Köprü Anasayfa

Devlet-i Aliyye

"Kış 99" 65. Sayı

  • Bir Devrin Tasfiyesi veya Hilafetin İlgası

    Nazmi Eroğlu

    Araştırmacı-Yazar

    Hilafet meselesi çevresindeki tartışmalar günümüze kadar azalan ve eksilen bir yoğunlukta sürmüştür. Yapılan yayınlarda meselenin dini yönü ortaya konulduğu gibi tarihi gelişimi de incelendi. Esasında, önce Türkiye’de, daha sonra diğer İslam ülkelerinde oluşan siyasal sistemlerle ilgili tartışmalar konuyu sürekli gündeme getirebilmektedir.

    Bu yazımızda ortaya koymak istediğimiz, meseleyi dini açıdan irdelemek değildir. Bunun yanında ansiklopedik mahiyette veya tarihî sürecin kronolojik olarak ortaya konması gibi bir endişemiz de yoktur. Zira bu açılardan bir hayli kafa yoran ve minnetle anılması gereken değerli akademisyenlerin çalışmaları (ilahiyatçı, hukukçu, tarihçi) vardır. Bundan başka düşünülmesi gereken konu, Hilafet kurumunun son dönem Osmanlı-İslam toplumunda kazandığı sosyal ve siyasal önemin, İslam coğrafyasında nüfuz sahası ve sömürgeler bulan batılı güç odaklarının dikkatini çekmesidir. Bunların siyasetleriyle Hilafet siyasetinin arasında zamanla oluşan gerilimin şiddeti ve I. Dünya Savaşını kaybeden Türkiye’nin, Hilafet kurumunu kaldırmaktaki zorunluluğunun araştırılması gerekiyordu.

    Hilafetin kaldırılmasının gerçek sebepleri ne olabilirdi? Türkiye’nin çağdaşlaşmasının önündeki engeli aşmak mı idi gerçek sebep? Hilafet ve Saltanat yapısal olarak böyle olumsuz fonksiyon icra ettiği iddia edilirse Japonya, İngiltere vs gibi ülkelerin, monarşilerin gölgesinde kalkınabilmiş olması; hatta liberal demokrasiyi uygulamadaki başarıları ve bunun zıddı olarak bir çok cumhuriyetlerdeki totalitarizm ne ile açıklanabilecekti? Hilafetin dini ve milli açıdan gerekliliği veya gereksizliği eksenindeki bir tartışmadan ziyade—ki zamanımızda bu tür tartışmanın yararı ve gereği olmayacağı düşünülebilir—meselenin arka planıyla anlaşılmaya ve analize ihtiyacı vardır. Bu çalışmada buna bir nebze ışık tutulabilirse yazı amacına ulaşmış sayılır.

    Müslüman’ın evvela fert bazında dini idrak etmesi gerekmektedir. Bundan sonra dinin emrettiği doğrultuda adalete uygun, refah ve huzuru yerinde olan özgür bir toplum gelmektedir.—Belki de bunların beraber düşünülmesi gerekir.—Bunun temin edilmesi şüphesiz toplumun ve kurumların hukuk normlarına uygun bir şekilde formatlanmasından geçmektedir.

    Toplumun kendi iç problemlerini halledebilmesi çevresindeki toplumlarla münasebetlerine bağlıdır. Aslında İslam dininin insanî anlayışını bilen bir toplum, çevredeki toplumların huzurlu olup olmamasıyla ilgilidir. Komşuda çıkan yangına seyirci kalmamak insan olmanın gereğidir. Bediüzzaman’ın tabiriyle, insan gayrın elemiyle müteellim olduğu gibi gayrın lezzetiyle de mütelezziz olur.

    Müslümanlıkta dünya üzerinde yaşayan insanların hepsi ümmet olarak kabul edilmekte bu da iki bölümde düşünülmektedir: Ümmet-i asıl ve ümmet-i davet. Müslüman’ın görevi, dünyayı bir imtihan yeri olarak algıladığı için ölünceye kadar devam etmektedir. Zerre kadar iyilik veya kötülük yapanlar karşılığını görecektir. Yani, amellerin mutlaka sorgulanacağı bir başka diyar bulunmaktadır

    Kısaca, Müslüman ve onun meydana getirdiği toplum ve teşkilatlar adaleti ve doğruluğu tebliğ edip hakim kılmakla mükelleftirler. Bunun anlamı ve meydana gelebilmesi cihat etmekle mümkündür. Ancak, cihad kavramını savaş karşılığına indirgemeden düşünmek gerekir. Müslüman’ın iyiyi ve doğruyu düşünce bazında ve niyetiyle tasarlayıp iradesiyle fiiliyata çıkarması anlamını ihtiva etmektedir. Ülkesi için savaşması bunun içinde ayrıntı olarak anlaşılabilir.

    İslam toplumlarında siyasal meşrû’i-yetin kaynağı tarihi süreç içinde değişiklikler arz etmektedir. Ancak, İslamcılık cereyanına kaynaklık eden Yeni Osmanlı aydınlarının oluşturduğu düşüncelerden itibaren, günümüze kadar pek çok yazar meşrûiyetin kaynağı konusunda milli irade anlayışını ileri sürmüşlerdir. Bunlar daha çok radikal bir biçimde İslam’ın ilk dönemlerine ve ilk kaynaklarına dayanmaktadırlar. Bu çerçevede karşıt düşünceler de üretilmektedir.

    Yavuz Selim’den Vahideddin’e

    İslamiyet geniş bir coğrafyaya yayıldıktan sonra muhtelif İslam devletlerinin sultanları halife unvanını kullanmışlardır. Halife unvanı, dönemindeki geleneğin takipçisi olarak adaletle hükmetmek maksadını ortaya koymak için alındığı düşünülebilir. Yani her Müslüman hükümdar, halifeler gibi âdilane hükmetmesi gerekmektedir.

    Bu bağlamda Osmanlı Hilafet anlayışı, meşrûiyetinin dayandığı esasları şu başlıklar altında toplamak mümkündür:

    İrade-i İlahiyenin tecellisi;

    Ecdattan tevarüs;

    Cihad;

    Ulema, sivil ve askeri bürokrasinin yanında halkın tasvibi.

    I. Murad’dan sonra Osmanlı padişahları içinde de bu özlemin ifadesi olarak halife ünvanı kullanılmıştır.

    Sultan I. Selim Mısır’ı Osmanlı topraklarına kattıktan sonra halifeliğin İslam dünyası içindeki maddi-manevi misyonunu tevarüs etti (Abbasi Halifesi III. Mütevekkil-Alellah’dan). Hicaz’ın Osmanlı hakimiyetine geçmesinden sonra Osmanlı Padişahları “hadimü’l-Harameyni’ş-Şerifeyn” ünvanını benimsediler.

    Osmanlı padişahlarının, geniş bir İslam coğrafyasına yayılan devletin sınırlarını aşarak bütün İslam dünyası açısından ha-lifeliğin gereklerini yerine getirme eğilimi taşıdıkları görülür.

    Kanuni, Portekizlilerin tasallutuna uğrayan Hintlilerin yardım istemelerine karşılık, Allah’ın inayetiyle yeryüzünde halife olduğunu, dolayısıyla hac yolunun güvenliğini sağlamanın kendi görevi olduğunu belirtmiştir. Aynı şekilde III. Murad, Afrika’daki Sa’di Sultanlarıyla ilişki kurmanın yollarını aramış ve gönderdiği mektuplarında hilafetini kabul etmelerini istemiştir (Özcan, 546).

    Hilafet kurumu İstanbul’a getirilip padişahlıkla ilişkilendirildiği zaman siyasal açıdan gücünün doruğuna ulaşmıştır. Olay yaşanmakta olan bir durumun hukukî hale getirilmesiydi. Zira Osmanlı sultanları İslam dininin gereklerine göre yetiştirildiklerinden Hilafetin misyonunu devletin gücü nispetinde yerine getirdikleri düşünülebilir. Hatta, Hilafet kurumunu uhdesinde bulunduran halifelerden daha fazla Hilafetin anlam ve amaçlarına hizmet ettikleri de söylenebilir. Dolayısıyla bu kurumun eşyanın doğasına uygun olarak, amaçlarını en iyi yerine getirebilen bir siyasî otoritenin üzerinde kalması gerekmekte idi.

    Osmanlı sultanlarının, tıpkı Selçuklu sultanları gibi Müslümanların sorunlarıyla ilgilendikleri görülmektedir. Yavuz Selim’le beraber Osmanlı Devleti’nin hakimiyet alanı değişik milletlerin yaşadığı bölgelere yayıldığından Müslüman bir sultanın yapması gereken, geniş bir perspektiften ülke yönetimini düzenlemekti. Dolayısıyla Hilafete yüklenen anlamın fiili temsilcisi olarak Osmanlı sultanlarının temayüz ettiği düşünülebilir. Doğal bir şe-kilde oluşan bu reel politikalardan sonra 18. yy’ın ortalarından itibaren batılı ülkelerde gelişen sanayi inkılabı ve buna bağlı olarak siyasi-askeri ve ekonomik yayılmacılık, Müslümanların yaşadığı toprakların aleyhine gelişmekte idi. İslam beldeleri 19. yy’da bir bir bağımsızlıklarını kaybetmeleri Moğol istilasından bu tarafa en büyük tehlike olarak ortaya çıkmakta idi.

    Osmanlı Devleti bu olumsuz tabloyu giderecek siyasi, askeri, ekonomik ve entelektüel birikime sahip değildi. Bir takım reformlarla savunma refleksleri denebilecek davranışlar göstermekte idi.

    Yavuz Selim’in Hilafeti padişahlıkla birleştirmesi İslam birliği hususunda atılan en önemli adım olarak düşünülebilir. Esasında Hilafet ve İslam birliği konusuyla ilgili yapılan yorumlarda 19. yy sonrası dönem ağırlıkla söz konusu edilip, bunu moderniteyle açıklama gayretleri görülür. Halbuki ideolojik düşüncenin revaçta olmadığı Yavuz Selim ve sonrası dönemlerde adı konmamış fiili bir durum söz konusu idi. Ayrıca, Sokollu Mehmet Paşa’nın Don-Volga Projesi, Orta Asya’da ki Sünnî Müslümanlarla süratli bir şekilde siyasî ve askerî diyaloga girebilmenin arayışları olarak düşünülebilir. Zira, İran bir duvar gibi Osmanlı Devletiyle Orta Asya’nın arasına girmiş; Kuzeyden coğrafyasının amansız bir şekilde emrettiği Rus yayılmacılığı mukadder gözükmekte idi.

    Bunun yanında halifeliğin manevi avantajlarını, devletin politikalarına temel yapmak için şekilci bazı hareketlere girişme gereği duyulmadı. Çark, Hilafetin ön gördüğü doğrultuda fiili olarak işliyor; kurum, ihtiyaç duyulmadığından şekli olarak iç ve dış politikaya alet edilmiyordu.

    Dolayısıyla, bu doğal ve herkesin kabul ettiği süreç zedelenmeye başladıktan sonra, hilafetin anlam ve öneminin bir şekilde devam etmesi ve uluslararası metinlerde de yer alması için gayretler sarf edildi: Osmanlılar, Ruslarla yaptıkları savaşları kaybedince 1774’de Küçük Kaynarca Antlaşmasını imzalanmak zorunda kaldılar. Burada Osmanlı Padişahı Müslümanların halifesi olarak kabul edilmiştir. Bunun, Hilafet kurumu için dönüm noktası olduğu düşünülebilir.

    Burada önemli olan bir husus, siyaseten Rusya’nın nüfuz ve idaresine tabi olma yo-luna giren Kırım Müslümanlarının ha-lifesinin Osmanlı padişahı olmasıdır. Yani manevi anlamda bir Hilafet söz konusudur.

    1774’ten sonra olumsuz bir şekilde değişmeye başlayan siyasi tablo Osmanlı kamuoyunu derinden yaralamıştır. Bir İslam beldesi olan Kırım Rusya’nın tahakkümüne girmiştir. Belki de bu acı tablo karşısında teselli olacak bir husus İslam Halifesi’nin manevi önderliğinin tanınması hususuydu.

    Osmanlı Devleti yediği darbelerle 19. yy’ın ortalarına doğru kendine bir çıkış yolu bulmak için Tanzimat Fermanı’nı ilan etti. Bu yeni duruma göre geleneksel Hilafet anlayışında gayr-ı Müslim unsurlardan dolayı Saltanatın örfi tarafı daha ağır bastı. II. Mahmut’la başlayan süreçte tebaanın ibadet yerlerinde dinî mensubiyetlerinin ön plana çıkabileceği, diğer kamu alanlarında bunun pek önemi olmayacağı fikri vurgulandı. Ancak İslâmın evrensel “ümmet-i davet” ve “ümmet-i asıl” anlayışıyla böyle bir esneme payının Hilafetle beraber var olduğu bilinmektedir.

    Tanzimat’la birlikte şer’i hukuk yeniden tedvin edildi (Mecelle). Bu bağlamda Hilafet makamının önemi arttı.

    Bununla beraber batının yayılmacı siyaseti Müslüman ülkeleri hedef alıyordu. Müslüman ülkelerden gelen feryatlara ha-life sessiz kalamazdı. Müslümanların tek bağımsız ülkesi sayılabilecek Osmanlı Devleti’nden medet ummakta idiler.

    Batının işgali altındaki topraklarda halk isyan etmekte fakat direnç odakları olan dini-milli kurumlar bir bir çökertilmekte idi. Bu çerçevede Hilafetin önemi daha çok ortaya çıkmakta idi. Buna örnek vermek gerekirse;

    1873’te, Abdülaziz Osmanlı Sultanının himayesine girmek isteyen Doğu Türkis-tanlı Yakup Han’ın yardım talebi kabul edi-lerek kendisine askeri yardım gönderil-miştir.

    II. Abdülhamid döneminde Hollan-da’nın sömürgesi Cava’da Müslümanların haksız yere vergi alınması konusuyla ilgilenilmiştir.

    Ermenilerin Kafkasya’da Müslüman topluluklara karşı yaptıkları saldırılara karşı Rusya nezdinde girişimlerde bulunulmuştur. Osmanlı insanının 19. yy’da eski ihtişamına karşı özlemini bir nebze giderecek bir fırsat teşkil etmekte idi bu teşebbüsler.

    19. yy’ın ikinci yarısından itibaren gazete halkın kanaatları üzerinde etkili olmakta, bunun yansımaları ise hükümete ve padişahın üzerinde görülmekte idi. Böylece, bu olumsuz gelişmeler yaşanırken Osmanlı kamuoyu gazete vasıtasıyla bundan haberdar olmakta ve Müslümanların halifeden yardım taleplerini ilgiyle takip etmekte idi (Özcan; Türköne, 145, 146).

    Ancak, Islahat Fermanı Osmanlı aydınları üzerinde olumsuz bir etki meydana getirmiştir. Yabancı devletlerin iç işlerine karışacağı korkusu hakim olmuş; her ne kadar böyle olmayacağı yönünde taahhütler alınsa da, batılı devletlerin anlaşmalara sadık kalmadığı bilinen bir durumdur. Bu noktada Osmanlı Hükümeti’ne karşı muhalefeti temsil eden odaklar, gazetelerin oluşturduğu kamuoyu sayesinde kendilerini halka yakın hissediyorlardı. Böylece halkın inançları doğrultusunda itirazlar yükseliyordu. Dünya üzerinde yaşayan Müslümanların problemleri gündeme geldikçe “İslamcı ideolojinin” temelleri atılıyordu.

    Bunun yanında, Islahat Fermanıyla, Hıristiyanların Müslümanlarla eşit duruma getirilmesi, o zamana kadar Müslüman Türklerin kendilerini devletle özdeşleşmiş hissetmelerinden dolayı kırgınlığa sebep oldu. Yeni Osmanlılar Islahat Fermanı ile ilgili birleştikleri husus, Fermanın Hıristiyanlara Müslümanlardan daha fazla imtiyaz sağladığı hususu idi. Yani, gayr-ı Müslimlerin daha fazla haklara sahip oldukları hususu, Müslüman aydınların üzerinde derin bir kırgınlığa sebep olmuş, bu da mücadele azmini temellendirmiştir.

    Batılılar, 1870’lerden itibaren, sömürge haline getirdikleri İslam ülkelerinde kendilerine karşı itici güç olarak Hilafeti ve onun ürettiği pan-İslamist siyaseti görmekte idi. Müslümanların yaşadığı ülkelerde emper-yalizme karşı yoğunlaşan direnişler vardı. 19. ve 20. yy’da Hıristiyan Avrupa sömür-gecilerine karşı cihat eden Afrika’nın değişik bölgelerinden şu örnekler ve-rilebilir: Senegal’de Fülani hareketi, Batı Afrika’da el-hac Ömer’in direnişi, Sudan’da ve Somali’de Mehdi hareketleri, Libya ve Büyük Sahrada Senüsilik hareketi, Emir Abdülkadir ve el-Cezairi Hareketi, Kuzey Afrika’da Abdülkerim el-Hattabi hareketi.

    Şunun altı tekrar çizilebilir: “Pan-İslamcı düşünce zaten bütün İslam tarihi boyunca vardır. Şimdi söz konusu olan ise Avrupa faktörünün devreye girmesi ile ortaya çıkan, bütün Müslümanların birlik ve dayanışmasındaki canlanmadır.” (Afrika; Türköne, 57-59, 68, 247).

    Hilafet politikasına karşı savaş verilmesi, düvel-i muazzamanın, Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan ahaliyi devlet aleyhine kışkırtmasıyla su yüzüne çıkar. Devlet, merkezî yönetimiyle eskisi gibi topraklarını denetleyemeyince, yeni politikalarla bu açığı kapatmak istiyordu.

    Avrupa’nın yayılmacı siyasetinin esas amacı doğunun maddi kaynaklarını sömürmekti. Bunu meşrulaştıracak bahane-ler bulunabilmekte idi: Ortadoğu’da kesişen menfaatlerini, millet sistemiyle idare edilen imparatorlukta, gayrı Müslimlerin hamisi olmakla gizliyorlardı. Dışarıdan yapılan tazyikle içerdeki isyanlar birleşince gücü gittikçe azalan devletin ıslahatlara girişmesi, beklediğinin aksine dağılmayı hızlandırıyordu. (Öke, H. H., 107.)

    İslam coğrafyasında Hilafet kurumuyla siyaset yapmaya çalışan II. Abdülhamid, Almanların da devreye girmesiyle, bu bölgelerde menfaatleri yoğunlaşan İngilizlere karşı güçlenmişti. Buna karşı İngilizler, Hilafet’in Kureyş soyundan gelecekler tarafından yürütülebileceği yolundaki tezleri savunanları destekleyerek cevap vermiştir. Böylece Osmanlı Hilafeti’nin etkisi kırılmaya çalışılıyordu.

    II. Abdülhamid, İngilizlerin hilafet için planları olduğunun farkında idi. Osmanlı Devletini parçalamak ve Hilafeti Mısır veya Cidde’ye taşıyarak kendilerinin etkisine almak gibi niyetleri olduğunu düşünüyordu. Böylece İslam ülkeleri üzerindeki siyasal emellerine daha çok yaklaşacaklardı (Özcan, 447).

    II. Abdülhamid’in dış politikadaki amacı “Osmanlı İmparatorluğunun barış içinde yaşamasını ve statükonun korunmasını sağlamaktan ibaretti.” Zira, statükonun Osmanlı Devleti’nin lehine bozulacağına—mevcut güç dengelerini göz önüne alarak—inancı zayıftı. Berlin Konferansı ile 20. yy başlarına kadar olan dönemde bağımsız bir politika izlemeye çalışmıştır.

    Fransa ile İngiltere’yi Süveyş meselesinde, Almanlar’la İngilizleri Hicaz’da, Fransızlarla İtalyanları Trablusgarb’ta karşı karşıya getirecek teşebbüslerde bulunuyor. Bunun yanında Rusya ile Japonya arasındaki ihtilaftan da yararlanma düşüncesinde idi.

    Mısır’ı ele geçirip Hindistan yolunu garantiye alan İngiltere, artık Osmanlı Devleti’ne ihtiyaç duymuyordu. Bundan dolayı Araplar içinde Osmanlı Hilafeti’ne karşı kışkırtıcılık tohumlarını körükleyebilirdi. Abdülhamid’in buna karşı İslamî propagandaya dayanmaktan başka seçeneği yoktur. bunun yanında Almanya’ya dayanarak bu politikalarını uluslararası düzeyde güçlendirmiştir (Öke, Son Dönem, 216, 217, 219, 221).

    Şunu ilave etmek gerekir; “II. Abdülhamid Hilafet kurumunu Papalık’la karıştırarak, Osmanlı hükümdarında Saltanat ve Hilafet farkı arama yanlışını yapan Avrupa’ya karşı bu ikiliği devletin menfaatleri doğrultusunda istismar etme yoluna gitti.” İngilizler bu tarz politikalara ilk zamanlar ses çıkarmadı. Hatta Osmanlı devletiyle iyi geçindiği taktirde sömürgeleri üzerinde nüfuzunun perçinleşmesine de yardım edeceği düşünüldü. Ancak bunun İngiltere açısından riski vardı. Abdülhamid buna rağmen siyasi açıdan meseleye yaklaşmamaya dikkat etti. Bunu büyük güçlere karşı ihtiyati olarak tutuyordu. (Öke, H. H., 108,109.)

    Ancak yukarıda da belirtildiği gibi, 1878’den itibaren Almanya’ya dayanarak bir denge siyaseti güden Abdülhamid’e karşı darbe yapabilen İttihatçılar da dış siyasetlerinde eski yolu izlemişler, Almanya ile ilişkilerini geliştirerek devam ettirmişlerdir. Bu durum İngiltere’nin hoşuna gitmemiş İttihatçılardan beklentilerine cevap bulamayınca ilişkilerini sürdürme gereği kalmamıştır. Oysa İngilizler meseleyi kökünden halletmek emelinde olduklarından hayal kırıklığına uğramışlardır.1

    Almanya ve İngiltere arasında oluşan siyasi gerilimden Osmanlı Devleti menfi şekilde etkilenmiş, İngiltere Halifeye karşı baş kaldıran Arapların arkasında yer alıp tahrikçilik yapmaya başlamıştı. Bu faaliyetler ilişkide olduğu diğer İslam ülkelerinde hoş karşılanmayacağından, bunu göğüsleyecek yeni politikalar üretme ihtiyacı duyuluyordu.

    Ayrıca, II. Meşrutiyet ortamında meydana gelecek değişiklikler İngiltere’ye iki açıdan etkili olacaktır.

    Birincisi: Osmanlı yönetimini sarsıcı gelişmelerin vuku bulması;

    İkincisi: İngiltere’nin yönetimi altındaki Müslümanların aynı haklardan yararlanmak için baskı yapmalarının ihtimal dahilinde olması.2

    Bütün gelişmeler doğrultusunda dönemin en güçlü devletlerinden birisi olması hasebiyle dikkatli politikalar ve teşebbüslere girildiği görülmüştür.

    I. Dünya Savaşı esnasında cihad ilan edilerek Halifeliğin manevi prestijinden faydalanılmaya çalışıldı. Ancak İngiltere, Fransa ve Rusya işgal ettikleri İslam beldelerinde, halkı kendilerine karşı harekete geçirecek zümreleri tasfiye ederek tedbirlerini aldılar. Bu bakımdan, siyasal ve ekonomik kontrolü büyük devletlerin elinde bulunan sömürge ülkelerinin yapacakları fazla bir şey yoktu.

    İngilizler Şerif Hüseyin’i etkileyip ve beklentilerini dikkate alarak hilafet vaadiyle Arapları Osmanlılara karşı isyan ettirdiler.

    Bunun yanında, kalabalık Müslüman nüfusa sahip Hindistan’da ortaya çıkan Hilafet Hareketi İngilizleri telaşlandırmış, Osmanlı Hilafetine ve mukaddes bölge-lerdeki hakimiyetine halel gelmeyeceğini taahhüt etmek zorunda kalmışlardı. Ancak savaşın sonunda taahhütlerin yerine gelmeyeceği anlaşılıyordu.

    Bunun üzerine Osmanlı Hilafetinin hukukunu korumak üzere Hindistan Hilafet Hareketi gelişti ve Anadolu Hareketine destek oldu. (Özcan, 551.)

    Savaş sonrası Türkiye’nin gücü tasfiye edilerek, Anadolu’ya sıkışan Türk insanının, burada da varlığını sürdürebileceği şüpheli duruma gelmişti. İngilizler, Anadolu ve İstanbul’daki vatanperverlerin hareketlerini istihbaratları vasıtasıyla adım adım takip etmekte idiler. Yenilmiş ve küçülmüş devletin ilerde başka bir büyük devletin ittifakıyla yeniden ayağa kalkması ve Ortadoğu ve Güney Asya’daki İngilizlerin menfaatlerine halel getirebileceği düşüncesinin hesapları yapıldığı şüphesizdi.

    Osmanlı Devleti’nin, 1918’de, siyasi ve askeri olarak kesin bir yenilgiye uğraması Mondros mütarekesinin imzalanmasıyla tescilleniyordu. Bunun yanında, Türklerle aynı safta yer almış ve Osmanlı Devleti’nin yegane dayanağı olan Almanya da kesin bir yenilgiye uğramıştı. Artık Türkiye’nin hamisi ortadan kalktığından yapacak bir şey kalmamıştı. Hükümet zararı en azla geçiştirmenin çarelerinin aramakla meşgulken, Mondros Mütarekesi’nin 7. maddesine dayanılarak galipler tarafından Anadolu işgal ediliyordu. Bu durumda askerî açıdan galip devletlere karşı çıkmanın bir intihar olacağı açıktı. Mesele, düvel-i muazzamayı, Anadolu’da yaşayan ahalinin ekseriyetinin İslam olduğuna siyaseten ikna edip bu yönde örgütlenilmesiydi. Ancak bu işgalle beraber bir milletin maddi manevi bütün direnç odaklarının kırılmaya çalışıldığı ve bunun ileriye yönelik hesaplarının yapıldığı söylenebilir.

    Vahideddin’in Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’ya göndermesinin belki de en önemli sebebi şüphesiz ki kişisel yeteneklerinin yanında İttihatçı karşıtı olmasıydı. Zira, Anadolu Hareketinin, Almanlarla beraber savaşa girip ülkeyi felakete sürüklediği düşünülen İttihatçıların politikalarına emanet edilmesi, Türkiye için felaket içinde felaket olabilecek bir durumdu.3

    Anadolu’da örgütlenen Müslüman-Türk unsurlar Ankara’da bir hükümet kurmayı başarmışlardı. İstanbul, İngilizler ve Fransızların işgali altında siyasi iradeden mahrum bir vaziyette idi. Bu arada Yunanlılar İzmir’e sokulmuş, böylece Ankara Hükümeti’nin önderliğinde, İstanbul Hükümeti’ne rağmen bir milliyetçilik meşalesi en üst noktasına tırmanmıştı. Hilafet merkezi galip devletlerin desteğinde ve Anadolu Hareketine karşı bir rolde yerini aldı. Doğrusu bütün bu gelişmeler analize muhtaçtır. Ancak devrin en önemli siyasi-askeri ve toplumda yer edinmiş din alimleri yurdun her köşesinde faaliyetlerini sürdü-rerek Ankara Hükümeti’nin örgütlediği direnişi destekliyorlardı. Halifenin durumunun hassasiyetini bildiklerinden Müslüman ahaliyi buna göre aydınlatmaya çalışıyorlardı.4

    Vahideddin, dünyanın en güçlü ülkesi olması ve galip gelmesinden dolayı İngiltere ile iyi geçinerek ve anlaşarak müstakil bir şekilde devletin kurtulacağına inanıyor; bu olmadığı taktirde sonuç almak için Anadolu’da direnişi örgütlemenin önünü açıyordu.5

    “Milli Mücadele” sonuçlanınca Sadrazam Tevfik Paşa, Mustafa Kemal Paşa’ya gönderdiği mektupta, İstanbul ve Ankara Hükümetleri’nin barış konferansına beraber katılmalarını teklif etmiş bu saltanatın kaldırılmasını hızlandırmıştır. Ayrıca, İngilizler de Ankara ve İstanbul’dan temsilci çağırdılar.

    Gelişmeler sonuca doğru ulaşırken Vahideddin, Ankara ile ters düşmesinden dolayı, şahsında bütün Saltanatı tehlikeye düşürmüştü. Zira, yeni dünya düzeninde ön görüleceği tahmin edilen, Türkiye topraklarını idare edecek olan zümrenin, çevresindeki İslam ülkeleriyle ve tarihî geçmişiyle bağlantısının asgariye indirilmesi gereki-yordu. Bu düşünceler asrın başında da tasarlanmasına rağmen Osmanlı Devleti’nin gücü, siyasi konumu ve Almanya’nın desteği sayesinde başarılması güçtü. Ancak büyük bir savaşı kaybedip iktisadi-siyasi olarak çöküntüye uğratıldıktan ve işgal edildikten sonra buna ulaşmanın mümkün olacağı görülmüştü. Ankara ile İstanbul arasındaki siyasi zıtlaşmanın bu gidişi kolaylaştırdığı ve Vahideddin’le beraber Hilafetin de sonunu hazırladığı anlaşılmaktadır. Yapılan yayınlarda ve yazılan tarih kitaplarında Padişahın arkasında İngilizler olduğu ve İngiltere’nin politikalarını temsil ettiği gibi iddialar tek yönlü bir siyasi propagandanın tekrarlana tekrarlana hakikat diye içselleştirilmesidir. Halbuki siyasi konjonktür incelendiğinde Ortadoğu’da hemen her önemli gelişmeye İngiltere’nin ilgisi ve etkisi söz konusudur. Bu ilgi ve etkinin sadece İstanbul’da olduğunu ve İngiliz siyasetini sadece Vahideddin’e indirgemek ve onun bertaraf edilmesiyle batılı güç odaklarının menfaatlerinin ayağının kesildiğini ve tam bağımsızlığa ulaşıldığını var saymanın, ulaşılan siyasî tabloyu açıklaması zordur.

    Hasılı, gelinen durum ve yapılan baskılar neticesinde İstanbul’da kalamayacağını anlayan Vahideddin izlediği stratejide, hicret ederek, ülkede meydana gelen gergin ve heyecanlı havanın yerini akl-ı selime bıraktığı bir zamanda yurda döneceğini belirtmiştir. İngiliz donanmasına ait Malaya adlı bir zırhlı ile ayrılan padişah Malta’ya gider. Ancak “Kurtuluş Savaşı” boyunca İngilizlerin desteğini aldığı iddia edilen Padişah’ın Malta’daki “üç kuruşluk” masrafları İngilizler için sorun olur. Merak edilen konu, hesap kitap sahibi olan İngilizlerin menfaatleri olduğu iddia edilen bir şahıs için bu kadar cimri davranmalarıdır.

    Vahideddin’in gitmesi Ankara Hükümeti açısından rahatlatıcı bir hava meydana getirdiğinden, hanedan ailesinin halkın üzerindeki prestijinin kırılması ve tasfiye edilmeleri bakımından hayli kolaylık sağlayacak bir gelişme oldu (Bardakçı, 241-276).

    Teşekkül eden komisyon çalışmalarında Saltanatın kaldırılmasını istemeyenlere karşı M. Kemal Paşa yaptığı konuşmada Osmanoğulları’nın Türk Milleti’nin egemenliğini gasp ettiklerini ve Türk Milleti’nin bunu geri alması gerekliğini; “söz konusu olan millete bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız? meselesi değildir. Burada toplananlar, meclis ve herkes meseleyi tabiî bulursa, sanırım uygun olur. Yoksa, yine gerçek usulüne göre tespit edilecektir. Fakat belki bir takım kafalar kesilecektir.” şeklindeki tehditkâr ifadeleri işe yaradı (Aybars, 8).

    Komisyon bu tavır karşısında kararını verdi ve Mecliste 1 Kasım 1922’de Saltanat kaldırıldı.

    Halife Abdülmecid ve Hilafet’in Sonu

    1923’ten sonra yönetimin ön gördüğü, çağdaş uygarlık düzeyine çıkmaktı. Bunu gerçekleştirebilmek için toplumun ve devletin önünü tıkayan kurumlar ve engeller bir bir ortadan kaldırılmalıydı. Yönetimi ele alanların nazarında sorun Çağdaşlık ve Batılılaşma olarak ortaya çıkınca buna ters düşen ve bunu yavaşlatıcı her şey tasfiye edilmesi gerekiyordu. Bu bakımdan meydana gelebilecek olumsuz-luklar ve incinmeler, hatta halkın genelinin hoşnutsuzluğu da önemli değildi. Zira devrimler yapıldıktan sonra nasıl olsa bunu kabul edeceklerdi. Bu doğrultuda icraatlar yapılırken tepkisiz kalınması dahi milletin çağdaşlığa karşı iştiyakının belirtisi sayılacak; dolayısıyla hedef kutsal olunca aradaki olumsuzluklar o kadar önemli olmayacaktı.

    “Mustafa Kemal, Hilafette geçmişle ve İslamlıkla bir bağ görmekte muarızlarıyla aynı kanıda idi. İşte açıkça bu nedenledir ki bu bağı koparmaya kararlı idi.”

    “Hilafeti kaldırırken Mustafa Kemal İslamî Ortodoksluğun (Sünniliğin?) tahkimatlı kuvvetlerine ilk açık taarruzu yapıyordu. Geleneksel İslamî devlet, teoride ve halk anlayışında Tanrı’nın, iktidar ve hukukun tek meşru kaynağı olduğu, hükümdarın da yeryüzünde onun vekili bulunduğu bir teokrasi idi.” (Lewis, 263, 264). Bu şekilde algılanan sosyal ve kültürel yapı, siyasal elitlerin nazarında değişmeliydi.

    Halil İnalcık’ın belirttiği şekliyle söylenecek olursa, Atatürk’ün gerçek amacı, dinin etkisini azaltmaktı. Ve bunun için şu hususları amaçlıyordu:

    1. Batı toplumları seviyesine çıkmak için doğulu kültür simgeleri olarak görülen kıyafet, günlük hayat, sanat gibi alanlarda “Türk-İslam kültürüne özgü simgeler yerine batı kültür ve yaşam simgeleri getirmek.”

    2. “…Türklerin tarih boyunca hilafeti benimsemesi, cihad yolunda batı ile sürekli düşmanlık halinde olması onun varlığını yitirmiş ve batının ilerlemelerinden onu yoksun bırakmıştır. Batı milletleriyle eşit duruma gelmek, onun inancına göre, ancak seküler bir devlet sistemi sayesinde mümkündür.” (İnalcık, 71). Bunun için en önemli adım olan Saltanatın kaldırılmasıydı.

    Mustafa Kemal Paşa’nın Saltanatın kaldırılması hususunda, Rauf Bey, Refet, K. Karabekir ve Ali Fuat Paşalar, hemfikir olmasalar da, İstanbul Hükümeti ve Vahideddin’in itibarının azalmasından dolayı ses çıkarabilecek bir durumda değillerdi. Bundan sonra da aralarında ayrılık baş gösterdi. Yeni halifenin seçimi de aynı havanın etkisi altında cereyan etti.

    Son Halife Abdülmecid Efendi, Hilafet makamına gelirken, Osmanlı-Türk kültürü açısından önem arz eden sembolik bazı istekleri vardı. Bunlar, “Halife-i Müslimin ve hadim-ü’l Haremeyn eş-şerifeyn” ünvanının imzasının üstünde bulunması; Cuma Selamlığında hilat giymesi ve Fatih Sultan Mehmet’in taktığı gibi sarık takması yönünde idi.

    Ayrıca Vahideddin hakkında aleyhte bir beyan vermek istemiyordu. Ancak, Ankara Hükümeti’nin istediği biçimde bildiri yayınlandı. Fakat törenin gösterişli olması Ankara’yı hoşnut etmedi (Özcan, 551).

    Bundan sonraki gelişmeler daha değişik bir seyir takip etmeye başladı. Hilafetin ilgası yolundaki genel laik mantığın gereği olarak, azınlıkların da dini kurumlarının lağvedileceğine dair hazırlıklar olduğundan bahsedilmektedir. Mustafa Kemal Paşa’nın da görüşlerinin bu doğrultuda olduğu düşünülmekte ise de bunun böyle olmadığı görülmüştür. (Öke, H. H., 119-120).

    Cumhuriyet ilan edilince Abdülmecid’in istifa edeceği söylentileri üzerine, İstanbul Barosu Başkanı Lütfi Fikri Bey ve Hüseyin Cahid Yalçın gibi yazarlar basında Hilafetin Türkler için önemli bir manevi güç olduğu yönünde yazılar yayınladılar. Bunun yanında İstiklal Harbinde ön safta mücadele veren Rauf Bey, Kazım Karabekir, Ali Fuat, Refet Paşalar ve Adnan Adıvar gibi bazı siyasî ve toplumsal açıdan itibarlı kişilerin Abdülmecid’i ziyaretleri söz konusu olmuştur. (Mısıroğlu, 303; Özcan, 551.)

    Lütfi Fikri Bey’in 10 Kasım’da yayınlanan ve tepkilere sebep olan yazısı Halifenin istifasının Türkiye ve İslam ale-mini ilgilendiren taraflarından bahsediyordu. Burada hedef Ankara hükümeti idi ve Mustafa Kemal Paşa bundan etkilendi. (Aybars, 24, 25, 27, 29).

    Akşam Gazetesi baş yazarı Necmeddin Sadık Bey, Hilafetin aleyhinde yazılar yayınlayarak polemiğe girdi. Lütfü Fikri Bey, Necmeddin Sadık Bey’e verdiği cevapta millî hakimiyet Cumhuriyet olmadan da mümkün olabileceğini ve Cumhuriyetin de buna denk olmadığını savunarak, Hilafetin Türklerde kalmasının önemi üzerinde durdu. Türkiye’nin Hilafet sayesinde dünyada nüfuzunun geliştiği; Cumhuriyeti kuralım derken Hilafetin feda edilmesinin yanlış olduğunu, Hilafet kalktığı taktirde Türkiye’nin önemsiz bir devlet olacağı yönünde düşüncelerini açıkladı. (Mısıroğlu, 303; Aybars, 50)

    Bu gelişmeler yaşanırken Londra’da bulunan Ağa Han ve Seyyid Emir Ali, İngiltere İslam Cemiyeti adına Başvekil İsmet Paşa’ya Hilafetin korunması ve güçlendirilmesi yönünde yazdığı mektupta şu görüşlere de yer verdi:

    “…Halife-İmam Ehl-i Sünnet’in vahdetini temsil eder. Halife’nin Türk Milleti’nden bir fert olması, Türk Devleti’nin mümessilleri ahfadından bulunması, milel-i İslamiye arasında Türklüğe mübeccel bir mevki bahşeder.”

    “Bu, ondört asırdan beri Ehl-i Sünnet arasında bir esas olarak telakki edilmiştir.” (nakleden Mısıroğlu, 308.)

    Mektup aynı zamanda basına da gönderilip 5 Aralık 1923’te İstanbul gazete-lerinde yayınlandı.

    Bu, Ankara’da kızgınlığa sebep oldu. İstiklal Mahkemesi İstanbul’a gönderilip Tanin, İkdam ve Tevhid-i Efkar gazetele-rinin sorumluları Hıyanet-i Vataniye Kanununa göre tutuklandılar.

    Lütfü Fikri Bey 15 Aralık1923’te tutuklandı ve 19 Aralık’ta duruşması başladı.

    18 Aralık’ta, Tanin’de Hindistan Müslümanlar adına Hindistan Hilafet Komitesi’nden Cumhurbaşkanına gelen ve yayınlanan mektupta Hilafetin İslam top-lumları için önemi üzerinde duruluyordu.

    Basın, İstiklal Mahkemesi’nin İstanbul’a gönderilmesini, yayınlanan Ağa Han ve Emir Ali’nin mektuplarına bağlamakta ve bunun olağanüstü bir şey olmadığı yo-lunda yayın yapmakta idi. Mahkemenin bildirisinden anlaşılacağı üzere mevcut durum, Hilafete, siyasî ve dünyevî bir güç vermek ve bu yolla Saltanatın geri geti-rilmesini sağlamak ve Cumhuriyeti devirmek gerekçesine dayanıyordu.

    Savcının iddiasına göre, Ağa Han ve Emir Ali tarafından İnönü’ye yazılan mektubun gazetelerde yayınlanması kışkırtıcı bir yayın olarak görülüyordu. Tutuklanan gazeteciler yayın Tanin Gazetesi Sahibi ve Müdürü Hüseyin Cahid, İkdam Gazetesi Sahibi Ahmet Cevdet ve Tevhit-i Efkar Gazetesi Sahibi Velit ve Müdürü Muhittin Beylerin, Hiyanet-i Vataniye Kanununun 1. Maddesine göre yargılanmalarını istedi. (Aybars, 39, 40, 41; Mısıroğlu, 305)

    Savcı, Tanin ve Akşam gazetelerinde yayınlanan Hilafetle alakalı yazıların Hıyanet-i Vataniye Kanunu’na göre suç olduğunu iddia etti. Meşrutiyet Cumhuriyetten üstün tutulduğu, millî hakimiyetin Cumhuriyet adı altında kurulan rejimle olamayacağı şeklindeki görüşler, tepkiyle karşılandı. Bunun yanında Hilafet ve Saltanat bu vesile ile tek yanlı olarak aşağılandı ve yeni hükümetin faaliyetleri de milli hakimiyeti temsil ettiği yönünde, tartışılması ortamın gereği olarak mümkün olmayan kabuller ileri sürülüp Lütfü Fikrinin düşünceleri çürütülmek istendi. Savcı, bundan dolayı Hıyanet-i Vataniye Kanunu’na göre Lütfü Fikri’nin cezalandırılması yönünde görüş beyan etti. Bunun üzerine mahkeme, beş yıl hapis cezasıyla cezalandırmayı uygun buldu (Mısıroğlu, 312; Aybars, 50-51).

    Muhalefeti seslendiren odaklar tasfiye edildikten sonra, sorun daha pürüzsüz şe-kilde çözülebilecek kıvama gelmişti.

    M. Kemal Paşa’nın gezide olduğu bir sırada (14 Ocak 1923) mecliste Afyon Mebusu Şükrü Hoca’nın dağıttığı bir broşür dikkatleri çekti. Kendisine bir kurye ile getirilen broşürün başlığı şöyle idi: “Hilafet-i İslamiye ve Büyük Millet Meclisi.” Burada özetle Meclis halifenin; halife meclisin olduğu fikri işleniyordu. Kısaca halife tarihî misyonuna uygun olarak yetkili kılınması isteniyordu (Hoca Şükrü, Hilafet-i İslamiye…; Mısıroğlu, 296-267).

    İzmit’te bulunan M. Kemal Paşa, düzenlediği basın toplantısıyla görüşlerini açıklı-yordu. TBMM’nin yalnız milletin olduğu şeklinde beyanatta bulunmuştur. Daha sonra hilafetin dinle ilgisi olmadığından bahisle inkılap kanununun var olan kanunların üstünde olduğunu belirtti. Bu konuda basını da manipüle edip Saltanat ve Hilafeti siyasî gücüne kavuşturmak isteyenlere ikaz mahiyetinde kararlığını bir ihtilalcinin üslubuyla ortaya koyuyordu.—Gerekirse hilafetin kaldırılabileceği yönünde düşünceler oluşmuştu—(Aybars, 11, 13, 14).

    Bunun yanında, Lozan görüşmeleri sırasında Türk adliyesi ve hukuku üzerinde “aşağılayıcı sert tenkitler” Türkiye’nin kaderini elinde bulunduranları harekete geçirmiştir. Bu alandaki reformlara hız ve-rilmesi doğrultusunda gerekli tedbirler alınmaya başlandı (İnalcık, 71).

    Lozan’daki görüşmeler yarıda kesildiğinden İsmet Paşa yurda döndü ve Eskişehir’de Mustafa Kemal Paşa ile buluştu. Mecliste durumu değerlendirmeden M. Kemal Paşa ile buluşması ve Halifeliğin kaldırılması yolundaki görüşlerin açığa çıkması eleştirilere sebep oldu. Misak-ı Milliye ihanet edildiği, Lozan’da büyük devlet temsilcilerinin Hilafetin kaldırılması hususunda İsmet Paşa’ya telkinde bulundukları yolunda suçlamalar yapıldı. Hatta Rauf Orbay Halifeliğin kaldırılması hususundaki dış tesirler konusundaki kanaatini ömrü boyunca korudu. (Aybars, 11, 13, 14.)

    Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa’yı mecliste savunması esnasında birinci ve ikinci guruplar arasında çatışmalar yaşandı. Bu guruplar ve Rauf Bey’in gurubu arasında çelişkiler derinleşti. Hatta Ali Şükrü Bey’le Mustafa Kemal Paşa birbirinin üze-rine yürüdüler.—Daha sonra Ali Şükrü Bey’in bir suikasta uğraması, onun katledilmesi yönünde mecliste şüphe meydana getirdi.— (Aybars, 11, 13, 14.)

    25 Şubat 1924’te bütçe görüşmeleri münasebetiyle Hilafetin gereksizliğine dair tartışmalar yapılıyordu. Basında da bu doğrultuda yayın yapılıyordu.

    İstiklal Mahkemesinin sağladığı ve hükümete yakın basının oluşturduğu ortamın desteğinde Hilafetin kaldırılması gündeme geldi.

    27 Şubat 1924’te Hakimiyet-i Milliye Gazetesi, Halifeliğin milli hakimiyetle bağdaşmadığını, Cumhuriyete uygun bir yapı için Hilafetin kaldırması gerektiği yönünde yayın yaptı. (Aybars, 69.)

    3 Mart 1924’te Halk Fırkası gurubunda kabul edilen üç ayrı öneri Mecliste ele alındı.

    1- Hilafetin kaldırılması ve Hanedanın yurt dışına sürülmesi;

    2- Şer’iye, Evkaf ve Erkan-ı Harbiye-yi Umumiye Vekaletlerinin kaldırılması;

    3- Tevhid-i tedrisat hakkında kanun teklifi.

    Bu arada Halife Abdülmecid, Meclisin kendisini sınırlaması yönündeki kararları aşma eğilimi taşıyordu. Bu, İnkılabın en önemli engellerinden sayılıyordu. Refet ve Rauf Paşa’lar gibi Anadolu üzerinde nüfuz sahibi kişilerin halifeye olumlu yönde ilgileri, Hilafet için karşıt düşünceler taşıyanlar açısından tehlikeli addediliyordu.

    Halk Fırkası gurubunda alınan karar doğrultusunda Urfa Mebusu Şeyh Saffet Efendi ve 53 arkadaşının hazırladığı “Hilafetin ilgasına ve hanedan-ı Osmani’nin Türkiye haricine çıkarılmasına dair” 12 maddelik bir kanun teklifi meclise getirildi.

    Burada, Hilafetin varlığı, yönetimi iki başlı hale getirdiğinden bahsedilmektedir. Ayrıca, iddiaya göre asırlarca Türk milletinin felaketine sebep olan hanedanlık kisvesi altında Türkiye’nin varlığına dahi tesiri, bir tehlike olacaktır.

    Teklifi destekleyici fikirlerin temelinde, Hilafetin faydadan çok zarar teşkil ettiği; İslam toplumları üzerinde etkili olmadığına dair delilin, I. Dünya Harbi’nde Türklere karşı savaşan değişik Müslüman ülkelerden askerlerin olduğu şeklinde açıklamalar getirildi.

    İsmet Paşa ise halifeliğin “hainliklerinden” bahsederek, halifenin memleketin geleceğine karışması halinde, o kafanın mutlaka koparılacağı şeklinde ifadelerde bulundu. Ali Çetinkaya da tehditkâr konuştu.

    Rauf Bey’in, Hilafet meselesinde İnönü ve Mustafa Kemal Paşa’dan farklı düşündüğü, kürsüden yaptığı konuşmalarda ortaya çıkmıştı. Halifeyi ziyaretinin söz konusu edilmesine getirdiği açıklama, saygı ziyareti olduğu yönünde idi. Meclisteki gerginlik bu açıklamalarla sükunete kavuşamadı. Artık Rauf Bey ve arkadaşları parti kurma çalışmalarının hızlandırmaktan başka çare göremiyorlardı.

    Hilafetin korunmasını ve tarihi misyonuyla devam etmesini isteyen şahısların görüşleri, siyaset açısından bir güç olan Hilafetin feda edilmesinin Türkiye’ye kazandıracağı bir şey olamayacağı gibi, bir çok zararı da olabilir yönünde idi. Bunun anlamı, Türkiye’nin dış politikasında, İslam ülkeleriyle bağların keserek devletin dış itibarının zedelenebileceği mahiyetindedir (Öke, H. H., 112, 115).

    Halife; Kazım Karabekir, Refet Paşa ve Rauf Bey gibi önemli komutanların ziyaretlerinden ve İstanbul basınının koruyuculuğundan cesaret alıp durumun kendi lehine düzeleceğini ümit etmekte idi.

    Ancak her şeye rağmen oylama sonunda teklif kabul edilir. Buna göre Halife hal’ edilmiştir: Hilafet Hükümet ve Cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan Hilafet makamı mülga olmuştur.—Madde 1—(Öke, H. H., 118).

    Hilafet kaldırıldıktan sonra sömürge-lerdeki Müslüman halk İngilizlere tepki göstermeye başladı. Bu meselenin kaynağının İngilizler olduğuna inanılıyordu. İngiliz Basınının Hilafetin kaldırılmasına karşı çıkan tavır sergilemesi (Aybars, 70-71) danışıklı dövüş kabilinden ve sömürge-lerdeki Müslümanların nezdinde bu işte İngiliz parmağı olmadığı havasını vermenin ötesinde bir anlam ifade etmez.

    Bundan sonra, Güney Asya’da kökleşerek büyüyen Hilafet Hareketi, anlamını yitirdiğinden dolayı dağılmaya başladı. Yıllarca yardım etmeye çalıştıkları Hilafet ve ona bağlı olarak Türkiye’ye karşı büyük bir hayal kırıklığı meydana gelmişti. “Muhammed Ali elinde Türkiye’ye yollamak üzere topladığı—bir kaynağa göre—1.500.000 sterlin ile kalakalmıştır.” Bu kararın yeniden ele alınması yolunda Hilafet Komitesi adına Ankara’ya istek bildiren bir telgraf çekilir. Mustafa Kemal verdiği cevapta Hilafetin Türkiye’nin iç ve dış siyasetinde dış güçlere müdahale imkanı vereceğinden dolayı zorunlu olarak bu “fitne kapısı”nın kapatıldığını (Öke, H. H., 121); yani, Türkiye için bir kuvvet değil zaaf unsuru olduğunu kendi penceresinden ortaya koyuyordu (Özcan, 551).

    İngiltere’nin Musul’daki bir görevlisi, Halifeliğin kaldırıldığını haber alınca inanmakta güçlük çekmiş, “Türkler bindikleri dalı kesmişler. İngiltere için inanılmayacak kadar mükemmel bir şey olmuş” şeklinde görüşlerini ifade etmiştir.

    Bu noktadan meseleye bakılırsa, Türkiye, Musul’la beraber Arap dünyasına tekrar girebileceği böyle bir gelişmenin, İngiltere’yi tedirgin edeceği anlaşılır. Tam bu sırada İslamla olan halifelik bağını kendiliğinden sona erdirmesi anlamlı olabileceği düşünülmüş olabilir.

    Musul sorununun halledilmediği bir ortamda hilafet kurumundan yararlanılmaması dikkat çekicidir. Musul’da çoğunluğu oluşturan Kürt nüfustan dolayı da buradaki hakların zayıfladığı; Musul’lu Kürtler hali-feye olan bağlılıklarından dolayı Irak’a karşı Türkiye’yi tercih etmeleri büyük bir ihti-maldi (Özcan, 551; Öke, H. H., 118, 119).

    Türkiye’nin ray değiştirmesi, yani İslamî temsil rolünden bağlarını koparması, İngiltere için gerçekten rahatlatıcıydı. Bu gelişme, İngiltere’nin hayatî menfaatlerinin söz konusu olduğu Ortadoğu ve Güney Asya’nın İngiltere yönünden güvenliğini arttırıyordu. Fakat, bu güvenliği daha fazla duyabilmesi için de Musul’un Türkiye’ye bırakılmaması gerekiyordu (Öke, H. H., 119; Kürkçüoğlu, 309-310).

    Hilafet ve “Hakimiyet-i Milliye” Meselesi

    İslamcılar (veya muhafazakârlar) ve Kemalistlerin birleştikleri nokta, Türkiye’nin Birinci Dünya Harbini kaybettikten sonra büyük bir zaferle kurulduğudur. Bu meselenin doğruluğu veya yanlışlığı üzerinde fikir beyan etmek bu yazının konusu değildir. Ancak şunu belirtmekte fayda vardır, Osmanlı Devletini’nin dağılmasında, Uzakdoğu’dan Avrupa’ya uzanan geniş bir alanda—menfaatleri gereği—nüfuzunu pekiştiren İngiltere’nin etkisi reddedilemez bir gerçektir. Hilafetin ilgası ve yeni rejimin meydana gelmesini sağlayan, bir çok ideolojik reformların, gerçek anlamda meşrulaştırdığı güç, Türkiye üzerinde etkili olan gücün meşrulaşması anlamını da taşıyabileceğidir. 1918’de yenilerek savaştan çekilen Türkiye’nin bu amansız gücün oluşturacağı bir dünya düzenine karşı alternatif sunabilmesi mümkün değildi.

    Hilafetin kaldırılmasını milli hakimiye-tin ve laik-demokratik bir rejimin tesisi şeklinde gösteren bir çok yayın vardır. Bunun aksini iddia etmek psikolojik ve siyasî ortamın gereği olarak mümkün olmadığı için yakın tarihi yazanlar evvela belli kabulleri başa yerleştirmek zorunda kalıp daha sonra ‘ama’lı, ‘fakat’lı açıklamalarla—varsa—kendi öz düşüncelerini ve araştırmalarını ortaya koyabilmektedirler. Yani, bazı peşin doğruların teganni edildiği koroya katılmaya kendilerini mecbur hissediyorlar.

    Halkın görüş ve düşünceleriyle olmadığı bir icraatın ve tarihî geçmişinden süzül-meyen bir projenin demokrasiye veya millî hakimiyete uygun olduğunu iddia etmek propagandanın ötesinde fazla bir anlam ifade etmez.

    Halife ve Hilafet Türk milletine rağmen hain rolüne itilmiş; böylece Türk milletinin ve Sünni İslam’ın en önemli öncüsü durumuna gelen bir kurum yeni dünya düzenini doğrultusunda—batılı güçlerin de telkiniyle—harcanmıştır. Aynı zamanda, Türk Milleti’nin onurunu ve asaletini simgelemiş olan bir kurum, onursuzlukla eş değer hale getirilip, adeta, Türk milletinin İslam’la olan güçlü temsil rolünden dolayı cezalandırılmıştır.

    Mustafa Sabri Efendi’nin Mısır’da Arap aydınları ve ulemasıyla yaptığı tartışmalar ilginçtir. Sabri Efendi derdini anlatmakta hayli zorlanmaktadır. Hilafetin Türklere layık olmadığı psikolojisinden hareket ettikleri anlaşılan muhatapları Hilafeti ilga eden yeni Türk yöneticilerini İslam’ı ihya edenler gibi görme eğilimindedirler.

    Yukarda da belirtildiği üzere Hilafetin kaldırılışından günümüze uzanan zaman içinde bu konu gündeme getirildiğinde demokrasi, milli irade, halkın hakimiyeti gibi kavramların sihirli gölgesinde tek yönlü propaganda yapılmış bu kelimelerin prestijiyle onların özüyle hiç bir ilgisi olmayan düzenlemeler ve yapılanmalar meydana getirilmiştir. Aslında bu kavramların anlamları çok açıktır. Buna uyan veya uymayan davranışlar akl-ı selim olan bütün insanlar tarafından rahatlıkla ortaya ko-nabilecek mahiyettedir (taraf olmamak kaydıyla).

    Bu kavramlar II. Meşrutiyetle beraber tartışılmış, hatta iktisadiyat sahasında da serbestiyetin gerekliliği hususunda yayınlar yapılmıştır. Meşrutiyetin meydana getirdiği akım ve tecrübeler; iktisadi, siyasi ve sosyal açıdan 1920’lere kadar hayli birikim meydana getirmiştir. Dolayısıyla totaliter bir rejimle meşrutî ve liberal bir yapının ne şekilde olabileceğini o dönemin entelektüel ve siyasi kişileri çözebilecekleri gibi, halkın da basiretiyle çözebileceği açıktır.

    Dış baskılara maruz kalan Japon halkı ve yöneticileri İmparatorlarına—ki Amerika’ya saldırmayı emredip Japonya’yı felakete sürüklemişti—sahip çıkmayı bilmişti. Gelenekçi bir doğu toplumu olmasına rağmen dünyanın en gelişmiş ülkesi durumuna gelmiş ve liberal-demokrasiyi uygulayabilmiştir.

    İmdi hilafetin kaldırılması olayında, halkın Hilafetten yana olmadığını iddia etmek hayli zordur. Ankara’da siyasî ve askerî gücü elinde toplayan zümre kendi siyasal düşüncelerini halkın siyasal düşünceleri gibi ortaya koyup işlemeleri ve on yıllarca resmi olarak yüzde yüz böyle olduğu vurgusu, meselenin özüne karşı duyulan şüpheden olsa gerek. Vahideddin’e fatura edilen bir çok yanlışlar Hilafetin ilgasına zemin hazırladığı görülür. Ancak uluslararası güç dengelerinin meydana getirdiği ortamın ne anlama geldiğini bilen herkes Hilafetin Türk Milleti (ve Sünni İslam) açısından tarihi önemi ve Hilafetin kaldırılmasında bunun uluslararası etkisini tahmin edebilir. Türklerin Avrupa ile maddi-manevi diyaloglarında İslamın Türklere kazandırdığı dinamizm ve medeniyet anlayışı; Hilafetin de tarihi seyir içinde bu yapıyı temsil eder bir statüye ulaşması bilinen bir durumdu. Alman-Osmanlı ittifakında Hilafetin siyasal bir güç olarak ortaya çıkması, karşı tarafın, özellikle İngilizlerin, Hilafetin ilgası meselesinde kendi menfaatleri açısından göz ardı edemeyecekleri bir durumdu.

    Hilafet—bin yıllık birikimin sonunda—Türklerin millî ve manevî benlikleri yönüyle simgesel bir anlamı ifade ediyor ve diğer Müslüman milletlerin yönetiminde meşrûiyet sağlıyordu. Halife olmadan da Müslümanlığın uygulanabileceği gibi doğru bir düşünceden hareketle tarihi bir kurumun ortadan kaldırılmasını meşrulaştırma gi-rişimleri—ilahiyatçılar açısından—ilgi çekici olsa gerek. Yeni rejimin, “laiklik inancını” dinin yerine ikame etmek arzusu SSCB’nin Türk-İslam bölgelerinde uyguladığı fikrî, ahlakî ve sosyal tahakkümlerden ne derece bir farkı olduğu düşünülmüş müdür?

    Türkiye’de yaşayan Türklerin dışındaki diğer unsurların (Kürtlerin) isyana teşebbüsleri, asırlardır beraberliklerini temin eden ortak değerlerin kısa bir sürede anlamını yitirmesi; gönül hoşluğu içinde süren beraberliğin havada kalmasına sebep olmuştu.

    Muasırlaşmaya engel teşkil ettiği düşünülen odaklar ve kurumlar genellikle İslam toplumunun benliğini ve kimliğini ifade eden kurumlar olmaktadır. Esasında İslam, çağın getirdiği sosyal ve teknik gelişmelere mani olmadığı tarihen bilinen bir gerçek olmakla birlikte, bazen cehaletten kaynaklanan davranış biçimleri bahane edilerek Müslümanların demokratik talep ve etkinliklerinin önü kesilmiştir.

    Çağdaşlığa karşı olduğu iddia edilen ve Türkiye açısından zararlı cemiyetler gibi aleni bir şekilde irtica suçlamasına muhatap olanların (Sünnî tarikat, cemaat ve siyasi teşekküller) dünyevi başarıları (sermaye birikimi, bilimsel başarılar, demokratik ta-lepler çerçevesinde yasal örgütlenmeler vs.) kafaları karıştırmakta; bu durum, moder-nizme ve çağdaşlığa din karşıtlığından ulaşacaklarını zannedenlerin nezdinde hayli agresif davranışlara sebep olmaktadır. Adeta, dünyevi başarısızlıklarından dolayı değil başarılarından endişe edilmektedir. “Rejimin sahipleri” ideolojilerinin karşılığını Türk Milleti’nin hayatında göremeyince demokrasi, cumhuriyet ve laiklik gibi değerlere ters düşmekten çekinmemektedirler. İşin ilginç yanı en büyük iddiaları da bu kavramları savunmak olduğudur. Halbuki demokrasi çiğnenerek, hafife alınarak milli hakimiyetten bahsetmek mümkün olamaz. Hele belli bir zümrenin muamele-i keyfiyesinin Cumhuriyetçi anlayışla telif edilebilecek bir yanı yoktur. Esasında toplumun derinden derine hissettiği ve ifade edemediği gerçek, “bağımsızlığı ve özgürlüğü”nün kazandırılmasından dolayı duyacağı sürekli minnet ve bunun bedeli olarak kendini var eden tarihi değerlerin sürekli aşağılanması çelişkisidir.

    Bir dönem Müslümanların aleni sembolü durumuna gelen ve diğer milletlerden ayrılmasını sağlayan başlık yasaklanıp ye-rine Hıristiyan Avrupalıların—galiba medeni(!) milletlerin—başlığı olan şapka kabul ediliyor ve giyilmeye icbar ediliyordu. Bu bakımdan İslamın sembolik değerleri gözden düşürülüp yere serilmesi çok radikal bir karardı (Lewis, 266). Doğrusu medeni(!) Avrupa ülkeleri böyle bir kıyafet düzenlemesine hayli sevinmiş olmalıdırlar. Zira kendi geleneklerine dayalı giyimi, düşmanlarının hulus-ı kalp(!) ile kabul etmeleri tarihi haklılıklarını(!) ve güçlerini pekiştirdiğinin bir kanıtı olsa gerek.

    Siyaset bilimci ve tarihçiliğiyle temayüz eden Prof Dr. Mim Kemal Öke’nin görüşlerine yer vererek açıklarsak: Mustafa Kemal, Hilafetin Türkiye için dış politikada bir tehlike olduğuna dair bir düşünce taşıdığı politikalarından anlaşılabilir. Hilafetin kullanılıp kullanılmayacağı düşüncesi büyük güçler için önemli bir mesele idi. Hilafet ve eskiyi temsil eden sembolik değerleri “elden çıkarabileceğine onları inandırabilirse, o zaman karşılıklı doğacak güven ortamında İngiltere ile daha rahat anlaşabilirdi.”(Öke, H. H., 109)

    Hilafetin kaldırılması batılı büyük devletleri, özellikle İngiltere’nin Ortadoğu ve Güney Asya’daki menfaatlerinin pekişmesi açısından önemli bir husustu. Bunun yanında bu düzen içinde Türkiye’nin “misak-ı milli” içindeki bütünlüğü, oluşan siyasî dengeler açısından önemli bir boşluğu doldurmakta idi. Türk siyasetçilerinin bu yapıyı erkenden kavrayıp büyük devletleri bu doğrultuda ikaz etmeleri ve mücadeleyi olabilirlik yönünde yoğunlaştırmaları isabetli bir politika idi. Yunan siyasetçilerinin bu dengeleri fark edemeyip, hususan Sovyet yayılmacılığının İngilizler için ne anlam ifade ettiğini hissedememeleri, kendilerini maşa olmaya itti. Ve nihayetinde mukadder bir yenilgiyle sonuçlanacak—ki İngilizlerin, Yunanlıların Anadolu’ya asker çıkarmalarını teşvik etmelerine karşı çıkan Kral ve bazı siyasetçiler, bunda başarılı olamayınca—askeri bir harekâta girişmekten kendilerini alamadılar (Pallis).

    Bu izahlardan sonra şunu söylemek mümkündür: Yöneticiler belli bir dönemde Türkiye’nin tarihî misyonundan vaz geçtiği yönünde büyük devletleri ikna edebildikleri düşünülse de daha sonra değişen dünya içinde demokrasiye (çok partili rejim daha doğru bir ifade) geçen Türkiye’de yeni yönetim adeta bu idealleri derinden derine tevarüs ettiğini göstermiştir. Bu bakımdan darbe ile uzaklaştırılan iktidarlara karşı yapılan suçlamalardan tarihe bakıştaki bölünmüşlüğü anlamak mümkündür. Burada elitizmi temsil edenlerle halkı—cahil oy(!) çoğunluğunu—temsil edenlerin arasındaki görüş farklılığı anlaşılabilir. Bununla beraber şunu da belirtmekte yarar vardır: Türkiye üzerinde etkili olan dış güçlerin, Sovyetlerin sosyalizmi bir araç olarak kullanarak yayılmacılığına karşı, İslamî değerlere sahip muhafazakar-milliyetçi bir neslin karşı durabileceği, anlaşılır bir strateji idi. Bundan dolayı laikliğin din üzerinde baskı aracı olarak kullanıldığı dönemin tasfiye edilmesinde halkın önüne gelen seçim fırsatı iyi değerlendirilmiştir. Bu aynı zamanda milli değerlere ve bununla çelişmeyen dış politikaya yönelik ilginin arttığını da gösterir.

    Türkiye’de resmi ideolojinin havariliğini yapan tarihçiler hilafet kurumunun arkasında İngilizlerin yer aldığını iddia etmektedirler. Doğal olarak, Ankara’da kurulan hükümetin bu etkiden uzak olduğu sonucu çıkarılmaktadır. Yani zayıf bir Hilafetle İslam ülkelerine ve Türkiye’ye hakim olabileceklerini iddia etmektedirler. İlk bakışta mantıklı gibi gelen bu iddiaların tarihi süreç incelendiğinde tutarsız olduğu anlaşılır. Bu, uzun vadede dengelerin değişmesiyle geri tepen bir silah olacağı aşikardır. Dolayısıyla, Hilafetle beraber, Osmanlı Devleti’ne ait kurumların tarihe karışması, İngilizlerin menfaatleri açısından daha tutarlıdır.

    Sonuç olarak şunun altını tekrar çizmekte fayda vardır: Milletin iradesini ve görüşlerini hiç bir zaman dikkate almayan, hatta milletin tarihi tecrübelerle meydana getirdiği değerleri en katı bir darbeyle kesme istidadında olanların Hilafet ve Saltanata karşı vurguladıkları “millet iradesinin üstünlüğü” görüşü, adeta burada büyülü bir görev icra etmektedir. Belki henüz doğmamış bir milletin arzularıydı bütün bunlar. Ancak ilerde de önemli kararlarda milletin fikirleri pek sorulmadığı anlaşılacaktı. Bu açılardan kıyaslandığında, hiç bir diktatör bir monarktan daha yakın değildir milletine. Diktatör köksüzlüğü ve milletine karşı sorumsuzluğu temsil ederken, monark asaleti ve örfü temsil etmektedir. Dolayısıyla en sorumsuz bir kral bile oluşmuş genel kurallara aykırı olmamaya çalışır. Bu, milletine karşı, menfi yönde aşırı davranışlar içinde olamayacağını da gösterir. Oysa bir jakobenin böyle bir mecburiyeti yoktur. Kurulu düzeni değiştirmek onun en büyük arzusu olduğu için, kuralların kendi siyasî çıkarları açısından bir değeri bulunabilir. Yaptığı işlerin meşrûiyeti siyasi gücünden geldiği için icraatlarında bu anlamda bir düzenleme söz konusudur. Millet böyle istiyor dediği noktadan başka bir arzunun çıkması mümkün olmamaktadır. Artık halk canı ve haysiyeti arasında bir tercih yapmak zorundadır. Ve millet çoğunlukla canını tercih etmektedir. Aksi halde kahramanlık yapması gerekmektedir.

    Şunu da belirtmekte fayda vardır: Hilafetin ilgasına sebep olan—sanıldığı gibi—halifenin ve Vahiddeddin’in hataları olmadığı rahatlıkla anlaşılabilir. Böyle bir sorun Vahideddin’in yerine başkası tayin edilerek rahatlıkla giderilebilirdi. Burada uluslararası gerçek sorun, geniş coğrafyaya (Sumatra adalarından Güney ve Orta Asya, Kuzey Afrika’ya kadar) yayılan Sünni İslam’ın tarihi şartlar içinde en önemli kurumu durumuna gelen Hilafetin yeniden güç kazanıp pan-İslamist siyaset güdebileceği ihtimalidir. Yani, 1880’lerden 1918’lere kadar uzanan bir zamanda, güçlü bir merkezi devlet olan Almanya’nın desteği sağlandığı gibi, yine benzer bir şe-kilde, yeni bir nitelik kazanma ihtimali, dünya dengeleri açısından sorun meydana getirebileceği korkusudur. Batı açısından diğer izahlar (çağdaşlaşma gibi) fazla bir anlam ifade etmediği açıktır.

    Kurtuluş Savaşı boyunca İngiliz istihbaratı her türlü gelişmeleri anında sorumlu oldukları merkezlere bildiriyorlardı. Böylece İngilizlerin Türkiye üzerindeki politikaları daha etkin duruma geliyordu. Bu bakımdan özellikle resmi ideoloji yanlılarının sandıkları gibi İngiliz etkisi sadece işgal altındaki İstanbul’da değil aynı şekilde Anadolu’nun üzerinde de söz konusu idi (bak. Sonyel). Ortadoğu üzerindeki menfaatler yoğunlaştıkça Türkiye’deki siyasal gelişmelerin önemi artmakta idi. Bu İngiliz emperyalizminin göz ardı edemeyeceği bir gerçeklikti. Dolayısıyla Türkiye’nin, Anadolu’nun bütünlüğü içinde ve Rusya’nın konumu da dikkate alınarak bağımsızlığı tanınabilirdi.

    Dipnotlar

    1. Rıza Tevfik sürgün günlerinde,—oğlunu ziyaret etmek için gittiği—İngiltere’de İngiliz Sefareti’nde çalışmış eski bir tanıdığıyla yaptığı bir sohbette Hilafet konusunda İngilizlerin gerçek niyetlerinin Meşrutiyetten önce teşekkül ettiği anlaşılır. Aralarındaki konuşma ilginçtir. Rıza Tevfik, Sultan Abdülhamid’i tahttan indirinceye kadar İngilizlerin Jön Türkleri destekledikleri, fakat tahttan indirildikten sonra bütün kapıları üzerlerine kapadıklarından bahsedince Mr. Nicholson’un verdiği cevap 1920 sonrası Türkiye’si için açıklayıcı mahiyet taşımaktadır:

    “…siz bizi yanlış anlamışsınız. Hatta görüyorum ki, bugün bile anlamış değilsiniz. Biz bir halifenin indirilip yerine bir başkasının ikame edilmesini istiyor değildik. Kastımız Sultan Abdülhamid’in şahsı değildi. Biz bu müesseseyi ilga etmenizi istiyorduk…” Bunun sebebi ise, sömürgelerde kendi menfaatleri doğrultusunda asayişi temin edemedikleri idi. Müslüman halkların Hilafete bağlılıkları sürekli İngiliz siyasetçilerini tedirgin ediyor ve bunu somut olarak görüyorlardı (Nakleden Mısıroğlu, 131-132).

    2. Meşrutiyetin doğal yapısı içinde, gayr-ı Müslim ahalinin Osmanlı Devleti’nin yönetiminde Müslüman unsurlarla eşit haklara kavuşacağı endişesini duyan şarklılar ve ulemaya Said Nursî’nin verdiği cevap meselenin İslam ülkelerinin özgürlüğü ve muhtemel uluslararası politik ve kültürel yansımaları açısından dikkate değerdir: “…yine biz İslam zararlı değiliz. Çünkü, içimizdeki Ermeniler üç milyon olmadığı gibi, gayr-ı Müslimler dahi on milyon yoktur. Halbuki bizim milletimiz ve ebedi kardeşlerimiz üç yüz milyondan ziyade iken, bunlar üç müthiş kayd-ı istibdat ile mukayyed olup, ecnebilerin istibdad-ı maneviyelerinin taht-ı esaretlerinde eziliyor. İşte, hürriyetimizin bir şubesi olan gayr-ı Müslimlerin hürriyeti, bizim umum milletimizin hürriyetinin rüşvetidir… Osmanlıların Hürriyeti, koca Asya tâliinin keşşafıdır, İslamiyet’in bahtının miftahıdır, ittihad-ı İslam surunun temelidir.” ( Nursî, Münâzârat, 60-61.)

    3. Bu vesile ile,—yaygın olarak—doğru zannedilen bir düşünceye de burada temas etmekte yarar vardır. O da Halk Fırkasının İttihatçıların bir devamı olduğudur (örneğin, dönemin en önemli şahsiyetlerinden Mustafa Sabri ve günümüzde tarih, siyaset bilimi formasyonu alanlar ve gazetecilerin bir çoğu bunun doğru olduğunu düşünmektedirler). Bunun böyle zannedilmesi Halk Fırkası’nı oluşturan unsurlar ve yetişmiş elaman kaynaklarının İttihatçılardan teşekkül ettiğidir. Bir de politika yapma tarzlarındaki benzerlikten de bahsetmek gerekir… Halbuki ülkenin dış politikası ve siyasi konumu değişmiştir.

    4. Meşrutiyet yıllarından beri şarkta ve İstanbul’da şöhreti bilinen ve Darü’l-Hikmetü’l-İslamiye’de âzâlık yapan (Badıllı, 361) Said Nursi’nin ifadeleri ilginçtir:

    “Bir şahsın arzu-yu zatisi ve emr-i hususisi başkadır, ümmet namına emin olarak deruhte ettiği emanet-i Hilafetten hasıl olan şahsiyet-i maneviyenin iradesi bambaşkadır.

    Bu irade bir akıldan çıkıp, bir kuvvete istinad ederek alem-i İslamın maslahatını takip eder…Maslahat da muhitten merkeze nazar edip, İslam için faide-i uzmâya tercih etmektir. Yoksa, aksine olarak merkezden muhite bakmakla alem-i İslamı bu devlete bu devleti de Anadolu’ya, Anadolu’yu da İstanbul’a, İstanbul’u da hanedan-ı Saltanata tearuz vaktinde feda etmek gibi hod-endişane fikir ve irade, değil Vahideddin gibi mütedeyyin bir zat, hatta en fâcir bir adam da, yalnız ism-i Hilafeti taşıdığı için ihtiyarıyla etmez. Demek, mükrehtir. O halde ona itaat, adem-i itaattir.” (Nursi, Hutuvât-ı Sitte, 116)

    5. Dönemin sorumlularından olması hasebiyle Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin şu değerlendirmelerine yer vermek gerekir:

    “Padişah bir taraftan İngilizlerle anlaşma masasına oturmuş, diğer taraftan Mustafa Kemal’i gizlice Anadolu’ya göndererek orada direniş gücü oluşturmasını ve örgütlemesini sağlamıştı. Barış görüşmelerinin başarısızlıkla sonuçlanması durumunda, direnişe geçmek planlanmaktaydı.” Bunu fark eden İngilizler Paşa’nın geri çağrılmasını talep ettiler.

    Gerek İstanbul hükümeti ve gerekse padişah meseleyi idare etme yönünde hareket ediyorlardı. “Sözün özeti: Sultan Vahideddin, Mustafa Kemal ile İngilizlere oyun oynamak istedi, İngilizler aynı şahısla Sultanı oyuna getirdiler.” (Mustafa Sabri, 125, 126)

     

    Kaynakça:

    “Afrika”, Diyanet Vakfı Ansiklopedisi, Cilt: 1, ss. 426-439.

    Ahmed Rıza, Batı Politikasının Ahlaksızlığı, Fransızca’dan Çeviren Ziyad Ebuziya, İstanbul: Seha Neşriyat, 1993.

    Akgün, Seçil, Halifeliğin Kaldırılması ve Laiklik (1924-1928), Ankara: Turhan Kitabevi.

    Badıllı, Abdülkadir, Bediüzzaman Said Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı, Cilt: 1, İstanbul: Timaş Yayınları, 1990.

    Duda, Herbert W., Hilafet’ten Cumhuriyete Geçiş, Tercüme. Prof. Abdurrahman Güzel, Ankara: Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü Yayınları, 1989.

    Hilafet ve Milli Hakimiyet, Ankara: Matbuat ve İstihbarat Matbaası, 1339.

    Hocaoğlu, Durmuş, Laisizm’den Milli Sekülerizm’e, Ankara: Selçuk Yayınları, 1995.

    İnalcık, Halil, “Büyük Devrim: Hilafetin Kaldırılması ve Laikleşme,” Doğu Batı, Yıl: 1, Sayı: 3, Ankara, 1998.

    İsmail Şükrü, Hilafet-i Osmaniye ve Türkiye Büyük Millet Meclisi, İstanbul: Bedir Yayınevi, 1993.

    Lewis, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Ankara: TTK., 1993.

    Mısıroğlu, Kadir, Geçmişi ve Geleceği ile Hilafet, İstanbul: Sebil Yayınevi, 1993.

    Nursi, Said, “Hutuvât-ı Sitte,” Asâr-ı Bediiyye.

    Nursî, Said, Münâzârat, İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, İstanbul: 1991.

    Öke, Mim Kemal, Hilafet Hareketleri, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1991.

    Öke, Mim Kemal, “Son Dönem Osmanlı İmparatorluğu,” Büyük İslam Tarihi, İstanbul: Çağ Yayınları, 1993, ss. 201-281.

    Özcan, Azmi, “Hilafet; Osmanlı Dönemi,” Diyanet Vakfı Ansiklopedisi, c.15, ss. 546-553.

    Pallis, Alexander Anastasius, Yunanlıların Anadolu Macerası (1915-1922), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1995.

    Salahi R. Sonyel, Kurtuluş Savaşı Günlerinde İngiliz İstihbarat Servisi’nin Türkiye’deki Eylemleri, Ankara: TTT., 1995.

    Türköne, Mümtaz’er, Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu, İstanbul: İletişim Yayınları, 1994.