Köprü Anasayfa

Popüler Kültür

"Yaz 99" 67. Sayı

  • Aktif Asketizm/Radikal Hedonizm ya da Kanaat Ahlakı

    Bünyamin Duran

    Prof. Dr.

    Burada konunun analizine girişmeden önce okuyucularımıza kolaylık sağlamak amacıyla yabancı kavramların anlamını kısaca açıklayalım. Asketizm; riyazi veya çileci yaşantı şeklini kendine hayat tarzı seçme ideolojisinin adıdır. Asketik yaşantı kişinin Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla dünya zevkleri ve hazlarından uzak durması; yeme içmede, kazanmada, giyim kuşamda, insanlarla ilişkilerde son derece iradî bir kararla disiplinli bir hayatı yaşamasıdır. Çeşitli yiyeceklerle karnını tıka basa doyurma yerine günde bir dilim ekmek ve bir kaç zeytin tanesi ile hayat boyu idare etmesidir; pamuklu ve yünlü elbiseler giyme yerine kıldan elbiseler giymesi, rahat döşekler ve odalarda değil, kıldan sergiler ve hücrelerde yatmasıdır; sınırlı miktarda uyuması, sınırlı miktarda insanlarla haşir neşir olmasıdır. Bunların ötesinde son derece dakik, disiplinli ve metodik bir hayat tarzını esas almasıdır. Mesela, her gün saat kalkacaksa kesinlikle dörtte kalkması ve bunu elli yıl altmış yıl aksatmadan sürdürmesidir. Harama girme korkusuyla her türlü servet kalemine şüpheyle bakması, servet edinme tutkusunu kalbinin derinliklerinden silip atmasıdır.

    Hedonizm ise, yukarıda örnek olarak verilen hayat tarzının tam tersi bir yaşantı modunu esas almaktır. Kişinin hayatının en önemli amacının her türlü haz ve zevklerden tatmak ve onlara sürekli sahip olmak olduğuna inanarak tüm varlığını haz ve zevklere adamasıdır.

    Ünlü sosyolog Sorokin’inin ifade ettiği gibi, Batı toplumu tarih boyunca sürekli bir eksenden başka bir eksene fırlamış durmuştur. Tüketim konusunda da aynı süreci yaşamış; endüstri öncesi dönemde estetik bir yaşantıyı temel hayat tarzı olarak benimserken modern dönemde radikal hazcılık bataklığına saplanmıştır.

    Bilindiği gibi, insanda bizim bildiğimiz ve bilemediğimiz çok sayıda duygu mevcuttur. Hazzın peşinde koşma, çıkarını ön plana alma, basit yöntemlerle başkalarını sömürmek için çabalama, servet ve mal biriktirerek onlarla övünme vs. gibi duygular nefsani duygulardır. Bu duygular çelik bir irade ile bastırılabilir ve böylece kişinin günlük hayatı üzerine etkisi en az düzeye indirilebilir. Kişinin nefsi hazzını en yüksek düzeye çıkarmak istemesine rağmen kişi iradesini kullanarak nefsinin bu isteğine kendini tamamen hazdan mahrum bırakarak karşılık verebilir. Çıkarcı ve çıkarını önceleyen duygusunu da mal ve servetten bilerek ve isteyerek vazgeçerek bastırabilir. Doğal olarak böyle bir duygu bastırma sürecinde çok yüksek ve düzenli motiflerin olması gerekir. Çünkü birbirine karşı olan duyguların çatışma sürecinde, basit ve içeriksiz nedenlerle son derece anlamlı idarî kararlar alınamaz. Belli bir kararın oluşabilmesi için bir tarafta insanın doğal içgüdülerinin baskısı, diğer tarafta da bunların tam karşısında yer alan insanın aklı çatışır. Şayet akıl çıkarcılığın ve hazcılığın emrine amade edilip iğdiş hale getirilmedi ise, insana ılımlı bir hazcılık ve ılımlı bir çıkarcılık önerir. Doğal içgüdüler ise, aklın önerilerine aldırmayıp sadece kendi isteklerinin sonuna kadar tatminini isterler. Aklın önerilerinin de dikkate alınmayarak ya tamamen içgüdüler bastırılır; ya da doğal içgüdülerin istekleri tüm duyguları etkisi altına alarak hayatı kendi istekleri çerçevesinde dizayn ederler. Birinci durumda asketik bir yaşantı, ikinci durumda da hazcı bir yaşantı hayata hakim olur.

    Batı toplumları modern öncesi dönemde asketik bir yaşantıyı, modern dönemde de hazcı bir yaşantıyı benimsemişlerdir. Burada kısaca bu süreçlere değinelim.

    Modern çağlardan önceki dönemlerde, asketik bir hayatın kaynakları hangi motiflerdi acaba? Bu konuyu derinliğine Max Weber işlemiş ve belli bir aydınlığa kavuşturmuştur. Weber’e göre, ilk metodik ve disiplinli yaşantı dini ortamlarda başlamıştır. Bu ortamlara en tipik örnek manastırlardır. Manastırlara kapanan rahipler, dünyayla ilgili her şeyden el etek çekerek tüm varlıklarını Allah’a adamışlar ve Allah’a yaklaşmak için de zamanı son derece dakik olarak kullanmışlardır. Bu yaşantı şekli zamanla Calvin’in yeni yorum ve teknolojisi ile ekonomik ve sosyal hayata da sirayet ederek toplumsal bir nitelik haline gelmiştir.

    Gerçekten, asketik yaşantının toplumsallaşması Protestanlık mezhebinin ortaya çıkışıyla paralellik arz eder. Protestanlık öncesi dini düşüncede (Erken Protestanlık Geleneği) servet insanı tanrıdan uzaklaştıran bir varlık olarak görülmekte idi. Ancak, Geç Protestanlık ve özellikle Calvin’in yeni yaklaşımlarıyla servetin bir "kir" olmadığı; insanı Allah’tan uzaklaştıran bir unsur değil aksine Allah rızasını esas alması durumunda Allah’a yaklaştıran bir unsur olduğu yaklaşımı yaygınlaşmaya başladı.

    Yeni yaklaşıma ve dini inanca göre insan, Allah’ın kendisine taktir ettiği iş ve meslek konusunda sadece bir yöneticidir. Aynı zamanda meslek "çağırma" anlamını ifade etmektedir. Meslek yoluyla Allah insanları kendi rızasına uygun en iyi iş yapmaya çağırmaktadır. Bu yaklaşım zevk ve haz peşinde koşmayı hala ayıplamakla birlikte, fakat insanın çıkarcılığını yeniden yorumlayıp çıkarcılık ve hazcılıktan uzak durabilmek için dünyadan kaçınmayı değil, aksine dünyayla beraber olmayı, ancak rasyonel bir disiplin içinde çalışma yoluyla onu şekillendirmeyi teşvik etmektedir.

    Reformasyon hareketinin yaygınlaşmasıyla, önceleri sadece ruhani sınıfın ahlâki kodları olan riyazi ve disiplinli yaşantı bu defa kitlenin ahlâki kodlarıyla özdeşleş-meye başladı. Daha önceleri öte dünyaya yönelik olarak başvurulan aktif riyazet, zamanla yön ve içerik değiştirerek dünyaya yönelik bir yaşantı tarzı haline geldi. Dini yaşantı açısından insanlar manastırdan kurtuldu, fakat herkes kendi hayatında bir rahip oldu. (Ülgener, Din ve Zihniyet, 1981, s. 39 vd)

    Burada sıkça dile getirilmesine rağmen içeriği hakkında fazla bilgimizin olmadığı Püriten yaşantı hakkında kısaca bilgi vermek gerekir. Bu bilgi sayesinde Batı’daki sosyo-ekonomik gelişme ve değişmeleri daha kolay anlamamız mümkün olacağı gibi; Batı’ya paralel veya onun arkasından giden kendi toplumumuzun da hangi aşamalara gelebileceğini de bu bilgiler sayesinde kestirmemiz mümkün olabilecektir. Öte yandan burada, Protestan geleneğinin Allah, insan yazgısı, tarih ve kader anlayışını da öğrenmiş bulunacağız.

    Püritenlerin dünya görüşünü şekillendiren Calvin’e göre, Tanrı insanlar için var olmamış, tersine insanlar Tanrı’nın isteği ile var olmuşlardır. Ancak insanların yalnızca çok azı sonsuz mutluluğa çağrılmış, geri kalan çoğunluk, ebedi cehenneme mahkum edilmiştir. İnsanların çoğu cehenneme gidecekse bu İlahi adaletle nasıl uyuşur? Calvin’e göre tanrının egemen iradesine dünya "adalet" ölçülerini uygulamak saçmadır. Böyle bir şeye kalkışmak onun yüceliğini zedeler. Çünkü, sadece O özgürdür, yani O hiç bir yasaya bağımlı değildir. Düşünüre göre, ebedi hakikati dile getiren bu ilkelere güvenmek durumundayız, bunların akıl ve mantık yoluyla araştırılması hem imkansız hem de insanın boyunu aşan bir küstahlıktır. Bunlar karanlık gizlerde saklı sırlardır. Cehennemin dibini boylayacak olan kötü ruhlu insanların böyle bir sonucu hakketmedikleri için şikayet etmek istemeleri, hayvanların insan olarak doğmadıkları için dertlenmeleri ile aynı şeydir. Çünkü, bütün yaratıklar bir uçurumla Tanrı’dan ayrılmışlar ve Tanrı onlara yüceliğin şanını ihsan etmedikçe ebedi ölümü hak etmişlerdir. Tek bildiğimiz, insanların bir kısmının kurtulacağı, diğerlerinin lanetlenmiş olarak kalacağıdır. İnsani iyi çaba ya da suçun bu kaderi belirlemede payı olduğunu farz etmek, Tanrı’nın ezelden beri değişmeyen mutlak özgür iradesinin insani etkiler ile etkilendiğini varsaymak olur; bu ise imkansız bir düşüncedir. (Weber, Protestan Etik, 1997, s. 92)

    İnsanları demir kafes içine hapseden bu öğretinin Protestan neslin ruh hali üzerine mutlaka derin etkisi olmalıdır. Bu etki, Weber’in de dikkat çektiği gibi bireylerin bir iç yalnızlığa itilmiş olmalarıdır. Batı toplumlarındaki bireyciliğin köklerini de işaretleyen bu yaklaşım gerçekten ilginçtir. Reform döneminde, insanların hayatlarındaki en önemli şey ebedi kurtuluştu. İnsanlar ezelden belirlenmiş kaderlerini için, kendi yollarını tek başlarına kat etmek zorundaydılar. Vaiz, ayin, kilise hatta peygamber dahil hiçbir şey, hiçbir kimse onlara yardım edemezdi. Hiçbir vaiz edemezdi; çünkü ancak seçilmiş olan kişi, Tanrı’nın sözünü ruhunda duyabilirdi. Vaizin ise böyle bir garantisi yoktu. Herhangi bir kutsal ayinde yardım edemezdi; çünkü ayinler Tanrı tarafından, kendi şanını arttırmak için düzenlenmişti bu yüzden de mutlak ihlal olunamazlık içinde korunurlar ve Tanrı’nın inayetini elde etmek için kesinlikle bir araç olamazlardı. Hiçbir kilise de hatta peygamber de yardım edemezdi; çünkü İsa da yalnızca seçilmişler için ölmüştü.

    Bu inanç sistemi Protestanların bir taraftan yalnızlaşmasına neden olurken, diğer taraftan da her türlü ritüele ve dini ayine şüphe ile bakmalarına neden oldu. Gerçek Puritenler, cenaze merasiminde bile her türlü merasimi reddettiler. Batıl inanç, büyü, ayinle kurtuluşun olamayacağına inanarak cenazelerini şarkısız ve ilahisiz mezara gömmeye başladılar. Onlara göre Tanrı’nın ezelde lanetlediği insanlar için, büyüsel bir araç olmadığı gibi, başka herhangi bir araçta yoktu. Bunun çarpıcı başka bir etkisi de Allah’tan başka güvenilecek bir merci, bir kurumun olamayacağına olan inançlarıydı. Özellikle İngiliz Püriten edebiyatında sık sık insanlar arası yardım ve arkadaşlığa güvensizlik, tekrarlanmaya başlandı. Sevimli Baxter, en yakın kimseye güvenmemeyi ve kimse ile uyuşmamayı tavsiye eder: İnsan yalnız Tanrıya güvenebilir. (Weber, s. 93).

    Püriten doktrin mensuplarını, günlük komşularında her türlü savurganlıktan, haz peşinde koşmaktan, çıkarcılıktan, servet yığıp onunla böbürlenmekten uzak durmaları konusunda uyarır. Sürekli asketik bir yaşantıyı vurgular. Sürekli asketik bir yaşantıyı vurgular. Sebastian Franch her Hıristiyan’ın bütün hayatı boyunca bir keşiş olması gerektiğini önerir.

    Öte yandan Püriten doktrin, cinsel zevklere de iyi gözle bakmamaktaydı. Bu dokt-rin de cinsel ilişkiye, evlilikte bile, yanlız Tanrı’nın şanını artırmak için, Tanrı tarafından istenen bir araç olarak "üretken ol ve çoğal" buyruğuna uyarak izin veriliyordu. Bu doktrin dini şüphelere karşı olduğu gibi, bütün cinsel tahriklere karşı da ölçülü bir perhiz önermekteydi. İnsanın nefsini yatıştırarak perhizlerden özellikle sebze perhizi, soğuk banyo perhizi yanında sıkı çalışma perhizi öneriliyordu: "Mesleğinde var gücünle çalış."

    Asketizm doğal zevkler ve hazzının peşinde koşmanın karşısındaydı. Çünkü bunlar, insanın düzenli ve metodik yaşantısını bozan unsurlardı. Sadece bunlar değil, böyle bir yaşantıyı tahrip eden her şeye savaş açmışlardı. Bu ilkeden hareketle Püritenler her türlü sportif faaliyete de karşı çıkmakta idiler. Kralın pazar günleri kilise zamanı dışında bazı spor ve eğlencelere yasal izin vermesine karşı çılgınca savaştılar. Sportif faaliyetler, yalnız Sebt dinlencesinin bozulmasına neden olduğu için değil, ayrıca azizlerin düzenli yaşam biçimlerinden isteyerek ayartılmalarına yol açtığı içindi de zararlıydı. Sporun, yalın zevk aracı olması, ya da boş gurur, ham güdü ya da akıl dışı kumar zevkini uyandırması, doğal olarak, kabul görmüyor ve şiddetle karşı çıkılmasına neden oluyordu. İnsanı mesleki uğraşıdan uzaklaştırdığı gibi dinsel hayattan da uzaklaştıran içgüdüsel hayat zevki, kendini "senyör"lere ait spor olarak ya da ortalama insanın dans salonlarına ya da meyhaneye gidişi olarak tanımlasa da, Püritenlere göre akıl akılcı asketizmin düşmanı idi (Weber,s.147).

    Ayrıca, bu doktrin doğrudan doğruya dini değeri olmayan kültür varlıklarına karşı da güvensiz ve düşmanca bir tutum içindeydi. Puritenlerin "batıl inanç" kokan, büyüye dayalı kutsanmışlıkları hatırlatan her şeye karşı duydukları kızgınlık, Noel kutlamaları, Mayıs Ağacı ve kendiliğinden oluşan bütün dini kültürel etkinlikleri de kapsıyordu.

    Püritenler tarafından tiyatro da hoş karşılanmazdı. Çünkü tiyatro ile insanların içgüdüleri kışkırtılıyor ve bu da erotizmi ve aşırı cinselliği uyarıyordu. Tiyatronun ayrılmaz niteliği olan "aylak konuşma", "aşırılık", "boş gösteriş", gibi yönleri akıl dışı, amaçsız, asketik olmayan ve bütün bunların üstüne Tanrı’nın şanına değil de insanlarınkine hizmet eden davranışların işaretiydi, dolayısıyla karşı çıkılması gereken şeylerdi.

    Püritenizmin bütün bu doğrultulardaki etkilerinin burada tartışılmasını sonuçlandırmadan, şu gerçeği ortaya koymalıyız: Estetik ya da sportif zevklere hizmet eden kültür varlıklarındán zevk almaya verilen izin, her zaman hep çok özel bir sınırlamayla karşılaştı: hiçbir şeye mal olmamalılar. İnsan, sadece Tanrı’nın şanıyla ona lütfedilen malların mutemèdidir. İncil’in hizmetkarı gibi, o da kendisine emanet edilen her kuruşun hesabını vermek zorundadır ve bir kısmını Tanrının şanı için kullanacağı yerde kendi zevki için kullanması, en azından, tehlikelidir.

    Dünyevi asketik Protestanlık mülk sahibi olmanın verdiği doğal zevke var gücüyle karşı çıkmış, tüketimi, özellikle lüks tüketimi sınırlamıştır. Buna karşılık, mal kazancını, psikolojik olarak geleneksel ahlakın yasaklarından kurtarmış, kazanç uğraşısının zincirlerini koparıp bunu yalnız yasal hale getirmekle kalmamış, ayrıca doğrudan doğruya Tanrı’nın isteği olarak görmüştür. Bedensel zevklere ve dünyevi mallara olan bağlılığa karşı savaş, akılsal kazanca karşı bir savaşımdır. Bireylerin ve toplumun yaşam amacı olarak Tanrı tarafından istenen ussal ve yararlı kullanım onaylanırken, usdışı kullanım, her şeyden önce, feodal duygular açısından son derece doğal olan bedensel putlaştırma ve lüksün yerilen dışa vuran biçimi olarak değerlendirilmesi ile açıklanır. (Weber,1997,s.154-155)

    Batı toplumlarının asketik bir yaşantıdan hazcı bir yaşantıya geçiş süreçleri ilginç olmalıdır. Gerçekten bir zamanların spordan tiyatroya, arkadaş edinmeden ayinlere kadar hemen her şeye karşı çıkan, en basit zevklerin bile peşinde koşmayı ayıp-layan ve bunu şeytani bir kandırma olarak gören bir toplumun torunları nasıl oldu da belli bir müddet sonra hayatın tek ve en önemli amacının hazlar olduğunu kabul eder oldu. Bu süreci doğal olarak bir kırılma şeklinde anlamak doğru olmaz, asketik yaşantıdan hazcı bir yaşantıya geçmek için yine de belli bir zemininin oluşması gerektir. Bu süreci sanırım şöyle çözümlememiz mümkündür: asketik yaşantı manastırlardan taşıp seküler hayatın temel elemanları olan tüccar, yönetici, bilim adamı, sanayici ve işçilere sirayet edince ekonomi ve genel olarak hayat ciddi bir disiplin ve düzen içine girdi. Dini yorumlar da bu düzenin meşrulaştırdı. Toplumsal hayatın aktif ke-simleri metodik olarak çalışır, tasarruf eder, yatırım yapar ve ona göre sınırlı olarak harcarken ekonomi de gelişme göstermiştir. Bir zamanların Püriteni iş hayatı içinde bitmez tükenmez bir enerjiyle çalışmakta, kazanmakta, kazandığını savurmayıp yeniden yatırım yaparak iş imkanlarını genişletmekteydi. Bu aşamada asketik yaşantı hedef değiştirse de içerik olarak devam etmekteydi. Ancak bu süreçte özellikle akılcılık akla hakim olmaya başlamakta akılcı filozoflar dinin ve vahyin etkisini azaltmaya yönelmekteydiler. Aslında, filozofların farkında olmadan tahrip ettikleri temel, kendi temelleriydi. Çünkü nesnel akılcılık yerini kısa bir zaman sonra öznel ve araçsal akılcılığa bırakacaktır. Öznel akılcılık ise asketik bir hayatı değil, daha fazla insanın hazcı duygularının meşrulaştırılmasını savunacaktır. Artık eski sistemdeki gibi evrensel ahlaki ilkeler vardır. Her insan haz peşinde koşmak istediğine göre bu duygunun, insanın davranışlarının ve ahlakının temeli olmasının ne sakıncası olabilirdi?

    Asketik yaşantıdan hazcı yaşantıya geçiş beraberinde çok sayıda değişikliği de getirmiştir. Bu süreçte hayat modernleşmiş, kültürler seküler bir yapıya kavuşmuş ve Batı toplumlarının çoğunda ekonomi sanayi devrimi aşamasına ulaşmıştır. Aslında, bu değişiklikleri en iyi vurgulayan kavram modern kavramı olmalıdır. Artık yeni paradigmaya modern paradigma demek mümkündür. Burada kısaca modern paradigmaya değinip daha sonra onun hazcı yönünü inceleyelim.

    Modern Paradigma ve Hazcılık

    Sanırım kriteri en fazla, dolayısıyla tanımı en zor kavramlardan biri "moder-nizm" kavramı olmalıdır. Bununla birlikte modernliğin tanımı konusunda en azından tek bir genel ilke kabul edilmeksizin mo-dern toplumdan söz etmek mümkün olmaz. Modernizmi ne olduğuyla değil de, ne olmadığıyla tanımlamak belki daha elverişli olabilir. Ne olmadığı konusunda modernizmi tek bir ilkeye indirgeyerek tanımlamak gerekirse; bir kutsal vahiye ihtiyaç duymadan hayatı tepeden tırnağa araçsal aklın doğrultusunda örgütleme süreci olarak tanımlayabiliriz. Tanımdan da anlaşılacağı gibi klasik dönemlerde bireyin hayatının çeşitli yönlerini belirleyen en azından et-kileyen vahiy modern toplumlarda yoktur artık. Bireyin dünya görüşü, günlük yaşantı tarzı, üretim, yatırım ve tüketim modu araçsal aklın ilkeleri doğrultusunda belirlenmektedir. Buna göre modernliğin iki cep-hesini ayırmak gerekir. Birinci cephesi üretim, yönetim ve dağıtım cephesidir; ikinci cephesi ise, bölüşüm ve tüketim cephesidir. Üretim yönetim ve dağıtım (bölüşüm değil) cephesinde ileri derece de bir rasyonelleşme olmuştur. Özellikle bilim ve teknolojideki gelişmelerle üretim, yönetim ve dağıtım tarihte hiç olmadığı şekilde rasyonel ilkelerle gerçekleştirilmeye başlanmıştır.

    Modernleşme çeşitli bölümlerinin giderek artan farklılaşmasını doğurdu. Bu süreç içinde bilim, felsefe ekonomi, aile hayatı, din ve sanat sürekli farklılaştı ve parçalandı. Bu gelişmelere paralel yeni düşünceler üretilerek insanların vahiyle bağları iyice kopartıldı. Artık yeni yaklaşımlarda insanların sıkı çalışmalarının, tasarruf ve yatırım yapmalarının ilahi tarafı görünmez oldu; insanlar güç kazanıp egemen olmak için kazanmaya, servet biriktirmeye başladılar.

    Modernlik, vahye dayanan büyük dünya dinlerinin temel niteliklerinden olan, her türlü nihai amaçlılığı dışladı. Modernlikte önemli olan uzak gelecek değil "şimdi" idi. Dolayısıyla "burada" ve "şimdi"yi doya doya yaşamak gerekiyordu. Bunun içinde yeni düşünceler geliştirilerek insanların çıkarcılığı ve hazcılığı meşrulaştırıldı.

    Modernizmin etkili eleştirmenlerinden Fransız yazar A. Touraine’nin vurguladığı gibi, modernlik fikri, geleneksel toplumun merkezindeki Tanrı fikrinin yerine bilimi, koyarak dinsel inançları ancak özel hayatın en mahrem gözeneklerine hapsetti. Siyaseti, ekonomiyi, ahlakı, bilimi, sanatı din-dışı unsurlarla inşa etti. Aynı şekilde entellektüel etkinliğin, dinsel inançlardan korunması üzerinde ısrarla durdu. (Touraine, Modernliğin Eleştirisi, s. 44-47)

    Hazcılığın Meşrulaştırılması: Faydalı ve Hazcı Felsefe

    Klasik dönemdeki asketik yaşantıyı savunan ilkelerin tam tersine İngiliz düşünürü J. Bentham, "faydacılık" diye yeni bir düşünce sistemi kurdu. Aydınlık çağı toplumsal düşüncesi insan mutluluğunun yaratılmasında davranışların ahlâki bakımdan iyiliğini faydasıyla özdeş saymaktaydı. Tabiat ve insan tabiatının "Akılcı Yaratıcı"sı, bunları öyle yaratmıştı ki, Tabiî Kanuna göre doğru ya da iyi olan davranışlar, bir planlı tesadüfle, aynı zamanda birey ve toplum için de en faydalı olacaktı. Bundan bir ileri adım, "Tabiî" kavramının bir tarafa atılıp, sadece, insan davranışlarının mutluluk bakımından incelenmesini, "doğru-yanlış" davranışların belirlenmesi için kabul etmekti. Bentham, toplumun düzenli işleyişi görüşü akılcı, somutlayıcı, tümdengelimci yöntemini; bireyin, akılla mutluluk arayan bir makine olduğunu; çevresinden gelen etkilere, daima, kendi mutluluğunu maksimumlaştıracak tepkiyi yapacağını, gerçekte, Aydınlanma Çağı felsefesinden almıştı.

    Bentham’ın temel ilkeleri şunlardı: a) Bütün bireylerin, evrensel olarak hayattan beklediği, maksimum mutluluk (ya da zevk toplamı) tur, mutsuzluktan kaçınmadır. b) Hayatın iyi (ya da amaçlanan) davranış ilkesi, akıllıca davranıştır. Bu da, kişinin kararlarında, tercihlerinde, zevkini maksimum, zahmeti minimum yapmasını gerektirir. c) Toplumun kurumları ve hukuk yapısı, toplumdaki bireyler arasındaki iliş-kiler öyle düzenlenmelidir ki, birinin kendisine en yararlı olan davranış, diğerlerine de yararlı olabilsin. d) Zevk-zahmet hesabını temel ilke kabul eden toplumsal bilimler, "en büyük sayı için en büyük mutluluk" ilkesini hedef almalıdır.

    Faydacı felsefenin temel ilkesi, bireylerin kendi mutluluğunu maksimumlaştırmak için kişisel çıkarlarla davranması gereğiydi. Temel ahlâki ilkesi de, bu davranışın, bütün insanların bir arada mutluluğunu maksimumlaştırabilmesiydi. Fakat, bu ikisi arasındaki fark, toplumda daima çıkar bağdaşması bulunduğu ilkesini gerektiriyordu. Çünkü, ancak, her kişi kendi mutluluğunu maksimumlaştırdığı zaman toplumdaki bütün bireylerin mutluluğu maksimumlaşıyorsa, yani çıkar uyumu varsa, bu ikisi arasındaki fark ortadan kal-kabilirdi. Akılcı, bilgili bireylerin bulunduğu bir toplumda, bunun gerçekleşeceği varsayıldı. Herkesin kendi çıkarına göre davranmasının, diğer kişileri düşünseydi varılacak sonuçla aynı olacağına inanıldı. Bunun için de, Tabiî Kanun felsefesinin metafizik "Tabiî uyum" anlayışı yerine, akılcı bir örgütlenmenin, reformlarla toplum yapısını buna göre düzenlemenin, gereği önerildi.

    Bu ilkelerden,devletin de kişilerin ekonomik tercih ve kararlarını etkileyecek şekilde müdahalle etmemesi gerektiği çıkartıldı. İnsanlar kendi doğal içgüdüleriyle hareket ettikleri taktirde kendi tatminlerini azamileştirecek, dollayısıyla toplumun geneli böyle bir tatmin maksimizasyonuna ulaşmış olacaktı. Klasik ve Neo-Klasik okulun yaklaşık tüm düşünürleri bu felsefeyi şiddetle savundular. Konuyu biraz daha açarsak daha iyi anlaşılabilir: İnsanlar çarşı pazardan belli bir mal ve hizmet tedariki sürecinde öyle karar ve tercihlerde bulunurlar ki, bu karar sonunda kendisinin faydalanmasının en yüksek düzeye çıkmasını sağlarlar. Akılla hareket ettiği varsayılan kişi ilk olarak alacağı mal veya hizmetin kendi veya aile efradına sağlayacağı psikolojik faydayı dikkate alacaktır. Marjinal faydası en yüksek olan mal ve hizmeti tercih edecektir. Ancak genellikle marjinal faydası yüksek olan malların fiyatları da yüksektir. Bu durumda tercih ettiği malların marjinal fayda oranlarını fiyat oranlarına eşitleme yoluna gidecektir. Sonunda, pazardan belli bir sepet mal aldığında en optimum kararla almış olacak ve bu mal listesi, faydasını en yüksek düzeye çıkartan liste olacaktır. Her insan böyle yaptığına göre, tüm toplumun maksimum fayda sağladığı sonucuna ulaşmaktadır.

    Doğal olarak burada unutulan şey bir kişinin haftalık bütçesi olan sadece 5-10 dolarla mal satın alması sürecinde fayda temini; diğerinin milyon dolarla mal satın aldığında fayda teminidir. Zavallı filozoflarımız! bize bunun ikisinin de faydasını maksimum düzeye çıkardığını, dolayısıyla en yüksek faydada eşitlendiğini anlatmaya çalışırlar.(Kazgan, İktisadi Düşüncenin Evrimi, 1980, s. 49-50)

    Batılı düşünürlerin açtığı çığır, radikal hazcılığı doğurmada gecikmedi. Radikal hazcılık bilindiği gibi, tarihin çeşitli dönemlerinde, zengin kişiler tarafından izlenen birşeydi. Roma’lı elit kesim, Rönesans zamanında İtalyan şehirlerinin kralları, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda, İngiltere ve Fränsa’daki zengin ve soylu kimseler gibi büyük servete sahip çevreler, sınırsız harcamalar ile hazzın doruğuna ulaşmaya ve böylelikle hayatlarına bir anlam vermeye çalışmaktaydılar. Ancak belirli kesimlerce uygulanan bu yaşama tarzı Çin’de, Hindistan’da, Yakın Doğu’da ve Avrupa’da yaşamış olan büyük hayat ustalarının tanımladığı "mutlu hayat" kavramını kendilerine çıkış noktası olarak almamışlardır.

    Modern çağın ikinci psikolojik yanılgısı, bireysel bencilliğin yaşanmasının, toplumsal uyuma, barışa ve huzura yol açacağı inancıdır. Daha başından yanlış olan bu varsayım yaşanılan deneylerin ışığında, iyice açığa çıkmıştır. Bencillik; bir davranış biçimi olmakla kalmaz, aynı zamanda kişinin karakterinin bir bölümü olarak da ortaya çıkar. Bencillik, insanın her şeyi yanlızca kendisi için istemesi durumudur. Bölüşmek yerine sahip olmak kişiye haz verir. Sahip olmak tek hedef olunca insan giderek daha açgözlü ve ihtiras sahibi olur. Çünkü ne kadar çok şeyi olursa, o kadar mutlu olacağını sanır. Böylelikle kişi, herkese karşı bir düşmanlık beslemeye başlar. Kandırmak istediği müşterileri, iflasa sürüklemeye çalıştığı rakipleri ve sömürmeyi arzuladığı işçileri, hep onun daha az şeye sahip olmasına yol açtıkları için, hiçbir zaman rahat ve huzur bulamayacağı bellidir. Onun tüm hayatı, kendinden çok şeye sahip olanları kıskanmak ve kendinden az varlığı olanlardan da korkmakla geçecektir. Ama bu kişinin toplumda örnek bir kişilik çizebilmesi ve güleç yüzlü, akıllı, namuslu ve dost bir insan olabilmesi için duygularını bastırarak, o yönünü hem kendinden, hem de başkalarından gizlemesi gerekmektedir.

    Modern toplumlarda insan adeta varlığı kaybederek doğrudan bir tüketici nesne konumuna indirgenmiştir. Önemli olan insan değil sistemdir. Ekonomik sistemin gelişmesini belirleyen, "insan için iyi olan nedir?" sorusu değil, "sistemin gelişmesi için iyi olan nedir?" sorusudur. Bu yanlış anlayışın insanlara iğne gibi batan sivri ucunu gizleyebilmek için de, "sistemin gelişmesine" yarayan her şey, insanın refahına ve mutluluğuna da yararlıdır" düşüncesine yaygınlık kazandırmıştır. Bu oluşturulan yapıyı desteklemek için, yardımcı etkenler de kullanılmıştır. Sistemin gerektirdiği bencillik, açgözlülük ve sahip olma ihtirası gibi özelliklerin, insanda doğumla birlikte varolan özellikler olduğu ileri sürülerek, bunların sistemden değil, insanın doğasından kaynaklandığı kanıtlanmak istenmiştir. Bencilliğin, açgöz-lülüğün ve sahip olma ihtirasının bulunmadığı toplumlar "ilkel", o toplumlarda yaşayan insanlar ise "çocuksu" diye aşağılanmaya çalışılmıştır.

    Bu yaklaşımın başka önemli bir sonucu, insanların doğaya karşı giderek daha düşmanca davranmaları idi. Varoluşúmuzla bağlı olduğumuz doğadan, aklımız nedeniyle ayrılmaktayız. Doğanın vazgeçilmez bir komşusu olan insanlar vahiyle dillendirilen doğa ve insan arasındaki işbirliği ve uyumu bir yana bırakıp, doğaya egemen olmaya, onu kendi amaçları doğrultusunda kullanmaya çalışmakla, doğanın dengesini bozmakta ve onu bozulup, yok olmaya itmektedir. Doğayı fethetmek arzusu ve doğa düşmanlığı özellikle Batı insanının gözünü öylesine köreltmiş ki, doğal kaynakların da bir sonu olduğunu ve bir gün tükenebileceklerini, ayrıca doğanın insandaki bu sömürücü tutuma karşı kendini savunabileceği gerçeklerini bir türlü göremiyor. Son zamanlarda ortaya çıkan yeşiller hareketi kaba kapitalizmin acımasız doğa düşmanlığına karşı bir isyanı olmalıdır. (E. From, 1995, s. 21-33)

    Sistemin Pedalı: Reklam

    Klasik ve Neo-Klasik Okul’un düşünürlerinin hazcılık teorisini gerçekleştirmesinden sonra sıra üretici pozisyonunda olan kapitalist çevrelere geliyordu. Zaten düşünürlerle kapitalistler aralarında fazla bir mesafe yoktu. Düşünürlerin çoğu burjuvaya mensuptu. Kapitalistler oldukça ileri düzeyde rasyonel ilkelerle üretip dağıttıkları ürünler için pazarlara ihtiyaç duyuyorlardı. Ancak klasik asketik insan tipinin mevcut zihniyet ve dünya görüşüyle üretilen ürünlerin Pazar bulması mümkün değildi. İnsan bir "tüketen varlık" olmalıydı. Bunu sağlamak için üretimde nasıl akıl, bilim, din, sanat ve her türlü teknolojiyi kullanmıştı, tüketimde de bunların hepsini kullanmak zorundaydı. Nitekim kullandı da. Çünkü sistemin yaşayabilmesi bir yandan büyük üretime ve onun için bitmez tükenmez insan emeğine, öte yandan da üretilen malların tüketilmesine yani yüksek tüketim eğili-minin üretilmesine ihtiyaç vardı. İşte kapitalist sistemin yaşayabilmesi bir yandan büyük üretime ve onun için bitmez tükenmez insan emeğine, öte yandan da üretilen malların tüketilmesine yani yüksek tüketim eğiliminin üretilmesine ihtiyaç vardı. İşte kapitalist sistemin yaptığı ikinci önemli iş "ihtiyaç üretme" işiydi. Gerçekten bu konuya ünlü iktisatçı Galbraith da dikkat çekmekte ihtiyaçların üretilmiş ürünler olduğunu savunmuştur.

    Kapitalist sistemde yapay ihtiyaç üretimi reklam ve benzeri araçlarla kişilerin iradeleri esir alınarak gerçekleştirilmektedir. Böylece kişiler sistemin ürettiği malların sadece bir tüketici durumuna indirgenmektedir. Ağır reklam bombardımanı ile adeta tüketicinin zihin ve hayali bir vitrin ya da bir katalog haline dönüştürülmektedir.

    Kapitalist süreçte insanların üretici, tasarruf edici ve yatırım özellikleri hemen hemen ortadan kalkmakta, bireyler sadece tüketici bir ajan olmaktadırlar. Yukarıda ifade edildiği gibi sistemin en fazla üzerinde durduğu araç reklamdır. Reklam bisikletin pedalı durumundadır, bisikletin yürüyebilmesi için nasıl pedala ihtiyacı varsa kapitalist sistemin devam edebilmesi için de reklama ihtiyacı vardır. Günümüzde bu olgu istisnasız tüm dünyayı saran bir vakıa olarak hayatımızın en mahrem alanlarına bile sirayet etmiştir. Bir çocuğun "baba ay neyin reklamı" demesi reklamın etkisinin ne ölçüde derin olduğunu gösterir

    Kapatalist sistemde sonsuz sayıda mal ve hizmet üretilmekte ve tüketiciye sunulmaktadır. Bu süreç insanların çok sayıda seçenekle karşı karşıya kalması imkanını ,ya da çok önemli bir seçme özgürlüğünü ifade etmez mi? Bu anlamda görülen özgürlük sahte ve yalancı bir özgürlüktür. Çünkü sistem hiç durmadan reel olmayan ihtiyaçların tatmini için çok sayıda malı insanlara sunmaktadır.

    Doğrusu insanın psikolojik bünyesinde de kapitalist sistemin tuzaklarına düşmeye hazır çok sayıda duygu mevcuttur. Bu duygulardan biri veya bir kaçının kışkırtılması ve bu duyguların diğer yüce duyguları baskı altına almasıyla insan sadece o duygulardan ibaretmiş gibi bir zavallılığa düşebilmektedir. Bu duygulardan bir kısmı " Yapay hızlandırıcı" olarak çalışabilmektedir. Doğal ve kaba içgüdülerin harekete geçirdiği bu duygular aslında ilkel ve vahşi insanlara egemen olması gereken duygulardır. Ancak ne acıdır ki modern çağlarda Batı toplumuna egemen olan duygular şükran duyma, şefkat etme, saygı duyma, izzetli olma gibi yüce duygu değil hazcılık, çıkarcılık ve ırkçılık gibi kaba duygulardır. İşin ilginç tarafı Batı toplumlarında hazcılık, çıkarcılık ve ırkçılık gibi son derece kaba ve ilkel duygular tüm medya, eğitim-öğretim sistemi, kültür politikalarıyla beslenmekte ve adeta kışkırtılmaktadır. Hatta tüm ekonomi, siyaset ve kültür teorileri bu kaba ve ilkel duygulardan hareketle üretmektedir.

    Kapitalist sistemde insan doğasından yararlanma o noktaya varmıştır ki, insanın her duygusu derinliğine tahlil edilmekte, tutsak edilebilmesi için her türlü teknoloji üretilmekte ve en sonunda insan üretilen malların zorunlu bir tüketicisi yapılmaktır.

    Sistemin yararlandığı insan duygularından biri merak ve yeniliklere karşı zaaf içinde olmasıdır. İnsan her yeni şeyi görmek ve kullanmak ister. Kapitalist sistemin ajanları insanın bu merak ve yeniye karşı zaaf içinde olan duygusunu her şeyi deneyin hatta "bir de İsa’yı deneyin!" sloganı ile kışkırtmaktadırlar.

    Öte yandan kişi diğer insanlardan sınırlı ölçüde de olsa farklı olmak arzusundadır. Çünkü her insan farklı bir şekilde yaratılmıştır. Bu duygunun kışkırtılmasıyla insan özellikle de kadınlar bu farkın vurgulanmasını çok önemli bir olgu olarak göstermekte, hatta bu farklığı varlığını derinden hissetme şeklinde kavramaktadır. Bu farklılığın en çarpıcı örneğini bir kadının ifadelerinde bulabiliriz: "Kişiliğini bulmuş olmak ve bunu ifade etmek hakika-ten kendi olmanın zevkini keşfetmektir. Çoğu zaman bunun için küçük bir şey yeterli olur. Uzun zamanda beri aradım ve saçlarımdaki küçük bir ton değişikliğinin tenim ve gözlerimle mükemmel bir uyum

    yaratmaya yeteceğini fark ettim. Bu sarıyı, Recital’in boya şampuanı çeşitleri arasında buldum. Şimdi her zaman olduğumdan daha fazla kendimin." (Baudrillard, Tüketim Toplum,1997,s. 97)

    Öte yandan sistem insan kitleleri için model erkek ve model kadın üretmektedir. Keyfi olarak üretilen erkek modeli titizliğin ve seçmenin modelidir. Bu erkek taviz vermez, soğuk kanlı ve seçicidir. Dişi model ise kadına kendinden çok daha fazla hoşlanmasını buyurur. Bunda seçicilik ve kolay beğenmeme değil ama zorunlu olarak hoşlanma vardır. Aslında erkekleri askercilik, kadınlara ise bebek oyunu oynamaya özendirme sürüp gitmektedir.

    Dikkat edileceği gibi modern yaklaşımda da erkeğin hakimiyeti ve üstünlüğü üstü kapalı olarak da olsa kabul edilmektedir. Dişi model erkekler arası rekabette erkek taraflardan birinin galip gelmesi için kullanılan bir araçtır. Bu süreçte kadının kendi kendini güzel görmesi çok önemlidir. Bu kendi için değil, yine başka erkeklerin savaşı için gereklidir. Kendisi kendisini hoşlanacak ve bu süreci sürdürebilmesi için tüketecek ve bir erkeğin olacaktır. "onun arabası", "onun losyonu" der gibi "onun karısı" denilmek için kendinden hoşlanması gerekecektir. (Baudrillard, s. 98)

    Eric fromm’un haklı şekilde vurguladığı gibi insan doğasını inceleyen ve teorilerine temel olarak bu gerçeği alan düşünürler, radikal hazcılığın "iyi hayat"a götüren yol olmadığı konusunda düşünce birliğindedirler. Gerçekten de fazla teorik bir çözümlemeye bile gerek kalmadan, çevre-mize biraz bakınmamız, bize bu "mutluluk avı"çabasının insanları gerçek huzura kavuşturmaktan uzak olduğunu gösterecektir. Her yönüyle insanların ciddi ölçüde mutsuz olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Özellikle Batı insanı bir tarafta yalnızlığın ve yabancılaşmanın kıskacı altında inlerken diğer tarafta da çeşitli korkuların baskısı altında titremektedir. Bu insan aynı zamanda ruhen dengesiz, yıkık ve bağımlıdır. Başta Batılı insan olmak üzere yaklaşık Batı’nın etkisi altında kalan tüm insanlık derin bir ruhi bunalım içerisindedir. Batılı düşünlerden bir kısmı bu çaresizliğin farkına vararak bir çıkış yolu arayışı içerisine girmişlerdir. Aşağıda "kanaat ahlakı" adı altında böyle bir çıkış yolu denemesi üretilmeye çalışılacaktır.

    Bunalımdan Bir Çıkış Yolu Denemesi: Kanaat Ahlakı

    Burada önereceğimiz çıkış yolu "kanaat ahlakı" adı altında topladığımız tüketici tercih ve davranışı modelidir. Bu yaklaşımda insanda mevcut olan bir veya birkaç duygudan hareket ediyor. Ancak bu duygular Batılı düşünürlerin teorilerine örnek aldıkları kaba ve ilkel duygular değil, yüce duygulardır. Bu konuda ifrat ve tefritten uzak kalarak bir orta yol bulmaya çalışılmaktadır. Burada ilk olarak böyle bir ilkeyi üretmemizin mümkün olup olmadığı üzerinde kısaca duralım.

    Bazı yazarların "tüketimde optimizas-yon" olarak tanımladıkları "kanaat ahlakı"nı nasıl üretebiliriz? Bu ahlakî ilke üzerine bir tüketim davranışı teorisi bina edebilir miyiz? Bunu Kur’an’dan üretmemiz mümkün mü? Yoksa insanın psikolojik dünyasına girip oradan mı çıkarmalıyız?

    Yukarıda değinildiği gibi, Kapitalist tüketici davranışı teorisi insanın çıkarcılığı ve hazcılığından hareketle elde edilmişti. Çıkarcılık, hazcılık ve israf etme duygusu gibi kanaat ve iktisat etme duygusunun da insanın kozmik varlığında mündemiç bir duygu olduğunu vicdanen biliyoruz. Hatta kanaat duygusunun günlük yaşantıda daha baskın ve belirleyici bir duygu olduğu da bir gerçek. İnsanın çıkarcılığı nasıl Batılı teorilere temel olabiliyorsa kanaatçılığı da yeni tüketim teorilerine aynı tutarlılıkta temel olabilir.

    Kanaat ve iktisat etme olgusu evrende nesnel olarak bulunan evrensel olgulardır. Aynı olgular vahiy yoluyla da vurgulanmaktadır. Kur’an "yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz" derken nesnel bir olguya göndermede bulunmaktadır. Anlaşılıyor ki "israf etmeme"olgusu vahiyden bağımsız olarak, hatta insanlara bakan cephesi dikkate alındığında vahiyden önce olan bir olgudur. Dikkat edileceği gibi vahiy"şöyle şöyle davranırsanız israf etmiş olursunuz"dememekte sadece "israf etmeyin" demektedir. O zaman nesnel olarak bulunan "israf etmeme" olgusu vahiy gelmese de aklımızla bulmak durumundayız. Zaten şehvetin, hazzın, çıkarın vs. etkisinden uzak olan saf akıl israf etmenin kötü, etmemenin iyi bir şey olduğunu bulabilecektir. Ancak israfın kötü, israf etmemenin iyi olduğunu bilmek yeterli midir? Burada iyi ve kötüyü bilmenin yanında hangi davranışın israfa hangi davranışın israf etmemeye dayandığını bilmek de önemlidir. Peki bunu nasıl belirleyeceğiz? Burada da deney ve gözlem yönetimine baş vuracağız. Konunun uzmanları yoğun test yöntemiyle hangi davranışların kaynak israfına, hangilerinin iktisadına yol açtığını belirleyeceklerdir.

    Artık toplumsal olarak bu aşamaya geldikten sonra sadece belli kitapları okuyan hocaların "bu israftır, bu adaletsizliktir, bu ihsandır" şeklindeki dayatmaları akli ve mantıki bir içeriğe sahip bulunmaması gerekir. Hangi şeyin israf-israfsızlık, hangi şeyin adalet-adaletsizlik olduğu sadece kitabî bilgilerle, hatta sadece yalın akıl yürütmekle değil, bunlarla birlikte üzerinde çok sayıda deney yaparak belirlenmelidir. Günün şartlarına gö-re adil olan bir politika veya davranış, zamanla zulüm haline dönüşebilir. Bizden istenen adil olmak, israf etme-mektir. Adalet ve israfın ne olup olmadığı ise insan tecrübesine ve aklına bırakılmıştır. Hangi tüketici davranışı-nın israf etmeme hangisinin israf olduğunu da aynı yöntemle belirlemeliyiz. Hareket noktamız yine vahyi ilke ve akli zorunluluk olmakla birlikte insanın çeşitli duygularını da dikkate almak zorundayız. Çünkü "fıtrat"ı ihmal etmemiz durumunda başarılı ve sağlıklı sonuçlara ulaşmamız mümkün olamaz.

    Kanaat ve iktisat ilkeleri kendi başlarına içerikten mahrum ilkelerdir, ancak "çevresel ilkeler" diyebileceğimiz başka ilkelerle içerik kazanırlar. Bir kere insanın fıtratında mündemiç çok önemli bir duygu mevcuttur: nimete karşı teşekkür duygusu. İnsan her hangi bir kişi veya kurumdan hoşuna giden bir ikramla karşılaştığı zaman o kişi veya kuruma karşı vicdanında derin bir teşekkür etme isteği hisseder. Teşekkür ederken de bundan engin bir haz alır. Edemediği zaman önemli bir görevini yapamamanın ezikliğini duyar. İnsan ikram ve iltifatlara karşı teşekkür eden bir varlıktır.

    Bediüzzaman, duygular arasındaki bu derin fıtri ilişkiyi keşfetmiş, iktisat ve kanaatı insandaki teşekkür etme duygusuyla temellendirmiştir.

    Düşünüre göre insan, yaratıcısının kendisine verdiği sayısız nimetlerden istifade ederken onları kullanıp tüketirken fıtraten yaratıcısına şükretmek ister. Nimet karşısında şükretme ihtiyacı duyan insan o nimetin değeri-ni de doğal olarak bilir ve ona göre değer atfeder. O zaman bu nimetleri saçıp savurma yerine ince ve zarif bir ihtimamla tüketir.

    Aynı insan nimetin yaratıcısını derin şükran duyguları taşıdığı gibi o nimetin kendisine ulaşmasında emeği geçen tüm doğaya, doğanın unsurlarına ve diğer üretici insanlara da ayrı bir kalbi bağla bağlanır. Bu durumda Allah’ıyla, içinde yaşadığı doğayla ve sosyal çevresiyle barışık bir insan olur.

    İkinci önemli fıtri duygu şefkat duygusudur. Şefkat, kanaat ve iktisadı şekillendiren, içerik kazandıran rafine bir duygudur. İnsan fıtraten müşfiktir, kendisinden daha güçsüzlere, açlara, açıkta kalmışlara karşı sarsıcı bir acıma hissiyle doludur. Bu tip insanların bulunduğu bir ortamda elindeki nimetleri saçıp savuramaz. Bediüzzaman’ın çarpıcı ifadesiyle: "Fakr-u zaruret zamanında aç ve muhtaç olanların elemlerinde ehl-i vicdana rikkat-ı cinsiye vasıtasıyla gelen teellüm (acı), gayr-ı meşru bir surette kazandığı para ile aldığı lezzeti, vicdanı varsa acılaştırır… Yüz aç adamın huzurunda kemal-i lezzet ile fazla yenilmez."

    Bu hassasiyetten dolayı eskiden şefkatli mü’minler etrafındakileri imrendirmemek için sokakta alenî olarak bir şey yemez, hattâ taşıdığı gıda maddelerini açıkta görtürmeyip üstünü örterlermiş.

    İktisat ve kanaatı tahkim eden bir diğer fıtri duygu ihtiram (saygı) duygusudur. İnsan saygılı bir varlıktır. Değerli ve anlamlı şeyler her zaman insanın saygısını kazanır. Yüksek şeylere insan saygıda kusur etmemeye çalışır. En ufak saygısızlık yapması durumunda derin bir mutsuzluk hisseder. Kendisine verilen tüm nimetler yücelerden geldiği için saygıya layık şeylerdir. Onları israf etmek en kaba saygısızlıktır. Bediüzaman da israfın nimete karşı bir alay olduğunu, oysa insanın nimete karşı saygı göstererek fıtratının özlemini yerine getirmesi gerektiğini vurgular.

    Diğer bir ilke izzet ilkesidir. İnsan, izzetli ve onurlu bir varlıktır. İzzetinin kırılmasını önlemek için bazen her şeyini feda edebilir. İzzetli kaldığı müddetçe insanlığı derinden hisseder, izzeti kırıldığı zaman ise insanlığından kaybederek kendini aşağılık bir varlık olarak kavramaya başlar.

    İzzetli insan kanaat ederek, tasarrufundaki nimetleri iktisatlı kullanarak mümkün olduğunca başkalarına karşı boynu bükük olmamaya çalışır. Müsrif ve savurgan insan ise, her zaman başkalarına el açmak durumunda kalır. Bediüzaman’ın ifadesiyle iktisada riayet, insanı mânevi dilencilik zilletinden kurtarıp, insanı izzetli kılar. Bu durum birey bazında söz konusu olduğu gibi, toplum bazında da söz konusudur. Dikkat edilirse müsrif ve savurgan insanlar çevrelerine borçlanmaktan kurtulamadıkları gibi, müsrif toplumlar da başka ülkelere borçlanmaktan kurtulamazlar. Borçlanmanın bedeli ise izzet ve bağımsızlığın yitirilmesidir.

    Sonuç olarak, çağımızda hazcılığın ve çıkarcılığın üzerine kurulmuş olan Batı toplumsal yapısı bunalımdan bunalıma sürüklenmektedir. Bu sistemde insan bireyi özgürlüğünü kaybetmiş, sadece bir tüketim kölesi durumuna indirgenmiştir. Çıkarcılık sınıflar arası ve meslekler arası düşmanlıkları körüklemiş, insanlar, birbirinin düşmanı haline gelmiştir. Aynı şekilde hazcılığın bir sonucu olarak doğa ve doğal unsurlar birer birer tahrip edilmiş ve halen de edilmektedir. Bunun sonucu olarak insanlık derin bir mutsuzluğa yuvarlanmıştır.

    İnsan bireyini Batı medyası kendi istediği şekilde manipüle etmeye ve şekillendirmeye devam etmektetir. Böyle bir ortamda farklı bir önerinin dikkate alınması zor değil, adeta imkansızdır. Bunu biliyoruz, ancak biz de görevimizi yapmak durumundayız. Batı’daki bazı düşünürlerle el ele verip insan fıtratına daha uygun model ve teorileri geliştirmek zorundayız. Yukarıda ifade edildiği gibi ulaştığımız bilgi ve tecrübe seviyesinde insanlığın kurtuluşu "kanaat ahlakı"dır, denilebilir.