Köprü Anasayfa

Devlet-i Aliyye

"Kış 99" 65. Sayı

  • Sistem veya Sistemsizlik: Teoriden Pratiğe

    Alper Yılmaz Dede

    Fatih Üniversitesi, Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi Araştırma Görevlisi.

    “Power corrupts, absolute power corrupts absolutely”*

    —Lord Acton

    Genel bir kavram olarak, sistemin kendisi, işleyişi ve genel özellikleri hakkında ülkemizde yapılagelen farklı yorum ve eleştiriler had safhadadır. Gerek sistemin kendine has iç yapısına, gerekse mevcut sistemin ürünü olan farklı uygulama ve çözümlerin yetersizliğine dair pek çok argüman, popüler siyasi deneme yazılarından tutun, teorik makalelere ve değerlendirmelere kadar pek çok çalışmanın gözde konusu olagelmiştir. Hele hele, sistemin zatında, en önemli problemin genel bir organik yapı içinde kısmi süreçlerin bütünleşme problemi olduğu1 göz önüne alınacak olursa, ülkede mevcut ayrı ayrı bütün problemlerin, genel bir sistem bozukluğuna ve eksikliğine maledilmesi olağan bir hale gelmiş; herhangi bir problemden bahis açarken problemin sebebi ve çözülememesi ilk etapta sistem referanslı argümanlarla ifade edilmeye başlamıştır.

    Makalemizde asıl konu, mevcut bozuklukların mahiyeti veya çözümlerinden ziyade, sistem mantığı ve belli sistem teorileri çerçevesinde, güncel bazı veriler temel alınarak teorik bazı yaklaşımlarda bulunmak olacaktır. Yani, sistem işlemiyor veya sistem bozuk derken, çözüm şudur, şu konular şöyle halledilmelidir demek yerine, sistemlerin genel mantığı ve bazı sistem teorisyenlerin yaklaşımlarından hareketle, belli değerlendirmelerden sonra “iyi bir sistem nasıl olmamalıdır” tarzında bir çeşit olmayana ergi metoduyla, belli kıyaslamalar yapmak ve bunlardan çıkacak sonuçları destekler mahiyette kendimce önemli gördüğüm birkaç örnek üzerinde bazı değerlendirmelerde bulunmak yaklaşımımın temel hareket noktasını teşkil edecektir.

    Sistemin Tanımı ve Özellikleri

    Bir sistemi anlamanın bütünlerin yapısını anlamak2 olduğundan ve sistemin de bütünleri ele almada kullanılan mantıksal bir sınıflandırma olduğundan,3 çoğu durumda herhangi bir sosyal sistemde ortaya çıkan her türlü problem “genel bir sistem”e atıfta bulunarak açıklanmaya çalışılmaktadır. Yani ayrı ayrı konulardaki eksiklik veya tıkanmaların (eğitim, sağlık gibi) sadece o konulara has sistem hatalarından (eğitim ve sağlık sistemlerine has bozukluklar gibi) kaynaklandığını savunmanın yanında, bütün bunların daha üst bir sisteme atfedilerek ve bunu da kısaca “sistem” diye adlandırarak eleştirilerde bulunmak genel bir davranış haline gelmiştir. Bütün bu keşmekeş içinde asıl üzerinde durulması gereken noktanın, eksik, aksak veya hatalı olarak adlandırılan sistemin ne olduğunu teorik bazda irdeleme, genel tıkanma noktaları hakkında bazı çıkarımlarda bulunma ve yukarıda da daha önce belirttiğim gibi iyi bir sistem nasıl olmamalı sorusuna cevap verme olduğunu belirtmek gerekmektedir. Buradan hareket-le, ilk etapta sosyal sistemler ve genel özellikleri hakkında bazı teorik tesbitlerde bulunmak ve bunları Türkiye gerçekleriyle irtibatlandırmadan sonra, bu değerlendirmelerden çıkan sonuca göre de belli çıkarımlarda bulunmak mümkün olacaktır.

    Sistem, ayrı ayrı parçaların toplamından farklı bir şey ifade eder. Sistem içi ilişkiler ayrı ayrı parçaların toplandığı bir yapıdaki ilişkilerden farklıdır. Buradaki temel unsur sistemin bütüncül bir organizasyon olmasıdır.4 Her türlü sistem için iç gerginlikleri halletme yolunda atılacak en önemli adım dengenin (equilibrium) korunmasıdır.5 Herhangi bir sistem içinde daha küçük alt sistemler bulunabilir.6 Varolduğu ortam içinde her sistemin belli sınırları, bir iletişim ağı, girdi ve çıktıları vardır.7 Sistemdeki bir öğe herhangi bir asli özelliğinden dolayı sisteme katılmış değil, sistemdeki durumsal değeri yüzünden sisteme dahil olmuştur.8 Yani belli sayıdaki parçalar bir bütünü oluşturduklarında, parçalar bu bütünlüğe sahip oldukları asli özellikleri yüzünden katılmamışlar, bunun yerine sistem içindeki yerleri ve işlevleri aracılığıyla belli bir bağlantı içine girmişlerdir. Sistemlerin aksine, toplamlarda ise parçalar sahip oldukları asli özellikleri yüzünden o toplam içinde bulunmaktadırlar. Toplamlar rastgele ve gelişigüzel yapılandırılabilirken, sistemlerde ise organizas-yon, düzenleme (arrangement) ve işlevsellik (functionality) esastır. Yani bütünler, parçaların kümülatif toplamından farklıdır.9

    Bu açıdan Türkiye örneğini değerlendirecek olursak ilginç tesbitlerde bulunmak mümkündür. Türkiye’deki genel görünüm, bir sistemin varlığını teyit etmekten daha ziyade, bir toplamın varlığını doğrular niteliktedir. Sosyal aktörlerin yani kurum ve kişilerin sistem içine dahil olmaları, sistemde işlerliği sürdürmekten ziyade, sahip oldukları asli özellikleri sebebiyle mümkün olmaktadır. Yani ülkemizde aktörler sisteme onun işlevsel bir parçası olarak değil, taşıdıkları asli özellikleri yüzünden dahil olmaktadırlar. Bu sebepten, sistem hakkında ortaya atılan şikayetlerin çoğu bu eksiklikten kaynaklanmaktadır.

    Türkiye Örneği ve T. Parsons

    Türkiye örneğinde T. Parsons’un sosyal sistemler hakkında geliştirdiği aktör temelli teorisinin bazı kısımlarını temel inceleme aracı olarak kullanmak yerinde olacaktır. Parsons, sistemin genelinden ziyade aktör-sistem ilişkileri üzerinde durmaktadır. Parsons’a göre, aktörler sistem içinde tatmin edilirlerse sistemin korunması ve işlerliğini sürdürmesi için daha fazla çaba sarfedeceklerdir. Sistemin meşruiyetinin üyeler arasında karşılıklı olarak kabul edilmesi, sistem içinde bir denge mekanizmasının oluşmasını sağlar.10 Günümüz Türkiye’sindeki meşruiyet krizleri ve bireylerin benmerkezciliğe kayışları göz önüne alınacak olursa, sonuçtan sebebe doğru ters bir çıkarımda bulunacak olursak, sistemin şu anki hali ile üyelerini tatmin etmekten uzak olduğunu görürüz. Bu tatminsizlik de belli meşruiyet ve moralite krizlerine yol açmakta, güvensizliğe ve bozulmalara ortam hazırlamaktadır.

    Parsons, toplumu farklı sistemlerin iliş-kilerinden oluşan bir iletişim ağı şeklinde değerlendirir. Yapısal değişkenlik bazında, sistem içi sosyal hareketliliklerde üyelerin yüz yüze kalabilecekleri bazı temel ikilemler vardır ve bunlar sistemin işlerliğini zedeler niteliktedir:

    a) Genellik-özellik (universalism-parti-cularism) çelişkisi,

    b) Atıf-kazanım (ascription-achievement) çelişkisi,

    c) Ben merkezcilik-toplum merkezcilik (self orientation, collectivity orientation) çelişkisi,

    d) Duygusallık-duygusal tarafsızlık (affectivity- affective neutrality) çelişkisi,

    e) Özellik-yayılmışlık (specifity-diffuseness) çelişkisi.11

    Bu çelişkileri Türkiye örneğinde yerine oturtmadan önce sistemlerin işlemesi, ko-numlarını sürdürebilmeleri ve güçlükleri aşabilmeleri için yerine getirilmesi gereken işlevsel dört ön şarttan da bahsetmek ve konumuzu genel bağlamda kritiğe tabi tutmak gerekmektedir. Bunlar:

    1) Kalıpların sürdürülmesi: (Pattern maintenance) Sistemin temel değerlerinin, norm ve kalıplarının üretilme işinin güvence altına alınması.

    2) Uyum: (Adaptation) Sistemin iç ve dış ortam ile belli değişikliklere uyum sağlaması.

    3) Hedeflere ulaşma: (Goal attainment) Önceden planlanan hedeflere ulaşma kapasitesi.

    4) Bütünleşme: (Integration) Farklı görevleri ve diğer alt sistemleri uyumlu ve işler bir bütünlük içinde birleştirebilme.12

    Bütün sosyal sistemler ve organizasyonlar belli sayıdaki bireylerin kalıplaşmış aktivitelerinden oluşurlar. Bu aktiviteler ortaya ortak bir ürün koyma açısından birbirini tamamlar veya birbirinden farklı mahiyettedir. Tekrar edilmeleri, göreceli olarak sürekli olmaları ve zaman ve mekanla sınırlı olmaları ortak özellikleridir.13 Parsons’un ortaya koyduğu ikilemleri Türkiye açısından değerlendirmek ve ön şartların ne kadar yerine getirildiğini belirlemek sisteme atfedilen genel problemlerin analiz edilmelerini sağlayacak, sistemin genel yapısal ve mantıksal ikilemlerini ve eksikliklerini anlamamızı kolaylaştıracaktır.

    Fay Hatları veya Kırılma Noktaları

    Parsons’un bahsettiği temel ikilemleri sistemin işlerlik barometreleri, fay hatları veya kırılma noktaları14 olarak da adlandırmak mümkündür. Genellik-özellik çelişkisine, kavramların şahıslarca algılanışlarından, günlük hayata uygulanışlarına kadar pek çok sahada karşılaşmak mümkündür. Evrensel değerleri üstün tutup evrensel bir mantıkla hareket etmeyi hedeflerken, taraflı davranmaya kayma ihtimali de her zaman için mevcuttur. Mesela uluslararası bazı sözleşmeler tarafından güvence altına alınan genel ve evrensel insan hakları kurallarının bir kısmının anayasa ve bazı kanunlarca kısıtlanması veya şartlı kabulü bu ikileme yerinde bir örnek teşkil etmektedir. Bu ikilemden ve ortaya çıkardığı zararlı sonuçlardan kurtulmak için de hikmeti kendinden menkul bir mantık(sızlık)la aslında sistem üyelerini çelişkide bırakan, sistemin sürekliliğini tehdit eden bir anlayışın sürdürülmek istenmesi apaçık bir tezat olmasının yanında çok ilgi çekici bir durumdur. Çete, mafya, derin devlet gibi güncel fenomenlerden hareketle görülmektedir ki “halka rağmen halk için” anlayışı, otoriter bir jakobenizimle15 birlikte hikmet-i hükümet (raison d’etat) mantığını oluşturmaktadır. Bu bağlamda, bu anlayışın bizim için hiç de yeni bir şey olmadığını hatırlatmak için konuya tarihsel perspektiften bir gönderme ile İsmet İnönü’nün 1945’te TBMM’nin yeni dönem açılış konuşmasında sarfettiği manidar sözlerini hatırlatmak da faydalı olacaktır: “Demokrasinin her millet için müşterek prensipleri olduğu gibi, her milletin karakterine ve kültürüne göre birçok özellikleri de vardır. Türk milleti kendi bünyesine ve karakterine göre demokrasinin kendi için özelliklerini bulmaya mecburdur.”16 Yani her ne kadar bazı temel evrensel değerler olsa da biz onları kendimize uyacak bir şekilde yorumlayıp, eleyip, yontup yakıştırabiliriz mantığı, vali Tandoğan’ın “Bu memlekete komünizm de gelecekse, onu biz getiririz” sözü ve “İktidarı Hasolara Memolara mı bırakacağız?” çıkışmalarının altında hep bu çelişkinin izleri yatmaktadır. Ne yazık ki bugün de aynı çelişki daha vahim bir şekilde “28 Şubat”çılar ve onları haklı çıkarmaya çalışanlarca da sürdürülmeye çalışılmaktadır. Bütün bu tablo da genellik-özellik ikilemini derinleştirmenin yanında sistemin işlerliği açısından da adeta bir fay/kırılma hattı halini almaktadır. Uzun dönemde bu çelişkinin derinleşmesi sistemin kendini değişikliklere karşı adapte etmesini engellemekte, planlanan hedeflere ulaşmasını geciktirmekte ve bütünleşmeye giden yolu tıkamaktadır.

    İkincisi ise (atıf-kazanım çelişkisi) sistemin işlerliğini zedeleyen ve üyelerin gözünde sistemin meşruiyetini sarsan tehlikeli bir çelişkidir. Basit devlet memurluğu imtihanlarındaki kayırma ve torpil tartışmalarından tutun da, daha büyük çaplı yolsuzluklara ve atanmış-seçilmiş tartışmalarına kadar Türkiye’de yağmalama-hak etme çelişkisinin en derin şekliyle yaşandığı söylenebilir. Sistemin esas meselelerinin çözüme kavuşmaması sonucunda ortaya çıkan tıkanıklıklar, bu ikilemi besleyen en önemli faktörler arasında sayılabilirler. Sistemin aktörleri arasında karşılıklı menfaat esası üzerine kurulu, yüz yüze ve şahsi nitelikli, formel otorite bağına dayanmayan patronaj ilişkileri17 toplumsal planda çürümeye ve yozlaşmaya yol açan önemli faktörlerden biri olmuştur.18 Sosyal, kültürel, ekonomik toplumsal talepleri karşılayacak hizmetlerin yetersizliği, adalet mekanizması, hukuk, demokratikleşme ve insan hakları konularında gelinen nokta ve siyasal alanda çözülmeyi bekleyen, siyasi yolsuzluklar, moralite krizleri, siyasetin toplumsal eksenden uzaklaşarak parti içi ve partiler arası çekişmelere kayması, halkın siyasete ilgisizliği ve yabancılaşması, parti içi demokraside arızalar, temsil gücünün azalması, istikrarsız koalisyon hükümetleri, problemlere çözüm üretememe, kısa ve uzun vadeli vizyon ve planların olmayışı, değişimin hakkıyla gerçekleştirilememesi… gibi problemler19 de uzun dönemde değer erozyonlarına sebep olabilmekte ve tepkisiz ve umursamaz eğilimleri de desteklemektedir. Böylece hakkıyla belli kazanımları elde edemeyeceğini anlayan bireyler daha da içlerine çekilmekte, bencilleşmekte ve sistemde de meşruiyet krizleri ortaya çıkmaktadır. Yani bireyler sistem ve değerleriyle özdeşleşememekte, sisteme karşı yabancı-laşmakta ve ona birşeyler katmadan sadece ondan faydalanmanın yollarını aramaya teşvik edilmektedirler. Bütün bunlar da sistemin temel değerlerini zedelemekte, uyumu engellemekte, kısa ve uzun vadeli hedefler önünde engel oluşturmanın yanında bütünleşmeyi önleyerek toplumsal çözülmeyi hızlandırmaktadır.

    Üçüncü çelişki ise bireyin çevresindeki duygusal uyarıcılara karşı duyarlı olup olmaması ile ilgili bir durumdur. Bireyin sistemle olan ilişkilerinde ve sistemi anlamlandırmasında önemli bir faktördür. Birey sistemle ve diğer üyelerle çeşitli ilişkilere girdiğinde, bireyin farklı duygusal uyarıcılara karşı takındığı tavır, sistemle ve diğer üyelerle olan ilişkilerini de etkiler. Kurulan rasyonel ve formel ilişkiler arttıkça duygusal ve birincil ilişkiler de azalır. Çeşitli yolsuzluklarda ve patronaj ilişkilerinde bu çelişkinin izlerini görmek mümkündür. Sistem içi ilişkilerde rasyonel ve formel olanlar yerine duygusal ve birincil olanlar arttıkça, karşılıklı menfaat esasına dayanan ilişkiler, kayırmacılık, şahsi çıkar kollama ve her türlü patronaj ilişkileri ile yolsuzluklar artacaktır.

    Dördüncüde ise bireylerin karşılıklı sosyal ilişkilerinde ortaya çıkabilecek çelişkiler toplanmıştır. Yaygın (diffuse) ve genel ilişkiler ile (evlilik komşuluk gibi) özel ve yapısal (structured) ilişkiler arasında bazı çelişkiler ortaya çıkabilmektedir. Yaygın ilişkilerin ağırlıkta olduğu toplumlar geleneksel toplumlar sınıfına girerken, özel ilişkilerin ağırlıkta olduğu toplumlar ise modern toplumlar olarak nitelendirilmektedir. Bu çelişki türünde de üçüncü türde olduğu gibi yaygın ilişkiler artmakta ve resmiyetin yerini şahsi bağlar doldurmaktadır.

    Kötü Bir Sistemin Anatomik Yapısı

    Konuyu kendi bağlamımızdan değerlendirmeye tabi tuttuğumuzda olmayana ergi metodundan hareketle iyi bir sistem nasıl olmamalıdır sorusunun cevaplandırılması Türkiye’deki mevcut sistemde bulunan mantıksal uyumsuzluk ve çelişkilerin belirlenmesini sağlamasının yanında, kötü bir sistemin de genel anatomisini çizmiş olacaktır. Türkiye pratiğinden elde edilen sonuçlar ışığında, aşağıda çıkarmış olduğumuz noktalar, ülkemizdeki durumu genel şekliyle yansıtmasının yanında, iyi olmayan bir sistemin temel özelliklerinin açıklanması şeklinde de kabul edilebilir:

    1) Meşruiyet kaynağı olarak kutsallık: Devlet, toplumdaki en büyük güç merkezidir ve genel bir tabirle söyleyecek olursak temel görevi toplumu idare etmektir. Fakat devletin sahip olduğu güç tek başına bir meşruiyet kaynağı/sebebi olamamakta, mevcut güce ilaveten o gücün kullanımının yönetilenler nezdinde meşru kılınması gerekmektedir.20 Devletler meşruiyet referanslarına göre çeşitli sınıflandırmalara tabi tutulabilirler. Birinci gruba Toplum-üstü (Transandantal) Meşruiyet ve Kutsal Devlet kategorisi dahil olurken; ikinci gruba da Toplumsal (Immanent) Meşruiyet ve Toplumsal Enstrüman Devlet kategorisi girmektedir. Birinci gruptaki bir devletin meşruiyet referansı devleti aşan, devletüstü bir mercidir ve devlet, meşruiyetini bizzat kendisinden değil, bu merciden almakta ve kendisini bu üst mercinin idamesi ve hayata geçirilmesi için bir araç konumunda görmektedir. Bu konuda verilebilecek iki uç örnek din devletleri ile ideoloji devletleridir. Bunlar ayrı-kutsal devletler kategorisine sokulabilirler. Sonuçta meşruiyet referansı toplum olmayan her devlet beşerüstüdür ve kutsallaştırılmıştır. Birinci gruba yarı kutsal devletlerin yanına meşruiyet referansı bizzat devletin kendisi olan tam kutsal devlet şekilleri de ilave edilebilir.21 Tarihsel süreklilik içinde konuyu Türkiye açısından değerlendirecek olursak, Osmanlı’dan sonra kurulan yeni cumhuriyette hakim olan Kemalist devlet düşüncesiyle halk egemenliği yerine özellikle milli egemenlik kavramının vurgulandığını ve böylece devletin modernitenin rasyonel-egemen öznesi olarak tanımlandığını görürüz. Böyle bir devlet, ne çıkar çatışmalarına hakemlik edecek liberal bir devlet, ne de bir sınıf devletidir. Aksine topluma ve toplumsal ilişkilere belli bir yön veren bu biçimi belli şekillerde yeniden üretmek için gerekli olan kurumsal ve söylemsel pratikleri topluma empoze eden aktif bir öznedir.22 Cumhuriyetin ilanından günümüze kadar geçen süre içinde devlet yarı kutsallık ile tam kutsallık arasında göreceli olarak sürekli gel-gitler içerisinde olagelmiştir.

    Hasılı, yıllardır tecrübe edegeldiğimiz ideolojik devlet, varlığını devam ettirebilmek için kutsal devlet anlayışını destekleyici her türlü politikayı kullanmakta, toplumla ilgili her türlü konuda gizli bir anayasa gibi telakki edilen bu esası temel referans noktası alarak hareket etmektedir. İdeolojik devlet bireylerin kendilerini özgürce ifade etmelerine, bireysel ve toplumsal farklılaşmalara, insan haklarına izin vermez, bireyler ve gruplar arasında i-nançlarına, dünya görüşlerine ve hayat tarz-larına göre ayırım yapar.23 Bu tablo evrensellik-yerellik çelişkisine de uyar mahiyettedir. Söylem itibariyle gayet evrensel görünen dolgun laflar edilirken uygulamada tamamen keyfilik söz konusu olmaktadır. Demokrasi vurguları yapılırken Türkiye’de uygulanan yönetim tarzının demokratik olduğunu savunmak hiçbir şe-kilde mümkün değildir. 28 Şubat mimarları ve bir kısım devletlû medyanın, tehdit altında olduğunu feryat figan ilan ettikleri rejimin demokrasi olduğunu zannedegel-mekle ne büyük bir yanılgı içinde olduğumuzu bilemezdik.24 Ama sağ olsunlar zinde elit, rejim savunucuları ve apoletli medya bunu bize hemen hatırlatıverdiler.

    2) Kırılması mümkün olmayan bir itaat zinciri içinde farklı fikir, çözüm ve anlayışlara karşı tahammülsüzlük. Kötü bir sistemin ikinci özelliği de her türlü farklılık karşısında duyulan ürküntü ve tahammül-süzlüktür. Pozitivizmin bir neticesi olarak kabul edilen sosyal mühendislik Türk toplumunun rasyonel bir yeniden kuruluşu için reformist elitlerin modeli haline gelmiştir.25 Sosyal mühendisliğin kesip biçtiği mükemmel kalıp dışındakilerin belli bir kıymet taşıması da kör bir ideolojik devlet ve otoriter jakobenizme saplananlar için mümkün olamamaktadır. Şu an ülke-mizde fiili hayat ile yasal hayat arasında derin bir tezat vardır ve bu, ciddi bir belir-sizliğe de sebep olmaktadır. Bundan dolayı, zinde güçler aleni anayasaya dayanarak fiili hayattaki bazı pratikleri rahatça mahkum edebilmektedir.26 Genel evrensel idealler ile Türkiye pratiği arasında kayda değer bir benzerlik olmadığı gibi genel rejim biçimsel demokratik görüntüler arkasına ustaca saklanmış bir oligarşi olmakla sosyal ve siyasal aktörler arasında cereyan eden olaylar da birer müsamere tarzında arz-ı endam etmektedir.27 Türkiye hızla evrensel ideallerden kopmakta ve durumu telafi etmek için gösterdiği çabalar da işi daha da kötüleştirmektedir.

    3) Tepeden şekillendirmeci yapı ve doğruların belirlenmesinde tekelci anlayış: İdeolojik devletin totaliter bir yapıya dönüşmesinin önünde fazla bir engel yoktur. İdeolojik devletin sosyopolitik modelinin adı totaliterizm, felsefesi pozitivizm, yöntemi de kurucu akılcılıktır. (Kartezyen rasyonalizm)28 Konu, tarihsel perspektiften ele alınacak olursa görülecektir ki, Jön Türklerden başlayarak A. Comte’un pozitivizmi tarafından şekillenen laik bir tarih vizyonu ilerici Türk eliti için reform konusunda müracaat edilecek çerçeveyi oluşturmuş,29 modernleşme batılılaşma ile aynı tutulmuş ve tepeden inmeci bir hal almıştır.30 Buna göre, toplum gönüllü ve bireysel ve grupsal etkinliklerden meydana gelen dolaylı ve dolaysız sonuçların kendi-liğinden oluşturduğu bir düzen değil, bi-linçli bir irade tarafından tasarlanıp düzenlenmiş ve şekillendirilmiş akli bir kurgu ve yapıdır.31 Akli kurgular da her zaman için yeniden tasarlanıp şekillendirilebilirler. Bunu yaparken de jakoben bir üslupla konuya yaklaşılacak olursa, toplumun nasıl şekilleneceğini yine topluma sormak anlamsızdır; zira, halk daha iyisini bilmediği ve ona ulaşamadığı için kötü durumdadır. Toplum her an için değişime karşı istekli ve hazır olmayabilir, aynı zamanda şekillendirici elitin arzuladığı hızda dönüştürülemeyebilir. İşte bu tür anlayışlar totaliter eğilimlere kapı açmaktadır. Bozuk bir sistem böylece işlevsel dört şarttan biri olan temel kalıpların sürdürülmesini de kendi açısından gerçekleştirmiş olur.

    4) Potansiyel tehlikeleri bertaraf etmek için sistem belli savunma mekanizmaları geliştirme: İlk etapta biz-onlar şeklinde grup oryantasyonlu bir sınıflandırma yapılır. Sistem ideolojik olduğundan resmi ideolojiyi benimsemeyen kısım, tabii olarak öteki olmakta ve sistemin işleyişine müdahale etmek ve ortak olmak istemesi veya buna teşebbüs etmesi, durum böyle olmamakla beraber, “oyunun kurallarına uymayan oyuncunun kırmızı kartla dışarı atılması”na benzer bir mantıkla hemen reddedilmektedir. Zinde elitin 1950 seçimlerini rejimin ve ideolojinin sulandırılmasında önemli bir faktör olarak zikretmesi bu açıdan dikkate şayandır.

    Sistemin meşruiyetini pekiştirmede kullanılacak her türlü araç tehlike anlarında birer savunma mekanizmasına dönüştürülebilir. Medya bu meyanda önemli bir araçtır. Medyanın yanında devlet sübvanseli elit, tüccar, sivil ve siyasal parti ve gruplar da bu cümleden sayılabilirler. Her türlü siyasi ve ekonomik rant kollamacılığı ve patronaj ilişkileri de kötü bir sistem için mevcut yapıyı sürdürmede ve tehlikelere karşı savunma mekanizması kurmada en etkili araçlardandır. Belli problemlerin çözümünde yasal kurumların çok yavaş işlemesi, sistemin işlerliğini kaybetmesi ve bozulma sonucunda sistemle ortak (mutual) yaşayan harici yapılar ortaya çıkmıştır. (çete, mafya gibi) Taleplerin sistemce karşılanamaması veya sadece belli bir gruba tahsisi, yeni patronlar oluşturmuş ve patronaj ilişkileri ile siyasi-ekonomik rant kollama, siyasal katılım ve temsil ilişkilerinin özünü oluşturmaya başlamıştır.32 Kötü bir sistem, bu savunma mekanizmalarıyla değişen ortama adapte olmaya çalışmakta, kendi adına hedeflediği amaçlara ulaşmaya çalışmaktadır.

    Sistemlerde Değişim ve Problemlerin Çözülmesi

    Sistemlerde değişimi açıklayan modeller içinde Kuhn’un paradigmatik dönüşüm modeli ilginç bir yer tutmaktadır. Her paradigma dünyaya nasıl bakılması konusunda birtakım soyut önermeler ve tezleri, neyin nasıl yapılacağı konusunda açık yöntem ve önermeleri içerir. Her paradigma, belli alanlarda yığılmış sıkıntılar demetine çözüm olarak ortaya atılır.33 Bu noktada sistemlerin dramatik ve yıkıcı değişimlerden korunmaları için üç ilke geçerlidir:

    1) Eski ideolojiyi bırak: Her paradigma mevcut sorunları çözmede kendi rekabet gücüne dayanmalıdır. Düşüşteki bir paradigmayı ideoloji ile ayakta tutmaya çalışmak yıkımcıl değişimlere yol açabilir.

    2) Çekiciliği denetle: Liderler sistemdeki bireyleri başka paradigmalara nelerin çektiğini bilmeli, paradigmanın güçlü ve zayıf noktalarını bilerek hareket etmelidir.

    3) Egemen veya yükselişteki paradigmayı kabullen: Yükselen egemen paradigmayı kabullenmek, hem sistem üyelerinin enerjilerini uygun amaçlara kanalize etmeyi sağlayacak, hem de sorunların çözülme-sinde etkinliği arttıracaktır.34

    Türkiye örneği incelendiğinde bu üç noktanın hiçbir şekilde uygulanmadığı aşikardır. Bu noktada çözümü sistemler açısından değerlendirecek olursak aşağıdaki noktalar belli hal çareleri olarak nitelendirilebilir:35

    a) Sosyal görüş ve davranışlara yön veren sosyal gerçekliği (paradigmaları) çok iyi tanımak;

    b) Sistemin öğrenme kapasitesini yükseltmek, iletişim ve etkileşimin arttırmak, evrimsel değişimle esnekliğin sağlanması;

    c) Örgütlenme biçiminin piramitsel (dikine, katmancı) bir şekilden ziyade yatay örgütlenme biçimine getirilmesi;

    d) İnsan kaynağının korunup gelişti-rilmesi;

    e) Krizlerin sistem için yeni şeyler öğrenme ve kendini yenileme fırsatı olarak görülmesi ve sistem yararına kullanılabilmesi.

    Bütün bu noktalar Türkiye açısından ayrıntıları ile değerlendirilmeli, işler bir sistematik yapıya kavuşmak hedefleniyorsa hemen hayatiyete geçirilmelidir.

    Sonuç Adına Sarfedilebilecek Birkaç Söz

    Türkiye’deki mevcut durum, yukarıdaki çözümlerin hemen hemen hiç birinin uygulamaya konmadığını açıkça göstermektedir. Yaşanmakta olan mevcut krizin temel se-beplerinden biri Türkiye’nin dünyada yükselmekte olan değerlere ayak uyduramamasıdır. Çünkü bu değerler resmi ideolojinin temelinde yer alan değerleri aşındıracak özellikler taşımaktadır.36 Sistemin sağlıklı bir şekilde devamı arzulanıyorsa resmi ideoloji prangasından kurtulmak gerekir. Bir ikinci kriz sebebi sayılabilecek nokta da 28 Şubat harekatının, 1980’ler boyunca Türkiye’de yükselmekte olan libe-ral demokratik değer ve oluşumlara karşı bir operasyon gerçekleştirmesi ve devlet rantıyla palazlanan bir takım grupların tehlikeye giren gelir kaynaklarını tekrar sağlamak için girişimlerde bulunmasıdır.37 Türkiye’de devlet, toplum yönetemez, yönetilir prensibinden vazgeçmeyerek bu prensibi işletmek için hukuku daraltmakta, sınırlandırmakta; toplumun kendini yönetme taleplerini geri çevirerek adaletten uzaklaşmaktadır. Böylece çatışma alanları ve problemler artmaktadır.38 Devlet sınıfı kendi varlığını sürdürmek için hareket etmeye devam ederse ufuktaki siyasi liberalleşmenin önünü tıkayan en büyük engel olacaktır.39

    Freedom House adlı uluslararası sivil toplum örgütünce yayınlanan Dünyada Siyasal ve Sivil Özgürlükler 1995-96 Raporu’na göre Türkiye, siyasal ve sivil özgürlükler yönünden 191 ülke arasında, çoğumuzun “muz cumhuriyetleri” diye alay ettiği Zimbabwe, Tanzanya, Haiti, Fas gibi kısmen özgür ülkeler kategorisinde yer alıyor.40 Adaletsiz gelir dağılımında ise 92 ülke içinde 26. sıradayız.41 Bu çeşit örnekleri arttırmak mümkündür. Jakoben-otoriter, üstten şekillendirmeci mevcut devlet ideolojisinin halihazırda geldiği durumun hiç de iç açıcı olmadığı ortadadır. Anayasalı devlet olmaktan çıkıp anayasal hukuk devleti olmayı42 başarmadıkça bu tür meseleler daha uzun bir müddet yakamızı bırakacağa benzememektedir. Devletin siyasal gücü anayasa ile; ekonomik gücü43 ise liberal tedbirlerle mutlak olarak sınırlandırılmalı, çıkar ve baskı gruplarının güç ve yetki alanlarının sistemin dengesini bozmasını engellemek için sağlıklı bir sivil toplumun gelişmesi teşvik edilmelidir.44 Bunlara ilaveten de politik bilinç, moral değerler ve siyasi erdem yaygınlaştırılmalıdır. İçinde bulunduğumuz duruma realist bir açıdan bakıldığında halihazırdaki vaziyetin hiç de iç açıcı olmadığı aşikardır. Artık ülkemiz bu tür prangalardan kurtulup iki bine bir kala, yirmi birinci yüzyıla yakışan Türkiye’yi oluşturmak için çaba göstermelidir. Fakat mevcut durumun devam etmesi, iki binlerden içinde nasıl bir ideal Türkiye olmalı sorusunun yerine, iki binlere kadar nasıl dayanırız sorusunu sorduracak hale gelebilir.

    Dipnotlar

    * Güç yozlaştırır, mutlak güç ise mutlak olarak yozlaştırır.

    1. A. Angyal, Foundations for a Science of Personality, Harvard Un. Press, 1941 s.243

    2. A. Angyal, a.g.e, s.243

    3. A. Angyal, a.g.e, s.243

    4. A. Angyal, a.g.e, s.246

    5. Hasan Şimşek, Paradigmalar Savaşı, Sistem Yayınları 1997 İstanbul, s. 12

    6. James E. Dougherty- Robert L. Pfalztzgraff, Contending Theories of International Relations, J.B. Lippincott Co. Newyork 1980. (s. 109)

    7. James E. Dougherty- Robert L. Pfalztzgraff, a.g.e, s, 103

    8. A. Angyal, a.g.e, s.246

    9. A. Angyal, a.g.e, s.252(s.26)

    10. James E. Dougherty- Robert L. Pfalztzgraff, a.g.e, s, 106

    11. James E. Dougherty- Robert L. Pfalztzgraff, a.g.e, s, 107

    12. James E. Dougherty- Robert L. Pfalztzgraff, a.g.e, s, 109

    13. D. Katz, R. L. Kahn, The Social Psychology of Organisations, Wiley, 1966. s, 18

    14. Bu konuda ayrıntılı açıklamalar için bakınız: Hasan Şimşek, Paradigmalar Savaşı, Sistem Yayınları 1997 İstanbul s. 36-40

    15. Celalettin Vatandaş, “Kapsam ve Yöntem Açısından Türk Modernleşmesi” Yeni Türkiye, Eylül-Aralık 1998, Sayı: 23-24 C. 3, s. 1677.

    16. Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye, Çev: Ahmet Fethi. İstanbul Hil Yayın. 1996. s. 13

    17. Ali Yaşar Sarıbay, Siyasal Sosyoloji, İstanbul, Der Yay. 1994. s. 63 Bu konuda ayrıca bknz. Ayşe Güneş Ayata, Bülent Arıcı, “Bir Olgu Olarak Siyasette Kollamacılık” Yeni Türkiye Mayıs-Haziran 1996 Yıl: 2 Sayı: 9 s. 82-87

    18. Politik yozlaşmanın temel nitelikleri, türleri, ortaya çıkış şekilleri, sebepleri ve 1980-90 Türkiyesi hakkında Coşkun Can Aktan’ın ayrıntılı çalışmasına bakılabilir. Coşkun Can Aktan, Politik Yozlaşma ve Kleptokrasi, Afa Yay. 1992 İstanbul.

    19. Alper Yılmaz Dede, “Modernleşme, Cumhuriyet ve Demokrasi Sacayağı Üzerinde Türk Modernleşmesinin Cumhuriyetle Kazandığı Yeni Kompozisyon ve Günümüz Türkiye’sinden Bazı Problemler “ Yeni Türkiye Eylül-Aralık 1998 Sayı: 23-24 C. 3 s. 1747

    20. Durmuş Hocaoğlu, “Meşruiyet Kavramı Çerçevesinde Cumhuriyet ve Res Publica” Yeni Türkiye Eylül-Aralık 1998 Sayı: 23-24 C. 2, s. 890

    21. Durmuş Hocaoğlu, a.g.e, s. 891-92

    22. E. Fuat Keyman, “Türkiye’de Yönetebilirlik ve Meşruiyet Krizi” Düşünen Siyaset Sayı:1 Şubat 1999 s.63

    23. Mustafa Erdoğan, “Türkiye’de Siyasal Sistem ve Demokrasi” Yeni Türkiye Eylül-Aralık 1998 Sayı: 23-24, C. 2, s. 805

    24. Mustafa Erdoğan, a.g.e, s.804

    25. Nilüfer Göle, “Türkiye’de Laiklik ve İslamiyet: Elitlerin ve Karşıt Elitlerin Oluşumu” Yeni Türkiye Eylül-Aralık 1998 Sayı: 23-24 C. 3 s. 1063

    26. Ömer Çaha, “Son Kalenin Çırpınışı” Düşünen Siyaset Sayı:1 Şubat 1999 s.99

    27. Mustafa Erdoğan, “Sivil ve Demokratik Bir Yeniden Yapılanma İçin Çağrı” Yeni Türkiye Eylül-Aralık 1998 Sayı: 23-24 C. 2, s. 886

    28. Mustafa Erdoğan, “Türkiye’de …” s.805

    29. Nilüfer Göle, a.g.e, s. 1062

    30. Çağlar Keyder, “1990larda Türkiye’de Modernleşmenin Doğrultusu” Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik içinde. Ed: Sibel Bozdoğan, Reşat Kasaba Tarih Vakfı Yurt Yayınları. 1998 İstanbul s. 29-31

    31. Mustafa Erdoğan, “Türkiye’de …” s. 805

    32. Ersin Kalaycıoğlu, “Türk Siyasal Sisteminde Değişim, Siyasal Patronaj ve Yozlaşma” Yeni Türkiye Eylül-Aralık 1998 Sayı: 23-24 C. 2 s.822-23

    33. Hasan Şimşek, Paradigmalar Savaşı, Sistem Yayınları 1997 İstanbul s. 17

    34. Hasan Şimşek, a.g.e, s. 44-45

    35. Hasan Şimşek, a.g.e, s. 196-99

    36. Ömer Çaha, a.g.e, s. 93

    37. Ömer Çaha, a.g.e, s. 102

    38. Mümtaz’er Türköne, “Batılılaştıramadıklarımız” Doğu Batı, Sayı:2 Şubat-Mart-Nisan 1998 s. 108

    39. Çağlar Keyder, a.g.e, s. 41

    40. Coşkun Can Aktan, “Cumhuriyetin Yetmişbeşinci Yılında Türkiye Dünyanın Neresinde?” Yeni Türkiye Eylül-Aralık 1998 Sayı: 23-24 C. 1 s. 144

    41. Coşkun Can Aktan, “Cumhuriyetin…” s.146 Makalede daha bir çok sosyo-ekonomik kriterler açısından Türkiye’nin yeri, ayrıntıları ile değerlendirilmiştir.

    42. Coşkun Can Aktan, “Cumhuriyetin…” s. 144

    43. Bilindiği gibi, devlet sürekli olarak, kamu harcamaları, vergiler, borçlanma, para basma gibi çeşitli iktisat politikalarıyla ve transfer harcamalarını siyasi mülahazalarla yönlendirerek piyasa ekonomisinin işleyişine yoğun şekilde müdahalelerde bulunmaktadır.

    44. Coşkun Can Aktan, “Türkiye’de Güç Odakları ve Yozlaşan Demokrasi” Düşünen Siyaset Sayı:1 Şubat 1999 s. 128-29