Köprü Anasayfa

Türk Müslümanlığı

"Bahar 99" 66. Sayı

  • Neden Türk Müslümanlığı?

    Ümit Alparslan

    Acaba Türkiye’deki insanlar veya "aydınlar" bir konuyu tezekkür ederken, hür beyinleriyle ulaşabildikleri bilgileri mi değerlendiriyorlar, yoksa, esen yada estirilen rüzgarların çıkış noktası, estirici yönü veya kuvvetine göre saf tutup, taraftarca bir tavır mı sergiliyorlar?

    Tabii, bir kavramın ortaya atılıp içinin doldurulması, hele, tekamül sürecinin dışında, zorlama veya daha şümullü kavramları daraltmaya yönelikse, bu kavramın kemale ermesi değil, birden çok kavramın deformasyona uğraması demektir.

    Türk kelimesi sadece bir ırkın adı değil, özellikle Haçlı Seferleri sonunda, bilhassa 1517’den itibaren Osmanlı döneminde Fas’a kadar bütün Müslümanların İslamî kimliklerini tarifte Batı tarafından kullanılan bir kavram olmuştur. Her ne kadar Türklerin içerisinde az da olsa Hıristiyan, Yahudi, Şaman ve Budist olsa da, Türk isminin yanında İslamın vasfedici olarak kullanılmasına ihtiyaç duyulmamıştır. Sadece, Müslüman olmayanlardan bahsederken mensup olduğu dini grup ismi bir istisna olduğu için kullanılmıştır.

    Hal böyle iken, 1980’lerin başından itibaren Türklerin dini inançlarının Fas ve Araplardan farklılık gösterdiği yönünde görüşler dillendirilmeye başlanmış; özellikle SSCB’nin dağılmasından sonra bu süreçte bir hızlanma yaşanmış ve nihayet 1998 yılında, Başbakan M. Yılmaz’ın "Dinimizin ithal Arap ve Acem karışımı gerici zihniyetlerin etkisinden kurtulması gerekir" ifadesi ile yeni boyut kazanarak "Türk Müslümanlığı" kavramıyla noktalanmıştır. Yalnız, bu yeni kavramın; Batılıların Osmanlıdaki bütün Müslümanları Türk vasfındaki genellikle veya yaklaşımla ilgili olmadığı gibi, Yusuf Akçura’nın Türk Birliği kurma sürecinde İslam dininde faydalanma veya batı karşısındaki geri kalan İslam medeniyetini milliyet aşısıyla ayağa kaldırıp meyveler verdirme idealiyle veya Ziya Gökalp’in sembolize ettiği "İslam diniyle beraber Türk Kültürü"nün merkez alınacak, batıdan ilim ve teknolojik alanda faydalanılarak, başta Türkler olarak doğruyu ayağa kaldırmayı hedefleyen Türkçülükle bazı bağlantılar kurulabilse bile temelde ve istikamette benzerlik mevcut değildir.

    Bazılarının "itikatta Mâturidi amelde Hanefi mezheblerini benimsemiş inancını günlük hayata Yesevi tarikatının aşk ikliminde kabul etmiş, Maturidi-Hanefi-Yesevi sacayağı" ile ifâde ettiği, kimilerinin de Aleviliği Türk Müslümanlığı olarak takdim ettiği, diğer bir kısmının da Sünnilerdeki Hz. Ali ve Ehl-i Beyt sevgisini tespitten veya Sünnilerin de Hz. Ali ve Ehl-i Beyt ile ilişkilerini keşfetmekten dolayı Alevi-Sünnilik olarak takdim ettiği Türk Müslümanlığı görüşleri mevcuttur.

    Ancak, Türklerin Müslümanlığı ilk kabul ettikleri dönemden itibaren Rafiziliğe ve Şiiliğe karşı olan İslâm’ı kabul ettikleri, Yesevilik dahil Türkistan’da kurulan tarikatlerin Sünni olduğu, Anadolu’ya gelen dervişlerin Sünni inanca bağlı bulunduğu, Şah İsmail’in İran’da yıldızının parlamasına kadar, bugün İran’da kalan Güney Azerbaycan’da yaşayanlar dahil büyük kısmının Sünni oldukları ve Şah İsmail’in Anadolu’da kendisi gibi Türkmen olan oymakları üzerindeki tesir ile Aleviliğin şekillendiği bilinen vâkıalardandır. Ayrıca, Selçuklu ve Osmanlı kuruluş dönemindeki Hz. Ali sevgisini ifade eden Alevilik ile daha sonra meydana çıkan şekil arasındaki farklılıklar da gözden kaçırılmamalıdır. Günümüzden o döneme bir elbise biçmemiz tarihi realiteye zıttır.

    Türk İslamı kavramının altında, pozitivist anlayıştan kaynaklanan din anlayışının dolaylı bir etkisini de gözlemlememek mümkün değildir: Zira, din ilahi nitelikte ise hükümleri de Allah tarafından konulmuşsa, çizilen sınırlar dışında bir tasarruf mümkün değildir. Ancak, dinler çok tanrılı dinlerden evrim geçire geçire tek tanrılı hale geldikleri ve dinin oluşumunda insanların toplulukların veya milletlerin dahli var olduğu kabul ediliyorsa1, dinde tasarruf etmek o dini yapıcıların tabii hakkı olarak ortaya çıkmaktadır. Tabiidir ki, insanların inançları hakkındaki beyanları ile tavırları arasındaki fark iki gruptan hangisine dahil olduğunu ortaya koyabilir.

    "Türk Müslümanlığının özünde Yesevi’nin yoğurduğu hoşgörü var" denildiğinde, sanki İslam’a İslam’da olmayan bazı şeylerin Yesevi tarafından katılmış olduğu gibi bir şey anlaşılmaktadır. Ancak, hoşgörü, hatta diğer dinlere tabi olanlara yaşama, ifade ve ibadet hakkı veren İslam’ın kendisi değil midir? Hz. Peygamber de bunu Hıristiyan, Yahudi ve putperestlere göstermemiş midir? Eğer, bazı bölgede veya devirlerdeki insanlar bunu anlamamışlarsa, bu da, o Müslümanların kusuru değil midir?

    Türkler, "özgürlük bilincine daha uygun itikatta Maturidi, amelde Hanefi mezheblerini benimsemiştir" denildiğin-de, kastedilen inanç Hıristiyan dünyasında Ortaçağ’dan itibaren yaşanan reform hareketleri ile dönemleri farklı olsa da paralelliği ifade eden bir tavır mıdır? Buradaki özgürlük ifadesinden kastedilen İslam akidelerinden sapma, genişletme veya yeni bir formata sokma mıdır?

    "Türk Müslümanlığı”nın en fark edilir vasfı, dini kurallar manzumesi olarak değil, muhabbet halesi olarak görmesi Allah ve peygamber sevgisi üzerine tesis etmesidir". Burada sorulması gereken, belki tavzihi lazım gelen, dini muhabbet halesi olarak görürken, dini hükümleri red etmek midir? Muhabbet ile dini hükümleri yerine getirmek red etmekten ayrı bir kategori değil midir? Türklerin din hükümleri red değil, gönülden kabul ederek,yapma, hatta, Arab’a göre, sadece farzları yerine getirme değil, sünnetleri bile farz kategorisine sokarak ibadet yapma özellikleri değil midir?

    Türklerin, İslam’ı en iyi anladığı en iyi temsil ve tebliğ ettiği, anlayışının ruhî tarafını da tekemmül ettirerek "daha derin" olduğu, İslam’ı özüne en uygun olarak yaşayış bulduğunu söyleyebilir. Fakat bunun kötü olan yanı, İslam’ı geliştirme ve değiştirme şeklinde olmasıdır. Eğer böyle olamazsa, dinin eksiklik içinde Allah tarafından insanlara bildirildiği ortaya çıkmaz mı?

    İslam dininin, kurallarına sadık kalmak üzere, zaman ve coğrafyayı dikkate alınarak İslam’a aykırı olmamak kaydıyla, örf ve adetlere de izin verilerek, toplumun ihtiyaçlarına cevap verilmesi İslam’ın zaten hükümlerinde vardır. Ancak, evrensel olan mesajı bir kültür kalıbına sokmak veya bu vasıta ile sınırlamak evrenselliğe zıt değil midir?

    XIX. yüzyıl sonları ve XX. Yüzyılın başlarında zirvede olan İslamcılığın pek çok liderinin, sadece batı karşısında ezilen Müslümanlara hitap etmesi ile sınırladıkları İslâm’ın konumunu, bu defa da milliyetle sınırlamakla, islamın evrenselliğinden vazgeçilmiş olmuyor mu?

    İnsaniyet dairesinden mahalliye hatta şahıs dairesine kadar bütün dairelerde, hükümlerine aykırı olmamak üzere müsaade eden, en renkli ve çeşitliliğin bugün bile İslam coğrafyasında bulunmasına sebep olan İslâm’ın bizzat kendisi değil midir? "Vahdet içinde kesreti" gerçekleştiren, renkliliği koruyup gerekirse artmasına zemin hazırlayan, kültürleri ve alt versiyonlarının hayatiyetini sağlayan yine İslâm değil midir?

    Peki, kesretlerde, çokluklarda bir vahdetin sağlanması, bütünlüğün mevcudiyeti veya mümkünatı kimleri rahatsız edebilir? Duygu, arayış, samimiyet ve iyi niyetler hariç tutulursa, SSCB dönemi sonrası dönemde, yaklaşık 50 yıllık bir dönem sonrasında, Türkiye ve Ortadoğu üzerinde 100 yıl öncesindekini andırır politikaların tatbike konulduğu alan olması acaba neyin ifadesidir?

    Emperyalist güçlerin, Osmanlı Devleti’nin toprakları dışındaki bölgeleri hemen hemen tamamını sömürgeleştirdikleri bir sırada, başta İngilizler olmak üzere ele geçirilememiş bu bölgeye yönelmişler ve 1838 Osmanlı-İngiliz Ticaret Anlaşması ile iktisadi egemenliğin kapısını aralamışlar ve Ortadoğu’daki her olayda muhrik, müdahil veya taraf olmaya başlamışlardı. Özellikle 1876’dan itibaren, İngilizler, Osmanlı Devleti’nin özellikle Araplarla meskun bölgesinin ele geçirilmesi, Hindistan yolu ile beraber bölgenin iktisadi potansiyelini değerlendirmesi ve belki de en önemlisi oluşabilecek bir birlikteliğin zihinlerde bile ortadan kaldırılması için politikalar oluşturmaya başlanmasıdır. Araplarla Türkler arasının açılma projeleri 1.Dünya Savaşı’nda Şerif Hüseyin’in İngi-lizlerle birlikle hareketiyle neticelenmesiyle İngilizler lehine meyve verdirilerek sona erecektir. Kullanılan vasıtaların çeşitliliği hemen dikkati çekmektedir. Türklerin İslam Dünyasını özellikle Arapları geri bıraktığı, Halifeliğin Kureyş’e ait olduğu öne sürülerek halife-padişahın zayıflatılması , Mısırı işgal ederken Şam Merkezli Arap Milliyetçilik hareketini desteklemeleri gibi politikalar İngilizler tarafından yürütülmüş veya çeşitli şekillerde desteklenmiştir.

    Osmanlı Devleti’nin Türk-Arap diye ikiye ayrılma gayreti üzerine, Balkanlardaki Hıristiyan etnik gurupların büyük ölçüde Osmanlıdan ayrılmaları dolayısıyla, Osmanlı Devleti, büyük ölçüde Arapların Osmanlıdan ayrılmasını önlemek için İslamcılık politikası uygulamaya yönelmek zorunda kalmıştı. Hatta, Türk Birliğini savunan ve Osmanlı Devletini de bu birliğin önderi kabul eden Ziya Gökalp bile, bu tehlike karşısında "Osmanlı Devleti bir Türk-Arap devletidir" demek zorunda kalacaktır. Özellikle, XX. yy. başında Osmanlı aydınlarının Arap-Türk kardeştir. Türk olmazsa Arap yaşayamaz gibi ifadelerle özetlenebilecek fikirleri, özellikle bu İngiliz politikasına karşı koyma gayretlerinin bir ifadesidir.

    I. Dünya Savaşı neticesinde, İngiliz önderliğindeki bloğun Araplarla meskun bölgelere yerleşmesiyle kısa süre önce aynı devlet sınırları içinde yaşayan, aynı orduda savaşan, aynı sofrayı paylaşan insanlar arasında birbiri hakkında bilgi sahibi olma, tanıma ve anlama; sömürgecilerin istediği yönde ve miktarda olmak üzere Berlin Duvarı’ndan daha büyük ve beyinlere sirayet ederek sınırlayacak kadar uzun, görünmeyen ama mevcut olan bir duvar örülmüştür. Bu diğer bir şekilde de Türklerin meskun olduğu SSCB ile aramızda örülmüştü.

    Ancak, II. Dünya savaşı ile SSCB’nin bir dünya gücü olarak ortaya çıkması İngiliz’in Osmanlıya karşı yeşerttiği Arap Milliyetçiliği, Sovyetler tarafından Sosyalist Arapçılık olarak Arapları sömüren kapitalist sömürgecilere karşı kullanılması aşamasında, İngiltere’den Orta Doğu patronluğunu devralan ABD’nin, Arap dünyasında sıkıştığı bir sırada, ABD, İngilizlerin 150 yıllık Arap-Türk düşmanlığı politikasından ayrılarak, Türklerin yeniden Arap bölgesine ABD müttefiki girmesi isteniyordu .

    İnönü’nün milli şefliği dönemimde, 1946’dan itibaren başlayan Komünizm karşıtı politikalar-sosyalist Niyazi Berkes P.N. Boratav’ın üniversiteden uzaklaştırılmaları ile zirveye çıkmış; dini ve milli kurum ve fikirlerin desteklenmesi ile ne-ticelenmişti. ABD’nin desteği ile yurt içinde sürdürülen Sovyet karşıtı politikalar, DP döneminde yeni bir ivme kazanıyor ve Menderes liderliğindeki Türkiye’ye Ortadoğu’da Sovyet yayılmacılığına karşı bir Orta Doğu Savunma Paktı kurulması görevi ile neticeleniyordu. ABD-İngiliz destekli bu teşebbüs, Mısır ve Suriye’nin özellikle arkasındaki ABD karşıtı gücün karşı çıkması ile gerçekleşmiyordu.

    Bu yeni dönem, Türk-Arap ilişkilerinde gelişme sağlandığı görüldüğü gibi, özellikle 1968 öğrenci olaylarından sonra, Türkiye’de Komünizmle mücadele çerçevesinde Batı yanında olmak üzere, dini ve milli duyguların ön plana çıkmaya başladığını görüyoruz. Artık dini ve milli değerleri desteklemek batıcılığa zıt görülmüyordu. 1970’li yılların sonlarında milliyetçilikteki ifadeler, II. Meşrutiyet dönemi Türkçülüğündeki İslâmî söyleme döndüğünü de ortaya çıkarmaktadır-"İndik Tanrı dağından ruhumuzu kandırdık Orhun’un kaynağından" yerine ruhumuzu kandırdık İslam’ın kaynağından, ya da "Tanrı Türkü korusun" yerine "Kanımız aksa da zafer İslam’ın" gibi sloganların ön plana çıkması – Anti komünist politikaların gereği ABD’nin Afganistan’da mücahitleri desteklemesi de batı için problem oluşturmayacaktır. Ancak, Türkiye’de sağ-sol zıtlaşmasının tavana vurduğu bir dönemde Sovyetler Birliğinin artık dağılacağı – Parçalanan İmparatorluk gibi eserlerin yazılması-tespitleri yapılıp, dağılmaz ise Kızıl ordunun SSCB’deki Müslüman nüfusun artması dolayısıyla yeşil orduya dönüşebileceği kehanetleri ortaya konuyor, Sovyet sonrası politikaları masaya yatırılıyordu. 1983’te, Brejnev’in ölümü ile SSCB’deki açıklık daha doğrusu ABD müttefiki dönemi başlıyordu. 1990’dan itibaren mahalli bazdaki bazı problemler olsa bile, global bazda artık ABD-Rusya müttefikliği tescil ediliyordu.

    SSCB’nin dağılma sürecinde yeni bir kavramın, fundamentalizmin ortaya atıldığını 1983’ten itibaren ABD tarafından benimsenmeye başlandığını Ortadoğu’da daha fazla menfaati olan Avrupa -özellikle Fransa ve İngiltere- tarafından kabullenildiği ortaya çıkıyordu. Fundamentalist vasfı; özellikle İsrail’e karşı mücadele veren teşkilatlardan, İslamî guruplara ve İslam’ın bizzat kendisine kadar karışık bir şekilde terörizmle ilişkilendirilerek takdim ediliyordu. Bu durum karşısında İslâmî hassasiyeti olmayan kurumlar bile İslamın fundamentalizm olarak kabul edilemeyeceği açıklaması ile cevap vermek zorunda kalıyorlardı.

    Bu sürece paralel, başta Fransa olmak üzere, İslam’ı kültürel bir tehlike olarak kabulü, Nato’nun ne ifade ettiği açıklanmayan fundamentalizmi tehdit olarak tesbiti, Türk-Arap ilişkilerinde de yeni bir dönemi başlatıyor gibiydi. 1946′ dan 80’li yıllara kadar Ortadoğu içerisinde telakki edilen savunma paktı kurmak için teşvik edilen Türkiye, Yeni Ortadoğu haritalarında yer almıyordu. Sovyet karşıtı dönemde Türkiye-İran ve Pakistan Ortadoğu içerisinde telakki edilirken, 1990 sonrasında artık bu ülkeler Ortadoğu ülkesi sayılmıyordu. Bu durum, Türkiye’nin arzularına da uygun olacak şekilde Avrupa Birliğine, Avrupa Birliği üyesi olmayan ABD tarafından, değişik niyetlerle İngiliz, Fransız desteğiyle yönetiliyordu. Fakat, Türkiye, İngiliz Dışişleri Bakanı Hurd’ın ifadesi ile "ne yapacağı belli olmayan Türkiye’nin sağlam kazığa bağlanması" ham hayal olan AB üyeliği yolunda gümrük birliği ile sağlanırken, Türkiye’nin başka bir alternatif aramaması için tedbirler alınıp sınırlamalar getiriliyordu. Aynı dönemde, sadece Arap ülkeleri ile İsrail’in katılacağı bir Ortadoğu Ticaret Birliği, ABD desteğiyle hayata geçirilmeye çalışılıyordu.

    Türk-ABD ilişkileri neredeyse Türk-İsrail dostluğuna bağlı hale getirildiği, Türkiye zaruri bazı ihtiyaçlarını İsrail’den almakla karşı karşıya kaldığı izlenimi ortaya çıkıyordu. Türkiye, İsrail’le dostluğunun üçüncü bir devlete karşı olmadığını açıklasa da, Türkiye ile Araplar arasındaki ilişkiler gittikçe kopmaya yönelmektedir. ABD Türkiye’yi kendi yanında Arap Dünyasına 1950’lerde sokmaya çalışırken 1990’larda Türk-İsrail dostluğunu zaruri hale getirerek Türkiye’yi Ortadoğu’dan uzaklaştırmış olmuyor muydu?

    Bu dönemde Sovyetlerin etkisinin bitip, ABD’nin tek süper güç olarak kaldığı bir dönemde, terör örgütü PKK’nın Türkiye karşıtı politikası, liderinin Suriye’den teşkilatını yönlendirmesi, Türkiye’de milliyetçilik duygularının yükselmesini sağlıyordu. Türkiye’deki milliyetçi liderlerde 1980 öncesi İslamî söylem yerine sloganlardan işaretlere kadar ırk ağırlıklı hale yöneldiği de müşahede edilmektedir.

    Bu arada yeni dünya düzeni mimarı, Avrasya’nın kuzey kısmında Avrupa Birliği patronu ile Uzakdoğu’nun lideri ve ekonomik ve teknolojik gücü Japonya arasında Rusya Federasyonu’nun muhafazasını, Rusya başkanlık seçimlerinde bile müdahil olarak sağlamaya çalışırken, Rusya Federasyonu’nun güneyinde dini hatta kültürel hassasiyet dışında gevşek bir tarzda etnik Türk hattının oluşması tasvip görüldüğü gözlenmektedir. Ancak, fikri ve ekonomik temelde güçlenmemesi, 1915’lerdeki ideale yönelmemesi kaydıyla, başka oluşumlara engel olmak için istendiği kanaati hasıl olmaktadır.

    Güneyi, Türkiye’den 1919’daki gibi ayrıştırılarak yeni birliklere yöneltildiği; Kuzeyi Rusya Federasyonu yaşatılıp sınırlandırılarak yeni oluşumlara kapatıldığı, Türkiye’nin de içinde bulunduğu hattın pasifize edilerek görünmez blokaja alındığı kanaatine varılamaz mı? Acaba yeni dünya düzeninde 20. yüzyıl başındaki İngiliz politikasının değişik versiyonuna dönüşte, kazanımlarını kaybetmek istemeyenlerin cihanşümul bir dinin bir kültürel kalıba veya kalıplara sokulmak istenmesi ile bağlantısı var mıdır.?

    Eş zamanlı veya birbirini takip eden olaylar arasındaki bağlantı sadece tesadüfi olabilir mi? Bağlantılar ile fayda temin edenler uyuşuyorsa irtibatlandırmak zaruri değil midir?

    Batıdaki Milliyetçilik kaldırılmaya, ABD’de bütün etnik unsurlar gelecek ideali ile birleştirilirken, Avrupa’da Avrupa vatandaşı oluşturulmaya çalışılırken, neden bölgemizde Türk, Arap, Fars arası derinleştiriliyor, bütün insanlara hitap ettiği sabit olan İslâm neden milliyet kalıbına sokuluyor?

    Sovyetlerin her Türk lehçesini bir dil haline getirdiği gibi, yakında kültürel farklardan kaynaklansa bile; bir Kazak İslamı, Özbek İslamı, Türkmen İslamı vesaire gibi anlayışlar yeni patronlar eliyle mi ortaya konacaktır? Acaba Araplar arasında Mısır İslamı, Suriye İslamı, Arabistan İslamı da olmayacak mı? Hatta, PKK’nın Türkiye’ye yapamadığı zararı, bazı tezahürleri görülmeye başlayan İslamla karıştırılarak takdim edilecek etnik İslamcılık yani Kürt Müslümanlığı yapmaz mı? Bu Ortadoğu’daki kazanım sahiplerinin işine yararken en fazla Türkiye’ye ve gelecekteki Türkiye’nin tabii açılımlarına zarar vermez mi?

    Acaba, Türk Müslümanlığı da dahil tavırlarımız, hareketlerimiz kendi irademizle mi, yoksa usta bir elin sihriyle mi veya süper bir beynin mucizevi siynelleri ve dünyayı yeni bir düzen içinde organize eden ve kendi merkezli olarak dönmesini temine çalışan programcı tarafından mı sevk edili-yoruz?

    Dipnotlar

    1- Mesela, "İslamiyeti din olarak Araplar kurmuş ve tekamül ettirmeye başlamışlardır. Ancak, İslam öncesinde parlak birer medeniyetleri olan Türkler ve İranlılar çok geçmeden İslama etki yapmaya başladılar. Bu durumda İslam Medeniyeti Türk-Arap-İran sentezi olarak anımlayabiliriz" ifadeleri buna güzel bir örnektir.