Köprü Anasayfa

Hürriyet, Meşruiyet ve Cumhuriyet

"Güz 98" 64. Sayı

  • Vahşet ve Bedeviyetten Hürriyete

    Ahmet Dursun

    “Zındıklar ve münafıklar, istibdâd-ı mutlaka “cumhuriyet” namı vermek, irtidâd-ı mutlakı rejim altına almakla, sefahet-i mutlaka “medeniyet” ismi vermekle, cebr-i keyfî-i küfrîye “kanun” ismini takmakla, hem sizi iğfâl, hem hükümeti işgal, hem bizi perişan ederek, hâkimiyet-i İslâmiyeye ve millete ve vatana, ecnebi hesabına darbeler vuruyorlar.”

    —Bediüzzaman Said Nursi

    İnsanlık tarihini sosyolojik olarak belli devrelere ayırmak gerekirse, bu konuda en doğru tespiti Said Nursi’nin yaptığını söylemek mümkündür. “Beşerin edvâr-ı hamsesi var” diyerek insanlığın geçirdiği devreleri beşe ayıran Said Nursi, bu devreleri şöyle sıralamaktadır.

    1- Vahşet ve bedeviyet devri
    2- Memlukiyet devri
    3- Ecirlik devri
    4- Esirlik devri
    5- Malikiyet ve serbestiyet devri.1

    Buna benzer bir sınıflamayı sosyalizmin fikir babası olan Marks da yapmış fakat Marks beşinci devrenin “sosyalizm” ve onu takiben “komünizm” devri olacağını söylemiştir.2

    Ancak, doksanlı yılların başında demir perde ülkelerinin başına gelenler, komünizmin çökmesi ve sonrasında gelişen hadiseler Marks’ı tekzib ederken Bediüzzaman Said Nursi’yi te’yid etmiştir.

    Bediüzzaman’ın bu sınıflaması, geniş olarak incelendiğinde, insanlığın başlangıçtan günümüze kadar elde etmeye çalıştığı ve uğrunda kanlı-kansız mücadelelere giriştiği Namık Kemal’in “Ne efsunkâr imişsin âh ey didâr-ı hürriyyet” diyerek hasretle özlemini çektiği, hürriyet mücadelesinin geçirdiği evreleri de içine almaktadır.

    Ülkemiz için ne kadar uzak gözükse de, yirmi birinci yüzyılın “hürriyet” asrı olacağı açıktır. Ben bu yazımda, hürriyet asrı olarak tanımlanan önümüzdeki asırda da ismini sık sık duyacağımız, insanlığa daha çok hürriyeti vermeyi amaçlayan siyasal sistemlerden biri olan “cumhuriyet” kavramı üzerinde duracağım. Çünkü, dünyanın daha fazla insan haklarını ve bu hakların içinde yer alan din ve vicdan hürriyetini, inanç hürriyetini zikrettiği bir anda, ülkemizde 28 Şubat süreci olarak bilinen bir süreçte, bu hakların bizde kısıtlanmaya doğru gitmesi, Cumhuriyetin 75. yılını kutladığımız şu günlerde, insanları cumhuriyet kavramı üzerinde sorgulamaya itmiştir. Yaşanan hadiseler, “halk hakimiyeti” anlamına gelen cumhuriyet adına yapılanlar, halka rağmen dayatmalar, bu kavramın irdelenmesini gerekli kılmıştır. Zira, milyarlarca harcamalar yapılan göste-rişli eğlenceler, Riki Martin’li Cumhuriyet kutlamaları cumhuriyetin ne olduğu hakkında bir fikir vermediği gibi bu kutlamalarda atılan nutuklarla, yapılan icraatlar arasındaki tezatlık kafalarda soru işaretleri bırakmıştır.

    İnsanlığın fatalitesi

    İnsanlık tarihinin başlangıcından günümüze kadar geçen sürede, şu dünya misafirhanesinde misafir edilen ve vazife-i asliyesi iman ve dua olan insanlığın duçar olduğu en büyük problem, bu aslî vazifeyi kendisine unutturacak hadiselerle karşı karşıya kalmasıdır. Mehmet Akif’in “Hayat ceng-i maîşet, cihansa ma’rekedir” dediği gibi geçim savaşının yapıldığı bir savaş alanı olan bu dünya, sadece maişet kavgasına sahne olmuş değildir. İnsanlığın başlangıçtan beri verdiği en önemli mücadele ise hiç şüphesiz insanca yaşamak, insan olmanın gereklerini yerine getirebilmek, ruhunda hissettiği hürriyeti elde edebilmek, zulme, baskıya, haksızlığa maruz kalmadan hayatını diğer insanlarla paylaşarak idame ettirmek, insan olduğunu hayatını her safhasında hatırlayarak yaşayabilmek ve bu sayede fıtratında var olan ve kalbinin her köşesinde hissettiği inançlarını istediği gibi yaşamak mücadelesidir.

    Özellikle yaşadığımız asır hiç şüphesiz, insanlık tarihinin en fırtınalı asrıdır. Bediüzzaman’ın “ilk asırların toplam vahşetini, bu medeniyet bir defada kustu” dediği şu hazır medeniyetin yaşandığı asrımız, insanlık tarihinin en kanlı ve vahşi sayfası olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu asırdaki dünya savaşları ile son yıllarda cereyan eden ve “medeniyetler çatışması” kılıfına uydurularak göz yumulan savaşlarda mil-yonlarca insan hayatını kaybetti. Bunun yanında, insanın vazife-i asliyesini unutturacak, Cemil Meriç’in “idrakimize giydirilen deli gömlekleri” dediği sonu “izm”le biten ideolojilerin ortaya çıkması, insanlığın büyük bir kısmını huzursuz ederken onlara hayat-ı ebediyelerini de kaybettirdi. Halbuki yaşanan bütün çatışmaların altında daha huzurlu ve mutlu olmak isteği yatmaktadır.

    Bugün dünyanın neresini gezerseniz gezin, sahte gülücükler ardında mutsuz-luğunu gizlemeye çalışan, gülerken ağlayan insanlara hemen rastlarsınız. Hele hele ülkemiz insanları için bunu çok daha rahat söylemek mümkündür.

    Peki insanlara, insanlığa neler oluyor? Bediüzzaman’ın “her şey iptidâilikten mükemmelliğe doğru gider” dediği gibi, ilimde, teknikte iptidâilikten mükemmelliği yakalamış olan insanlığın mutlulukta mükemmelliği yakalamaması neden acaba? Yirmi birinci yüzyıla adım attığımız şu günlerde hâlâ insan hakları, hâlâ hürriyet, hâlâ hak-hukuk tartışmaları yapılıyorsa, bir yerde yanlışlıklar yapılıyor ya da bunlar yanlış zeminlerde aranıyor demektir. Tarihte, ilk defa demokrasi, demokrasi ve hürriyet ilişkileri ile ilgili fikirler M.Ö. 4. ve 5. yüzyıllarda ortaya atılmış ve demokrasi hakkında değerlendirmeler yapılmıştır.3 O zamandan bu yana hürriyet uğrunda nice mücadeleler yapılmış. 2500 yılda ancak bu seviyeye gelen insanlık bu hakları elde etmek için bir o kadar yıl daha mı bekleyecek? Yoksa faydasız inadından vazgeçip “Medine-i Fazıla”nın yaşandığı Asr-ı Saadet döneminde olduğu gibi insanlığa saadeti bahşeden ilahi değerlere ve kanunlara mı yönelecek?

    “Beşer esir olmak istemediği gibi ecir (ücretli) olmak da istemez”4 diyerek insanın hürriyete olan düşkünlüğünü ifade eden Bediüzzaman, “hürriyet insaniyet âlemine galebe çalmaya başlamıştır” diyerek de hürriyetin âlemine yerleşeceğini müjdelemektedir. O halde mesele, insanlığa arzuladığı bu hürriyeti verecek sistemi bulmaktır. Ve insanlık oligarşiden (siyasi gücün birkaç kişilik bir grubun elinde toplandığı yönetim biçimi) otokrasiye (hükümdarın bütün siyasal gücü elinde bulundurduğu yöneltim biçimi) monarşiden (krallık) aristokrasiye (soyluların hakimiyeti) kadar birçok sistemi deneyerek günümüze kadar gelmiştir. Şimdilerde ise çare olarak cumhuriyet ve demokrasi gözükmektedir.

    Cumhuriyetle idare edilen ülkemizi, gelişmiş dünya ülkeleri içinde insan hakları, demokrasi…vb, bakımlardan kıyasladığı-mızda, ülkemiz açısından gözle görülür bir şekilde gerileme göze çarpmaktadır. Dünyanın daha fazla insan hakları ve hürriyetini zikrettiği bir ortamda cumhuriyette 75. yılını kutladığımız şu günlerde, daha az hürriyet, daha az millet hakimiyeti, daha az hukuka doğru yönelmemiz de irdelenmesi gereken bir durumdur.

    Sorun nedir? Anayasamızın I. Maddesinde devletin şekli belirtilirken “Türkiye Devleti bir cumhuriyettir” ifadesiyle bildirilen cumhuriyet mi? Yoksa II. Madde’de belirtilen ve dokuz esasa dayandırılan Cumhuriyetin nitelikleri mi?5 Ya da her şeye, herkese rağmen, anayasada ne yazarsa yazsın, kim ne söylerse söylesin, ben bildiğimi okurum zihniyetine sahip, yönetime hakim idarecilerin tutumu mu?

    Sanırım, bu soruların cevabını bulmanın en iyi yolu da her şeyden önce “cumhu-riyet” kavramının ne olduğunu ortaya koymakla mümkündür. Zira, kavram karmaşasından nasibini alan cumhuriyet doğru tarif edilmezse doğru uygulanamaz. Yada herkes kendi anlayışına göre bir cumhuriyeti tarif eder, hakim olan onu uygulama çalışır ve kavram karmaşasıyla birlikte “hak” karmaşasının da yaşanması kaçınılmaz olur. Dolayısıyla cumhuriyet nedir? Nitelikleri nelerdir? Türkiye yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bir ülke olduğuna göre, cumhuriyet İslam ile bağdaşır mı? Gibi soruların cevabının verilmesi gerekir.

    Cumhuriyet nedir?

    “Halkın hür olarak seçtiği temsilciler (milletvekilleri ve senatörler) aracılığı ile egemenliğini (hakimiyetini) kullanma şekli”6 olarak tarif edilen cumhuriyete belli başlı sözlüklerimizde şu anlamlar ve-rilmiştir.

    Tanzimat döneminin önemli sözlüklerinden biri olan Lugat-ı Nâci de “cumhuriyet” kavramı yer almazken (bu durum, bu kavramın bizde pek yeni olduğunu gösterir) bu dönemin diğer bir önemli sözlüğü olan Kamus-i Türkî’de cumhuriyet kavramı “Bir reis-i müntekibin taht-ı riyasetinde bulunan heyet” şeklinde tanımlanmaktadır.7

    M. Nihat Özön’ün hazırladığı Osmanlıca-Türkçe sözlükte cumhuriyete “seçilme, bir başkanın başında bulunduğu devlet idaresi”8 anlamı verilmiştir.

    Türk Dil Kurumu’nun hazırladığı Türkçe Sözlük’te ise cumhuriyet “milletin egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler içinde seçtiği milletvekilleri aracılığı ile kullandığı devlet biçimi”9 şeklinde tanımlanmaktadır.

    Sözlüklerde yer alan bu tanımlarda “halkın hür iradesi ve egemenliği, seçimi ve bu seçimle işbaşına gelen idarecilerin olması, ortak özellik olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu tanımlar doğru olmakla birlikte, bence, cumhuriyetin özüne inmemekte, sadece kabuğunda kalmakta, cumhuriyetin gerçek anlamını içermemektedir. Zira ülkemizde 75 yıldan beri, şöyle veya böyle, seçimler yapılmakta ve bu seçimler sonucu bir yönetici topluluğu işbaşına gelmektedir. Bu yeterli ise pekâlâ ülkemizde cumhuriyet tam manasıyla uygulanıyor diyebiliriz.

    Anayasamızın “Başlangıç” kısmında “millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu anayasada gösterilen hürriyet, demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı”10 vurgulandıktan sonra birinci maddede devletin şekli “cumhuriyet” olarak belirlenmiş, ikinci maddede bu cumhuriyetin nitelikleri belirtilmiştir.

    Buna göre cumhuriyet dokuz esasa dayandırılmış “Türkiye cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir.”11 denilmiştir.

    Eskiler “Arife tarif gerekmez” derken bugünleri pek düşünmemişler herhalde! Şimdilerde arife tarif de yetmiyor. Yaptığınız tarifi uygulayarak göstermelisiniz ki, tarif doğru anlaşılsın. Zira, arif değiliz ama, yapılan cumhuriyet tariflerini ya biz yanlış anlıyoruz yada anladığımız şekilde bunlar uygulanmıyor. Görünen o ki, söylenenlerle yapılanlar arasında dağlar kadar fark var. Zira son günlerde yaşanan hadiseler, toplumun çoğunluğunu huzursuz etmekte, tamamen maddi bir anlayışa yönelik idareyle milli dayanışma sadece milli maçlarda hatırlanmakta, vicdanla cüzdan arasına sıkışan hakimlerimizin ayakta tutmaya çalıştığı adalet sistemimiz sarsılmakta, üniversitelerde yaşanan hadiseler “insan hakları” gibi bir kavramı yok saymakta, jakoben uygulamalarla hürriyet, özgürlük anlamına gelen demokrasi rafa kaldırılmakta, tarafsız kalmak, inançlarından dolayı kimseye karışmamak anlamına gelen laiklik, lâdinilik olarak algılanarak, halk arasında laik-anti laik gibi zıtlaşmalara yol açılmakta, kısaca yaşananlar “sosyal bir hukuk devleti” tanımlamasına ters düşmektedir.

    Şüphesiz, söylemek yapmak kadar bir mana ifade etmez. İlmiyle amil olunmadıktan sonra, bilinenlerin bir kıymet ifade etmediği açıktır. Uygulamaya geçmemiş, sözde, kağıt üzerinde kalmış hukuk devleti vaadlerinin de bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Akif’in dediği gibi; “Sâde hürriyeti i’lân ile bir şey çıkmaz/Onu halka hazmettiriniz biraz.”

    Bediüzzaman’ın ifadesiyle, bazı insanların fikren ortaçağda yaşadığı bir ortamda, cumhuriyeti isim ve şekilden ziyade gerçek manasıyla yaşayabilmek, her şeyden önce hür bir zemin oluşturarak, bu zeminde insanların fikirlerini hür bir şekilde tartışabilmelarini sağlamak ve “barika-i efkârdan doğan hakikat”i uygulayabilmekle mümkündür. O halde yapılması gereken bu milletin ve vatanın selameti uğruna hayatını feda edenlerin fikirlerini, mesnedsiz iddialarla yok saymak değil, onlara kulak vermek olmalıdır.

    Saltanat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet olmak üzere üç devir görmüş olan Bediüzzaman Said Nursi, Osmanlı’daki dediği meşrutiyet tartışmalarına katılmış, bazılarının İslam adına karşı çıktığı meşrutiyete İslam adına sahip çıkmış, dönemin ulemasına ve yöneticilerine meşrutiyet dersi vermiş, Cumhuriyet döneminde de gerçek cumhuriyetin nasıl olması ve uygulanması gerektiğini o günün idarecilerine anlatmış, gerçek bir aydındır.

    —Cumhuriyet ki…-

    Bediüzzaman Said Nursi, Divân-ı Harbi-Örfi adlı eserinde cumhuriyeti şöyle tarif etmektedir: “Cumhuriyet ki, adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. On üç asır evvel Şeriat-ı Garra teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa’ya dilencilik etmek din-i İslam’a büyük bir cinayettir. Ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir. Kuvvet kanunda olmalı yoksa istibdat tevzi olunmuş olur.”12

    Said Nursi’nin bu tanımında olmazsa almaz diyebileceğimiz üç unsur karşımıza çıkmaktadır. Bunlar adalet, meşveret (parlamento) ve kanun hakimiyetidir. Bunların dayandığı kriter ise İslam’dır. Zira insanlık bunların en mükemmel uygulamasını Asr-ı Saadetle görmüştür. Dolayısıyla, cumhu-riyeti oluşturacak bu unsurları başka yerlerde aramak, örneklerini başka yerlerden göstermeye çalışmak, Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Avrupa’ya dilencilik etmek” İslam’a karşı işlenmiş büyük bir cinayet hükmündedir.

    Şimdi cumhuriyeti oluşturan bu unsurlar üzerinde kısaca duralım.

    Adalet: Kur’ân’ın dört esasından biri olan adalet “doğrudan ayrılmamak, hakka riayet etmek”13 “herkesin hakkına tama-mıyla riayet etmek, insaf,”14 “hak tanırlık, doğruluk”15 gibi anlamlara gelir. İnsanların en çok arzu ettiği bir durum olan adalet, insan olmanın da bir gereğidir.

    Adalet namazında kıblenin dört mezhep olması gerektiğini16 söyleyen Said Nursi, “nev-i beşere rahmet olan Kur’an’ın ancak umumun, laakal çoğunluğun saadetini ta-zammun eden bir medeniyeti, kabul ettiğini”17 ifade ederek, Kur’an medeniyetinin hakka ve onun gereği olan adalete dayan-dığını belirtir.18

    Kur’ân’ın adâlet-i mahzayı esas aldığını belirten Said Nursi, adâlet-i mahzayı şöyle tarif eder: “Bir masumun hakkı bütün halk için dahi iptal edilemez. Bir fert dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenab-ı Hakkın nazar-ı merhametinde hak haktır. Küçüğüne büyüğüne, bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez. Bir cemaatin selameti için, bir ferdin-rızası bulunmadan-hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına, rızasıyla olsa, o başka meseledir.”19

    “Hiç bir günahkâr başkasının günahını yüklenmez “(Enam/164) ayetine dayanan adalet-i mahzaya göre başkasının işlediği suçlardan dolayı kimse sorumlu tutulmaz.

    Meşrutiyetin* adalet esasına dayan-dığını ifade eden Bediüzzaman, “meşrutiyet, adâlet ve şeriattır.”20 diyerek cumhu-riyet idaresi için adaletin önemini sık sık vurgular. Zira “saadet-i beşeriye dünyada a-dalet ile olabilir. Adalet ise doğrudan doğ-ruya Kur’an’ın gösterdiği yol ile olabilir.”21

    Hz. Ali’nin bir Yahudi ile mahkemesi, “Kenar-ı Dicle’de bir kurt ısırsa bir koyunu/Gelir de Adl-i İlahi Ömer’den sorar yarın onu” diyen ve İslâm tarihinde adalet abidesi olarak yerini alan Hz. Ömer’in uygulamaları, adaletin uygulanışı bakımından, insanlık tarihinde Asr-ı Saadete müstesna bir yer ayırmaktadır.

    Cumhuriyet idaresi, adaleti mutlaka sağlamak zorundadır. Nizamülmülk’ün “küfr ile dünya durur, zulm ile durmaz” sözünü de burada hatırlamak gerekir. Zulmü durdurmanın yegâne yolu adaleti tesis etmektir. Bu da eşitliği esas alan cumhuri idarenin birinci görevidir.

    Meşveret: Müşaverede temel esaslarında biri olarak kabul edilen meşveretin uygulanması, yani devlet adına alınacak kararların seçilmiş kimseler tarafından alınması İslam’ın ilk devirlerinde tam manasıyla yapılan bir uygulamadır.

    “İşlerde onlarla istişâre et “(Âl-i İmran/159), “Onların aralarındaki işleri meşveret iledir (Şûra/38) ayetlerini parlamento sistemine delil olarak getiren Said Nursi, meclis usulünün lüzumu için şunları söyler:

    “Zaman-ı sabıkta revabıt-ı içtima ve le-vazım-ı taayyüş ve fevaid-i medeniyet o kadar tekessür ve teşaub etmediğinden, bazı kalil adamların fikri, devletin idaresine yarı kâfi gibi idi. Ama bu zamanda revabıt-ı içtima o kadar tekessür etmiş ve levazım-ı taayyüş o derece taaddüt etmiş ve semerat-ı medeniyet o kadar tefennün etmiş ki, ancak yalnız kalb-i millet hükmünde olan meclis-i meb’usan ve fikr-i ümmet makamında olan meşveret-i şer’î ve seyf ve kuvve-i medeniyet menzilinde bulunan hürriyet-i efkâr o devleti taşıyabilir. Ve idare ve terbiye edebilir.”22

    Bu ifadelere göre fikir hürriyetine ve şer’i meşverete dayanan meclis, milletin kalbi hükmündedir. Kalbin sadece bir maddeden ibaret olmadığı, manevi görevinin de bulunduğu göz önünde bulundurulursa, milletin kalbi hükmünde olan meclisin manevi görevlerinin de bulunduğu açıktır. Elbetteki meclisin en önemli görevlerinden biri, kendisini o meclise gönderen milletin hissiyatına tercüman olmak, milletinin manevi, mukaddes değerlerine sahip çıkmaktır.

    Bediüzzaman’ın bahsettiği şûraya dayalı yönetim, Asr-ı Saadet döneminde mükemmel bir uygulama alanı bulmuştur. Hendek savaşı sırasında, şehir dışında savaşmayı teklif eden Hz. Peygamberin (a.s.m.) bu teklifine karşı, Hz. Selman’ın şehri, şehrin etrafına hendek kazıp şehir içinden müdafaasını teklif etmesi istişare edilmiş ve Hz. Selman’ın teklifi kabul edilerek, Medine’nin etrafına hendekler kazılmak suretiyle şehrin savunulması gerçekleşti-rilmiş ve bir zafer kazanılmıştır.

    Devlet teşkilatında kuvvetler ayrılığı uygulaması, Hz. Ömer devrinde başlamıştır. İdare ve kaza (yargı) ayrımı yapılması, bu-nun yanında devletin en yüksek müzakere ve karar organı olarak bir şûra meclisi ku-rulmuştur. Bu meclis, kabile mümessilleriyle halk temsilcilerinden teşekkül ederdi.23

    Kanunda inhisar-ı kuvvet: Bediüz-zaman’ın bu sözü kanun üstünlüğünü, kanun hakimiyetini (nomokrasi) ifade etmektedir.

    “Meşrutiyetin ağası haktır, kanundur, efkâr-ı âmmedir (kamuoyu)”24 diyen Said Nursi, keyfi uygulamalarla millete yapılan baskıları İslamiyete vurulmuş bir darbe olarak nitelemektedir.

    Tolstoy’un dediği gibi, “kanunlar büyük sineklerin delip geçtiği, küçük sineklerin takılıp kaldığı bir örümcek ağı” olmamalıdır. Yada Mehmet Akif’in “Beşerin adli masal, hak zıpırındır yalınız/Dövülen mahkemelerden kovulur, çünkü, cılız.” dediği gibi olmamalıdır. Bediüzzaman’ın ifadeleriyle “kuvvet kanunda olmalıdır, yoksa istibdat tevzi olunmuş olur.”

    İstibdâdın zulüm ve tahakküm, meşve-retin adalet ve şeriat olduğunu25 ifade eden Said Nursi, “nemelâzım, başkası düşünsün” şeklindeki düşüncelerin istibdadın yadigarı olduğunu belirtir.26

    Şüphesiz bu sözlerin hepsi elimize birer ölçü vermektedir. Bu tür düşüncelere, yani nemelazım, başkası düşünsün” şeklindeki düşünceye sahip olan insanların çoğaldığı bir toplumda, şöyle veya böyle istibdat uygulanıyor, dolayısıyla cumhuriyet tam manasıyla uygulanmıyor demektir.

    “Tebeddül-i esmâ ile hakikat tebeddül etmez” kaidesince, istibdad-ı mutlaka cumhuriyet namı vermenin hükümete ve millete tecavüz olduğunu ifade eden Said Nursi, baskı ve zorlamaların, hak ve hürriyetleri kısıtlamanın, adına ne denirse densin cumhuriyet olamayacağını, bunun istibdat olduğunu vurgulamaktadır.

    Bediüzzaman, Hutbe-i Şamiye adlı eserinde “Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber, bizi maddi cihette kurun-ı vustada (ortaçağ) bırakan ve tevkif eden altı hastalığı sayarken beşinci hastalık olarak “çeşit çeşit sari hastalıklar gibi intişar eden istibdat”27 demekte, istibdadın çeşit çeşit ve bulaşıcı olduğunu belirtmektedir. Bu ifadelerden her türlü baskı ve zorlamanın istibdadın sınırları içine girdiğini anlayabiliriz. Üniversitelerdeki başörtüsü yasağından öğretim yaptığı dayatmalardan, medyanın kendi anlayışı ve fikri çerçevesinde, milletimizin fıtratına uymayan gayr-i ahlâki neşriyatıyla milletin fikrini yönlendirmesine, hâlâ düşünce suçlularının olmasına kadar çeşitli şekillerde tezahür eden baskı ve zorlamalar istibdat sınırları içine girmekte ve bu uygulamalar cumhuriyet idaresiyle bağdaşmamaktadır.

    Hukukta şah ve gedânın bir olduğunu ifade eden28 Said Nursi, zulmün meşrutiyetten değil, kafalardaki cehaletin zulmetinden kaynaklandığını belirtir.29

    Cumhuriyetin olmazsa olmazları

    Bediüzzaman’ın cumhuriyet idaresinde ısrarla aradığı önemli unsurlardan biri de vicdan hürriyetidir.

    “Madem cumhuriyet prensipleri hürriyet-i vicdan kanunu ile dinsizlere ilişmi-yor, elbette mümkün olduğu kadar, dünyaya karışmayan ve ehl-i dünya ile mübareze etmeyen ve ahiretine ve imanına ve vatana dahi nafi bir tarzda çalışan dindarlara da ilişmemek gerektir ve elzemdir.”30 diyerek cumhuriyetin vicdan hürriyetini esas aldığını vurgulayan Said Nursi, bir başka yerde cumhuriyet hükümetinin vicdan hürriyet ile birlikte ilim ve fikir hürriyetini de temin etmesi gerektiğini belirtir.31 Ancak bunları yaparken lâik-antilaik, inançlı-inançsız gibi ayrım gözetmemesi de gerekir.

    Said Nursi bunu da şu sözleri ile ifade eder: “Eğer lâik cumhuriyeti soruyorsanız, ben biliyorum ki lâik manası bi-taraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düstura ile dinsizlere ve sefahatçilere ilişmediği gibi dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükümet telakki ederim.32

    Bediüzzaman’ın Eskişehir Mahkemesi sırasında “cumhuriyet hakkındaki fikrin nedir?” diye soranlara verdiği cevap da cumhuriyet ile ilgili başka önemli ölçüleri ihtiva etmektedir. Bediüzzaman’ın cevabı şudur: “Yaşlı mahkeme reisinden başka daha siz dünyaya gelmeden, ben, dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hulasası şudur ki: O zaman şimdiki gibi hâli bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Bende tanelerini karıncalara veriyordum. Ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden sordular. Ben de dedim bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyet perverliklerine hürmeten taneleri karıncalara veriyorum.”

    Sonra dediler. “Sen selef-i salihine muhalefet ediyorsun.” Cevaben diyordum. “Hulefa-i Raşidin hem halife, hem reis-i cumhur idiler. Sıddik-i Ekber (r.a.) Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.”33

    Bu satırlara göre cumhuriyet her şeyden önce isim ve resimden ibaret kalmamalı. Yukarıda bahsetmeye çalıştığımız prensipleri tam manasıyla uygulamalı, bundan başka “hakikat-ı adaleti” ve “hürriyet-i şeriyeyi” taşımalıdır. Cumhuriyet idaresin-de adaletin nasıl olması gerektiği üzerinde durmuştuk. Burada ayrıca cumhuriyet hükümetinin hürriyetin en geniş suretini verdiğini34 ifade eden Said Nursi, hürriyetin de ölçülerini de bize göstermektedir.

    Hürriyeti, “başkasına zarar vermemek şartıyla, insanın hatta sefahet ve rezalet de olsa, her istediğini, yapması” şeklinde tarif edenlere karşı Bediüzzaman, Kur’ân adabıyla edeplenmiş ve süslenmiş olan hürriyeti şöyle tarif eder: “Sefahat ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki hayvanlıktır. Şeytanın istibdadıdır. Nefs-i emmâreye esir olmaktır. Hürriyetin şe’ni odur ki, ne nefsine ne gayriye zararı dokunmasın”35

    O halde cumhuriyet idaresinin en önemli görevlerinden birisi de, sefalete, rezalete yol açacak, insanları nefs-i emmâresinin kölesi yapacak adeta hayvanlaştıracak yolları tıkamak, bunları engellemek, insanın fıtratının da bir gereği olan ve insana gerçek saadeti kazandıracak olan hakiki hürriyeti sağlamak olmalıdır.

    Demokrat cumhuriyet

    Bediüzzaman’ın—kısaca özetlersek—adalet, parlamento, kanun hakimiyeti, din ve vicdan hürriyeti, fikir ve ilim hürriyetine dayandırdığı cumhuriyet, demokrat bir cumhuriyetten başkası değildir.

    Demokrasiyi insan hakları ve halkın egemenliği olarak tarif eden Alain Touraine, demokrasinin her şeyden önce toplumsal edimcilerin özgürce oluşma ve eylemde bulunmasını sağlayan siyasal rejim olduğunu söyler.36 Demokrasinin, ancak siyasal iktidarı, giderek daha geniş bir biçimde tanımlanan, önce “yurttaşlığa ilişkin” olan ama, aynı zamanda da toplumsal hatta kültürel nitelikler taşıyan haklara saygıya tabi kıldığı takdirde güçlü olacağını söyleyen yazar37 demokrasiyi siyasal bağlamda üç ilkede dile getirir. Bunlar, iktidarın saygı duyması gereken temel hakların kabulü, yöneticiler ve siyasetlerinin toplumsal temsiliyeti ve yurttaşlık, yani hukuk üstüne kurulu bir topluluğa aidiyet bilinci.38

    Fransız yazarın ifade ettiği ve bütün dünyanın bugün kabul ettiği ilkeleri içine alan demokrasi tarifinin, Bediüzzaman’ın cumhuriyet tarifi içinde fazlasıyla yer aldığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

    Gerçekte isim o kadar önemli değildir. İsimlerin değişmesiyle hakikat değişmez kuralınca, önemli olan uygulamalardır. Şu anda dünyada bulunan birçok devletin adı cumhuriyet olduğu halde idaresinin gerçek manada cumhuriyet olmadığı görülmektedir. Bunun yanında cumhuriyet adını almayan bazı devletlerin de cumhuriyet gibi idare edildikleri görülmektedir. Kısacası, önemli olan uygulamalardır. Ülkemiz için de bu geçerlidir. İnsan haklarını, din ve vicdan hürriyetini, fikir hürriyetini, ilim hürriyetini, kanun hakimiyetini, millet hakimiyetini, adaleti vs. tesis etmedikten sonra, idarenin adının cumhuriyet olması pek de önemli değildir.

    Netice

    Milletler de insanlar gibidir. İnsanların yaşadığı halleri milletler de benzer şekilde yaşarlar. İnsanın iyi ve kötü günleri olduğu gibi milletlerinde iyi ve kötü günleri vardır. İnsanın mutlu veya mutsuz olabildiği gibi milletlerin de mutluluğu söz konusudur.

    Mazisi derin köklere yaslanan milletimiz için de aynı durum söz konusudur. Bin yıl İslâm’ın bayraktarlığını yapmış ve tarih basamaklarını ikişer üçer atlayarak adını en üst noktaya altın harflerle yazdırmış olan aziz milletimiz, son asırlarda o basamaklardan hızla yuvarlanmış değerlerini yitirmiş, eski satvetli günlerini mumla arar olmuş ve mutsuzluğu da giderek artmıştır.

    Bence, bir milletin mutsuzluğunun ve başarısızlığının en büyük sebebi de—insanda olduğu gibi—o milletin kendi fıtratına göre hareket etmemesidir. Oysa Bediüz-zaman daha cumhuriyetten evvel yönetici zevatı, “Enbiyanın ekseri Şarkta ve hükemanın ağlebi Garpta gelmesi kader-i Ezelinin bir remzidir ki, Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalptir, akıl ve felsefe değildir. Madem Şarkı intibahına getirdi-ğiniz, fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa sayınız hebaen mensûra gider veya sathi kalır.”39 diyerek uyarmıştı.

    Milletimizin fıtratında ise İslam vardır. İslam ise bahsetmeye çalıştığımız cumhuriyetin niteliklerini fazlasıyla içine almakta ve en güzel uygulamalarını da Asr-ı Saadetle göstermektedir. Dolayısıyla, İslam adına veya dinsizlik adına İslam’ı cumhuriyete tersmiş gibi göstermek, gerçek cumhuriyet aşıklarını da cumhuriyet düşmanı olarak ifade etmek, dar görüşlülükten başka bir şey değildir.

    Aziz milletimizin, hakiki cumhuriyeti içinde barındıran İslam’a yöneldiği müddet-çe mutluluğunun ve başarısının artacağı apaçık bir gerçektir.

    İslam’ın en mükemmel yaşandığı devir olan Asr-ı Saadet dönemi, Said Nursi’nin sürekli olarak örnek göstermesi, Asr-ı Saadet uygulamalarından deliller getirmesi dikkate değerdir. İnsanlığın mutlulukta mükemmelliği yakalayabilmesi için 2500 yıl daha beklemesine gerek yoktur. Bunun için 1400 yıl öncesine, Kur’ân’ın aydınlattığı o Saadet Asrına dönüp bakması yeterlidir.

    Asr-ı Saadette devletin adı yoktur. Belli bir devletin şekli de yoktur. Ama Asr-ı Saadette, Hz. Ömer’i, her gece halkın ihti-yacı var mı diye sokaklarda dolaştıracak kadar, idareciler halkın hizmetkarıdır. Adalet, bugün en medeni ülkelerin hazmedemeyeceği kadar üste seviyededir. Halk, “Ey Ömer, giydiğin elbisenin hesabını ver!” diyecek kadar hakimdir. Bir devlet başkanının bir Yahudi ile muhakemesi yapılacak ve o devlet başkanının aleyhine karar verilecek kadar hukukun üstünlüğü vardır. Kısacası, bu gün en demokrat geçinen ülkelerin hayal edemeyeceği uygulamalar Asr-ı Saadette mevcuttur.

    Bana göre, bu gün daha fazla demokrasiyi arayan ve kendilerini insan hakları jandarması sayan, ancak insan hakları evrensel beyannamesini henüz 50 yıl önce kabul eden dünya ülkelerinin, insan hak ve hürriyetleri adına yaptığı bütün uygulamaları, Asr-ı Saadet dönemine ve o döneme Saadet Asrı dedirten Kur’ân hakikatlerine biraz daha yaklaşma çabasından başka bir şey değildir.

    Dipnotlar

    * Bediüzzaman “meşrutiyet ki, şimdi cumhuriyet oldu” dediği için, meşrutiyetle ilgili düşüncelerini cumhuriyet için de düşünebiliriz.

    1. Said Nursi, Mektûbat, Yeni Asya Neş., İst. 1997, s. 353.

    2. Safa Mürsel, Devlet Felsefesi, Yeni Asya Yay., İst. 1976, s. 122.

    3. Mesut Toplayıcı, "İslam ve Demokrasi", Köprü, No: 50, s. 57.

    4. Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neş., İst. 1996, s. 116.

    5. Bkz. Burhan Kuzu, Türk Anayasa Metinleri ve İlgili Mevzuat, Filiz Kitabevi, İst. 1997, s. 23.

    6. İslam Prensipleri Ansiklopedisi. İttihat Yay., İst. 1994, s. 307.

    7. Şemsettin Sami, Kamus-i Türki, Bedir Yay, 1317.

    8. M. Nihat Özön, Osmanlıca-Türkçe Sözlük, İnkılap ve Aka Kitapevi, 1959.

    9. Türk Dil Kurumu, Türkçe Sözlük, Ankara 1988.

    10. Burhan Kuzu, a.g.e., s. 23.

    11. a.g.e., s. 23.

    12. Said Nursi, Divân-ı Harbî-Örfi, Yeni Asya Neş, İst. 1993, s. 69.

    13. Muallim Nâci, Lügat-ı Naci, Çağrı Yay., İst. 1995.

    14. Kamus-i Türki.

    15. Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Lügat, Aydın Kitabevi, Ank. 1993.

    16. Divân-ı Harbî-Örfi, s. 24.

    17. Mektubat, s. 458.

    18. a.g.e. s. 458.

    19. a.g.e. s. 57.

    20. Divân-ı Harbî-Örfi, s. 23

    21. Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neş., İst. 1993, s. 83.

    22. Divân-ı Harbî-Örfi, s. 83.

    23. Ali Fuad Başgil, Anayasa Prensipleri; zikreden: Safa Mürsel, Devlet Felsefesi, Yeni Asya Yay., İst. 1976, s. 276.

    24. Said Nursi, Münazarat, Yeni Asya Neş., İst. 1994, s. 23.

    25. Divân-ı Harbî-Örfi, s. 23.

    26. a.g.e. s. 65.

    27. Hutbe-i Şamiye, s. 27.

    28. Said Nursi, Beyanat ve Tenvirler, Yeni Asya Neş., İst. 1995, s. 89.

    29. a.g.e. s. 74.

    30. Said Nursi, Şualar, Yeni Asya Neş., İst. 1997, s. 311.

    31. Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neş., İst. 1997, s. 27.

    32. Şualar, s. 318.

    33. a.g.e. s. 317.

    34. Emirdağ Lahikası, s. 27.

    35. Beyanat ve Tenvirler, s. 40.

    36. Alain Touraine, Modernliğin Eleştirisi, çev: Hülya Tufan, Yapı Kredi Yay, İst 1995, s. 360.

    37. a.g.e. s. 359.

    38. a.g.e. s. 360.

    39. Tarihçe-i Hayat, s. 126, 127.