Köprü Anasayfa

Popüler Kültür

"Yaz 99" 67. Sayı

  • Yeniden İnsan Merkezli Bir Dünya İçin Hesaba Katılması Gereken Bir Ortaçağ Denklemi: Tüketimde Diğergamlık Hasleti ve Üretimde Ahilik Sistemi

    Tarık Ş. Nişancı

    Ya sevgil dünya tutgil, ya sevgil yol iletgil
    İki da’vi bir mani bu yolda sığmaz derler.

    Yunus Emre

    İnsan Toplumlarında barış ve kardeşliğin gelişip kökleşmesinde veya kin ve nefretin tahripkâr boyutlara varmasında iktisadi ahlak ve ona mümasil organi-zasyonların payı görmezlikten gelinemez. Hayatın devamı için üretmek ve tüketmek zorunda olan insanın bu yoldaki faaliyetleri belli ahlaki normlarla kayıt altına alınmazsa yaşamak için yaşatmamak anlayışı er geç toplumsal bir düstura dönüşür. Herhalde çağın içine düştüğü buhran, bu yargıyı doğrulamıştır. Yirminci yüzyıl gerçekten çelişkiler asrıdır. Teknolojideki baş döndürücü gelişme, ülke milli gelirlerindeki süratli artış, uzayın derinliklerine nüfuz; diğer yanda geliştirdiği teknolojiye mahkum, ulvi hasletlerden, bedii zevklerden yoksun kendisine yabancılaşan insan. İşte bu yüzyılın paradoksal veçhesinden sadece birkaç numune. Bu durumu insanlığın yeni bir "Pirus Zaferi"* 1 diye nitelemek yanlış olmaz. Zira verilen kayıplar, ulaşılan zaferi kat kat gölgelemiştir. Görünüşte galipken, insanlığın yok oluşun eşiğine mi geldiği endişesi, artık zihinleri iyiden iyiye meşgul etmektedir. Manevi dinamiklerimizden Yunus’un "Zahirim iyi yerde gönlüm fasit haberde" beytiyle kendisine hamlettiği çelişki, gerçekte yaşadığımız asrın eksiksiz panoramasını vermektedir. Şüphesiz ki bu noktaya tesadüfen gelinmiş değildir. O zaman tezahürleri bütün ürkütücülüğü ile insanlığı kaygılandıran bu problemin esas kökenlerini ve onu besleyip büyüten faktörleri (özellikle psiko-sosyal) teşhis etmek gerekir. Daha sonra -bu aşamada iddialı olmasa da- alternatif çözüm için ip ucu olabilecek tarihi şe’niyeti gözden geçirmek suretiyle, bir sonuca varılacaktır.

    Özellikle yaşadığımız çağda, çekilen Problemlerin merkezinde insan ideallerinin saptırılması vardır. Malumdur ki, her çağın dünya görüşü ile ideal insan ölçüsü de değişir. XX. yüzyıl acaba bu bakımdan nasıl bir insanı öngörmektedir? Buna geçmeden önce, pek çok açıdan kasvetli olan ortaçağın üretim ve tüketimde bu güne kadar yeterince dikkat çekilmeyen bazı "insani" ve "canlı" yönlerine değineceğiz. Genel olarak modern dönemler öncesinde iyi insanın kıymeti içsel arınma, doğruluk, diğergamlık, cesaret, gibi tinsel değerlerle ölçülmektedir. Bunlarla kaynaklanmayan veya bunlara yönelmeyen hiçbir eylemin rağbet bulması mümkün değildi. O kadar ki, insanî zaafların doyurulması bile ancak bu kabil değerlere sığınarak mümkün olabili-yordu. Örneğin, ilkel toplumlarda ve bilhassa Eski Türklerde görülen Potlaç (servetin yağmalanması) törenleri elbette ki tek izahı olmazsa da büyük ölçüde değindiğimiz sebeple açıklanabilir. İnsanlar en kötü ihtimalle, mal ve parayı gösterişe harcamak için talep ediyorlardı. Fail bakımından ahlakîliği tartışılsa bile bu durumda servetin sosyalleşerek toplumsal gerilimi düşürdüğü muhakkaktır. Klasik bir şark kaynağından aldığımız "Bana o ellerini uzat ki içi nimetler saçmayı dışı da öpülmeyi adet edinmiştir" 2 diyen beyit, söylenenleri hakkıyla yansıtmaktadır.

    "Sınıf bilinci", "sınıf çatışması" gibi kavramların bizde yer tutmayışına hayıflananlar kendi tarihimizin akışını "yerli bir duruşla" tahlil etselerdi belki de bu kadar ümitsizliğe kapılmazlardı. Sermaye ve emek arasında varolduğu kabul edilen gerilim veya çelişkinin bizim gibi toplumlar için büyük ölçüde geçersiz olduğunu söylemek gerekir. Bilhassa Dede Korkut masallarında olmak üzere çeşitli ta-rihsel kaynaklarda servetin sosyal fonksi-yonuna sık sık rastlamak mümkündür. Nispeten yakın zamanlarda bile, durum farklı değildir. Genellikle tereke defterlerinde en yüksek sosyal harcamaların, sosyal sınıfları yüksek olanlara ait olduğu görülmektedir. Şayet tarihçi abartmıyorsa, Kanunî’nin vezirlerinden biri olan Lutfi Paşa’nın konağında ihtiyaç sahibi iki bin kişi barındırılmakta ve bunların her türlü hizmeti görülmektedir.3 Elbette ki serveti sosyalleştirme yolunda, büyük ölçüde insanı zaafların biçimlendirdiği usuller yanında, başkaca önemli faktörler ve zarif yöntemler vardır ki bunların sosyal bünyedeki hayatî rolü ihmal edilemeyecek boyuttadır. Din ve ahlak sisteminin servetin bir kısmını topluma aktarma yolunda yaptığı vurgu, toplumumuzdaki köklü tesanütçülüğün yerleşmesinde önemli olmuştur. İyilik ve ihsan, vakıflar halinde kurumsal bir görünüm kazanmakla, yerine göre kah bir çeşme kah bir hamam vs. olarak somutlaşıyordu. Deyim yerindeyse, bu kanall biriken "rant" tekrar topluma yayılma imkanı buluyordu. Böylece toplumun sosyal dayanışması açısından önemli bir fonksiyon yerine getiren vakıfların mevcut olduğu toplumlarda yaşanabilecek sıkıntıları dindirdiğine şüphe yoktur. XVI. yüzyıl başlarında yapılan vergi ve nüfus tahrirlerine bakıldığında bütün Batı Anadolu eyaletlerinin gelirleri toplamının % 17’si vakıfların elinde olduğu görülmekte ve bu gelirlerin büyük kısmı açıkça kamu hizmetlerine tahsis edilmiş bulunmaktadır.4

    Ahlakçı-mutasavvıfların öğütleri, "hayr"ı son sınırına taşıyordu. Eşref oğlu Rumi’ye göre; "helalinden kazanılsa bile toplum yararı için harcanmayan mal ve servet hayırlı değildi"5. İyilikte yapılan yarış atmosferinde, servetlerini tüketenler bile olmuştur. Yardımlaşmanın tabana oturmasının en güzel örneklerinden biri de son dönemlerde oluşturulan "avarız sandıkları"dır. Halkın teberrularından oluşan bu sandıklardan halk parasal darlığa düştüklerinde yardım alırlardı. Çoğu zaman Türkleri kötüleyen hatta iftiralara kadar yanlışları dolu olan kitabında bir Avrupalı seyyah, kendilerinde niçin böyle yardım kurumları olmadığı için hayıflanır.6 Bir hakkı teslim etmek gerekirse, Avrupa’daki durum da içler acısı değildi. Kişi, modernite öncesinde çağdaş anlamda özgür değildi ama yapa yalnız da değildi. Doğumuyla birlikte toplumsal dünyada adeta değişmez ve kesin bir yere sahip olan bireyin yaşamının kuşkuya yer bırakmayan bir anlamı vardı. Kişi hasbelkader şu yada bu konumda bulunmuş değildi. Bireyin başına bir felaket gelse açıkta kalmazdı. Bulunduğu sanat ko-lundakiler veya kilise ona yardım eder; onu açıkta bırakmazdı.7 Üzüntüleri, acıları vardı ama, bunları katlanır hale getiren bir de inanç sistemi vardı.

    Zekasının bütün imkânlarını daha iyi hayat standardı tutturmaya -sanki dünyaya cennetin nimetlerini sığıştırma- hasreden çağımızın "homoeconomicus"u (iktisadi insan) ise başta kendi aşkın boyutunu ihmal etmekle kalmamış, fiziki, sosyal, mesleki vs. her türlü çevreye karşı soğuk bir cephe almıştır. Çeşitli akitlerde çevresiyle yakın bir ilişki içinde olan insan, gerçekte iç dünyasında temas ettiği nesne ve insan ile mesafelidir. Şimdiki halde muhasebe değeri olmayan şeyin ve kazanca tahvil edilemeyecek dostlukların yeri yoktur. Baba yadigarı, çitlerle çevrili özel bir adıyla sahibinin gözünde renklenen "dün"ün arazisi, bu günün şu kadar metrekare toprağı olmuştur. Şöyle ki, "Toprak Ana" romanında ve Veysel’in şiirinde bağlanılan toprağın rengi, kokusu, vefası kimseciklerin umurunda değildir. Nasıl olsun ki? Çağdaş insan ancak para ve mevki kazanabilmek için, "insanları etkileme ve başarılı olma" ve "dost kazanma yolları"nı sun’i yöntemlerle daha doğrusu "kural bir", "kural iki" sathiliği ile -kurnazlığı mı demeliydik- öğrenme yanılgısına kapılmıştır. Kısaca "insan-insan" ve hatta "insan-tabiat" iliş-kisinde dolaysız ve kendiliğinden bir kavrayış artık söz konusu değildir. Bir zamanlar doğruluk, minnet, alicenaplık, mertlik adını verdiğimiz şeylerin imgesi olarak duyarak ve hissederek yaşamak, artık mümkün gözükmemektedir. Ne var ki metayı ele geçirerek her şeye egemenliğini katmerleştirmek isteyen insan, gerçekte amacının aracına dönüşmüştür. Tek amacı daha çok kazanmak olan bu insan, "insan-insan" ilişkilerinde olduğu gibi "insan-tabiat" ilişkilerinde sıcak iklimi teneffüs edemez olmuştur. Gökteki aya bakarak "baba, ay neyin reklamı diyen" 8 bir çocuğu, nasıl bir gelecek bekliyor acaba? Bu da ayrıca bir tahlil gerektirir.

    Bu sürecin uzun ve karmaşık bir öyküsü vardır. Ancak en önemli determinantlardan birisi, insan aklının işleyiş biçimindeki dönüşümle ilgilidir. Aklın öznelleşmesinin ve biçimselleşmesinin tipik bir sonucu ben-ötedeki ("ben"in başında ne varsa) iliş-kisinde her şeyin "şeyleşmesi" yani piyasa değeri ile ele alınmasında ortaya çıkar. Şeyleşme (nesneleşme), başlangıcı örgütlenmiş toplumun ilk kuruluşuna ve aletlerin ilk kullanılmasına kadar götürülebilecek bir süreç olsa da, insan faaliyetinin bütün ürünlerinin metaya dönüşmesi ancak sanayi toplumunun doğuşu ile gerçekleşmiştir. Eskiden nesnel aklın, dinin veya metafiziğin yerine getirdiği fonksiyonları ekonomik aygıt devralmıştır.

    Burada özlemi çekilen elbette ki, ne iktisadîliği tamamıyla bir kenara bırakıp "nasip" ve "kader" bel bağlayan insan, ne de "sana ısmarlamadılar bu yalan dünyayı"denilerek aşağılanan "fani-hiçlik" dünyadır. Her aşırılık başka bir aşırılıkla karşılanır. Ortaçağların sonsuz tevekküllü içinde oldukça sınırlı üretim ve tüketim, bir tefrit yani aşırılıktı. Belki de buna bir cevap olarak kapitalist dünyadaki üretim ve tüketim ifrat dereceye varmıştır. Güncel olan ikincisi olduğundan dikkatimizi buna yöneltmemiz gerekir.

    Maddi zenginlikler gereklidir; ancak bunlar olmaksızın insanlar kendilerini ayakta tutamayacağının ikincildirler. Bundan önceki zamanlarda, ortaçağda, bir ahlaksal amaçla ilişkisi bulunmayan ekonomik etkinlik kuramına yer yoktur. İktisadi kazanım imkanının sürekli ve ölçülebilir bir güç olduğu, diğer doğal güçler gibi, kaçınılmaz ve kendisini apaçık belli eden bir birimi olduğu varsayımına dayandırılmış bir toplum birimi inşa etmek, ortaçağ düşünme biçimine göre, toplumsal felsefe alanını, kavgacılık ve cinsel saik gibi insan tabiatının sınırsız işlediği bir alan haline getirmekten daha gayri ahlaki görünmez. Servet insan içindir. İnsan servet için değil. Dolayısıyla her noktada ekonomik çıkarın, ciddi işlere engel olmasını önleyecek, sınırlar, kısıtlamalar ve uyarılar vardır. Aslolan bulunduğu konuma uygun bir yaşam sürmesine yetecek servetin peşinde olmak; daha fazlasını istememektir. Demek ki ahlaki gerekçelerle "bir lokma bir hırka" sınırını idealize eden bir anlayışı, bu yönüyle değerlendirmeden miskinlik diye mahkum etmek doğru olmasa gerek.

    Üretimde ve tüketimde sınır tanımayan bir anlayış, tarihin her zamanki dönemlerinden daha çok modern insanı anlam-sızlığa, sathiliğe ve ölçüsüzlüğe itmiştir. Çağımızın en önemli hastalığı sayılabilecek kin ve nefret duygularının körüklediği kamplaşmaların mecrasını bir düşünürün şu ifadelerinde bulabiliriz: "Çağımızın içine düştüğü bunalımın temelinde fazilete dayalı değerlerin terk edilerek insanların hudutsuz bir rekabet, hırs ve haset duygularının tahrik edilmesi gerçeği yatmaktadır. Böylece beşeri ilişkiler sathileşmekte insanlığın huzur ve saadeti tahrip olmaktadır"9.

    Prodüktivizm ve rasyonalizm ideolojisi pazar şartları içerisinde en fazlayı üretmeyi amaçlayan bir toplumsal örgütlenme biçimi geliştirirken bu yapıda insanlar sadece makinelerin bir parçası olarak kalmaktadır. Böyle biri, bir "şey"e dönüşmüş olduğu halde, bir "birey"olduğu yanılgısı içinde yaşamaktadır. Bireyin amacı, artık dişlisi olduğu bu makinanın güvenli bir parçası olabilmek ve onunla bağlantısı içinde kendisini güçlü hissetmektedir. Toplumsal başarı, her alanda yüksek üretim-tüketim ile özdeşleşirken bu arada tüm insanî ilişkiler yani sevgi, aşk, dostluk gibi erdemler ticareti yapılan birer meta konumuna indirilmektedir. Bu toplumlarda artık, insanlığın rasyonalitesi giderek yok edilmesi imkânsız bir anlamsızlıklar yığını oluşturmakta, kapitalist pazarda bolluk ve tüketim insanların bir arada mutlu yaşamalarını sağlamak yerine birçok olumsuzluğu beraberinde getirmektedir. Seven, paylaşabilen, feragat eden, uyumlu insan değil, çokça kazanan yaşadığı ortamda haksız re-kabet vs. yollarla rakiplerini açık düşüren hasis, duyarsız insan tipi oluşmakta veya oluşturulmaktadır.

    Hedonizmin çeşitli varyantlarının görüldüğü günümüzde "sahip olmak" ve "huzur" arasında doğrusal bir korelasyon kurulmaktadır. Bu saikin etkisiyle ortaya çıkan aşırı mal canlılığı ve buna bağlı olarak amansız bir rekabetin kapitalist sistemin en önemli en önemli dürtülerinden olduğuna işaret eden B. Russel önemli bir gerçeği ifade etmektedir.10

    Betimlenilen bu durum aslında insanların ruhsal fonksiyonlarındaki bir bozukluk halidir. Zira bir tutkunun (günümüz için özellikle para) tüm kişilikten bağımsız olarak başat duruma gelmesi ve adeta benliği esir almasıyla artık kişi kendisine yabancılaşmaktadır. Öyle ki bu tutku güçlendikçe hasta güçsüzleşir. Bu noktada kör iktisadi güçlerin oyuncağı olan çağdaş insanı bekleyen tehlike eski barbarlarınkinden daha az korkunç değildir. Zira barbarlar kendi niteliklerinin bir parçası önünde, altın ve gümüş için eğilirlerken sanayi toplumlarında sadece fetişliğin yönünde bir değişme olmuştur. İnsan, şimdi insan elinin emeğini kutsamaktadır. "Sahip olma" tutkusu ile iktidar alanını genişletmek isteyen birey, kısır bir yola girdiğini algılayamaz bile. Sahip olmak yegane hedef olunca insan daha açgözlü ve saldırgan olur. Kazandıkça acıkır, çünkü daha çoğuna sahip olmak ister, kazanamadıkça hiçlik duygusuyla yine kendisini tüketir. Tahmin edilenin üstünde bir kazanç bile olsa durum değişmez. Diğer kişilere oranla daha fazla şeye sahip oldukları ve onlardan üstün oldukları duygusunu tadabilmeleri için bu durumun başkaları tarafından da bilinmesi gerekir.

    Bu fasit dairede gerçekte bencil insanın "haz" sandığı duygu hiçbir zaman kendisini dinginleştirmeyecektir. Zira onun kaynağı başka şeyler olabilse de kesinlikle soğuk ve kuru objelere indirgenemez. "Maddi ve manevi varlıkların paylaşılmadıkça azalacağını" söyleyen halk efkarında bu esrar ne kadar duru ifade edilmiş. Hani şu bilimsel dedikleri hesap kitap kısmıyla da biz uğraşalım. Önermemiz de şöyle bir şey olsun: "Daha çok tüketmekle saadet arasında yatışmaz bir çelişki vardır." İktisat bili-minin en temel kuramlarından biri olan, marjinal fayda kuramına göre; sahip olunan ve\veya tüketilen ilave her bir "şey"in marjinal faydası azalır. Şöyle ki her kazanılan veya tüketilen birimin değeri zorunlu olarak düşer; bu süreç faydanın sıfırlandığı ve hatta negatif olduğu noktaya kadar devam eder. Buna göre mutluluk ile "sahip olma" ve "tüketme" arasında ancak zaruri ihtiyaçların karşılanması düzeyine kadar tam doğrusal bir ilişki vardır. Bu kısmını bencillik olarak nitelemekte de zaten mümkün değildir. Ne olduğu ayrıca bir tartışma konusu olmakla beraber, mübrem ihtiyaçlarından sonra, söz konusu kuruma göre fayda, hızlı bir şekilde düşer. Buna göre artan refahı paylaşamayan ve "infak" gibi insani hasletleri içselleştiremeyen bir insanı, hiçbir imkan tatmin etmez. Bunun başlıca iki boyutu vardır: Birincisi tamamen tekniktir. Dünyada kaynaklar kıt olduğundan sahip olunacak her birimin maliyeti artmakta diğer bir deyişle bedeller, fedakarlıklar yükselmektedir. Bu maliyetler maddi olabileceği gibi, doğruluktan vazgeçme, sözünde durmama, dalkavukluluk vs. gibi manevi yönleri de kapsayabilir. İkincisi daha subjektif ve psikolojiktir. Kıymet ve itibarın eşyanın kendisinde olmayıp insanın içinde olduğunu adeta Kopernikvari bir devrimle ortaya koyan filozof Kant’tan beri dikkatler, daha yoğun olarak dış dünyadan insana yönelmiştir. Bu adeseden mesela, harici bir güzellikten daha çok "güzel bakabilmek"tir önemli olan. Kısaca, iyilik, güzellik, hayır, mutluluk dış dünyada değil, doğrudan benliğin içinde kök salmıştır. Burada, kısa bir parantez açarak bu alt önermeyi bir miktar daha düşünelim. Lezzetin kaynağında yemeğin kalitesi mi insanın acıkma derecesi mi yani iştahı mı daha önemli rol oynar? Her insanın kişisel tecrübesiyle sabit olan ikincisidir. Çocukluğunda yediği eriklerin artık tadının kalmadığından dert yanan bir ihtiyar tanımıştım. "Nerde o erikler", derdi. Onun halini daha doğru ifade eden sitem herhalde şöyle olmalıydı: "Nerede her şeyden tad aldığımız o çocukluk günlerimiz"?. Bu bağlamda "Yemekten doymadan kalkmak" gibi bir düsturda tıbbî nedenler yanında ne denli bir hikmet saklı olduğu ortaya çıkmı-yor mu? Demek ki sonuna kadar tüketmemek ve iştahı daima kararlı bir sınırda tutmakla, ilgili obje, tabir yerindeyse marjinal faydası aynı yahut sabit kalarak, her şeyden önce nazarlarda fersudeleşmez, daha doğrusu nimet nıkmete dönmez. Bu hakikat muteber bir kaynakta: "Evet bir fakirin, kuru bir parça siyah ekmekten açlık ve iktisat bakımından aldığı lezzet, bir padişahın ve bir zenginin israftan gelen usanç ve iştahsızlık ile yediği en ala baklavadan aldığı lezzetten daha ziyade lezzetlidir" denilmek suretiyle çarpıcı bir şekilde ifade edilmiştir. Bütün bunların yanında belki de en önemlisi, dengeli ve sorumlu bir tüketimle insan, kainatta sınırsız ve sorumsuz bir varlık olmadığını anlayarak yüce bir ahlakî bir donanım elde eder. Evrensel bir ahlakın en somut ve çarpıcı tezahürlerinden olan "okyanus kenarında bile olsa suyu israf etmeme" itiyadı, pek çok çağdaş insana manasız gelebilir. Ne var ki şimdilerde, insanlık kendisini "sürdürülebilir kalkınma" diye revaç bulan iktisat politikalarına mecbur hissediyor. Şayet insanlık kendisini bu anlamsız koşturmadan alıkoyup, niyetsiz gelişigüzel yaşamaktan da vazgeçebilirlerse, kozmozdaki parçalanmış konumundan kurtulup "evrensel varoluş" sırrını yeniden kazanabilir.

    Günden güne derinleşen, yapısallaşan günümüzün bu gibi problemlerinin en genel hatları ile portresinin çizilmesi meselenin boyutları hakkında bir fikir vermiş olmalıdır. Gelinen bu noktada tehlike sinyallerinin çaldığı yetkin insanların ortak görüşüdür: Erich Fromm, İvan İllyich, Ali Şeriati, Bertrant Russell vs. gibi düşünürlerin bazı küçük yorum farkları ile insanlığın yüzleştiği problemleri tesbit ederlerken vurgu yaptıkları temel düşünce, insanların üretim-tüketim-sahip olma ilişkilerinde ve psikolojilerinde düğümlenir. Bu düşünürler ve pek çok düşünür, insanların günümüz üretim-tüketim süreçlerinde kendilerine yabancılaştıklarını, ruhları mahvedilen bu insanların ister istemez saldırganlık psikolojisi ile buna karşılık vereceklerini kaydederler. Yine bu parlak zekalar, sanayileşen toplumlarda aşırı ihtisaslaşma için hangi bedeller (sevgi, yardımlaşma, uyum yokluğu) ödendiğini haklı olarak sorgulamaktadırlar.

    Sevgi, merhamet, tevazu gibi insani hasletlerin insan hayatından çekilip gitmesinde kapitalist üretim sisteminin ağırlıklı rolünü kısaca da olsa değerlendirdik. Bundan sonra ki çaba, "o zaman ne olmalı" sorusunun cevabını aramak. Ne var ki bu sorunun kolay bir cevabı yok ve hiçbir zamanda olmayacak. Çünkü insan ve Onun davranışsal kalıpları her türlü genellemeyi boşa çıkaracak kadar karmaşıktır. Öyleyse gelecek adına dört köşe çareler üretip kehanette bunmak yerine dünyamızın içine yuvarlandığı bu güncel ve acil kaostan çıkması yollarını aramakla işe başlamak gereklidir. Zaman ve şartlar değişse de, tarihsel bir olgunun aynen olmasa da, zaten böyle bir şey arzu da edilmez, yeni sentezlerle tekrarı kuvvetle mümkündür. İlgili sorunun çözümüne katkıda bulunması muhtemel pek çok teklif yanında hiç değilse ilginç bir mukayese fırsatı doğurabilecek Ahilik sistemini, konumuz bakımından değerlendirmek gerekir. Zira zamanın ilerlemesi daima mükemmelin ölçüsü değildir.

    Ahilik İdeallerinin Evrensel Barış ve Kardeşlik İçin Oluşturduğu Ahlaki Zemin (Manevi Donatım)

    Yaşanan tarihi tecrübe derken yukarıda kastedilen tarihi olgu, Ahiliğin üretim sistemidir. Ahiliğin üretim sistemi, bilhassa manevi yönüyle büyük öneme sahiptir. Bu üretim ilişkisi, mesleki ahlakî, karşılıklı güveni, sosyal danışmayı, diğergamlığı esas alan bir üretim sistemidir. Şimdi Hoppes* ve başkaca bazı filozofları haklı çıkarırcasına herkesin yekdiğeri ile kıran kırana mücadeleye girdiği sorumsuz materyalist üretim, kayıtsız şartsız böyle bir üretim tarzına yeğ tutulabilir mi? Bu mesele olgunlaştırılarak çeşitli mahfillerde cesaretle savunulmalıdır. Ancak maziyi yeniden üretmek şeklinde duygusallığın da bertaraf edilmesi lüzumu vardır. İktisadi siyasette "ekonomie politique" göre geçerli olan biricik siyaset, ekonominin kendi halinde serbest bırakılmasıdır. O zaman herkes kendi kabiliyetine göre başardığı işlerde uygun bir yer bulur. Bu tabii bir sonuçtur; ne var ki bu durumda da sosyal dayanışma prensibini, gözü doymaz birkaç zenginin sivrilme hırsına ezdirme tehlikesi vardır.

    Görüldüğü gibi ahilik ilkeleri, serveti, belli ellerde toplamayı hedefleyen İktisadi Liberalizm’in oldukça uzağındadır. Ahiliğin kendi prensipleri içerisinde üretim anlayışı, sorumluluğu, karşılıklı güveni ve huzuru telkin etmektedir. Gerçekten ahilerin kendileri kadar toplumu düşünüp hatta cemiyetin refahını kendi refahlarına tercih ettiklerini pek çok tarihi vesika doğrulamaktadır. Bir sınıfın bir zümrenin veya bir ferdin bir diğeri üzerinde egemenlik kurmasına karşı çıkılması, insanlar arasında imtiyazlılığa mani olmaya çalışarak temel insan haklarında eşitliğin savunulması Ahiliğin icra etmeğe çalıştığı temel esasların belli başlı birkaçıdır. Sistem olarak Ahilik, vermeye çalıştığı ahlakî terbiye ile birlikte kardeşlik olgusuna sıkı sıkıya bağlı kalmış, cömertlik, yardımseverlik duygusunu yayma azminde olmuştur.

    Yeri gelmişken ifade edelim ki, Ahiliğe mensup esnaf arasında rekabetin büsbütün ortadan kalktığını -norm dünyasında öyle olsa bile- iddia etmek yanılgısına düşmemelidir. XVI. ve XVII. yüzyıllardan itibaren fütüvvet ilkelerinin sıklıkla esnaf tarafından çiğnendiği bilinmektedir. Bundan önceki zamanlarda da esnaf arasında çeşitli nizalar olmuştur. Fakat esnaf arasındaki bu kabil sürtüşmeleri çağımızın üretim hayatında mutat rastlanan rekabet şeklinden de ayırmak gerekir. Şimdi ki zamanlarda rekabet, bol üretime sürüm aramaktan kaynaklanmaktadır. Ancak Ahilik’deki rekabet, daha küçük boyutlarda olmak üzere hammadde kaynaklarını temine münhasır kalmıştır.11

    Kelime anlamı "genç adam" ya da "delikanlılık" olan fütüvvet yoldaşça bir saadeti ve alicenaplığı ifade eder. Türkçede hemen hemen aynı manaya gelmek üzere "ahi" terimi kullanılmıştır. Bu bakımdan fütüvvetin, ahilik teşkilatının prototipi olduğu savunulabilir.

    Ahiler, bilindiği gibi sanat ve meslek topluluğu olmakla birlikte bu teşekküllerin güttüğü insani hedefler, onların iktisadi yönlerini unutturacak kadar gölgede bırakmıştır.

    Ahiliğe bir dereceye kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş dönemlerindeki tarihi ve sosyal zaruretlerin, yani altyapının yön verip renk kattığı gerçeği bir kenara bırakılmaz. Başlangıç itibariyle Ahiliğin tuttuğu kıymet ve değerler, XII.-XIII. asırlardaki Anadolu’nun maruz kaldığı istilalar sonucu yaşanan kaosu, teşkilatlı bir organizasyonla savuşturma isteğinin ve\veya zaruretinin bir sonucudur. Bu asırlarda yaşanan harp ve isyan dalgaları arasında Ahilik, sanat erbabı için huzur ve emniyet verici bir ocak başından başka bir şey değildir.12 İbn-i Batuta gibi seyyahların ahilerle ilgili tespitleri böyle bir yargıyı teyit eder niteliktedir. Nitekim seyyahların ahilerde görüp hayranlıklarını gizleyemedikleri çalışma düzeni ile ilgili değildir. İbn’i Batuta’nın verdiği kayıtlarında bu durum bütün çıplaklığıyla resmedilmektedir: "Kardeşler (Ahiler) gündüzleri geçimlerini kazancı elde etmek üzere çalışırlar ve o gün kazandıkları parayı getirip öndere verirler. Ben misafirlere onlardan daha güzel davranan kimse görmedim. Şefkat ve iltifatta emsallerine rastlamak mümkün değildir.13

    Siyasi karşılıkların durulması ile iktisadi fonksiyonları ağırlık kazanmaya başlayan ahilik teşkilatlarının "meslek ahlâkı"nın oluşmasında kahramanlık ananelerinin (bahadırlık, gözüpeklik, cömertlik) dini-tasavvufi esasların inşaî rolünü burada kaydetmeliyiz. XII.-XIII. asırdan bu yana Fütüvvetnâmelere şekil vermek bakımından başta gelen kaynaklar arasında tasavvuf edebiyatının fikir ve sanat ürünleri sayılmaktadır. Toplum ahlâkı büyük mutasav-vıfların iç dünyalarında yoğrulup şekil kazandıktan sonra fütüvvetnamelere ve başka ahlak kitaplarına aktarılmış olu-yordu.14 Ahi teşkilatlarında tasavvufun et-kisi o kadar açıktır ki bazı yazarlar fütüvveti, tasavvufun mistik yoluna ulaşamayanlar için eksik bir tasavvuf biçimi diye telakki etmişlerdir.15 İbn-i Arabi’nin dini-felsefi sisteminde yer bulan tasavvuf-fütüvvet ilişkisi, tasavvufun yüce hedefleri ile fütüvveti meşbu olduğunun bir göstergesidir.16 Çalışma disiplini, meslekteki hiye-rarşi, usta-çırak ilişkisi manevi bir zemin üzerine oturtulur. Ahi teşkilatlarında ustaların konumu, tarikat şeyhlerinin konumuna benzer. Usta çırak arasındaki sevgi hürmet ilişkisi, şeyh-mürit arasındakinden pek farklı yoğunlukta değildir.

    Tasavvufi eserlerde de yoğun bir şekilde işlenerek adeta bütün İslami-insani faziletleri nefsinde toplamış olan Fütüvvet idealleri (ilkeleri); mensuplarını bu yönde terbiye ve ikaz ederek adeta bir "insan-i kamil" ortaya çıkarmanın programını sunmuştur. Ahilerin, müritlerine telkin ettikleri esaslar dikkate alındığında bu teşkilatlarla tasavvufun aynı hedefe kilitlendiği görülmektedir. Eli, sofrası kapısı açık; dili, gözü, beli kapalı olmalı şeklinde fütüvvetnamelerin önemli kuralları derin felsefi anlamlar içermektedir. Asıl amaç zihinlerde yaşatılan ideal insan, kamil insan olmaktır. Tasavvuftaki amaç da bu değil midir? Fütüvvetin şanlı bir makam olduğu ama buna mukabil şartlarının da o denli zor olduğu anlaşılmaktadır: "Fütüvvet a’la ve şerifdür… ve her kim fütüvvet yolın almaya illa edep ve haya ehli. Fütüvvet menziline irmiye/ illa kerem ve mürüvvet ehli…".17 Kimlerin ahi olamayacağı sayılırken göste-rilen hassasiyet, şayan-ı dikkattir: "Kasaba, cerraha, fütüvvet verilmez".18 Mahiyeti gereği şefkat ve mülameyetle bağdaşmayan, insan ruhunu şiddete, kasvete alıştıran sonusçta toplumun tesanüdünü ihlal eden veya bu yönde suistimale açık olan mesleklerin Ahilik teşkilatlarından dışlanması bu teşkilatların hangi ruh asaleti üzerine temellendiğini anlamaya kâfi değildir.

    Ahi teşkilatları kardeşlik ve barış idealinin mensupları arasında manevi bir rabıta kurduğu bilinmektedir. İşin sosyolojik açıdan değerlendirilmesi de gerekir.

    Ahilik Üretim Sisteminin Ferdin Psikolojisine Tesiri İle Toplumsal Huzura Yaptığı Katkılar

    Bilindiği gibi ortaçağlar boyunca çeşitli loncaların mensuplarının "meslek şuuru" itibariyle bir bakıma birbirinden ayrılmış durumda bulunmaları, zamanımızın aksine üretim kollarını ve bu kollarda faal olan fertleri birbirinden kesin olarak ayırmıştır. Dış dünya ile ilişkileri azaltan loncalara mensup fertler, kendi sanat kolları arasında ilişkileri sıklaştırmışlardır. Yine ortaçağların sanat erbabı gelir seviyeleri bakımından benzerlik ve eşitlik içindedir. Üretimi belirleyen bir iktisadi düzenin varlığı ve fiyatların narh şeklinde belirlenmesi çeşitli sanat kollarında aynı durumda olanların aynı geliri elde etmelerini sağlamış, bu da gelir denkliğinden ileri gelen bir benzerliğe sebep olmuştur. Böylece sınıf bilincine benzer bir kaynaşma ve birlik ruhu doğmuştur.19 Hammadde tedarikinden onun işlenişine ve satışına kadar her hususun inceden inceye kurala bağlanmış olması hem meslek erbabı arasındaki hem de üretici tüketici arasındaki ilişkilerde rekabet ve haset gibi sürtüşmeleri ortadan kaldırmıştır.20

    Ahilik, birlikte üretim, birlikte hayat, birlikte tüketim, insanlara güven, yardımlaşma ruhu ve diğergamlığı aşılar. Tüm bu hasletler, fertleri uyumlu, barışçı, sabırlı, olgun kılar. Seyyahların Ahilik’le ilgili kayıtları ileri sürülen bu hükümleri boşlukta bırakmayacak zenginliğe sahiptir.

    Ahilikte bir iş sahibi olmak esastır. Ahilik kişiyi iş yaparak eğittiği için utanç duygusundan uzak tutarak bireyi uzlaşmacı yapar. Ahilikte ilerleme sıkı kurallara bağlıdır ve tam bir sabır istediğinden sabırlı olmak hayatın esasını teşkil eder. Sabırlılık insanları fevri hareketlerinden korur. Çok otoriter uygulamalar dışarda tutulursa daima fütüvvet birliklerinde üretime katılanlar arasında bir işbirliği ve kurallara uyma vardır.

    En önemlisi de merhum Ülgener hocanın günümüz kavramsallaştırması ile yaptığı ilginç değerlendirmedir. Ona göre Ahilik’teki üretimin, yabancılaşmaya karşı bir üretim seyrini içermektedir: "Günümüz fabrika üretiminden farklı olarak fütüvvet teşkilatlarında üretim tek tip değildir. Standart üretim, basit teknik seviyeye uymadıktan başka sanatkar ruhuna da aykırıdır. Üretilen eser, adeta sanatkar dehasının somut ifadesidir." 21 Böylece kişi yaptığı eseri görür; kendine emanet edilen işin sahibi ve faili olduğunu daha kuvvetle anlamış olur. Bu yönüyle ahilik, kişiye self-confidence kazandırır ve ilgili şahsı sosyal bakımdan tatminde tutar. Kendine güvenen, tatmine ulaşan ruh, bir hayat felsefesine (fütüvvet idealleri) yaslanarak içinde yaşadığı toplumda birliğin ve beraberliğin sembolü olur. Yalnız orjinal bir şey ortaya çıkartan tatmin veren bir işin de tek başına bu sonucu sağlamayacağı ortadadır. Çünkü insanlar, hayatlarını manalandıracak bir hayat ve inanç sisteminden mahrum kalırlarsa er geç hiçlik duygusu yaşarlar. Çağdaş ekonomik düzenlerde insanın otomatikleşmesi hele Taylorizm prensibiyle adeta vida çeviren hayvan durumuna sokulmasıyla insan, kendisine, yaptığı işe, topluma yabancılaşmaktadır. Tatminsizlik ve uyumsuzluk duygularıyla hayatın donuklaştığı bu toplumlarda intiharların, akıl hastalıklarının, sınıf çatışmalarının, ırkçı hareketlerin artmasında müessir rol, yabancılaşma olgusuna bağlanmaktadır.22

    İnsan ilişkilerini sathileştiren maksimum üretim uğruna hayatın içinden, sevgiyi, alçak gönüllülüğü tehcire zorlayan günümüz üretim ilişkilerini insanlığın övüncü gibi algılamak basiretsizliğine düşmemek kaydıyla Ahilikğin de içinde yaşadığımız zamanın gerekleriyle tam örtüştüğü söylenemez. Ahiliğin kıymet ve ölçüleriyle günümüzün üretim tekniği Pazar ilişkileri karılıp optimal bir harmoni üzerinde çalışma yapmanın zarureti gün geçtikçe kendisini hissettireceğe benziyor. İçinde yaşadığımız dünyayı -idealleriyle birlikte- zaten yakından tanıyoruz. Dağınık olarak sunduğumuz Ahilik ideallerini derli toplu olarak bir çarşı kapısındaki bir şiirden23 özetle yeniden hatırlatarak hükmü okuyucuya bırakıyoruz.

    Sevgi göster herkese ha! Selamdan sakınma sakın

    İnsanlığı ayırma ha! Hepsine adil ver hakkın

    Niyetin iyi olsun ha! Her şeyin gerçeğini söyle

    Hayırdan ayrılma ha! İyi anlaş herkes ile

    Etrafa dostluk saç ha! Eser kalır sen gidersin

    İyi belle unutma ha! Önce hizmet sonra sensin

    (Denizli Babadağ çarşı kapısındaki kitabe)

    Dipnotlar

    * "İnsan insanın kurdudur" özdeyişi ile felsefesi özetlenebilecek Hoppes, Toplum öncesi dönemleri savaş durumu olarak niteler. Filozof kucağında büyüdüğü toplumun hayat felsefesini yansıtıyor. Diğer yanda Hacı Bektaş Veli’nin ve Ahi Evran’ın değil insanlarla vahşi tabiatlı hayvanlarla ünsiyeti (Hacı Bektaş Veli’nin Geyiki aslana yedirmemesi, Ahi Evran’ın bir yılanı sevip okşaması) hayal ürünü olsa bile bu motifler, Sosyal Güvenlik, Barış ve Sosyal Adaletin bizim toplumumuzun şuuraltında yerleşmesinin halk dehasıyla ifadesi sayılmalıdır.

    1. Bu tabir Roma İmparatoru Dönelinden miras kalmıştır. Roma İmparatoru Pirus, galip geldiği savaşta o kadar kayıp vermiş ki, kimi tarihçiler bu savaşın neticesini zafer değil, yenilgi olarak kaydetmeyi daha doğru bulmuştur.. Sonraları bu tabir, çok ağır bedellerle kazanılan başarıları anlatmakta kullanılır olmuştur.

    2. CAMİ M., Baharistan, çev. GENÇOSMAN Niyazi, (İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1989), s. 123.

    3. PEÇECİ İBRAHİM EFENDİ, PEÇECİ TARİHİ, Haz. Bekir Sıtkı Baykal, (Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı, 1988), s. 268.

    4. BARKAN Ö. Lütfi, "Osmanlı İmparatorluğunun İmaret Sistemlerinin Kuruluş ve İşleyiş Tarzına Ait Araştırmalar", İktisat Fakültesi Mecmuası, C.XXXIII, S. 1-2’den ayrı basım, (İstanbul: Şemsi Arkadaş Matbaası, 1969) s. 242.

    5. EŞREFOĞLU, Müzekk’in Nüfus, çev. Yaman ARIKAN, (İstanbul: Saadet Yayınevi, 1977), s. 99.

    6. DERSCHWAM Hans, İstanbul ve Anadolu’ya Seyahat Günlüğü, çev. Yaşar Önen, (Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1987), s. 96.

    7. FROMM Erich, Özgürlükten Kaçış, çev. Şemsa Yiğin, (İstanbul: Payel Yayınları, 1996), s. 48.

    8. HORKHAİMER Max, Akıl Tutulması, 4. b., çev. Orhan Koçak, (İstanbul: Metis Yayınları, 1988), s. 128.

    9. KOZAK Erol, İbn-i Haldun’a Göre İnsan Toplum, İktisat, (İstanbul: Pınar Yayınları, 1984), s. 113

    10. Batıda Siyasal Düşünceler Tarihi, Der. Mete Tuncay, (Ankara: Teori Yayınları, 1986), s. 269-270

    11. ÜLGENER Sabri, Esnaf Ahlâkı ve Şikayeti Mucip Halleri, (İstanbul: İsmail Akgün Matbaası, 1952), s. 393.

    12. ÜLGENER Sabri, İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası, 2. b., (İstanbul: Der Yayınları, 1981) s. 36.

    13. İbn-i Batuta Seyahatnamesinden Seçmeler, haz. İsmet Parmaksızoğlu, (İstanbul: M.E.B. Yayınları, 1993), s. 8.

    14. Ülgüner, İktisadi Çözülmenin… s. 41.

    15. HODSGON Marshall, İslamın Serüveni, C. II, (İstanbul: İz Yayıncılık, 1995), s. 141-142.

    16. TAECHNER Frannz, "İslam Ortaçağı’nda Fütüvvet Teşkilatı", İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, C. 15, s. 7.

    17. GÜLPINAR Abdulbaki, "Burgazi ve Fütüvvet-Namesi", (İstanbul: Sermet Matbaası, 1955), s. 111.

    18. GÜLPINAR, A.g.e., s. 86.

    19. KURTKAN Amiran, Mali Sosyoloji, (İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayınları, 1968), s. 112.

    20. ÇAĞATAY Neşet, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1989), s. 97.

    21. ÜLGENER, İktisadi Çöz., s. 85.

    22. KOZAK, A.g.e., s. 89.

    23. BOZKURT Güvenç, Türk Kimliği, (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994), s. 366.