralelinde Avrupa mâlî sermayesi 1850’lerden sonra Osmanlı topraklarına sızmaya başladı. Demiryolu için ikili devlet antlaşmaları yapılıyordu. (Noviçev, ss. 12-58, 59-81; Wallerstein, ss. 46-49)

    Bunun yanında 1856’da başlayan borçlanma süreci 1875’te devletin iflasına kadar dayandı. Bu yetmiyormuş gibi bir kaç yıl içinde, kendinden çok güçlü olan bir devletle verilen ölüm-kalım savaşı ülkeyi iyice tıkanma noktasına getirdi.1881’de Duyun-ı Umumiyye İdaresi gibi onur kırıcı bir kurumun gelmesiyle dış çevrelerin mâlî denetimi doruk noktasına çıktı. Bu, devletin hükümranlık haklarına kendi içinde denetleme getirmesi anlamına geliyordu. Ayrıca bürokrasi, bu yayılma süreciyle kendini ifade etmek durumunda idi. Adeta üretimi gerçekleştiren halkın gelirlerine yeni ve daha dikkatli bir ortak çıkıyordu. Bunun yanında epey eskiye dayanan, halkı kontrol altında tutma geleneği; devletin lütfettiği kadar ve devletin istediği yöndeki özgürlük; yirminci yüzyıla doğru ayrı bir seyir izle-meye başladı. “Bir yandan Duyun-ı Umumiyye, Osmanlı Bürokrasini iflastan korurken, öte yandan, sarayın Osmanlı merkeziyetçiliğini yeniden canlandırmak için zaman zaman yaptığı atılımlara son veriyordu.”

    Siyasal yapının, çevreleşmenin ekonomik yapısı içinde yer alma sürecinde 1908’den sonrası hükümetleri son aşama olarak düşünmek mümkündür.

    “Çevresel yapılanmanın tamamla-nabilmesi için, hem devlet aygıtının, hem de ekonomik süreçlerin dünya ekonomisi taleplerine uygun bir şekilde dönüşmesi gerekliydi.”

    Çözülme döneminde daha etkin bir devlet aygıtının meydana getirilmek istenmesi, aslında, dünya ekonomisinin işlemlerini kolaylaştıran bir yapının oluşturulması idi.

    Duyun-ı Umumiye’den I. Dünya Savaşı sonuna kadar geçen süre içinde, devlet aygıtı belirsizlikte iken Avrupa’nın istediği doğrultuda ekonomik büyüme gerçekleşi-yordu. Bununla beraber, “ulusal burjuvazi”, “milli ekonomi” gibi girişimler Alman-ya’nın dünya ekonomisinde merkeze girme ve Osmanlı Devletini yarı çevre konumuna getirme gayretlerinin uzantılarıydı.

    Dünya ekonomisine bir bütün olarak değil de, parça parça eklenen Osmanlı İmparatorluğu için yakın tarihi acı hatıralarla doludur. Devlet parçalanmış insan ve maddi kaynaklar zaafa uğramıştır. Böylece, İstiklalini uzun bir dönem koruyarak, bünyesindeki toplulukları 19. yy’a kadar dağıtmadan taşıyabilmiş bir imparatorluk; “kapitalist dünya ekonomisi içinde ve onun kısıtlamalarına uygun olarak hareket eden” bir devlet durumuna gelmiştir.

    Osmanlı Devleti Birinci Dünya Harbi’nin sonuna kadar, büyük bir dirençle bu dünya çapındaki oluşuma karşı gelerek gittikçe daralmıştır. Nihayet yenilen Almanların desteğinden yoksun olduktan sonra iradesini kaybetmiş bir devlet konumuna gelmiştir. Bu vahim iflas ediş ve mağlubiyetler Türk idarecileri tarafından iyi okunmuş(!), siyasal rejiminden ekonomik düzenlemelere kadar, toplumsal ve kültürel alanı içine alacak bir şekilde reformlarla—halkın derin tepkisine rağmen—tanzim etmişlerdir. Bu durumu sürekli kılacak rejimin meşrulaşması bundan sonra zor olmadı.

    Yani, kapitalist dünya ekonomisinin, Osmanlı İmparatorluğu topraklarına doğru genişlemesinin ortaya koyduğu dinamizmle, bu devletin üretim sistemlerini, devlet teşkilatını; sosyal hayatta geçerli olan kurallarını biçimlendirmiştir. İdeolojik yapı buna bağlı olarak şekillendi.

    Wallerstein’in ifadeleriyle söylenecek olursa, Osmanlı Devleti kendini “yeniledi-ğinde bu, daha modern olma yönünde bir adım değil, fakat bölgeye atfedilen kesin çevresel rol ile daha fazla bütünleşme doğrultusunda bir adım olmuştur.” (Eroğlu, ss. 16-22; Wallerstein, ss. 50-53).

    Türkiye’de modernleşme ideolojisi ve siyasal meşruiyete etkisi

    Yukarıda da bahsedildiği gibi, modernleşme düşüncesi Avrupa’da Aydınlan-ma’nın ürünüdür. Bunun temel dayanağı akılcılıktır. Aydınlanma ve modernizmin, Orta çağın teokratik ve yozlaşmış anlayışına karşı en güçlü silahı akıldı. Gelişen bilim ve ona dayalı sosyo-kültürel alt yapı, demokratik anlayışı beslemekte idi. Akla revaç verilen bir yerde siyasal meşruiyetin kaynağı değişime uğraması kaçınılmazdı. Dinî olarak ontolojik bir anlayışı, pratik siyasi anlayışla karıştıran ve halkı buna göre yönlendiren aristokrat zümrelere karşı, demokratik anlayış gelişerek; hakimiyet anlayışının temelindeki espri yerine oturu-yordu.

    Ancak, Türkiye’deki totalitarizmin beslediği modernizm anlayışı bunun aksine, düşünceyle çatıştığı için, Avrupa’da gelişen aydınlanma anlayışından farklı bir yapı arz etti. Yani Avrupa modernizmiyle akılcılık, bilim, fikir özgürlüğü; yani demokrasi gelişirken Türk modernizmiyle bu hususlar göstermelik bir şekil aldı. Bunun sonucu akla, bir nevi ‘pozitivizm diniyle’ sınırlama getirilerek bilim ve düşünce kısırlaştırıldı. Yönetimde oligarşi, modernist ideolojinin destekçisi oldu. Siyaset bilimci Levent Köker bu husustaki görüşlerine katılmak mümkündür:

    “Batılı olmayan dünyadaki “modernleştiriciler”in demokrasi dışı (ve hatta karşıtı) pratikleri ve değişme-ilerleme yanlısı söylemi göz önüne alındığında bu teşhis, biraz daha açıklama gerektirmektedir… Modernleşme kuramının kavrayış biçiminde, Batı modernleşmesi yaklaşık dört yüzyılı aşkın bir süreci kapsamaktadır ve ‘kendiliğinden’ oluşmuştur. …Bu durumda, kimi zaman Batı’nın ‘sömürgecilik’ yoluyla doğrudan ‘modernleşmesi’, kimi zaman da modernleştirici bir ideolojiye sahip bulunan intelligentsia’nın iktidar tekelini kullanarak yaptığı müdahaleler söz konusudur. Özellikle ikinci durumda, modern topluma ‘geçiş’ evresindeki toplumlar açısından (modernleşme kuramının fikri kökenini oluşturan ilerleme anlayışına uygun olarak) ya ‘ilerici’ askeri diktatörlükler ya da ‘ilerici’ tek-parti rejimleri ortaya çıkmaktadır…

    “Böylelikle, modernleşme kuramı, hem mevcut bir toplumsal-siyasal pratiği hem de bu pratik içinde varolan bir hegemonya biçimini meşrulaştırmakta ve ayrıca o hegemonyanın tepe noktasında yer alanların kendi konumlarını haklılaştırmalarını da sağlamaktadır.” (Köker, s.153-154)

    Modernleşme, merkezî Avrupa ülkeleriyle onun dışında kalan ve totalite-rizmle idare edilen ülkelerde birbirine zıt istikamette geliştiği hususu üzerinde duruldu. Osmanlı Devleti’nin, siyasal ve ekonomik olarak merkezi Avrupa ülkelerinin etkisine girmesiyle, içerdeki modernleşme yolundaki girişimler aynı zamana tekabül etmektedir. Devlet bu sıkışıklıktan kurtulmak için reformasyon ve modernleşmeyle işe girişti. Ancak bu, sanayileşmenin öncülüğünde olmadığı için, nüfuzu altına girilen devletlerin arzularına göre şekilleniyordu. Halbuki sorunun çözümü, merkezi ülkelerin kendi rekabetlerinden faydalanıp, kendi kaderi üzerinde irade sahibi olmaktan geçiyordu. Bunun yanında çağın getirdiği yeniliklere açık olarak ve devlet kurumlarını yenileyerek, halkın, meselelere katılmasının yolu açılabilirdi. Fakat Osmanlı yönetim geleneğinde ve ondan sonraki yeni yapılanmalarda, sivil ve silahlı bürokrasinin siyasal meşruiyetine halkı ortak etmesi düşünülemezdi. Aksinin düşünülmesi, meselenin başka yönde gelişmesi anlamına gelirdi.

    Dünya dengeleri içinde Osmanlı Devleti ve onun tarihten silinmesiyle kurulan Türkiye’nin yeri belli olurken, içerdeki siyasal gelişmeler de bunun çerçevesinde oluşuyordu. Bu çerçevede halkın, iradesi ve görüşlerinin bir ağırlığı olamazdı. Böyle bir şey Batı ve Türkiye’yi yöneten elitlerle çatışmak anlamına gelirdi. Dolayısıyla halkın özgürlüğü meselesi ve buna bağlı bilumum Batıda anlam ifade eden ve yerli yerine oturan değerler, içleri başka malzemeyle doldurulup, halkın gerçek talepleri geri plana atılmakta idi. Yani, Türkiye’deki silahlı-sivil bürokrasisinin ve aydınlarının amacı; yeni ve munis bir toplum meydana getirmekti. Bu toplumun maziye ait tecrübelerinin pek fazla bir önemi yoktu. Çünkü maziye ait hatıraları Batıyla çatışıyordu. Bunun yanında, kendi özünden hareket ederek, modernleşme yolunda demokratik bir açılım da söz konusu olamazdı. Dolayısıyla halkın, mazisinden hareketle, değişime katılması ve demokratik talepleri ülke bütünlüğünü ve geleceğini tehlikeye sokabilirdi. Halkın bu tehlikeyi fark etmesi düşünülemezdi. Bunun için halkın iradesi alınıyormuş gibi yapılmalı, ancak onun hayatî talepleri geçiştirilmeli idi. Bunun tersi olduğunda bir çok dengeler değişebilir resmi ideolojinin inançları ve planları suya düşebilirdi. Aydemir’in temas ettiği şu düşünce dikkat çekicidir: “Demokrasi bir inkılap nizamı değildir. İnkılap nizamı azınlığın iradesinin, çoğunluğun iradesine, inkılabın zaruretleri yönünde, cebir ve zor yoluyla hakim oluştur.” (Aydemir, s. 282)

    Kemalist-solculardan, birikimleriyle ve bu meselelerdeki inanç ve kararlılığıyla tanınan Mümtaz Soysal’ın yakınmaları boşuna olmazsa gerek: “Ben burada yaşayan insanları değiştireceğim. Ben bu toplumu değiştireceğim. Bunun için eğitimi şöyle yapacağım, böyle yapacağım derken, tam bunları söylerken, bu adamlara biraz da oy hakkı vereyim falan deyince, devrimci cumhuriyet hapı yutuyor.” (Cogito, s. 201). Yani, anlaşılan “devrimci cumhuriyetin” sorunu Türk milletinin kendisiyledir.

    Zira önemli olan Türk devleti ve milletinin gelecek yüzyıllara, bu nihayetsiz güce sahip olan merkezi devletlerin husumetine uğramadan ulaşmasıdır. Bu reel, ancak bir türlü telaffuz edilemeyen (belki göstermelikte olsa onurlu görünmek için) düşüncenin oluşmasında, geçmişteki çok acı tecrübelerin etkisi olduğu düşünülebilir. Ve bunun asla şakaya gelir bir tarafı yoktur. Türkiye’nin aydınları her ne kadar meseleyi bu açıdan ele alamıyorsa da bu misyonu anlamış gibidirler. Onların görevi, adeta misyonerce modernizmi ve medeniyetin geldiği düzeyi kullanarak tota-literizme ve militarizme hizmet ederek onu meşrulaştırmanın çarelerini aramaktır. Yani, batıdaki demokratik yapılanmadan apayrı bir gayeye hizmet etmektir. Aksi halde oluşan düzen içinde, arzu ettikleri hayat standardını bulacak gelir düzeyine ve en önemlisi manevi taltife ulaşmaları mümkün olmayacaktır.

    Bu böyle olunca, siyasal yönetimde demokratik meşruiyetin sağlanması milletin gerçek talebi iken; halk adına, halka sormadan onu derinden ilgilendiren kararlar rahatlıkla alınabilmektedir. Burada yöneticiler, halkın gözünde meşru olmak gibi endişeleri bulunmamakta; asıl meşrulaşmak istedikleri çevreler, dışarıdaki güçler olduğu anlaşılmaktadır. Halbuki bu gayretler boşunadır. Zira, durum tamamen farklıdır. Türk insanının çektiği çilenin kimse farkında değildir. Ve makbule de geçmiyor. Toynbee’nin şu ifadeleri meseleye bir parça açıklık getirebilir: “Bizim tehdidimizin kurbanı olan Türk ne yaparsa yapsın gözümüze giremeyeceğini, kitabımız Kitab-ı Mukaddes’ten alıntılar yaparak göste-rilebilir: ‘Biz size kaval çaldık, siz oynamadınız; biz yas tuttuk siz ağlamadınız’ (Yuka, 7:32.) tehdidimizin kaba olması, aynı zamanda yanlış olmasını gerektirmez. Bu sarf edilen emek boşuna olmasa ve bu çok dikkatli Türk ‘Herodian’ları amaçlarına tam tamına ulaşsalar bile, bu, medeniyet hazinemize ne ekleyebilir?” (Toynbee, s. 177)

    Totaliter bir ideolojiyi zorla meşrulaştırma ve buna inanan, devleti ele geçirmiş siyasi zümre, bir dinin misyonerleri gibi inanarak; hatta zorla halka kabul ettirme gayretleri ve bundan son derece ümitli olmaları bilinen bir durumdur. Burada şuna dikkat etmekte yarar vardır: Bir millet uzun bir zaman zarfında baskı altına alınarak ve kültürel emperyalizmle bir ideolojiye ve kültüre sokulması mümkün olduğu düşünülebilir. Özellikle can ve mal emniyeti tehlikede ve korku içinde yaşayan bir toplumun, dünya siyasetine yön veren devletler tarafından herhangi bir yardımın söz konusu olmaması durumunda; hatta bu devletlerin kültürel emperyalizm doğrultusunda manipüle ve destekleri de varsa ve o toplum tarafından direnmek mümkün değilse, geriye tek bir seçenek kalıyor: O ideolojiyi benimser gözüküp veya benimseyip kendi değerlerinden uzak durmak. Ancak, toplumun bu şekilde kısırlaştırılan fikir ve sosyal yapısı, gerçek bir ideal birliğine ulaşamayacağından, gelecek yüzyıllarda tarihten silinme gibi, büyük bir tehlike ile karşı karşıya gelme riski yüksektir.

    Tarihte, Türk kavimlerinin büyük bir kısmının başına gelen olay, kendi şartları içinde budur. Zamanımıza kadar kimliğini kaybetmeden gelebilen Türklerin imdadına İslamiyet yetişmiştir. Dolayısıyla Türklerin hayatında çimento olmuş bir dinin rekabet ettiği ülkeler tarafından hiç bir zaman hazmedilememesinin sebebi bu olsa gerek. Buradan anlaşılacağı üzere yönetici elitlerin ve aydınların (Şunu teslim etmek gerekmektedir: Özellikle demokratik temayülleri olan bir çok aydın ve yönetici, bu oluşuma dirense de, sonuçta kurulu düzenin akışı yönünde hareket etmeye kendilerini mecbur hissettikleri görülmektedir. Bu da halkın gözünde yılgınlığa sebep olabilmektedir.) İslamiyet’i toplumsal hayattan silmek istemesi ve yok farz etmesi veya kontrol altına almak istemesi; (Özellikle son yıllarda başörtülü kadınlara karşı takınılan aşağılayıcı tavrın sonucunda, ezici bir muhafazakar kütlenin—% 80 gibi bir tahminin doğru olduğu düşünülebilir—kırgınlığı, yöneticiler açısından herhangi bir anlam ifade etmemesi, bu meseleyi gözlemlemek açısından hayli doyurucu bir malzemedir.) Batının çıkarlarına hizmet etmesi açısından son derece birbiriyle örtüşmektedir. Dolayısıyla Türk milletinin gerçek anlamda demokrasiye geçebilmesi, tam bağımsızlık taleplerini güçlendirebileceği gibi, tarihi tecrübelerine ve onu yoğuran İslamiyet’e karşı ilgisini artıracaktır. Yani, Türkiye’de demokrasi, İslamlaşma ve bağımsızlaşma birbirine paralel gelişmektedir. Bunlardan birisi zedelenirse mutlaka diğerleri bundan payını almaktadır.

    Buna rağmen yetkililerin, Türkiye’de demokrasi yürüdüğü yönündeki ifadeleri, sürekli basın-yayında yer almaktadır. Yüzeysel bakıldığında demokrasinin varlığından söz etmek mümkündür. Ancak demokrasiye geçildiği kabul edilen tarihten itibaren, hak ve özgürlükler konusunda, sürekli bir korku hakim olduğu belirgin bir husustur. Ancak vatandaşlar, adeta nöbetleşe bunun zararını gördükleri anlaşılıyor. Esasında dayatılan husus, demokratik ve milli taleplerini uluslararası dengelerin empoze ettiği seviyede tutmak. Sanıldığının aksine Türkiye’nin demokra-siyle yönetilmesi “bazı dost ve müttefik” ülkelerin menfaatlerine her zaman uygun düştüğü söylenemez. İleri kapitalist ülkelerin, üst seviyedeki yöneticileri, sömürgecilik anlayışının getirdiği politikaları terk etmesi zor gözükmektedir.

    Türk insanı yaşadığı bu coğrafyada, kendi ülkesi içinde ve çevresindeki bölge-lerde, tarihi talepleri bulunmaktadır. Bu taleplerine ancak demokratik rejim içinde daha çok yaklaşılabilir. Yani, inisiyatifi elinde bulunduran diktacı zümreyi ülke menfaatlerine aykırı bir şekilde ikna etmekle, demokratik bir yolla oluşmuş ve gerçek anlamda demokratik yetkilere sahip bir parlamentoyu ikna etmek arasında fark vardır. Zira parlamentoda değişik görüşlerde temsilciler olduğu için bütün yollar denenecektir. Ancak, oligarşik bir yönetimin birinci derecedeki amacı, kendi iktidarını sürdürmektir. Zaten yapılan işler millet açısından yanlış da olsa bunun önemi olmamaktadır. Zira mevcut ideolojiye en çok inananlar onlar olduğu için yaptıkları icraatlar meşrulaşmış olmaktadır. Önemli olan milletinden taktir görmek değil meftunu olduğu çevrelerin taktirine mazhar olabilmektedir.

    İslamiyet, Türk milletiyle “Ortadoğu” bölgesindeki diğer milletlerin ortak paydasını oluşturmaktadır. Türk insanının ilgisi ve yönetimin İslam’a revaç vermesi veya öyle gözükmesi; bu bölgede hayati menfaatleri olan “düvel-i muazzama”nın en çok üzerinde durduğu meselelerden biri olsa gerek. Bu tabloyu, Türkiye’yi yöneten bürokrat ve siyasetçiler iyi anladıklarından, iki yüzyılı bulan bir siyasi tecrübenin sonucunda, isteyerek veya istemeyerek halkı, uluslararası çizilen maddi-manevi sınırda tutma eğilimindeler. Bu çerçevede halkın talepleri bazen hiçbir surette dikkate alınmamaktadır. Kısacası halk, Türkiye’deki demokrasi için bazen dekor olmaktan öteye bir anlam taşımamaktadır. En yetkili bazı şahısların verdiği demeçlere bakıldığında, halkın boşuna oy kullandığı düşüncesine kapılmamak için hayli iyi niyetli olmak gerekmektedir. Örneğin, “hükümet değişse de Türkiye’nin dış politikası değişmez” ifadesi oluşturulan siyasi yapıyı çok iyi anlatmaktadır. Bu, halkın huzuruna çıkıp sunulan bir siyasi projenin ve buna göre oy verilen bir iktidarın, vaadini yerine getiremeyeceği anlamına gelmektedir. Ancak bütün bu ilişkiler demokrasi adına yapılmakta ve Türk insanının demokratik bir bi-lince erişmesi geciktirilmektedir.

    Bütün bunlardan, Türkiye’deki siyasal rejimin meşruluğunda halkın iradesinin yeterli olmadığı sonucunu çıkarabiliriz. Bunun yanında totaliter ve oligarşik yönetimlerdeki meşrulaştırma mekanizmaları geçerli olmakta ve uluslararası güç dengelerinden de destek aranmaktadır.

    Halbuki İngiltere, Fransa, Almanya, vs. gibi ülkelerde siyasal meşruiyetin kaynağı sadece o ülkede yaşayan insanlardır.

    Kaynakça

    1- “Alkışla Cumhuriyet Olmaz”, Cogito, Sayı: 15-Yaz 1988, ss.185-231.

    2- Aydemir, Şevket Süreyya, İkinci Adam İsmet İnönü, c.1, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1966.

    3- Duverger, Maurice, Siyasal Rejimler, Türkçesi, Teoman Tunçdoğan, İstanbul: Sosyal Yayınlar, 1986.

    4- Eroğlu, Nazmi, Mehmed Cavid Bey’e Göre Borçlanma ve 1908-1918 Arası Borçlanma Siyaseti, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, 1997.

    5- Friedman, Milton, Kapitalizm ve Özgürlük, Çeviren: Doğan Erbek, Nilgün Himmetoğlu, İstanbul: Altın Kitaplar Yayınevi, 1988.

    6- Kant, İmanuel, Seçilmiş Yazılar, çev. Nejat Bozkurt, İstanbul: Remzi Kitabevi1984, s. 213.

    7- Kelsen, Hanst, Demokrasi Mahiyeti-Kıymeti, Çeviren: Prof. Dr. E. Menemencioğlu, İstanbul: Devlet Basımevi, 1938.

    8- Kolakowski, Leszek, “Totaliterizim ve Yalan,” Çeviren Aydın Yalçın, Sosyal ve Siyasal Teori Seçme Yazılar, Ankara: Siyasal Kitabevi, 1993.

    9- Köker, Levent, Demokrasi Üzerine Yazılar, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları, 1992, s. 151-152.

    10- Köker, Levent, “Çok Kültürlülük ve Demokratik Meşruluk Sorunu”, Cumhuriyet, Demokrasi ve Kimlik, İstanbul: Bağlam Yayıncılık. 1997, ss. 41-50.

    11- Kruşçev, N., Kruşçev’in Anıları, Çeviren Mehmet Harmancı, İstanbul: Milliyet Yayınları, 1971

    12- Lange, Friedrich Albert, Materyalizmin Tarihi ve Günümüzdeki Anlamının Eleştirisi, c. 1, Çeviren Prof. Dr. Ahmet Arslan, İstanbul: Sosyal Yayınları, 1998.

    13- Noviçev, A. D., Osmanlı İmparatorluğunun Yarı-Sömürgeleşmesi, Çeviren Nabi Dinçer, Ankara: Onur Yayınları, 1979.

    14- Schumpeter, Joseph A., Sosyalizm ve Demokrasi, c. 2, Çeviren: Rasin Tınaz, İstanbul: Varlık Yayınevi, 1977.

    15- Spitz, David, Antidemokratik Düşünce Şekilleri, Çeviren: Şiar Yalçın, İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1994.

    16- Toynbee, Arnold, Medeniyet Yargılanıyor, Çeviren Ufuk Uyan, İstanbul: Ağaç Yayıncılık, 1991.

    17- Wallerstein, İmanuel; Dedeli, Hale; Kasaba, Reşad, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Dünya Ekonomisi ile Bütünleşme Süreci,” Toplum ve Bilim, 23, 1983.

    18- Yayla, Atilla, Özgürlük Yolu Hayek’in Sosyal Teorisi, Ankara: Turhan Kitabevi, 1993.